Hayrettin CeteTürkçe-İngilizce Fiiller Sözlüğü (anlam endeksli) A Turkish-English Dictionary of Verbs Pastel Matbaacılık İstanbul - 2000 EX REFORM DIL YAYINLARI Her hakkı yazarına aittir. Yazılı müsaade alınmadan kısmen veya tamamen hiçbir şekilde (fotokopi, teksir vs) iktibas edilemez, yayınlanamaz. Bu kitaptaki açıklamalar, kısmen de olsa alınıp yayınlanamaz; kitabın düzeni ve yöntemi taklit edilemez. H.C. P.K.102 Fatih 34262 istanbul Tel: (0212) 525 35 25 All rights reserved. No part of this book may be reproduced or transmitted in any form or by any means including photocopy, without permission in writing from the author. ISBN 975-95429-1-9 Organi zasyon: Pastel Matbaacılık Ltd. Şti. Dizgi : Zeynep Çağrıcı Film&Montaj : Kros Grafik Ltd. Şti. Baskı : Pastel Matbaacılık Ltd. Şti. Yapılması gereken sayısız ivedi işlerin yerine getirilmesi için, Sözlüğün hazırlanması, yazılması ve basılmasını uzun yıllar büyük sabırla ve bol "lahavle" çekerek bekleyen eşim'e GİRİŞ Birkaç söz Türkiye'de bir yabancı dil bilmenin önemi, İngilizceye karşı gittikçe artan büyük bir ilgi oluşturmuştur. Buna karşın, İngilizce öğrenimi konusunda, hemen hemen hepsi yabancı kaynaklı olan ve ana diline yer vermeyen çok sayıda kitap yayınlanmasına rağmen, bunlar, bu dilin öğretiminde karşılaşılan güçlükleri çözecek nitelikte değildir. Neden bu sözlük? Bu sözlük, bir ihtiyacın ürünüdür. Gerek yeni başlayan, gerekse ileri düzeyde İngilizce bilenlerin, karşılaştıkları güçlükler hakkında uzun yıllar yakınmaları, mevcut sözlüklerin konularında yeterli olmadıklarını göstermektedir. Bu güçlükleri genellikle üç ana grupta toplamak mümkündür: a) Anlam bakımından okuyucunun aradığı İngilizce karşılık. b) İki dil arasındaki büyük yapı ve kuruluş farkları. c) Telaffuz. İşte, bu sözlük, yukarıdaki sorunlara çözüm getirmek için hazırlanmış olup, şimdiye kadar yayınlanmış sözlük ve başvuru kitaplarında rastlanmayan özellikler ve yenilikler taşımaktadır. Birinci çözüm: Anlam Endeksi Her dilde olduğu gibi Türkçede birçok fi i l günlük anlamından başka birkaç veya birçok anlamda kullanılır. Mevcut sözlükler, bunların İngilizce karşılığını sıra halinde toplu olarak vermektedir. Şöyle ki: işlemek: to work, to function, to operate, to run; to work up, to process, to perform, to commit, to do; to generate, to engrave, to carve, to canvas, to embroider; to elaborate; to handle, to manipulate; to inlay, to ornament; to accrue. göstermek: to indicate, to show, to point out, to demonstrate, to display, to exhibit; to manifest, to offer; to extend, to explore; to appear, to prove. sallamak: to sway, to rock, to wag; to shake; to leave in suspense, to put off; to waggle, to whisk, to wave to, to brandish. olarak yer alıyor. İngilizce konuşan toplumlar arasında uzun yıllar yaşamış olanlar hariç, engin ve her konuda yeterli bir kelime hazinesine sahip olmadan, bunların arasında sağlıklı bir seçim yapmak olanaksızdır. Rastgele ve çoğu zaman yanlış ve uygun olmayan kelime seçiliyor. Bu düşünceden yola çıkılıp, birden fazla anlam taşıyan sözcükler için ayrı ayrı tanım ve örnek getirerek, Anlam Endeksi yöntemi uygulanmıştır. Bu yöntem, Türkçe bir kelimenin, İngilizce karşılığı seçimini çok basit bir işlem haline getirmiştir. Örnek olarak ' işlemek' madde başı altındaki anlam endeksi şu şekilde yer almıştır: vi işlemek, belirli bir duruma getirmek: Bunları nerede işliyorsunuz? çalışmak anlamında: Sen işlersen mal işler. faiz için: içine girmek anlamında: incelemek anlamında: leke vs için: Leke kumaşın içine işlemiş. nakış için: oymak anlamında: pas için: Pas metale işlemiş. taş için: toprak için: tren için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen tren var. vapur için: Karaköy ve Kadıköy arasında işleyen bir vapur var. yara için: Sallamak fiilinin Anlam Endeksi: sallamak, oynatmak, hareket ettirmek: Parmağını bana öyle sallayıp durma. Köpek kuyruğunu neden sallar? bir yerini oynatmak: Yürürken biraz kalçalarını salla. baş için: "Olmaz" der gibi başını salladı. ağaç için: Ağacı biraz sallarsan hepsi düşer. el, bayrak vs için: Elini salla, yeter. Kızıl bayrak sallayan binlerce öğrenci vardı. Şurada bize el sallayan kim? kılıç vs için: sarsmak anlamında: Bu demeç Türkiye'yi sallayacak. Küçük bir deprem bile kasabayı fena sallar. savsaklamak anlamında: to process [proses]. Where do you process these? to work. If you want to get rich you must work hard. to yield [yi:ld]. to penetrate, to treat [tri:t]. to work into. The stain has worked into the cloth. to embroider [imbroydi]. to carve [ka:v]. to eat into. The rust has eaten into the cloth. to cut. to cultivate [kaltiveyt]. to run. There is a train running between Gebze and Haydarpaşa. to ply [play]. There is a ferry that plies between Karaköy and Kadıköy. to fester. to wag. Stop wagging your finger at me. Why does a dog wag its tail [teyl]? to sway. Sway your hips a little when walking. to shake [seyk]. He shook his head as if to say no. to shake. If you shake the tree a bit, they'll all fall. to wave. Just wave your hand. There were thousands of students waving red flags. Who is that waving to us over there? to brandish [bremdisj. to rock. This speech will rock Turkey. to shake. Even a small earthquake will shake the town badly. to put off. İkinci Çözüm: Fiillerin Kullanılış Şekilleri ve Yapıları Dile hakim olmak, istenilen sayıda ve anlamda değişik cümle kurma yeteneğine sahip olmak demektir. Bu vü da, doğrudan doğruya, kişinin öğrendiği kalıplara ve her şeyden önce bunları meydana getirecek geniş bir fiil hazinesine sahip olmasına bağlıdır. Eserde Sözlük Kısmından başka, bir Ek Kısım da yer almaktadır. Bu bölümde, çekim cetvelleri ile, fiillerin kullanılış şekilleri verilmiştir. Türkçe ve İngilizce, yapı ve kuruluş yönünden tamamen farklı iki dildir. Bu farklara dair bir bilgiye sahip olmadan, ana dili ile İngilizce arasında arzulanan seviyede bir alış verişin yer alması olanaksızdır. Üçüncü Çözüm: Telaffuz İngilizcede 45 ses ve bunu karşılayacak 26 harf vardır. Görülüyor ki , alfabedeki harf sayısı bütün sesleri karşılayacak durumda değildir. Dahası, tarihi sebeplerden dolayı, bugün İngilizce 21 ünlü sese karşı, pek kural tanımayan 191 yazılış şekline sahiptir. Bunun doğal sonucu olarak, İngilizcede okunuş ve yazılış çok karışık bir durum arz etmektedir. Bu şartlar altında, günlük kelimelerinki hariç, çok az kişi sözlükteki her kelimenin nasıl okunacağını bilebilir. Sözlükte geçen kelimelerin telaffuz şekli: exuberant[igzyu:bırınt] recover [rikavi] socialized [souşılayzd] alert [ılö:t] cleanse (etnik) [klenz] possessed [pızest]. ricochet [rikışey], forgotten [fıgatın]. catastrophe [kıteıstnfı]. diarrhea [dayıriıyı]. En güvenilir kelimelerin dahi i ki türlü okunuşu olabileceğini unutmamak gerekir: content (içerik) [kontent] project (isim olarak) [pracekt]. (memnun) [kıntent] (fiil olarak) [prıcekt]. subject (isim olarak) [sabcıkt] pervert(isim olarak) [pö:vöt]. (fiil olarak) [sabcekt] (fiil olarak) [pırvöıt] Ortada, göz ardı edilemeyScek bir telaffuz sorunu olduğu açıktır. Bu üçüncü soruna da bir çözüm getirilmiş, Madde başı kelimenin İngilizce karşılığı, telaffuzu ile birlikte verilmiştir: teraslanmak to be terraced [terist]. tüketilmek to be consumed [kınsyu:md]. Verilen örneklerde ise, telaffuzu zor olan kelimenin okunuşu, düşüncenin akışına mani olmamak için, cümlenin sonunda verilmiştir: Bunların nesli hemen hemen tükendi. (They are virtually extint [vö:çuli].) Hayatımızı şenlendirdiniz. You have brightened our lives [layvz]. Sözlükte kullanılan telaffuz sistemi, Türkler için en uygun olan Türkçe alfabeye göre dayanmaktadır. Sözcüklerin yazılışı ve telaffuzu, Britanya İngilizcesi ile verilmiştir. Not: Telaffuzlardaki i ki nokta [:] kendi önünde bulunan sesi uzatır. Neden Fiiller Sözlüğü Fiiller, söz bölüklerinden biri olmakla beraber, eksiksiz bir ifade veya bir cümle, ancak bu sözcüklerle kurulabilir. Bu bakımdan fiillerin dildeki yeri çok büyüktür. Dahası, fiiller yalnız bir eylem anlatmaz, aynı zamanda alacağı şekle göre, (okuma) (tırmanma) gibi bir isim: (gelince) (koşa koşa) gibi bir zarf ve (okumuş) (gelen) gibi bir sıfat görevi de yaparlar. Kitabın birinci kısmı Sözlük bölümünü teşkil edip, bugünkü Türkçe fiilleri içerir. Ayrıca Osmanlı Türkçesinden gelen ve bugün hâlâ geçerli olan: secde etmek, teganni etmek, şeffaf olmak, tasvip etmek vs gibi yüzlerce fi i l de sözlüğümüzde yer almıştır. Madde başlarında, fiilin tüm yapıları, (etken, edilgen ve ettirgen şekilleri) verilmiştir. Fiilin olumsuz şekli, özel bir anlam, (örneğin: kendini alamamak gibi deyim niteliğini) kazanmış olduğu taktirde, ayn bir temel giriş oluşturur. viü SÖZLÜĞÜN KULLANI MI İLE İLGİLİ AÇIKLAMA Sözlükte fiil nasıl aranıp bulunur Türkçede şekil açısından fiiller aşağıdaki beş ana biçimde bulunur. Kök durumu veya yalın hali: almak, gelmek, vermek gibi. Türemiş şekli: spruşturmak gibi. Öbekleşmiş Birleşik Şekli: tadını kaçırmak, gözden düşmek gibi. Yardımcı Fiille Yapılan Birleşikler: protesto etmek, hata yapmak gibi. Özel Birleşik Şekli: çekivermek, gezedurmak gibi. Bu duruma göre fi i l arama çok basittir. Fiilin yalın hali (vermek), Kaynaşmış şekli (varsaymak) ve Türemiş şekli (küçümsemek) sözlükte madde başı olarak bulunur. Ancak, Birleşik Fiiller için durum farklıdır. Yardımcı Fiil Türkçede, birçok dilde olduğu gibi, yardımcı fiiller i ki şekilde kullanılır: 1- Etmek, olmak, yapmak salt anlamında kullanıldığı zaman gerçek bir kılış veya oluş bildirir ve asıl veya gerçek fi i l sayılır. Bunlar sözlükte diğer asıl fiiller gibi madde başı olarak bulunur. Örneğin: Allah etmesin! Kişi ettiğini bulur. Uç kere üç dokuz eder. ifadelerinin İngilizce karşılığını madde başı etmek altında aramak gerekir. İkinci örnek, asıl fi i l niteliği taşıyan olmak: Ne oluyor? Artık olan oldu. Oldum olalı. Bunlar kim oluyor? Reçel böyle olmaz. Olacak şey değil. ifadelerinin İngilizce karşılığını, aynı şekilde olmak madde başı altında aramak gerekir. 2- Salt veya asıl fiil niteliği taşımayan Yardımcı Fiil Salt ve yalnız kullanışları dışında, yardımcı fiiller, sayısız birleşik fi i l meydana getiren çok önemli bir unsurdur. Asıl veya gerçek bir fi i l niteliği taşımayan bu gibi fiillerin İngilizce karşılığını taban sözcükte aramak gerekir. Birleşik Fiillerde taban sözcüğü Birleşik Fiilleri meydana getiren yardımcı fiiller şunlardır: olmak, etmek, yapmak, edinmek, eylemek, kılmak, gelmek, gitmek. Bunların çeşitli çatı şekilleri de şöyledir: olunmak, edilmek, ettirmek, yaptırmak, yapılmak. a) Birleşimin ana kavramını taşıyan taban, isim olduğu takdirde, madde başı ve İngilizce karşılığını, bu sözcükte aramak gerek. Örnek: evde olmak, tekrar etmek, anlamı olmak, hesap etmek, namaz kılmak. Yabancı kelimelerin fiilleştirmede en çok kullanılan yöntemdir: ambale olmak, sükse yapmak, empoze etmek, şoke etmek, reverans yapmak gibi. b) Ana kavramı taşıyan kelime sıfatsa, İngilizce karşılığını doğal olarak o kelimede aramak gerek. Örnek: memnun etmek, yaşlı olmak, rahat olmak, kısa gelmek, kolay gelmek gibi. ix c) Birçok birleşikte fiil asıl işleyişi ve anlamının tabanı teşkil eder. Örnek: 1- Zarf öbeği kalıbında olan birleşikler: ileri sürmek, geç kalmak, boş vermek. 2- Bir adla kaynaşmış olanlar: kar yağmak, baş kaldırmak, kavga çıkmak, taş atmak, ileri sürmek gibi. Düşünceyi ve olup bitenleri anlatan fi i l olduğuna göre İngilizce karşılığı sürmek, atmak, kaldırmak gibi fiillerde aramak gerek. d) İki fiilden oluşmuş birleşikler: gidip gelmek, sayıp dökmek, atıp tutmak, kasıp kavurmak Bu bileşiklerde ikinci f i i l , birleşiğin tabanını oluşturur ve İngilizce karşılığı, madde başını oluşturan son fiilde aranır. e) Özel Birleşikler Tezlik (yazıvermek), sürerlik (bakakalmak), yeterlik (kırabilmek) gibi kavramlar belirten özel birleşikler, ya birleşiğin sonundaki vermek, kalmak, bilmek gibi fiillere bakarak, ya da yazıvermek, bakakalmak gibi birleşik şekliyle aranır. f) İkileme durumlarda ve çeşitli sınıflara ait birleşikler için de yukarıdaki kurallar geçerlidir, örneğin: saygı göstermek te göstermek saygılı olmak ta saygılı, elini eteğini çekmek te çekmek, delik deşik etmek te delik deşik, sürüm sürüm sürünmek te sürünmek kelimeleri madde başıdır. İngilizce Karşılıkları Her Türkçe madde başı için en uygun veya en yaygın ingilizce karşılığı verilmiştir. Ancak Türkçe madde başının anlam bakımından, yakın veya eş anlamda olan birden fazla İngilizce karşılığı varsa, bunların hepsi için ayrı ayrı ömek cümleler verilmiştir. Örnek: uyarmak to warn. [wo:n]. Uyarmasına uyardık, aldırmadı bile. We did warn him but he didn't so much as care. to caution [ko:şın]. Bu hususta sizi uyarmıştık. We had cautioned you about this. varmak to get Oraya varır varmaz size yazacağım. I'll write to you as soon as I get there. to reach [ri:ç]. Havaalanına tam zamanında vardık. We reached the airport just in time. to arrive [irayv]. Oraya saat kaçta varır? What time does it arrive there? Ayrıca bak 'Neden bu Sözlük' (Anlam Endeksi). Atasözleri ve Deyimler Atasözleri,dey imler ve deyim niteliği kazanmış sözler, madde başı sözcükten sonra, alt bölümde, birleşikler ve deyimler başlığı altında yer alır. Örneğin: Eşek altın yular taksa, yine eşektir sözünün İngilizce karşılığı için, takmak madde başının; Ağzınla kuş tutsan, faydası yok sözünün İngliizce karşılığı için, tutmak madde başının; Kızını dövmeyen, dizini döver sözünün İngilizce karşılığı için, dövmek madde başının alt kısmında yer alan, 'birleşikler ve deyimler' bölümüne bakmak gerekir. Semboller ve işaretler ( ) Örnek cümlenin İngilizce karşılığı, İngilizceye has bir kalıp, ya da bir deyimle ifade ediliyorsa, o X cümle parantez içinde verilmiştir. Örneğin: Ağzını hayra aç (Heaven forbid!) / İki fi i l arasına gelen bu işaret, her iki fiilin de aynı derecede kullanıldığım gösterir. Örneğin: be/become. * Yıldız işareti, sayıları bir başlık gerekecek kadar yeterli olmayan birleşik fiillerin önüne gelir. ... Üç nokta, madde başı fiillerin tekrarını önlemek için konmuştur. [ ] Köşeli parantez, uluslararası bir işarettir. İngilizce sözcüklerin telaffuzu bu işaret içinde gösterilmiştir. [ : ] İki nokta işareti, telaffuzlarda kendi önünde bulunan sesi uzatır. Kısaltmalar: smb = somebody, smth = something yerine kullanılmıştır. Çalışmaları yakından takip edenlerin bildiği gibi, çok uzun yıllar süren bir çabanın ürünü olan bu sözlük, yanılmıyorsam, türünde yayımlanan tek eserdir. Bu eser, diğer söz bölükleri küçümsenmemekle beraber, dilin ana unsuru sayılan fiilin her yönünü işlemek suretiyle meydana getirilmiştir. Eserin ikinci bölümünde ise, Türkçe ve İngilizce dili arasında farklar ve mukayeseli kullanılış şekilleri ile fiillerin çekim cetvelleri yer alıyor. Bu bölüm, fiiller bakımından karşılaşılacak her türlü güçlük ve sorunu çözecek düzeyde ve her başvuruyu cevaplandıracak niteliktedir. Sayfa düzeni, bir bakışta bilginin ortaya çıkacak tarzda ve göze çarpıcı bir şekilde düzenlenmiştir. Bugüne dek bu yolda basılmış eserlerden bir hayli farklı olan bu sözlüğün, öğrenciler kadar öğretmenler, meslek sahipleri, mütercimler ve İngilizceyle ilgilenen herkes için faydalı bir başvuru eseri olacağını umuyorum. Çalışmalarımda, eserin tüm Türkçe kısmını ve diğer hususları inceleyerek bu eserin kusursuz bir şekilde çıkması için değerli fikir ve emeğini esirgemeyen meslektaşım sayın Erol Açıkgöz' e derin şükranlarımı sunarım. . Yabancı dil eğitimine katkıda bulunduysak ve kültürümüze faydalı bir eser kazandırdıysak, ne mutlu bize. Eserin hazırlık safhasında bize ışık tutan sayısız yazar ve eser arasında: 1890'da basılan A Turkish and English Lexicon, Sir James Redhouse. A Turkish-English Dictionary, H.C. Hony, 1957. Bianchi. Tarihe rağmen, Mukayeseli Türkçe için, Hançerli. Har t r ampf s Vocabularies. Longman Language Activator. Collins Cobuild English Language Dictionary. Standard Handbook of Synonyms, Fernald. Shorter Oxford Dictionary, 2 vols. A Dictionary of English Idioms, 2 vols, B.L.K. Henderson. Tüm İngilizce Cümle Yapıları ve Kurul uşl arı . Türk Dili Grameri, Jean Deny; 1941 Al i Ulvi Elöve tercümesi. Türkçeni n Grameri, Tahsin Banguoğlu, 1974 Kâmûs-ı Türki , Tercüman. Türkçe Sözlük-Türk Di l Kurumu. Grammaire Raisonnee de la Langue Ottomane, J.Redhouse, 1846. Büyük Larousse-Milliyet. Türkçe imlâsı için: Milliyet' in Yazım Kılavuzu, N.Özön, 1986 New Webster's Speller, Harbor House, 1980. zikr etmeyi bir borç bilirim. H.Cete 2000 xi INTRODUCTION This dictionary has sprung out of necessity. As the title of the book indicates, it is a dictionary about verbs but it goes beyond what the title actually indicates. It was called into existence almost out of necessity to answer a genuine need. I have often been asked to recommend a dictionary which would comprise the features that the present work has and to my regret couldn't, as there were none in existence. The large number of dictionaries appearing on the market are quite reliable, some are even excellent, but all are deficient in the three aspects that concerns the users most: the problem of meaning the problem of form the problem of pronunciation Leading dictionaries usually ignore one or all three difficulties. This work is, as far as I can ascertain, the only one of its kind ever to appear in print that claims to afford a solution to all three problems. Verbs that have several uses with great differences of meaning. In all languages and certainly in Turkish a lot of verbs are used in many different ways, and dictionaries wi l l usually list them all without further details, leaving users to guess which is which. A typical example among so many is the verb işlemek. A number of dictionaries give its English equivalent as follows: to work, to function, to operate, to run; to work up, to process, to perform, to commit, to do; to penetrate; to engrave, to carve; to canvas, to embroider; to elaborate; to handle, to manipulate; to inlay, to ornament; to accrue. The equivalent for göstermek is given as follows: to indicate, to show, to point out; to demonstrate, to display, to exhibit: to manifest, to offer; to extend, to explore; to appear, to prove. The user is left bewildered, to say the least, and under the circumstances is likely to pick at random a word which in most cases wi l l prove to be the wrong one. 1- The Problem of meaning This dictionary provides a practical solution to this very vexing problem in a very simple way: the index to meanings. Whenever a verb in Turkish corresponds to more than one meaning, those meanings are explained by means of an index. Such definitions are given in Turkish and in red italics. The users may see immediately which English equivalent they are looking for and wi l l select easily the correct one without hesitation. Below is the entry for işlemek as it appears in this dictionary: xü işlemek belirli bir duruma getirmek: Bunları nerede işliyorsunuz? çalışmak anlamında: Sen işlersen mal işler. faiz için: içine girmek anlamında: nakış için: oymak anlamında: pas için: Pas metale işlemiş. taş için: toprak için: tren için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen tren var. vapur için: Karaköy ve Kadıköy arasında işleyen bir vapur var. yara için: to process [proses]. Where do you process these? to work. (If you want to get rich you must work hard.) to yield [yi:ld]. to penetrate. to embroider [imbroydi]. to carve [ka:v]. to eat into. The rust has eaten into the metal. to cut. to cultivate [kaltiveyt]. to run. There is a train running between Gebze and Haydarpaşa. to ply [play]. There is a ferry that plies between Karaköy and Kadıköy. to fester. If an entry has several alternative equivalents with no perceptible difference, all are given and are always provided with examples to illustrate the slight difference. varmak to get. Oraya varır varmaz size yazacağım. I'll write to you as soon as I get there. to reach [ri:ç]. Havaalanına lam zamanında vardık. We reached the airport just in time. to arrive [rrayv]. Oraya saat kaçta varır? What time does it arrive there? 2- The Problem of Form The essential constructions of an agglutinative language as Turkish are quite unusual in concept to minds brought up in Western languages. In Turkish ideas are cast in forms. Hence the mastery of Turkish is essentially the mastery of the verbal forms and verbal suffixes. The task of this dictionary is two folds. Two very important aspects of the verb are treated here, the lexical and the structural aspect, in two different parts. The Dictionary section contains the vocabulary of the language. The Appendices contain the Tables of Conjugation and provide information about usage, forms and the structure of the verb. The author hopes they wi l l be of benefit to those who need to master the verbal forms of the language, or experience difficulties in deciphering such forms as: gelmeyebilirdi he might not have come gelmedikçe as long as he doesn't come geldiyse if he came (as you claim he did) görmüşcesine as if he had seen it yemez olduk we stopped eating It is not usual for dictionaries to give information which is considered to be the concern of grammer books. In part I I the users wi l l find everything they need to know about the structure of the verb and they should turn to that section for help when in doubt. After discovering the world of the Turkish Vocabulary (including idioms, sayings and proverbs) they will xiii discover the fascinating world of the Turkish word-form. 3- The Problem of Pronunciation English spelling, because of historical reasons, does not correspond to and is highly inconsistant with the pronunciation, which itself is notoriously erratic. Hence the necessity of representing the sound of most of the English equivalents in the work. Two reasons made this inclusion imperative. A mistake in pronunciation is no less serious than a grammatical mistake or an error in usage. Furthermore a correct pronunciation is certainly indispensable to anyone who pretends to speak English fluently. Surprisingly enough, even common words are. mispronounced by college students as well as by advanced learners. In this matter this book gives the pronunciations of thousands of words in the work. The pronunciation of the English equivalent is placed immediately after the word. For words appearing in a sentence, the pronunciation is placed at the end of the sentence so as not to intrude in the flow of ideas. The dictionary deals exclusively with the pronunciation of British English, from which American pronunciation may differ. To indicate pronunciation the author has used the Turkish alphabet. The following words with their pronunciation have been taken at random from the book. Not many would pass the test. exuberant [igzyu:binnt] possessed [pizest]. recover [rikavi], ricochet [rikisey]. socialized [sousdayzd]. forgotten [figatm]. alert [ilo:t]. catastrophe [kite:stnfi]. cleanse [klenz]. diarrhea [dayirkyi]. content (satisfied ) [kontent]. project (as a noun) [pracekt]. (substance) [kmtent] (as a verb) [pncekt], subject (noun) [sabcikt]. pervert (as a noun) [po:vot]. (verb) [sabcekt]. (as a verb) [prrvo:t]. ARRANGEMENT OF ENTRI ES A major feature of this dictionary is certainly its unique paging. A cursory look wi l l be enough to show that it is a new and different type of dictionary presenting information and material in a way both appealing to the eye and practical. Al l entries follow the same simple order. Headwords are shown in bold types and are listed in a strictly alphabetical order. The active, passive, causative, reciprocal and other forms of the verb follow this order-eg the passive satılmak (to be sold) comes before the active satmak (to sell). The negative form of the verb In some cases, a separate negative entry is given to a verb when it carries a special meaning and usage-eg çıkmamak. Otherwise it wi l l be found in the affirmative entry. How to find a verb For our purpose, Turkish verbs can be divided into three categories: one-word verbs, two-word verbs, and three-word verbs. One-word Verbs Finding a one-word verb is a very simple matter. One-word verbs include the following: simple verbs eg: gelmek derivatives eg: küçümsememek the auxilaries etmek, olmak, yapmak when used as full verbs. When these auxiliary verbs are used as real verbs with full verb meaning they are listed as lexical verbs and appear as main entries. xiv Allah etmesin! Kişi ettiğini bulur. Üç kere üç dokuz eder. Ne oluyor? Artık olan oldu. Oldum olalı. Reçel böyle olmaz. Olacak şey değil. Bunu sana kim yaptı? In all these sentences the auxiliary is a genuine verb and wi l l be found as a single verb entry in their alphabetical order. Two-word Verbs Finding two-word verbs is a different matter. These are compounds consisting of an arrangement of different parts of speech and an auxiliary. These combinations are a very common feature of Turkish. The following: etmek, olmak, yapmak, kılmak, edinmek, eylemek, gelmek, and the causative, passive, and other forms: yaptırmak, olunmak, ettirmek, yapılmak...when used as genuine auxilaries lose their lexical meaning and combine with other parts of speech to form thousands of compounds: hareket ettirmek hareket etmek hareketsiz olmak hasta olmak hasta etmek hastanelik etmek In such cases, the entry word to turn to in the dictionary is the word forming the base of the compound. a- The base-word is an adjective In the following compounds: ambale olmak, şoke etmek, yaşlı olmak, kısa gelmek, haşarı olmak the base word is the adjective and consequently is the entry word. b- The base is a noun The base-word in the following compounds is a noun and constitutes the entry word: hata yapmak, tekrar etmek, anlamı olmak, hasat etmek, yardım etmek c- In phrasal verbs the matter is different. In such cases the base word and consequently the entry word is the second word, which is always a verb: geç kalmak, ileri sürmek, kar yağmak, taş atmak, endişe vermek Three-word compounds In the case of three-word compounds, the base is always the last word: evini barkını satmak, sürüm sürüm sürünmek, yaşını başını almak Proverbs and Sayings Sayings, proverbs and expressions form a great bulk of the Turkish language and are very extensively used in everyday speech. Sometimes it is difficult indeed to guess the meaning of a proverb or saying without knowing the background or the source. One inexhaustible source is of course the stories from the Hodja. Proverbs, expressions, sayings and phrasal verbs are all listed under the Main Entry in a sub-entry under the heading 'birleşikler ve deyimler'. To find the English equivalent of a Turkish proverb one should turn to the verb making up the sentence, eg: Kızını dövmeyen dizini döver. wi l l be listed as a sub-entry under the entry word dövmek. XV THE VOCABULARY The dictionary presents the verbal vocabulary of modern Turkish as found in day-to day living, in books and magazines, in newspapers, TV and radio broadcasts. It includes the vocabulary in use since the Republic. It is large enough to ensure that the common and the less common are included as well. The majority of the verbs of foreign origin-particularly the Arabic loan words-of the pre-Republic period have been replaced with purely Turkish forms, but many remain. These have been all listed in the work. They belong to a specialized vocabulary and are irreplacable, or are unquestionably part of our colloquial heritage and day-to-day speech. The dictionary lists also hundreds of verbs that could be considered as technical or scientific. Nevertheless these appear frequently in the daily vocabulary of most cultivated persons and management, so they have been given a place in this work. At the same time the language came under the increasing influence of Western way of life, the result of which was an unreasonable invasion of thousands of words: provoke etmek, prezante etmek, şoke etmek, parti vermek. On the other hand, efforts to coin strange terms for every foreign loan-word has failed, although many have gained acceptance in common usage, others are rarely understood outside specialized circles and have been left out. The planned size of this dictionary has made it possible for a very large selections of Turkish idioms, expressions as well as proverbs that form the bulk of the present day language to be incorporated into the work. It also made possible a very liberal use of examples to illustrate the usage. Guide to symbols and signs * An asterisk in used to indicate a single phrasal verb or a compound when the number is too small to warrant a heading. / A slash is used between two altematives-eg: be/become. Three dots are placed at the end of examples that are not completed. In the index to meanings the three dots are used in place of the headword. ( ) Brackets are used when an example is better met by an idiomatic expression. Abbreviations: smth= something, smb= somebody. Conclusion This dictionary is primarily aimed at the Turkish speaker but it is just as suited for the needs of the foreign learner of the language. A cursory look wi l l tell that this work makes a clean break with traditional dictionaries, past and present. It is a reference book that is different in many ways. It has been designed to serve not only as a lexicon but also for home study-for the vocabulary, structure and usage of the language. The dictionary wi l l cater for the needs of learners, teachers, professionals and everyone interested in one or the other language. It is hoped that it wi l l serve not only the purpose of those who need to look up a word or an expression but also the needs of those planning to take the TOEFL, the KPDS and similar examinations and need to improve their vocabulary substantially. In view of the great variety of the entries and the size of the dictionary it is inevitable that mistakes and inconsistencies wi l l have crept in here and there. For that, I must ask indulgence. I ' m greatly indebted to my colleague Erol Açıkgöz for his thorough scrutiny of the Turkish text and entries, and for valuable suggestions. The author of a book such as this is necessarily under a heavy debt to previous lexicographers, vocabularies and dictionaries. If this work is applauded the credit goes mainly to them. It would be impossible to name them all (over a hundred) but suffice to mention the following few which have been particularly helpful. xvi A Turkish and English Lexicon, Sir James Redhouse, 1890 A Turkish-English Dictionary, H.C.Hony, 1957 Bianchi Handjerli HartrampPs Vocabularies. Longman Language Activator. Collins Cobuild English Language Dictionary. Standard Handbook of Synonyms, Fernald. Shorter Oxford Dictionary, 2 vols. A Dictionary of English Idioms, 2 vols, B. L. K. Henderson. Türk Dili Grameri, Jean Deny, 1941. Türkçenin Grameri, Tahsin Banguoğlu, 1974,. Kâmûs-ı Türki, Tercüman. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu. Grammaire Raisonnee de la Langue Ottomane, J.Redhouse, 1846. Büyük Larousse-Milliyet. Yazım Kılavuzu, N.Özön, Milliyet. New Webster's Speller, Harbor House, 1980. H.Cete 2000 abandırmak abanmak, eğilerek yaslanmak : dayanarak yaslanmak : yük olmak anlamında : abartılmak abartmak, bir hikayeyi anlatırken : bir isi, bir durumu ... : Bu işi abartıyorsun. bir şeyin önemini...: Başarılarının önemini abartıyor. abideleşmek abideleştirmek ablalık etmek abluka etmek abone olmak acayibine gitmek, duyulan bir şey hakkında: Söyledikleri acayibine gitmedi mi? görülen şey hakkında: Acayibime gitti. mantık bakımından...: acayip olmak Bu işte bir acayiplik var. acayipleşmek acele etmek acele etmemek acele ettirmek aceleci olmak aceleleştirmek acelesi olmak Lütfen acele ediniz. Yerinizde olsam, acele ederdim. Lütfen acele etmeyiniz. Lütfen (bana) acele ettirmeyiniz. Çok acelemiz var. Acelesi yok. aceleye gelmek aceleye getirmek, gereken özenin gösterilmemesi anlamında: birini aldatmaya kalkışmak anlamında: to make somebody lean [li:n]. to lean over. to lean against [lgeynst]. to live at smb's expenses [ikspenstz], to be exaggerated [igzecireytid]. to exaggerate [igzecrreyt]. to overdo [ouvidu]. You are overdoing it. to play up. He's playing up his achievements [lckvmmt]. to become a lasting symbol. to make smb a lasting memorial [mimo:ryil]. to act as a sister to. to blockade [blokeyd], to subscribe to [sibskrayb]. to sound odd [saund od]. Didn't all this sound strange to you? to seem odd. It seemed odd to me. to seem strange/odd. to be strange [streync]. There's something odd in this. to become/get odd [od]. to hurry up fhari ap], to be quick [kwik]. Please be quick. If I were you I'd hurry up. to take one's time. Please take your time. to rush smb [ra§]. Please do not rush me. to be impetuous [impetyuwis]. to hurry up smb. to be in a hurry [hari]. We are in a great hurry. There is no hurry about it. to be done in a hurry and sloppily. to hurry a job (so that it's badly done), to cheat smb who is in a hurry [ci:t]. acı gelmek 2 acı gelmek acı olmak, acıkmak Bu bana çok acı geldi. biber ve biberli şeyler için: Bu tür biber acı olmaz. mecazi anlamda: ı Hiddet tatlıdır ama semeresi acıdır, nasihat acıdır ama meyvesi tatlıdır. sözler için: Doğru söz acıdır. Haksöz ağıdan acıdır. Dost sözü acıdır. tadı bu nitelikte olan için: üzüntü re ıstırap verici anlamında: Bu, bizim için çok acı. yağ için: Bu tereyağı acımış. Çocuklar acıktı. Acıkan doymam, susayan kanmam sanır. *karnı acıkmak acıktırmak Bu hava insanı acıktırır. Acındırma arsız olur, acıktırma hırsız olur. acılanmak, acılaşmak, ağız ıçııı: tad bakımından: tereyağ için: üzüntüye kapılmak anlamında: Ağzım acılandı. acımak, (tat bakımından) süt vs. için: mecazi anlamda: Sesi birden anlaştı. acı veren yara için: Ayaklarım acıyor. Şeriatın kestiği parmak acımaz. ağrı olarak: Çok kötü acıyor. birine acımak anlamında: Bu insanlara acıyorum. Sana acıyorum. emek ve zaman için: Orada harcadığım zamana acıyorum. merhamet etmek anlamında: tadı acı duruma gelmek: Bu tereyağı acıdı. üzüntü duymak: *canı acımak acımamak Bu gibi insanlara acımam. to hurt [ho:t] It hurt me a lot. to be hot. This kind of pepper is never hot. to be bitter [biti]. Violence is sweet but the fruit is bitter, advice is bitter but its fruit is sweet. to be bitter. Truth is bitter. Truth is bitter. A friend will tell the bitter truth. to be bitter. to be painful [peynful]. This is very painful to us. to be rancid [re:nsid]. This butter has turned rancid. to feel hungry [hangri]. The children are hungry. The hungry will not have enough to eat, the thirsty not enough to drink, [inaf], to be hungry. to make one feel hungry [hangri]. This air makes you feel hungry. Make people feel sorry for him and he'll become insolent, starve him and he'll turn into a thief. to burn [bo:n]. My mouth is burning [bo.ning]. to become bitter/hot. to turn rancid [re:nsid]. to grieve [gri:v], to get sour [sawi]. to get pathetic [pithetik]. His voice became suddenly pathetic. to hurt [ho:t], give smb pain [peyn]. My feet hurt. (A just punishment must not be resented.) to ache [eyk]. It's aching terribly. to feel pity, feel sorry for smb [sori]. I feel sorry for these people. to pity. / pity you. to regret. / regret the time I've spent there. to have pity. to grow rancid [re:nsid]. This butter has grown rancid. to feel pity [piti]. to feel pain [peyn]. to have no pity for. I have no pity for such people. acımasız olmak 3 acımasız olmak Paralı askerler acımasızdır. acımsı olmak acınacak halde olmak acındırmak Acındırma arsız olur, acıktırma hırsız olur. acınmak acıtmak, Kendini acındırmayı biliyor Böyle insanlara acınmaz. bir yerini: Elimi acıtıyorsun. yemeğe acılık vermek: [birleşikler ve deyimler] bir tarafını acıtmak Bir tarafını acıtacaksın. canını acıtmak acil olmak âciz olmak Kendimi bu kadar âciz hissetmemiştim. bir şey yapmaktan...: Bir mektup yazmaktan acizdir. aç olmak Karnım aç değil. aç gözlü olmak aç gözlülük etmek açık olmak, anlam bakımından: Amacı açık olmayan bir emirdi. çay için: düşünce ve etki için: elektrikli cihazlar için: Isıtıcı açık mı? Işıklar açık değil. engeli olmayan yol vs. için: Önde yol açıktır. Yolun açık olsun. hava için: iş, mevki, memuriyet için: kapalı olmayan yerler için: Bugün bankalar açıktır. Evim size her zaman açıktır, müstehcen anlamda: ortada ve belli olan şeyler için: Yalan söylediği açık. örtüsü olmayan şeyler için: birleşikler ve deyimler I alnı açık olmak araları açık olmak Benim alnım açıktır. Araları açıktır. ardına kadar açık olmak Kapıyı ardına kadar açık bırakmışsın. bağrı açık olmak to be merciless [mosilis]. The mercenaries are merciless [mbsinerkz]. to be somewhat bitter [bin]. to be in a pitiable state [pitiyibil], to excite pity [iksayt]. If he excites pity he'll become insolent, if you starve him he'll become a thief. He knows how to excite pity [piti]. to feel sorry for [sori]. You don't feel sorry for those sort of people. to hurt [ho:t]. You're hurting my hand. to make bitter. to hurt oneself. You're going to hurt yourself. to cause smb pain [ko:z],[peyn]. to be urgent [ocint]. to be helpless. / had never felt so helpless before. to be incapable of [inkeypibil]. He's incapable of writing a letter. to be hungry [hangri]. I'm not hungry. to be greedy [gri:di]. to act greedily. to be clear [kl i ; ]. It was an order whose aim wasn't clear. to be light [layt]. to be receptive [riseptiv], to be on. Is the heater on [hi:ti]? The lights are not on [layts]. to be clear, to be free. The road ahead is clear. (Pleasant journey [co:ni].J to be clear [kl i : ]. to be vacant [veykmt]. to be open [oupin]. The banks are open today. (I'm always at home to you.) to be obscene [obsi:n]. to be obvious [obviyis]. It's obvious that he's lying. to be bare [be:]. to have nothing to be ashamed of [i§eymd]. / have nothing to be ashamed of. to be on bad terms [to:mz]. They are not on good terms. to be wide open [waydoupin]. You've left the door wide open. to be with one's shirt open. açık fikirli olmak 4 bahtı açık olmak başı açık olmak eli açık olmak göğsü bağrı açık olmak gözü açık olmak Bu işte insanın daima gözü açık olmalı. gün gibi açık olmak halka açık olmak Her yer halka açık olmaz. kapısı açık olmak Kapısı açıktır. kısmeti açık olmak şansı açık olmak O gün şansımız açıktı. Talihiniz açık olsun. umuma açık olmak açık fikirli olmak açık gözlü olmak açık gözlülük etmek açık seçik olmak açık sözlü olmak Bize karşı daha açık sözlü olmalısın. açık yürekli olmak açıkgöz olmak açıkgözlük etmek açıklama yapmak, açıklama olarak: Bir açıklama yapmak zorunda değilim. Bunun mantıklı bir açıklaması olsa gerek, açıklamada bulunmak anlamında: Bakan bir açıklama yapacaktır, hesabım vermek anlamında: Bunun için ona bir açıklama yapman gerek. açıklamak, genel anlamda: Hastalığı davranışını açıklıyor. Bunu bize açıklayabilir misin? açığa vurmak anlamında: Her şeyi açıklayacağım. Tüm hain planlarını açıklayacağım, ayrıntılı bir şekilde: Her kaideyi ayrıntılı bir şekilde açıklamak zorunda mısın? bilgi vermek anlamında: İstifa etmeyeceğini açıkladı. gerekçe olarak: Bu çirkin davranışını açıklamalısın, gizli bir şeyi...: Planlarımızı şu an açıklayamam. Örgütün sırlarını açıklamak çok tehlikeli olur. örnekler vererek: Bunu birkaç örnekle açıklayacağım. (birine) sırrını açıklamak: to be lucky [laki]. to be/go barehead [be:hed]. to be open-handed. to be carelessly dressed [drest]. to be on the alert [iIo:t]. You must always be on the alert in this business. to be altogether clear [kl i : ]. to be open to the public [pablik]. Not every place is open to the public. to keep open doors. (He is hospitable [hospitibil].) to be lucky [laki]. to be in luck. We were in luck that day. Good luck! to be open to all. to be liberal minded [mayndid]. to be shrewd [sru:d]. to be wide-awake [wayd-iweyk]. to be quite evident [kwayt]. to be outspoken You should be more outspoken with us. to be open-hearted [oupinha:tid]. to be shrewd [§ru:d]. to take advantage of the opportunity [opityumiti]. to offer an explanation [ikspleney§in]. I'm not obliged to offer an explanation. There must be a logical explanation for it. to make a statement [steytmint]. The minister will make a statement. to account for/to [lkaunt]. You must account to him for this. to explain [ikspleyn]. His illness explains his behaviour [biheyvyi]. Could you explain this to us? to expose [ikspouz], to reveal [rivi:l]. I'll reveal everything. I'll expose all their treacherous plans. to spell out. Do you have to spell out every rule? to announce [mauns]. He announced that he wasn't going to resign. to account for [lkaunt]. You must account for your shameful behaviour. to disclose [disklouz]. / can't disclose our plans at the moment. to divulge [divalc]. It will be very dangerous to divulge the organization's secrets [si:krits]. to illustrate [ihstreyt]. I'll illustrate this with a few examples. to confide [kinfayd]. açıklanmak 5 açıklanmak Gerçekler açıklanabilir. Tüm kararlar açıklanmalıdır. açıkta olmak, dışlanmak anlamında: iş bulamamak: Şu anda açıktadır. açılmak, genel anlamda: Kapılar ne zaman açılacak? Bir çok malikane halkın ziyaretine açılmıştır. açıl: saçık giyim için: bir yere doğru...: Arka pencere bahçeye açılıyor. (birine) derdini dökmek anlamında: çiçek için: işini genişletmek anlamında: kapak ve kapı için: Kapak açılmıyor. Kapı sağa açılıyor. kendine gelmek anlamında: kıyıdan uzaklaşmak anlamında: a) yüzücü için: Fazla açılmayınız. b) gemi için: hava için: Deniz üzerinde hava açılıyor. okullar için: Okullar ekimde açılır. mevki ve memuriyet için: tesisler için resmi açılış: tutukluğu kalmamak anlamında: | birleşikler ve deyimler] arası açılmak Bu ikisinin arası neden açıldı? bahtı açılmak başı açılmak boğazı açılmak çenesi açılmak çiçek gibi açılmak denize açılmak Bir kayıkla denize açılmak zorunda kaldı. dili açılmak gönlü açılmak gözleri faltaşı gibi açılmak gözü açılmak Arabın gözü açıldı. gözü gönlü açılmak Manzara karşısında gözüm gönlüm açıldı. içi açılmak iştahı açılmak kabak çekirdeği gibi açılmak kısmeti açılmak to be made public, to be told. The truth can finally be told [faymli]. All the decisions should be made public. to be out in the cold. to be without a job. At the present he is without a job. to be opened. When will the doors be opened? Many mansions have been thrown open to the public [pablik]. to dress indecently [indismtli]. to open (out) onto. The back window opens to the garden. to open one's heart to [ha:t]. to blossom [blosim]. to expand [ikspemd], to open [oupm]. The lid won't open. The door opens to the right [rayt]. to recover [rikavi]. to go too far. Don't go too far out. to put out to sea, to sail [seyl]. to clear up. The weather is clearing up over the sea. to begin. Schools begin in October. to become vacant [veykmt]. to be inaugurated [ino:gyureytid]. to break the ice. to fall out with smb. Why did these two fall out [fo:l aut]? to have luck in flak]. to begin to get thin on top. to develop an appetite [e:pitayt]. to loosen [lu:sm] one's tongue. to show precocious development of character. to put (out) to sea. He had to put out to sea in a boat. to find one's tongue [tang]. to cheer up [gi:rap], to stare in great amazement [ste:]. to become shrewd [sru:d]. / have learned my lesson [lo:nt]. to be cheered up [cixd]. The scenery cheered me up. to feel relieved [rili:vd]. to develop an appetite [e:pitayt]. to start to become free and easy. açkılamak 6 a) para bakımından: b) evlilik bakımından: Bu kızın bir türlü kısmeti açılmadı. sözü açılmak tepesi açılmak Tepen açılmaya başladı. uykusu açılmak Benim uykum açıldı. yarası açılmak Eski yaram açıldı. açkılamak açmak, genel anlamda: Altın anahtar her kapıyı açar. bayrak için: çevreyi genişleterek...: çiçekler için: Ağaçlar bu yıl erken çiçek açtı. çukur...: Bahçedeki çukuru kim açtı? delik...: düğüm ve dolanmış şeyler için: engel için: Karla kaplı yolları ne zaman açacaklar? geçit, yol, patika vs...: Buradan bir geçit açmamız şart. hamur...: Hamuru incecik açabilirim. hava için: Hava açıldı. ısı ve elektrik için: Işıkları aç. ış yeri için: Uzak bir yerde iş yeri açtı. kalem için: katlanmış bir şeyi...: Atatürk haritayı masanın üzerine açtı. kapı mandalı için: kilit için: konu için: Konuyu açtığın için teşekkür ederim. lamba için: mevsim için: oyunlar, festival vs için: peçe ve duvak için: perde için: renkler için: Bu renk odayı açacaktır. sır ve gizli tutulan bir şey için: Sırrını kimseye açmıyor. soruşturma vs için: su ve musluk için: Musluğu açmayı unutma. şemsiye için: to have a lucky break [lakibreyk]. to receive a proposal [pnpouzil]. That girl has received no proposal at all. to be mentioned [men§ind]. (for one's head) to grow bald [bo:ld]. Your head has grown bald. (one's sleep) to pass off. My sleep has passed off [pa:st of]. (wound) to open up. The old wound has opened up [wu:nd]. to burnish [bo.nisj. to open. A golden key opens all doors. to unfurl [anfo:!]. to widen [waydin]. to blossom [blosim]. The trees have blossomed early this year. to dig. Who dug the hole in the garden? to make a hole [houl]. to untie [antay]. to clear, to clear smth of smth [kl i : ]. When will they clear the streets of snow? to clear up. We have to clear a passage through here. to roll out. / can roll out dough paper thin [dou]. to clear up. The sky has cleared up. to turn on, to switch on [swic]. Turn on the lights [layt]. to set up. He set up shop in a far off place. to sharpen [§a:pin]. to unfold [anfold], Ataturk unfolded the map on the table. to unlatch [anle:c]. to unlock [anlok]. to bring up a topic [topik]. Thank you for bringing up the topic. to turn up the lamp [le:mp]. to open. to open. to lift. to open. to lighten [laytin]. This colour will lighten the room. to disclose [disklouz]. He won't disclose his secret to anyone. to stail an investigation [investigeysm]. to turn on [to:n]. Don't forget to turn on the tap [te:p]. to put up, to unfurl [anfbdj. açmak (adımlanın) 7 şişe, tıpa ve benzeri şeyler için: İkinci bir şişe açalım. telefon için: Yanlış açtınız, burası değil. televizyon ve radyo için: tıkalı bir şeyi...: Şu boruyu nasıl açacağız? tesisleri (törenle)...: Merkez dün törenle açıldı. toplantı vs için: tünel vs...: İkinci bir tünel açmak zorundayız. yayarak...: Kollarını aç. (yiv gibi) oyarak...: yumak ve dolaşmış şeyleri...: [birleşikler ve deyimler} adımlarım açmak ağzını açmak Ağzını hayra aç! Açtı ağzını yumdu gözünü. ağzını bıçak açmamak Ağzını bıçak açmıyor. Oyuncuların ağzını bıçak açmıyordu. ağzım poyraza açmak apış açmak aralarını açmak arayı açmak arazi açmak ateş açmak Ateş açma emrim var. avuç açmak Yakında sokaklarda avuç açacağız. ayraç açmak bahis açmak Şu bahsi açmayalım. başına dert açmak birinin başına dert açmak başına iş açmak Başıma iş açacaksın. Kendi başına iş açtın. başını açmak bayrak açmak bayrakları açmak boğaz açmak çağ açmak celseyi açmak çenesini açmak çığır açmak, yeni bir yöntem başlatmak: yol göstermek: Atatürk mazlum milletler için çığır açtı. to uncork [anko:k]. Let's uncork a second bottle [batıl], to ring up, to make a call. (You've got the wrong number.) to turn on, to switch on [swic]. to open up. How are we going to open up that pipe [payp]? to inaugurate [ino:gyureyt]. The Centre was inaugurated yesterday. to open. to bore [bo:r]. We have to bore a second tunnel [taml]. to spread [spred]. Spread your arms. to groove [gru:v]. to unravel [anre:vil]. to quicken one's pace [peys]. to talk, to open one's mouth. (Heaven forbid!) (He let himself go.) to have one's mouth sealed [si:ld]. He's very depressed [diprest]. The players had their mouth sealed with grief [si-Id]. to be left out in the cold. to stand with legs apart [ıpart]. to create [krieyt] a rift between. to widen the gap [waydin]. to clear land. to open fire. / have orders to open fire. to beg. We shall be begging in the streets soon. to add in parenthesis [pırenthısis]. to bring up a subject [sabjikt]. Let's not bring up that subject [sabjikt]. to get into trouble [trabil]. to cause smb trouble [ko:z]. to bring trouble upon oneself. You'll get me into trouble. You brought this upon yourself. to go uncovered [ankavird]. to break out in open revolt. to become insolent [insihnt]. to break up the ground (around a tree). to open an epoch [irpok], to open the session [seşın]. to start talking. to open the way to. to blaze a trail [treyl]. Atatürk blazed a trail for the oppressed nations to follow [neyşmz]. açmak (dava) 8 dava açmak anlaşmazlık nedeniyle: suç nedeniyle: Parayı ödemediğiniz için size dava açacaklar. İsterseniz zarar ziyan davası açabilirsiniz. derdini açmak diş açmak' dükkân açmak ^İkindiden sonra dükkân açmak. el açmak ev açmak fal açmak fikirlerini açmak gedik açmak gönül açmak göz açmamak (birisinin) gözlerini açmak gözünü açmak Aç gözünü, açarlar gözünü. kanal açmak, iletişimde: tıpta: kesenin ağzını açmak kesip açmak Onu kesip açmak zorundayız. kırıp açmak Kapıyı kırıp açmanız mı gerekiyordu? konuyu açmak Konuyu açmamın sebebi bu değil. konuyu birisine açmak Bu konuyu kendisine açacağım. kovuşturma açmak kontak açmak to sue smb [syu:]. to prosecute [prosikyu:t]. They will sue you for not paying. You can sue for damages, if you want. to confide [kinfayd]. to cut threads, to thread [thred], to set up shop. (to leave doing smth until it's rather late.) to beg. to set up home. to tell smb his/her fortune [f0:9111]. to express one's opinion. to make a breach in [bri:c]. to cheer smb [ci:]. to have no respite [respayt]. to open smb's eyes. to open one's eyes. Keep your eyes open or they'll have them opened for you. I won't be fooled again [fu:ld]. Don't just stand gaping there, be vigilant [vicihnt]. Everything happened in the twinkle of an eye. to keep one's eyes open. to open one's eye wide [wayd]. to become sunny [sani]. to roll out dough [dou]. to open an account [lkaunt]. to cheer up [ci:]. to cheer up smb. Here is some news to cheer you up. to cause trouble [trabil]. to whet one's appetite [hwet], [e:pitayt]. to turn the trump card up [tramp ka:d]. to bare one's heart to smb [be:]. to sharpen. to sharpen a reed into a pen [ri:d]. to mount a campaign [maunt], [ke:mpeyn]. We should mount a campaign to warn the people. to open a channel [fe:ml]. to open a canal [kine:l]. to loosen the purse strings [lu:sm], [po:s]. to cut open. We have to cut it open. to break open. Did you have to break open the door? to bring up a subject. This is not why I brought up the subject. to approach smb on a matter [rproucj. I'll approach him on this matter. to start a legal investigation [investigeysm]. to turn on the engine [encin]. Maymun gözünü açtı. Ağzını açacağına gözünü aç. Her şey göz yumup açıncaya kadar oldu. gözünü dört açmak gözünü faltaşı gibi açmak güneş açmak hamur açmak hesap açmak iç açmak içini açmak İşte sana içini açacak bir haber. iş açmak . iştah açmak kağıt açmak kalbini açmak kalem açmak hat için: kampanya açmak İnsanları uyarmak için bir kampanya açmamız gerek. açmak (kredi) 9 kredi açmak kucak açmak Her yerde bize kucak açtılar. kulağını açmak kuyu açmak laf açmak Laf lafı açar. lağım açmak, inşaat müh.: askeri: mendil açmak Mendil açacak duruma düşeceğiz. oruç açmak parantez açmak Müsadenizle, burada bir parantez açmak isterim. Burada bir parantez açmak isterim. pas açmak Pas açmak için birebirdir. pergelleri açmak pupa yelken açmak (bir şeye) sancak açmak savaş açmak sırrını açmak Açma sırrını dostuna söyler dostuna. soruşturma açmak söz açmak Şimdi bu konuda söz açmayalım. Bu konuda söz açtığımı hatırlamıyorum. tarla açmak tünel açmak yara açmak, deşmek anlamında: yaralamak anlamında: yelken açmak yeni bir sayfa açmak yer açmak Doktora yer açınız. yırtıp açmak yiv açmak yol açmak, birine yol açmak: dirsekle yol açmak: Dirsekle kendime ite kaka yol açtım, karayolları için: neden olmak anlamında: Bu, daha fazla kazalara yol açacak. Bu, bir sürü soruna yol açar. zorla açmak to give credit. to receive with open arms. We were received with open arms everywhere. to open one's ears. to sink a well. to mention [mensm]. (One topic leads to another.) to dig a drain. to tunnel for a mine [tanil]. to beg. We shall be reduced to begging. to break fast. to digress [digres]. If I may, I'd like to digress here. to add in parenthesis [pirenthisis]. At this stage, I'd like to add something in parenthesis. to clean off rust [rast]. It's just the thing to clean off rust. to take long steps. to take advantage of [idva:ntic]. to unfurl the flag [enfo:l]. to make war on [wo:]. to disclose [disklouz] one's secret. Don't disclose your secret to a friend, he'll tell it to his friend [si:krit]. to open an investigation [investigeyjin]. to bring smth up. Let's not bring up this matter now. to mention [mensm]. / don't remember ever mentioning that subject. to bring (land) into cultivation [kaltiveysin]. to tunnel [tanil]. to open up a wound/sore [so:]. to gash [ge:§] to hoist sails [hoyst]. to turn a new leaf [l i : f]. to make room for. Make room for the doctor. to tear open [te:]. to groove [gru:v]. to make way for. to elbow one's way [elbou]. Slowly I elbowed my way through [thru]. to open a road. to cause [ko:z]. It will cause more accidents. to bring about. It will bring about a lot of problems. to force open [fo:s]. açtırmak 10 açtırmak, bir seri.. Kapıyı nasıl açtırabiliriz? Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü. bir şeyi, birisine.. Kapıyı birisine açtırabüirim. |birleşikler ve deyimleri çenesini açtırmak ağız açtırmamak Toplantıda kimseye ağız açtırmadı. göz açtırmamak adam etmek adam olmak, büyümek anlamında: iyi yetişmek anlamında: Bunlar adam olmaz. Kürk ile, börk ile adam olunmaz. *kalıbınm adamı olmamak adamak, adak ve niyet için: -e hayatını adamak: -e kendini adamak: Adamakla mal tükenmez. Ada bana, adayım sana. adapte etmek adapte olmak aday olmak addedilmek Bu, olumlu bir adım addediliyor. addetmek, bulmak anlamında: Beklemeyi doğru addetmiyorum, gözü ile bakmak: Ben bunu bir hakaret addediyorum. kendini saymak: Kendini şanslı addetmelisin. olmuş gibi bilmek: Kimse bunu olmuş gibi addetmesin, saymak anlamında: Onu büyük bir şair addediyorlar. addolunmak âdet edinmek âdet etmek âdet olmak, El öpmek âdettir. o duruma gelmek: Saç boyamak adet oldu. Adet yerini bulsun diye. âdeti olmak Emirleri tekrarlamak âdetim değildir. adı...olmak Adı bulgurdur. to have smth opened. How can we have the door opened? Don't bring up that topic, if you don't want to hear harsh words. to have smb open smth. / can have someone open the door. to give smb the chance to talk [gains], to silence [sayhns]. He silenced everyone at the meeting. to give smb no respite [respayt]. to make a man of smb. to grow into a man. to become somebody. (These people are hopeless [houplis].) Clothes do not make the man. not to be the person one seems to be. to make a vow [vau]. to dedicate one's life [dedikeyt], to consecrate oneself to [konsikreyt]. (Promises do not cost anything.) Help me and I'll help you. to adapt [ide:pt]. to adapt oneself to. to be a candidate [ke:ndideyt]. to be interpreted as [into:pritid]. It is being interpreted as a positive step. to deem [di:m]. / deemed it wrong to wait. to regard as [riga:d]. / regard this as an insult [insalt]. to count oneself [kaunt]. You should count yourself lucky [laki]. to take it for granted. Nobody should take it for granted. to consider as [kinsidi]. They consider him as a great poet. to be considered as [kinsidird]. to form the habit of. to contract a habit [kintre:kt]. to be customary, to be the custom [kastim]. It's customary to kiss hands. to become customary. It became customary to dye the hair [day]. Just for the sake of custom. to be in the habit of. I'm not in the habit of repeating orders. to be called [ko:ld]. It's called 'bulgur'. adı olmak 11 adı olmak Zümrütüanka gibi adı var cismi yok. Bu şeyin adı yok mu? *yalnız adı olmak Yalnız adı var. adı sanı olmamak adımlamak, adımla ölçmek: Mesafeyi adımlayabilir misin? bir aşağı bir yukarı gezmek: âdi olmak sıradan anlamında: bayağı ve alçak anlamında: adileşmek adil olmak adlandırmak adlanmak afallamak afallaşmak affedilmek, bağışlanmak anlamında: bir şey yapmaktan...: Ağır işleri yapmaktan affedildi. görevinden: Görevinden affedildi. affetmek, bağışlamak: Kusur kulun, affetmek Allahındır. Birbirimizin hatalarını affetmeliyiz. Hatalarımızı hiç affetmez. Allah taksiratını affetsin. görevinden...: özür dilemek anlamında: Affedersiniz! Affedersiniz, hatalıydım. suçunu bağışlamak anlamında: (birini) bir şeyi yapmaktan...: (birini) yaptığı şeyden dolayı...: affolunmak Bu kesinlikle affolunmaz Böyle bir kabalık affolunmaz. afişe etmek afışlemek aforoz etmek, cemaatten kovmak anlamında: mecazi anlamda: aforoz olmak ağabeylik etmek ağaçlandırmak ağarmak, beyazlamak anlamında: gün için: Biraz sonra gün ağarır. to have a name. Like the Phoenix, it has a name but no body. Hasn't this thing a name? to exist in name [igzist]. It exists only in name. to be of no account [lkaunt]. to pace [peys], to measure by pacing [meji]. Could you pace off the distance? to pace up and down. to be commonplace [kommpleys], to be vulgar [valgi]. to become vulgar. to be just [cast]. to give a name to. to be named [neymd]. to be dumfounded [damfaundid]. to be stupified [styu:pifayd]. to be forgiven. to be excused from [ikskyu:zd]. He was excused from doing hard work. to be relieved [rili:vd]. He was relieved of his post. to forgive. To err is human, to forgive is divine [divayn]. We must forgive one another's mistakes. He never forgives us our mistakes. May God forgive him! to dismiss. to excuse [ikskyu:z]. Excuse me! (I was wrong, I beg your pardon!) to pardon [pa:din]. to excuse smb from doing smth. to forgive smb for doing smth. to be forgiven. This is absolutely inexcusable [inikskyu:zibil]. There can be no excuse for such rudeness. to expose [ikspouz]. to bill. to excommunicate [ekskimyumikeyt]. to ban [be:n]. to be excommunicated [ekskimyu:nikeytid]. to act as a brother towards smb. to afforest [e:forist]. to become bleached [bliict]. to dawn [do:n]. The day will soon dawn. ağartmak 12 saç için: Babanın saçları ağarmış. renk vs. salmak anlamında: Bu mavi renk kolayca ağarır. lan için: Sonunda ortalık ağardı. I birleşikler ve deyimler | Ağaran baş, ağlayan göz gizlenmez. benzi ağarmak ortalık ağarmak saçı başı ağarmak ağartmak, beyazlatmak anlamında: saç için: | birleşikler ve deyimler | birinin yüzünü ağartmak değirmende sakal ağartmak Ben bu sakalı değirmende ağartmadım. sakal ağartmak, (bir şeyde), ağır gelmek, onuruna dokunmak anlamında: Sözleri bana çok ağır geldi, güçlük bakımından: Matematik bana ağır geliyor. ağır olmak, ağırlık bakımından: Neden bu kadar ağır? İnsan eti ağırdır. davranış bakımından: Ağır ol! güçlük bakımından: hız ve acele bakımından: to turn grey. Your father's hair has turned grey. to fade [feyd]. This blue colour fades easily [feydz]. (dawn) to break. Dawn has finally broken. You can't hide white hair and tears. to grow pale [peyl]. (dawn) to break [breyk]. to grow old. to bleach [bli:c], to whiten [waytin], to gray [grey]. to do honour [om] to. to be inexperienced and immature [imityu:]. / am old and full of experience. to work on smth for a long time. to be hurt [ho:t]. I was deeply hurt by his words. to find smth hard. / find maths hard. to be heavy [hevi]. Why is it so heavy? It's hard to move a bedridden person. to take it easy. (Take it easy!) to be hard, to go slow. Ibirleşikler ve deyimler] eli ağır olmak, iş bakımından: güç bakımından: gavur ölüsü gibi ağır olmak kulağı ağır olmak uykusu ağır olmak Onun uykusu ağırdır. ağır başlı olmak ağırlamak Sizi hafta sonu ağırlamaktan memnun oluruz. *misafir ağırlamak *düğün pilavıyla dost ağırlamak ağırlaşmak, ağır başlılık bakımından: ağırlık için: bozulmaya yüz tutma anlamında: Bu kıyma ağırlaştı. dille ilgili: durum ve şartlar için: Hastanın durumu ağırlaştı. to be slow at work. to be heavy fisted. to be very heavy and bulky [balki]. to be hard of hearing. to be a heavy sleeper. He's a heavy sleeper. to be dignified [dignifayd]. to put smb up. We'll be happy to put you up for the week-end. to entertain a guest [gest]. to take credit for smth others have done. to become dignified [dignifayd]. to get heavier, to begin to go bad. This minced meat has started to go bad. to speak with difficulty, to get worse The patient's condition has got worse [kindism]. ağırlaştırmak 13 gıda için: gidiş ve hız için: Adımları ağırlaştı. geçim bakımından: hava bakımından: kulaklar için: ağırlaştırmak, ağırlık bakımından: hız için: sağlık bakımından: şiddetlendirici sebeb olarak: Bu yalnız durumu ağırlaştıracaktır. ağırlığı olmak ağırlık olmak Kimseye ağırlık olmak istemiyorum. ağrına gitmek ağırsamak, soğuk davranmak anlamında: bir işi yük saymak: ağız birliği etmek ağız kalabalığı etmek ağız kavgası etmek ağzı pek olmak ağzı sıkı olmak Kazancı hakkında ağzı sıkıdır. ağzında bir bakla olmak ağzında torba olmak ağlamak Ağlar gibi oldu. Ağlarsa anam ağlar, gerisi yalan ağlar. Ağlamayan çocuğa meme vermezler. Bütün millet arkasından ağladı. Kendi düşen ağlamaz. Ölüsü olan bir gün ağlar, delisi olan her gün ağlar. *Güler misin ağlar mısın? *Kaçanın anası ağlamaz. [birleşikler ve deyimler | anası ağlamak cıyak cıyak ağlamak doya doya ağlamak hıçkıra hıçkıra ağlamak hırsından ağlamak hüngür hüngür ağlamak içi kan ağlamak için için ağlamak iki gözü iki çeşme ağlamak imanı ağlamak kan ağlamak Beyler, millet kan ağlıyor. katıla katıla ağlamak sevinçten ağlamak ağlamaklı olmak to spoil [spoyl]. to slacken [sle:krn]. His pace [peys] has slackened. to get harder. to become overcast [ouvika:st]. to become hard of hearing [hi:ring]. to make smth heavier [hevye:]. to slow down. to aggravate [e:gnveyt]. to aggravate. It will only aggravate the situation. to weigh [wey], to be a burden [bo:dm]. / don't want to be a burden to anyone. to offend one's feelings. to treat smb coldly. to find it a burden [bo:din]. to speak according to a prearranged plan. to wander from the subject [sabcikt]. to bicker [biki]. to be discreet [diskrkt]. to be discreet. He's discreet about his earnings [o:ningz]. to keep smth back [be:k]. to lose one's tongue [tang], to cry [kray]. It looked as if she was going to cry. Don't expect people to grieve about your misfortune [misfo:cin]. It's the wheel that squeaks that gets the grease. The whole nation wept after him [neysm]. (As you make your bed, so must you lie on it.) One mourns for a dead once, but for a lunatic every day. To be at a loss whether to cry or laugh. It pays to play it safe [seyf]. to suffer greatly [safi]. to wail [weyl]. to have a good cry [kray]. to sob. to have tears of rage [reyc], to cry one's eye out. to grieve bitterly [gri:v]. to weep inwardly [inwidli]. to melt into tears [ti:z]. to have a hard time. to be in great distress. Gentlemen, the nation is in deep distress. to choke with sobs [gouk]. to weep for joy [wi:p]. to be on the verge of crying [vox]. ağlaşmak 14 ağlaşmak ağlatmak *anasını ağlatmak ağlayacak gibi olmak Dost ağlatır, düşman güldürür. Ağlayacak gibi oldum. ağlayıp durmak ağlayası gelmek Bu çocuk bütün gün ağlayıp duruyor. ağnamak (kedi, köpek) ağrımak Orada ağlayasım geldi. Başınız hiç ağrır mı? Her tarafım ağrıyor. I birleşikler ve deyimler | başı ağrımak boğazı ağrımak dişi ağrımak göğsü ağrımak karnı ağrımak Yakında karnın ağrır. Çiğ yemedim ki karnım ağrısın. kulağı ağrımak sırtı ağrımak Göğsüm ağrıyor. Kolum ağrıyor. Başım ağrıyor. ağrına gitmek ağrısı olmak Bugün ağrım yok gibi. *baş ağrısı olmak Bu adam bir baş ağrısıdır. ağrıtmak Bilmedik aş, ya karın ağrıtır, ya baş. *başını ağrıtmak, ağrı olarak: Bu koku başımı ağrıttı. sıkıntı olarak: Bu makina başınızı çok ağrıtacak. ağzı dili olmamak ağzı pek olmak ağzı sıkı olmak ah etmek ahbap olmak ahbaplık etmek ahdetmek ahenkleştirmek ahlâk hocalığı etmek ahlaksız olmak ahlaksızlık etmek ahlamak Onun ağzı var dili yok. to weep together (in common). to make smb cry [kray], (Friends criticize, but enemies flatter.) to ill-treat smb. [iltrirt]. to come close to crying [kraying]. / came close to crying. to keep crying [kraying]. This kid keeps on crying the whole day. to feel like crying. J felt like crying over there. to roll. to ache [eyk]. Do you ever have headaches [hedeyks]? / ache all over. to have a headache [hedeyk]. to have a sore throat [so:throut]. to have a toothache [tutheyk], to have a pain in the chest [jest]. to have a stomach-ache. You'll have a stomach-ache soon, [stimakeyk]. (/ have done no wrong, I have nothing to fear.) to have an earache [ireyk]. to have a pain in the back. / have a pain in the chest, [peyn]. My arm is aching [eyking]. / have a headache [hedeyk]. to offend one's feelings [lfend]. to be in pain [peyn]. I've almost no pain today. to be a nuisance [nyu:sms]. This man is a nuisance. to cause pain [ko:z]. Food one doesn't know will cause either a headache or a stomach-ache [stimakeyk]. to give a headache [hedeyk]. This smell has given me a headache. to give trouble [trabil]. This machine is going to give you a lot of trouble. to be quiet [kwayit]. He is very quiet. to be secretive [sikrktiv]. to be discreet [diskrkt]. to sigh [say]. to become friends. to befriend. to vow [vau], to harmonize [ha:minayz]. to set oneself up as a guardian of morals [monlz]. to be immoral [imonl]. to act immorally. to sigh [say]. ahmak olmak 15 ahmak olmak İnsan bu kadar ahmak olamaz. ahmaklık etmek Oraya gitmekle ahmaklık etti. ait olmak, ilgili olmak anlamında: Size ait bir şey değil. birinin olmak anlamında: O, onun ailesine aitti. Bunlar bize ait değil. zaman için: 8. yüzyıla ait. akaçlamak akdetmek akıcı olmak akıl etmek Onu çağırmayı neden akıl etmedik? akıl hocalığı etmek akıl işi olmamak Bu akü işi değil. akıl kârı olmamak Bu akıl kârı değil. akıllanmak Hiç de akıllanmadı. akıllı olmak Akıllı ol da, deli sansınlar. akıllılık etmek Gelmekle akıllılık etti. Bence akıllılık etti. akılsızlık etmek Akılsızlık etmiyor musun? Beklememekle akılsızlık etti. akın etmek Öğrenciler, pop yıldızını görmek için salona akın ettiler. akıtmak, genel anlamda: kan, gözyaşı vs için: Kan akıtmaya gerek yoktu. yağ vs için: Motor yağ akıtıyor. *kanını içine akıtmak *suyu yokuşa akıtmak akla gelmek Hiç aklıma gelmedi. akla hayale gelmemek akla yakın olmak aklamak, beraat ettirmek anlamında: renk için: temize çıkarmak anlamında: aklanmak, beraat etmek anlamında: Beraat edeceğine kimse inanmıyordu. to be stupid. One can't be that stupid. be stupid of smb (to). It was stupid of him to go there. to concern [kmsotn]. It doesn't concern you. to belong to. // belonged to his family. These do not belong to us. to date [deyt], // dates from the 8th century. to drain [dreyn]. (treaty) to conclude [kinklu:d]. to be fluid [flu:wid]. to think of. Why didn't we think of calling him? to advise behind the scenes [si:nz], to be unwise [anwayz]. This is unwise. to have no sense [sens]. This has no sense. to become wiser [wayzi]. (He is none [nan] the wiser.) to be wise. Be wise and let them call you a fool. to be clever of smb to. It was clever of him to come. to act wisely. / think he has acted wisely [wazli]. to act stupidly, be stupid of smb to. Aren't you being stupid? It was stupid of him not to wait. to swarm [swo:m]. The students swarmed into the hall to see the pop star. to let flow, to shed. There was no need to shed blood [blad]. to leak [li:k]. The engine is leaking oil [encin]. to hide one's sorrow [hayd]. to lay down unacceptable conditions. to occur to (one) [iko:]. It never occurred to me. to be unimaginable [animeximbil], to be reasonable [riizimbil]. to acquit [lkwit]. to whiten [waytin]. to exonerate [igzomreyt]. to be acquitted [lkwitid]. Nobody believed he would be acquitted. aklı başına gelmek 16 temize çıkmak anlamında: ak olmak anlamında: aklı başına gelmek aklı başında olmak aklı başında olmamak Bunların aklı başında değil. aklı fikri... de olmak Aklı fikri kitabında. aklına gelmek, bir şeyi yapmayı düşünmek: hatırına gelmek: Yalan söyleyebilecekleri hiç aklıma gelmedi. Aklına geleni yapıyor. aklına getirmek Bunu aklına bile getirme. aklında olmak Aklında olsun. Aklımda! aklından zoru olmak akmak, genel anlamda: Bu nehir Karadeniz'e akar. O zamandan beri köprünün altından çok su aktı. . azar azar...: çorap için: damla damla...: Yüzümden damla damla su akıyordu, dışarıya sızarak...: ince şerit halinde...: Yanaklarından gözyaşları aktı. kalabalık için: kumaşlar için: Ceketin kol ağzı yer yer akmıştı. mum için: renkler ve boya için: Sıcak suda renkler akabilir. sel gibi...: sıvılar için: Dam yine akıyor. su, musluk vs için: Su, saatlerce boşa aktı. sulu çamur şeklinde: tereyağı için: Tereyağı güneşte akmaya başladı. yağmur için: Yağmur boynumdan damla damla akıyordu. zaman için: Zaman su gibi aktı. [birleşikler ve deyimler| Akacak kan damarda durmaz. Akan sular durur. akıp gitmek Yıllar akıp gitti. to be exonerated [igzonireyted]. to be whitened [waytmd]. to come to one's senses [sensiz]. to be in one's right mind [maynd]. to be incapable of clear thinking. (They don't know what they are doing.) to be wrapped up in [re:pt]. He is wrapped up in his book. to think of doing smth. to occur to smb [iko:]. // never occurred to me that they could be lying. He does what comes to his mind. to think of/about. Don't even think about that. not to forget. Don't forget. to keep..in mind. / have it in mind [maynd]. to have smth wrong with one's mind. to flow. This river flows into the Black Sea. A lot of water has flowed under the bridge since then. to dribble [dribil]. to ladder., to drip. Water was dripping from my face [feys]. to leak out [li:k aut]. to trickle [trikil]. Tears trickled down her cheeks. to come in great numbers [nambiz]. to fray [frey]. The cuffs had frayed in some places. to gutter [gati], to run. The colours may run if washed in hot water. to pour down [po:]. to leak [l i : k]. The roof is leaking again. to run. The water ran freely for hours [auz]. to ooze [u:z]. to run. The butter has begun to run in the sun. to trickle [trikil]. The rain trickled down my neck. to pass quickly. Time has passed quickly [pa:st]. (What is destined to be will be.) (There is nothing more to say.) to slip by. The years have slipped by [slipt). akort etmek 17 ağzından bal akmak ağzının suyu akmak bilek gibi akmak borç paçasından akmak burnu akmak Çocuğun bumu akıyor. dere gibi akmak gözünden uyku akmak gürül gürül akmak oluk oluk akmak paçalarından pislik akmak paçasından kibarlık akmak salyası akmak Bebeklerin salyası genellikle akar. su gibi akmak, zaman için: Zaman su gibi aktı. para için: O gece cebimize su gibi para aktı. uyku gözünden akmak yüzünden akmak Yalan söylediği yüzünden akıyor. yüzünden akmak (bir şey) Yüzünden sevgi akıyordu. akort etmek akraba olmak Onun akrabası olur. Uzaktan bir akraba olur. aksamak, hafif topallamak: pürüz bakımından: Aksayan tarafı bulun. aksatmak, gecikmesine yol açmak: gereği gibi yürümemek: Bu, planları daha da aksatacak, mani olmak anlamında: İleride trafiği aksatan ne? aksetmek, ışık için: ses için: ulaşmak anlamında: aksettirmek, ışık, görüntü ve ses için: fikir yansıtmak anlamında: Bu, görüşümüzü aksettirmiyor. aksırmak, aksırtmak aksi olmak, ters anlamında: huy anlamında: aksi tesir etmek aksileşmek Çocuk neden aksileşti? to talk sweetly. (one's mouth) to water. to flow heavily. to be in deep debt [det], (one's nose) to run. The child's nose is running. to flow like water. to feel sleepy [slkpij. to flow with a gurgling [go:gling] sound. to flow in streams [stri:mz]. to be very dirty. to be pretentiously polite [pilayt]. to dribble [dribil]. Babies usually dribble. to slip by. Time has slipped by [slipt]. to roll. That night money rolled into our pockets. to feel sleepy. to be obvious [obviyis]. It's obvious that he is lying [laying], to be suffused with [sifyu:z]. Her face was suffused with love. to tune [tyu:n]. to be related [rileytid]. She is related to him. He is a distant relative of ours. to limp. to go wrong. Find what is going wrong. to delay [diley]. to set back. It will set back the plan further. to hold up. What is holding up the traffic ahead? to reflect [riflekt]. to echo [ekow]. to reach [ri:cj (one's ears, a person). to reflect [riflekt]. to reflect. This doesn't reflect our view. to sneeze [sni:z]. to make one sneeze. to be contrary [kontnri]. to be perverse [pivo:s], to have the opposite effect [opizit]. to fret. Why was the child fretting [freting]? aksiliği üstünde olmak 18 aksiliği üstünde olmak aksilik etmek, inatçılık etmek anlamında: güçlük çıkarmak anlamında: aksilik olmak Bir aksilik oldu. Bu işte bir aksilik var. akşamı etmek akşam olmak Akşam oldu. Hangi gün vardır akşamı olmadık. akşamlamak, akşamı bulmak anlamında: geceyi geçirmek: Bu iş için akşamlarız. aktarma yapmak Orada aktarma yapmanız gerekecek. aktarmak, genel anlamda: bir kaptan diğer bir kaba: bir yerden bir yere: birinin sözleri: çatı kiremitleri için: çeviri için: ' elden ele: kan için: mal için: müzik için: sürülmemiş tarla için: teknoloji için: top için (oyunda): *perdeye aktarmak alabora olmak alacağı olmak Ondan alacağım var. Alacağın olsun! Alacağına şahin, vereceğine karga. alacalamak alacalanmak alâkadar etmek Bu beni alakadar etmez. alâkadar olmak, ilgilenmek anlamında: meşgul olmak anlamında: Ben bununla alâkadar olurum. Alâkadar olmadılar. alâkalanmak alâkalı olmak alâkası olmak Bunun seninle alakası ne? alâkası olmamak Alakası yok. to be in a bad mood [mu:d]. to be obstinate [obstimt]. to raise difficulties [difikiltiz], to be wrong. Something has gone wrong. There is something wrong in this. to stay until the evening. It's evening. No good thing lasts forever. to last until evening. to pass the night. This task will last until evening. to change trains/planes [pleynz]. You will have to change there. to transfer [tremsfo]. to empty [empti:]. to move from...to. to quote [kwot]. to retile a roof [ritayl]. to translate into [treinsleyt]. to hand on. to give a blood transfusion [tre:nsfyu:jin]. to transship [tre:ns§ip]. to transpose [tre:nspouz], to plow [plau]. to transfer [treinsfo]. to pass. to make a novel into a motion picture, to capsize [ke:psayz]. to be creditor [krediti]. (He owes me money [ouz].) (I'll show you!) He's quick at collecting but slow at paying. to speckle [spekil]. to turn motley [motli]. to concern [kinso:n]. It's no concern of mine. to be interested in [intirestid]. to see to. I'll see to it. They were not interested in it. to show interest in. to be related to [rileytid]. to have to do with. What has that got to do with you? to have nothing to do with. It has got nothing to do with it. alâkasız olmak 19 alâkasız olmak, ilgisi olmayan için: ilgisiz olmak anlamında: Bunlar neden bu kadar alâkasız? alalamak alâmet olmak (bir şeye) Bu hayra alâmet değil. *hayra alâmet olmak *hayra alâmet olmamak Bu, hiç de hayra alâmet değil. Bu felakete alamet. alan talan etmek alan talan olmak alaşağı etmek, devirmek: altını üstüne getirmek: alay etmek, genel anlamda: Onunla alay etmeyeceksin. kırıcı biçimde: taklid ederek: Yürüyüşümle alay eder dururdu. yuhalayarak: Yuhalayıp onunla alay ettiler. alay gibi gelmek alayında olmak (bir işin) Bunlar işin alayında. alazlamak alçak gönüllü olmak alçak olmak, yükseklik bakımından: ahlâk bakımından: alçaklamak alçaklaşmak alçaklık etmek alçalmak, haysiyet bakımından: yükseklik bakımından: eski düzeyine inmek bakımından: Su seviyesi alçaldı. uçak için: alçaltmak, ahlâk ve değer bakımından: yükseklik bakımından: alçılamak aldanmak, çiçekler için: hileye kanmak: Bir aldanan, yine aldanır. Zerafetine aldandım. yanılmak: *görünüşe aldanmak Onun görünüşüne aklanmayınız. İnsan görünüşe aldanmamak. to be unrelated [anrileytid]. to be indifferent [indifırınt]. Why are they so indifferent? to camouflage [kamuflaj]. to augur [o:grr]. It doesn't augur well. to bode well for [boud]. to bode no good. This bodes no good at all. This bodes catastrophy [kite:stnfi:]. to plunder [plandı]. to be plundered. to topple [topil]. to overturn [ouvıtöın]. to make fun of. You are not to make fun of him. to ridicule [ridikyu:l]. to mock. He always mocked my way of walking. to jeer [ci:]. They jeered at him. to seem incredible [inkredibil]. to take it as a joke [couk]. (They are not taking it seriously [si:riyıslı].j to singe [sine]. to be modest [modist]. to be low. to be base [beys]. to treat with contempt [kmtempt]. to act vilely [vayh]. to behave abjectly [e:bjektli]. to degrade oneself [digreyd]. to go down. to subside [sibsayd]. The water level has subsided. to lose altitude [lu:z]. to degrade [digreyd]. to lower. to cover with plaster. to bloom too early [blu:m]. to be deceived [diskvd]. He who is deceived once will be again. to be taken in. J was taken in by her elegance [eligms]. to be mistaken [misteykin]. to judge by appearances [ıpi'rensız]. Don't judge him by appearances. Appearances are deceptive [diseptiv]. aldatıcı olmak 20 aldatıcı olmak aldatılmak aldatmak, genel anlamda: Aldatan, aldanır. Bizi fena halde aldattılar. avutmak anlamında: Boş vaatlerle kendini aldatma. evlilikte: Karısını aldattığına inanamıyorum. lüle yaparak: Tatlı dil çok adam aldatır. Aldatayım diyen aldanır. kolayca...: Bu insanları aldatmak kolay. yanlış yola sevkederek: aldırış etmek, önem vermek: umursamak: aldırış etmemek, ilgilenmemek anlamında: Emirlerine aldırış edilmedi. önem vermemek: Pek aldırış ettikleri görünmüyor, i umursamamak: Hakkımda söylediklerine aldırış etmem. aldırmak, çocuk için: Bu hasta üç defa çocuk aldırdı. getirtmek anlamında: organ, bademcik vs. için: Bademciklerini aldırmaksın, önem vermek anlamında: satırı aldırmak anlamında: aldırmamak, umursamamak anlamında: Aldırma! Bahçede oynamamıza aldırmaz. Sen onun söylediklerine aldırma. ilgilenmemek anlamında: Ona aldırma. Uyarmasına uyardık, aldırmadı bile. |birleşikler ve deyimleri burnundan kıl aldırmamak nefes aldırmamak soluk aldırmamak aldırmazlıktan gelmek aldırtmak, getirtmek anlamında: bir şeyi...: organ vs için: âlem yapmak to be deceptive. to be taken in [teykmin], to deceive, to fool [fu:l]. (Cheats never prosper.) They have fooled us [fu:ld], to delude [dilyu:d]. Don't delude yourself with vain hopes. to be unfaithful to [anfeythful]. / can't believe he's unfaithful to his wife. to cheat [ci:t]. Fair words cheat many a man [ci:t]. A cheater will often be cheated. to dupe [dyu:p]. It's easy to dupe these people. to mislead [misli:d]. to care. to pay attention [iten§in]. to ignore [igno:] His orders were ignored [igno:d]. not to care. They don't seem to care much. not to mind [maynd]. / don't mind what they say about me. to have an abortion [ibo:§in]. This patient had three abortions. to send smb for. to have smth removed [rimu:vd]. You should have your tonsils removed. to care about [ke:]. to have smth bought [bo:t], not to mind. Never mind [maynd].' He doesn't mind us playing in the garden. Never mind what he says. not to pay attention [itensm]. Don't pay any attention to him. not to care [ke:]. We did warn him but he didn't care. to be very conceited [kinsktid]. to give no rest, to give no respite [respayt]. to seem not to care [ke:]. to arrange to have smb picked up. to have smb bring smth. to have smb remove smth [rimu:v]. to go on a spree [spri:]. aleminde olmak (kendi) 21 (kendi) aleminde olmak | birleşikler ve deyimler | Bunlar bir âlem! Bunun âlemi var mı? Ne alemdeler? Yalan söylemenin âlemi var mı? Böyle yapmanın âlemi yok. alerjisi olmak alet etmek alet olmak alev içinde olmak Balığa karşı alerjim var. Bina alevler içinde. alevlendirmek, ateş için: kışkırtmak anlamında: alevlenmek, tutuşmak anlamında: patlak vermek anlamında: Kavga yeniden alevlendi, parlamak anlamında: Gözleri alevlendi. aleyhinde olmak Savaşın lehinde mi yoksa aleyhinde misin? aleyhine olmak Durum aleyhinedir. aleyhte olmak algdamak algılanmak alıcı olmak Bitli hakkının, kör alıcısı olur. alıklaşmak alıkonulmak, bir yerde tutulmak: saklanılmak anlamında: alıkoymak, ayırıp saklamak: Bunu sizin için alıkoyuyorum, bir yerde tutmak anlamında: Sizi daha fazla alıkoymayalım, engel olmak anlamında: Onu bu işten kim alıkoyacak? *işten alıkoymak alıngan olmak Arkadaşınız oldukça alıngandır. alınmak, genel anlamda: Ağızdan alınır. Arkadaşın işe alındı. kırılmak anlamında: Kimse üstüne alınmasın. roman vs için uyarlamak anlamında: Meşhur bir romandan alındı. to live quietly [kwayith]. (These people are quite a character!) (Is that proper?) How are they getting on? What's the point of lying? There is no sense in doing that sort of thing. to be allergic to [l l oxi k]. I'm allergic to fish. to manipulate [minipyuleyt]. to be an instrument [instrumint], to be ablaze [lbleyz]. The building is ablaze [bilding], to kindle [kindil]. to incite [insayt]. to kindle. to flare up [fle:rap]. The quarrel has flared up again. to kindle. His eyes kindled. to be against [lgenst]. Are you for or against the war? to be to one's disadvantage [disidvamtic]. (The chances are against you.) to be against [lgeynst]. to perceive [pisi:v]. to be perceived. to be a buyer. Even junk will find a buyer [cank]. to be astounded [istaundid]. to be detained [diteynd]. to be set aside [isayd]. to keep. I'm keeping this for you. to detain [diteyn]. Let's not detain you any further. to stop smb doing smth. Who is going to stop him from doing it? to interrupt smb at work. to be touchy [taci]. Your friend is rather touchy. to be taken. To be taken orally. (Your friend has got the job.) to take offence [lfens]. Let no one take offence. to be based on [beyst]. It is based on a famous novel [novil]. alıntı yapmak 22 |birleşikler ve deyimleri açığa alınmak Soruşturma sonuçlanıncaya kadar açığa alınması gerekecek. alçıya alınmak arkası alınmak askere alınmak elinden alınmak Birçok hakları ellerinden alınmıştır. görevden alınmak müşahade altına alınmak önü alınmak satın alınmak Bunlar, yabancı güçler parasıyla satın alınmış gazetecilerdir. silah altına alınmak sonuç alınmak Bu çabalardan bir sonuç alınamadı. Bu işin sonucu alınamadı. takıma alınmak yetkileri elinden alınmak Tüm yetkileri elinden alındı. alıntı yapmak alışagelmek ' Bu kargaşaya alışageldik artık. alışık olmak Bu gürültüye alışık değilim. Geceleri çalışmaya alışığım. alışıla gelmek Bu pek alışıla gelmiş bir şey değil. alışılmak alışkanlığı olmak Taraf değiştirmeye alışkanlığı var. alışkanlık edinmek On yaşındayken o alışkanlığı edindi. alışkın olmak Çok erken kalkmaya alışkınım. alışmak, alışkanlık bakımından: Gürültüye alışıyorum. yadırgamamak anlamında: Yakında alışırsın. Bu duruma alışmaya çalışıyorum. anahtar vs. için uymak anlamında: *ayağı alışmak *eli alışmak alıştırmak, alışmasını sağlamak anlamında: Ortama kendimi alıştırmam gerek. Haberi ona alıştırarak ver. evcilleştirmek anlamında: uyar duruma getirmek: *iklime alıştırmak to be suspended [sispendid]. He'll have to be suspended pending the inquiry [inkwayri]. to be put in a cast [kast]. to be stopped [stopt]. to be drafted. to be deprived [diprayvd]. They have been deprived of many of their rights. to be removed from office [ofis]. to be put under (psychiatric) observation. to be checked [cekt]. to be bought [bo:t]. These are journalists in the pay of foreign powers [fo:rin]. to be called into military service [so:vis]. (for result) to be obtained [lbteynd]. No result was obtained from the efforts. to be completed [krmplktid]. It hasn't been possible to complete the job. to make the team [ti:m], to be stripped of one's authority [stript]. He was stripped of all authority [othorili], to quote [kwot]. to be accustomed to [lkastimd]. We got accustomed to this confusion. to be used to [yu:stu]. I'm not used to this noise. I'm used to working at night. to be usual [yu:jul]. This is quite unusual [anyu.Jul], to become customary [kastimiri]. to have a habit of. He has a habit of switching sides. to form the habit of. He formed that habit when he was ten. to be used to [yu:stu]. I'm used to getting up very early. to get used to. I'm getting used to the noise [noyz]. to get used to. You'll soon get used to it. I'm tring to get used to it. to fit. to get used to frequenting a place [yu:stu]. to get used to doing smth. to familiarize smb with [fimilyuayz]. / must familiarize myself with the setting. (Break the news gently to him.) to tame [teym]. to make smth fit. to acclimatize [lklaymitayz]. alışveriş etmek 23 alışveriş etmek Akraba ile ye iç, alışveriş etme. alışveriş yapmak Alışverişi cuma günü yaparım. *fikir alışverişi yapmak alışverişi olmamak âlim olmak İnsan mürekkep yalamakla âlim olmaz. alkışlamak alkışlanmak allak bullak etmek, kişiler için: durum için: allak bullak olmak, kişiler için: durum için: allem etmek kallem etmek Allem etti kallem etti, bir davetiye buldu. almak (ayrıca bak: almamak), genel anlamda: Mektubumu aldın mı? Kartımı alabilir miyim? Bu çocuk bu huyu kimden aldı? genel anlamda alıp götürmek: Almaz olaydım. İster al, ister alma. Arabayı alabilir miyim? ameliyatla...: a) apandisit için: b) kol, bacak vs için: bedel veya fiyat için: Bunun için kaç para alacak? bir yerden teslim almak: Birisi onu almaya gelecek mi? çalmak anlamında: Biri cebimden cüzdanımı aldı. içine sığmak anlamında: 200.000 kişi alan stadlar var. Otobüs 60 kişi alıyor. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz, içki ve yiyecek için: Biraz daha almak isterim. İstediğin kadar alabilirsin. Pilav almaz mısınız? Ben çay alacağım. istekler için: Bir çatal alabilir miyim? işe almak anlamında: Yeni bir bekçi aldılar. kabul etmek anlamında: Ben bunu alamam. kazanmak anlamında: Ayda 50 milyon alıyorlar, kendisine ulaşmak anlamında: Bugün bir koli aldım. to do business with [biznis]. Do not mix business with pleasure [pleji], to go shopping. / do the shopping on Fridays. to exchange ideas [iksceync]. to have nothing to do with. to be a scholar [skoh]. One doesn't become a scholar just by learning. to applaud [iplo:d]. to be greeted with applause [iplo:z]. to upset. to make a mess of. to get upset [apset]. to become a shambles [§e:mbilz]. to wangle [we:ngil]. He wangled an invitation. [invitey§m]. to get. Did you get my letter? Can I get my card [ka:d]? Where did that boy get that temperament from? to take. / wish I had never taken it. Take it or leave it. Can I take the car? to remove [rimu:v], to amputate [empyuteyt]. to charge [ca:c]. How much will he charge for this? to collect [kilekt]. Is someone coming to collect it? to steal [sti:l]. Someone has stolen my wallet from my pocket. to hold. There are stadiums that hold 200,000 people. The bus holds 60 people. (Try as you could, it just doesn't work.) to have. I'd like to have some more. You can have as much as you like. Won't you have some rice [rays]? I'll have tea. to have. Can I have a fork? to engage [ingeyc]. They have engaged a new night-watchman. to accept [iksept]. / can't accept that. to make. They make 50 million liras a month. to receive [risi:v]. J have received a parcel today [pa:sil]. almak (ablukaya) 24 satın almak anlamında: Bunu kaça aldın? Ev alma komşu al. Kenarına bak, bezini al. İki adet almak isterim. O parayla Etiler'de bir yer aldılar. Siz de almayıverin. Alan razı satan razı. bir şehri savaşarak...: sel için: Koyunları sel aldı. temizlik bakımından: Köşeyi süpürgeyle alır mısın? ucundan kesmek anlamında: birini bir yerden almak: Eşim beni saat beşte gelip alacak. Birisi gelip sizi oradan alacaktır. yanında götürmek: Şemsiyeni almayı unutma. yel için: yolcu için: Yolda iki otostopçu aldık. yolmak anlamında: zaman için: Bu, bir haftamı aldı. \ birleşikler ve deyimler ] Al sana bir tane daha. Al benden de o kadar. Al! ablukaya almak ad almak, ün kazanmak anlamında: birine verilen ad bakımından: adımını denk almak adımını geri almak adımını tek almak aferin almak ağırdan almak, isteksiz olmak anlamında: yavaş davranmak anlamında: ağzından laf almak, ağzından lokmasını almak (Ağzından yeller alsın!) ağzının ölçüsünü almak ağzının payını almak ağzının tadını almak ah almak ahım almak Alma mazlumun ahım, çıkar aheste aheste. to buy [bay]. How much did you buy it for? (Choose your neighbour rather than a house.) (The sack is known by the sample.) I'd like to buy two. They bought some property in Etiler with the money [propeti]. Well, just don't buy it. (Since those concerned are content, it's nobody's business [biznis].) to capture [kep:ci]. to be swept away. The sheep were swept away by the flood. to sweep [swi:p]. Could you sweep the corner please? to cut off. to call for smb. My husband will call for me at five. to pick up. Someone will pick you up from there. to take with one. Don't forget to take the umbrella with you. to be blown away, to pick up. He picked up two hitchhikers on the way. to pluck [plak]. to take. It took me a whole week. (Here is another one for you.) (I agree with it [igri:].J (Here!) to blockade [blokeyd]. to become famous [feymis]. to be given as a name, to watch one's step [woe], to step back. to proceed with caution [ko:§in]. to get commendation [kimendey§m]. not to be keen to [ki:n]. to take one's time. to wangle words out of [we:ngil]. to deprive [diprayv] one of his due [dyu]. (Heaven forbid!) to be scolded for what one has said [skoldid]. to get snubbed [snabd]. to have had a bitter experience [ikspiryins]. to be cursed [kd:st]. to provoke the curse [ko:s] of. Don't provoke the curse of the oppressed fiprest]. almak (akıl) 25 akıl almak aklını almak aklını başına almak aklını başından almak alaya almak alçaktan almak alçıya almak alev almak Bu senaryo aklım aldı. alıp götürmek alıp satmak Çatı kolayca alev alabilir. Yiyecek ne varsa alıp götürdüler. Babam araba alıp satar. alıp vereceği olmamak alıp verememek alıp vermek alıp yürümek, moda için: Bu saç stili alıp yürüdü. salgın için: altına almak alttan almak ana baba duası almak aptes almak aralarına almak araya almak arkasına almak arkasını almak askere almak askıya almak, belirsiz bir zamana bırakmak: Tüm silah satışları askıya alındı. yapı ve bina için: aşağı almak aşağıdan almak ateş almak, ateşli silah için: Tüfek birden ateş aldı. Tabanca ateş almadı. tutuşmak anlamında: avans almak avrat almak avucunun içine almak avuçla almak ayağını altına almak ayağını denk almak ayağını tek almak ayağının altına almak, kişi bakımından: kural ve kanun bakımından: ayak ayak üstüne almak ayaklar altına almak to consult smb [kınsalt]. to fascinate [fe:sineyt]. This script has fascinated him. to come to one's senses [sensiz], to bewitch [biwic], to make fun of [fan]. to adopt a modest attitude [e:tityu:d]. to put in plaster. to catch fire [fayı]. The roof may easily catch fire. to take/carry away. What food there was they took away. to buy and sell. My father buys and sells cars. to have nothing to do with, to be on bad terms with [tö:mz]. to trade [treyd]. to catch on [keç]. This hair style has caught on [ko:t]. to make headway. to give a good thrashing to. to adopt a conciliatory attitude [kınsilyetıri], to get one's parents blessing [pe:nnts]. to perform ablution [eblu:şm]. to let smb join one's group [coyn]. to sandwich. to shoulder [şouldı]. to bring to an end. to enlist [inlist]. to suspend [sispend]. All sales of arms have been suspended. to prop up. to take down. to adopt a humble attitude [e:tityu:d]. to go off. The gun suddenly went off. to fire [fayı]. The gun failed to fire. to catch fire [ke:ç fayı]. to get smth in advance [idvains]. to take a wife [wayf]. to have smb in the palm of one's hand. to take by the handful. to sit on one's leg. to watch one's step [woc]. to be on one's guard [ga:d]. to give a beating [bi:ting]. to violate [vayileyt]. to cross the legs, to trample on [tre:mpil]. almak (aylık) 26 Bu insanların haklarını ayaklar altına alamazsınız aylık almak banda almak banyo almak başını koltuğunun altına almak bedduasın} almak belge almak (okuldan) besiye almak biçim almak bir düşüncedir almak (birini) Beni derin bir düşünce aldı. bir elle verdiğini öbür elle almak birden alev almak Yakıt deposu birden alev aldı. borca almak borç almak Borç alan, dert alır. boşa almak, bina için: mekanik yönden: oto için: boşunu almak (ip) boy almak boy aptesti almak boyunduruk altına almak boyunun ölçüsünü almak canını almak Allah canını alsın! Trafik canavarı, her gün can alıyor. canını dişine almak cephe almak cesaret almak cevap almak Ya cevap alamazsak? ceza almak, ceza olarak: Hepsi ceza alacak. para cezası olarak: ciddiye almak Arkadaşın, işi çok ciddiye alıyor. O, hiç bir şeyi ciddiye almaz. çapraza almak çember içine almak darasını almak demir almak derece almak (yarışta) derecesini almak ders almak, bilgi olarak: ibret olarak: Ben dersimi aldım. dikişini almak You can't trample on these people's rights. to be on salary [se:hri]. to record on tape [teyp]. to have a bath [be:thj. to do smth at the risk of one's life [layf]. to be cursed [ko:st]. to be expelled from school [ikspeld]. to put an animal out to fatten [fe:tm], to take shape [seyp], to get worried [warid]. / got terribly worried. to give something with one hand and take it with the other [athi]. to flare up [fler'ap]. The fuel tank suddenly flared up [fle.rd]. to buy on credit, to borrow [borou]. Borrowed money brings sorrow [sorou]. to prop up for repair [ripe:]. to uncouple [ankapil]. to throw out of clutch [klac]. to lake in/up the slack [sle:k]. to grow in height [hayt]. to have a ritual bath [be:th]. to reduce to servitute [sd:vityu:d]. to find out painfully one's shortcomings. to take one's/smb's life. (God damn him! [dem]) Murderous traffic accidents take lives every day. to make desperate efforts [efits]. to take sides against [lgeynst]. to take courage [karic]. to get an answer. What if we don't get an answer? to be punished [pani§t]. They shall all be punished. to be fined [faynd]. to take a matter seriously [siriyisli]. Your friend is taking it very seriously. He never takes anything seriously. to take the opponent in a clinch [klinf]. to encircle [insd:kil]. to deduct the tare [te:]. to weigh anchor [wey e:nki]. to place. to take one's temperature [temprifi]. to take lessons from [lesin]. to learn one's lesson. I've learned my lesson [16:nt], to remove one's stitches [stic]. almak (dikkate) 27 dikkate almak, hesaba katmak anlamında: pay bırakmak: Kumaşın çekeceğini dikkate almalısın. direktif almak dizginleri ele almak döl almak duasını almak (birinin) duş almak eğreti almak eğretiye almak el almak (iskambilde) ele almak, konu için: Hükümet konuyu ele alacak. örnek için: Örnek olarak petrolü ele alalım. elinden almak, kandırarak...: Paramı elimden aldılar. zorla...: Elinden bıçağı almaya kalkışma. Ensesine vur, ekmeğini al elinden. yetki için: Yetkilerini elinden alamazlar. hak vs. için: Kimse insan haklarını ellerinden alamaz. eline almak emir almak emniyet altına almak esir almak etrafım almak (bir şeyin) faiz almak fey(i)z almak fikrini almak filme almak filmini almak (röntgen) fitili almak fotoğrafını almak gaipten haber almak gem almak gemi azıya almak, gerçek anlamda: mecazi anlamda: gemiye almak Gemiye kılavuz kaptan almak için limanda durduk. geniş bir nefes almak geri almak, genel anlamda: Eşyalarını geri alabilirsin. araba için: Arabayı geri vitese al. to take into consideration [kmsidirey§m]. to allow [llau]. You must allow for the shrinkage [srinkic]. to take orders [o:diz]. to take control of [kintroul]. to breed from. to have smb's blessing. to have a shower [§awi], to borrow for temporary use [yu:s]. to prop up temporarily [tempiririli]. to take a trick. to take a matter up [me:ti]. The government will take the matter up. to take smth as an example [igza:mpil]. Let's take oil as an example. to cheat smb out of [ci:t]. They cheated me out of my money. to wrench [renc]. Don't try to wrench the knife out of his hand. (He's such a mild person, you can hit him and just take his bread out of his hand.) to strip smb of their authority. They can't strip him of his authority. to deprive smb of [diprayv]. No one can deprive them of their human rights. to take in hand. to receive orders [o:diz]. to make smth safe [seyf]. to take prisoner [prizim], to surround [siraund]. to charge interest. to be enlightened by [inlaytmd]. to take smb's opinion [lpinyin]. to film, to shoot [§u:t], to x-ray [eksrey], to flare up [flerap]. to take smb's picture [pikgi]. to fortell the future [fyu:ci]. to take the bit [bit]. to take the bit between the teeth. to get out of control [kintroul]. to take on board [bo:d]. We stopped in the harbour to take a pilot on board [ha:bi]. to breathe a sigh of relief [say], [rili:f]. to take back. You can take your things back. to reverse [rivo:s], to back up. Back up the car. almak (gönlünü; 28 bir emir için: -e yeniden kavuşmak: O parayı asla geri alamazsın. saat ıçııı: sözler için Paranın bir kısmını geri alabiliriz. Saati geri almalısın. Sözlerini geri alması gerek. Bütün söylediklerimi geri alıyorum. gönlünü almak, memnun etmek anlamında: Yarım elma gönül hatır alır. yatıştırmak anlamında: Gönlümüzü parayla almaya çalıştılar. Gönlünü almaya çalışırım. görev almak Komisyonda görev almak istemiyorum. görevden almak göreve almak götürü almak göz almak göz hapsine almak gözaltına almak, belli bir yerde tutmak: nezarete almak anlamında: göze almak, risk için: Bu riski hepimiz göze almak zorundayız. Yakalanmak riski var, göze alıyorum. Bunu imzalamayı göze alacağını sanmıyorum. ölmeyi...: Onun için ölmeyi göze alıyor. gülme almak Beni bir gülme aldı, sorma. gümrük almak gün almak (-den) randevu almak anlamında: yaş bakımından: günahını almak gündeme almak güneş almak (oda) güven oyu almak gusül abdesti almak haber almak, öğrenmek anlamında: Haberi sizden almış olmalı. Çocuktan al haberi. birisinden anlamında: Son zamanlarda ondan haber almadım. to countermand [kauntırma:nd], to get back. You'll never get back that money. to recover [rikavi]. We may recover part of the money. to set back. You should set the clock back. to withdraw one's words [wö:dz]. He should withdraw his remarks. to take back. I'm taking back all I've said. to please [plirz]. (A small kindness is enough to win a heart.) to placate [plikeyt]. They've tried to placate us with money. to conciliate [kinsilieyt]. I'll try to conciliate her. to serve [sö:v]. I don't want to serve on the committee. to remove from office [rimu:v], to appoint [ıpoynt]. to buy in the lump [lamp]. to dazzle [de:zil]. to keep under surveillance [söıveyhns]. to put smb under house arrest [irest]. to take into custody [kastidi]. to take a risk. That's a risk we shall all have to take. to chance [ça:ns]. There's the risk of being caught, but I'll chance it [ko:t]. to dare [de:]. / don't think he'll dare to sign this. to risk one's life. He's ready to risk his life for it. to be seized with a fit of laughter [la:fti]. / Was seized [si:zd] with a fit of laughter. to collect customs duty [kastimz]. to get an appointment from [lpoyntmmt]. to have passed a certain age by a number of days. to accuse wrongly [ikyu:z]. to put on the agenda [ıcendı]. to be light and sunny [sani]. to win a vote of confidence [konfidms]. to perform a total ablution [eblurşm]. to hear. (He must have got the news from you.) (Children tell the truth, listen to them.) to hear from. / haven't heard from him lately. almak (haciz altına) 29 haciz altına almak hafife almak hafiften almak, geciktirmek anlamında: Hırsızlıkla suçlanınca, parayı ödünç aldığını söyleyip işi hafiften aldı. üstünde durmamak anlamında: haftalık almak (ücret) hakkını almak hal almak Gittikçe ilginç bir hal alıyor. Durum kontrol edilmez bir hal alıyor. Sağlığı ciddi bir hal aldı. hastalık almak hava almak, açık havada gezmek anlamında: içine hava girmek anlamında: hiçbir şey almamak anlamında: hatırını almak hesaba almak hevesini almak hıncını almak (birisinden) hınç almak hırsım -den almak hız almak hızını almak himayesine almak hizasını almak ışık almak (film) ibret almak içeri almak içeriye almak Seni içeri almazlar. içine almak, içermek anlamında: kapsamak anlamında: Her şeyi içine almıyor. sığdırmak anlamında: Dolap bütün eşyalarını (içine) alır. içki almak Fazla içki almış gibiydi. ifadesini almak Polis iki şüphelinin ifadesini aldı. iğreti almak iğretiye almak ileri almak (saat) ileriye almak ilham almak ilmini almak (bir şeyin) inhisar altına almak inhisara almak intikam almak (birisinden) intikamım almak (birinin) Kocasının intikamını aldı. to sequestrate jsikwestreyd]. to underestimate [andirestimeyt]. to laugh it off/down. When accused of stealing, he laughed it down saying he had borrowed it. not to take smth seriously [siiryisli], to be paid weekly, to get one's due [dyu]. to become, to get. It's becoming more and more interesting. The situation is getting out of control. His health has taken a serious turn [to.n]. to catch a disease [dizi:z]. to get some fresh air [e:]. to let in air. to get nothing. to content smb. [kmtent]. to take smth into account [lkaunt]. to get enough of smth. [inaf]. to wreak one's wrath [ro:th] on smb. to get one's revenge [rivenc]. to take it out on smb. to gather speed [spi:d]. to slow down. to take under one's protection [pntek§m]. to take the level of. to be exposed [ikspouzd]. to draw a lesson from. to let in. to take in. They won't take you in. to comprise [kimprayz]. to include [inklu:d]. It doesn't include everything. to hold. The cupboard will hold all your things. to drink, to have a drink. He looked as if he had a drink too much. to question [kwescin]. The police questioned two suspects [saspekts]. to borrow smth for temporary use [yu:s]. to prop up temporarily a building. to put forward [fo:wid]. to move forward. to be inspired by [inspayrd]. to learn by experience [ikspkryins]. to monopolize [minopilayz]. to put forward. to take revenge on [rivenc]. to avenge [ivenc]. She has avenged her husband [hazbmd]. almak (isabet) 30 isabet almak iskele almak işe almak Bu yıl kimseyi işe almayacaklar. işi ciddiye almak itibara almak izin almak, müsaade olarak: günlük izin için: İzin alabilirsem gelirim. haftalık izin için: Bir hafta izin alsaydın bari. kabahati üzerine almak kabasını almak kale almak kaleme almak Bir gün hatıralarımı kaleme alacağım. kalıbım almak kan almak kanadı altına almak (birini) kapsamına almak kara listeye almak karantinaya almak karar almak, Onu satın almaya karar aldım. Artık karar alma zamanı geldi. Karar sizin. kare kökünü almak karesini almak karı almak karşılığını almak (para karşılığı) karşısına almak kaşık kaşık almak kaymağını almak kellesini koltuğuna almak kertesini almak kırık not almak kıssadan hisse almak Kıssadan hisse almalıyız. kız almak Anasına bak kızını al. Ergen gözüyle kız alma, gece gözüyle bez alma. kilit altına almak kilo almak Atletler kilo aldı. kokusunu almak, duygu bakımından: Yanan bir şeyin kokusunu alıyorum, sezmek anlamında: Komplonun kokusunu nasıl aldı? kokuyu almak kontrol altına almak, kalabalık vs. için: to be hit. to hoist the gangway [hoyst]. to engage [ingeyc]. They won't engage anyone this year. to take it seriously [siriyisli]. to take into consideration [kinsidireysm]. to get permission [pimi§in], to take the day off. // / can take the day off, I'll come. You should have taken the week off. to bear the blame [bleym], to clean up roughly [rafli]. to lake it into consideration [kinsidireysm]. to write down. One day I'll write down my memoirs [memwaz]. to form a mold of. to let blood [blad], to bleed smb. to take smb under one's protection [pntek§in], to comprise [kimprayz]. to blacklist. to place in quarantine [kwonnti:n]. to decide [disayd]. I've decided not to buy it. to take a.decision [disijin]. It's time we took a decision [disijin]. It's up to you to decide [disayd]. to extract the square root [ru:t]. to square [skwe:]. to marry. to get one's money's worth [wo:th]. to defy [difay]. to eat by the spoonful [spumful]. to skim. to risk one's life [layf]. to take the bearing of [be:ring]. to get a failing mark [feyling]. to draw a lesson from [dro:]. We should draw a lesson from this. to marry [me:ri]. (Like mother like daughter [do:ti] J Marry in haste, repent at leisure [leji]. to lock up. to put on weight [weyt]. The athletes have put on weight. to smell. / smell something burning [homing], to get wind of. How did he get wind of the plot? to pick up the scent [sent]. to contain [kmteyn]. almak (kordon altına) 31 yangın vs. için: Polis, kalabalığı kontrol altına alamadı. İtfaiye, yangım kontrol altına alamadı. kordon altına almak Polis bölgeyi kordon altına aldı. korku almak (birini) Beni bir korku aldı. koruma altına almak, değişikliğe karşı: Bu türleri koruma altına almalıyız. dış etkenlere karşı: koynuna almak kök almak (matematikte) kredi almak kredi ile almak krikoya almak kucağına almak kuvvet almak (bir şeyden) kündeye almak lafı birinin ağzından almak makaraya almak (birini) matrağa almak merak halini almak mesafe almak mevzi almak meydan almak muhafaza altına almak muhayyer almak müşahade altına almak nasip almak (tarikat töreni) nasibini almak, eğlence için: payına düşeni anlamında: Sen insanlıktan nasibini almamışsın. nazarı dikkate almak nazarı itibara almak nefes almak, dinlenmek anlamında: Biraz nefes alayım. derin bir nefes almak: Derin bir nefes alıp atladım. ıkıl ıkıl nefes almak: rahat nefes almak, a) içi rahatlamak anlamında: Onu duyunca rahat bir nefes aldım. b) soluk bakımından: sık sık nefes almak: soluk almak anlamında: Yeniden nefes almaya başladı. netice almak iyi netice alamıyoruz. nezaret altına almak nezarete almak (tutuklu olarak) to bring under control [kmtroul]. The police were unable to contain the mob. The fire brigade couldn't bring the fire under control [fayı brigeyd]. to seal off [si:l]. The police sealed off the area [e:ryi]. to be seized with fear [si:zd']. / was seized with fear [fi : ]. to preserve [prizö:v]. We must preserve these species [spi:şiz]. to protect [pntekt]. to take to bed. to extract the root of [ikstre:kt]. to get a credit. to buy...on credit. to jack up [ce:kap]. to take smb on one's lap. to be strengthened by [strengthind]. to throw down. to take the words out of smb's mouth. to make fun of [fan]. to poke fun at [pouk]. to become a passion [pe:şın]. to advance [idva:ns]. to take up position [pızişın]. to spread [spred]. to place under protection [pntekşm]. to buy on approval [ıpru:vıl]. to place under observation [obzıveyşm]. to be initiated to [inişiyeytid]. to enjoy [injoy]. to get one's share of [şe:]. (There is nothing human in you.) to take into account [ıkaunt]. to take into consideration [kınsidıreyşın]. to catch one's breath [breth]. Let me catch my breath [breth]. to take a deep breath. / took a deep breath and dived [dayvd], to gasp for breath. to sigh with relief [say]. / sighed with relief when I heard it [sayd]. to breathe freely again [bri:th]. to gasp for breath [breth]. to breathe. He has started to breathe again. to get results [rizalts]. We haven't been getting any good results. to take under surveillance [sö:veyhns], to take smb into custody [kastidi]. almak (nikâh altına) 32 nikâh altına almak nişan almak not almak omzuna almak, bir işi: bir kabahati: bir şeyi: sorumluluğu: onayını almak ortaklığa almak ortalamasını almak ortalığı duman almak Ortalığı duman aldı. ortaya almak kuşatmak anlamında: oyun almak öç almak (birinden) öcünü almak (birinin) Babasının öcünü aldı. ödünç almak öfkesini almak öfkesini birinden almak Öfkeni neden çocuklardan alıyorsun? ölçü almak ölçüsünü almak Ölçünü aldılar mı? ölümü göze almak ön ayak olmak Onun için bir kampanyaya ön ayak olmalıyız. öne almak Toplantının saati öne alındı. önlem almak Daha sert önlemler almamız gerek. önünü almak Hırsızlığın önünü alamıyorlar. örneğini almak örnek almak, numune olarak: Altını örnek olarak alırsak. birini kendine: örümcek ağı almak öteberi almak pahını almak parmak izi almak patentini almak (bir şeyin) payını almak payını almak (birisinden) perakende almak pereseye almak peşin almak plağa almak puan almak randevu almak (birisinden) to take a woman to wife [wayfj. to aim [eym]. to take notes [nouts]. to shoulder a job [§ouldi]. to shoulder the blame [bleym]. to put smth over one's shoulder. to shoulder responsibility. to get smb's approval [ipru:vil]. to take smb into partnership. to take the average of [e:viric]. to fi l l the air [e:]. Smoke filled the air. to put in the middle [midil]. to surround [siraund], to win a game [geym]. to take revenge on [rivenc], to avenge (ivenc]. He has avenged his father. to borrow. to give vent to one's anger [e:ngi]. to take it out of smb. Why are you taking it out of the children? to take the measure of [meji]. to measure. Did they take your measurements? to risk one's life, to initiate [inisjyeyt]. We must initiate a campaign for him [ke:mpeyn]. to bring forward [fo:wid]. The time of the meeting has been brought forward. to take steps/measures [mejiz]. We should take tougher measures [tafij. to prevent [privent]. They are unable to prevent theft. to pattern smth after a design [dizayn]. to take as an example [igza:mpil]. // we take gold as an example. to model oneself on smb. to sweep away cobwebs [kobwebz]. to buy odds and ends. to bevel [bevil], to take smb's fingerprints. to take out a patent for. to get one's share [se:]. to get a scolding. to buy smth retail fri:teyl]. to think smth over. to purchase cash [po:gis], [ke:sj. to make a record of [reko:d]. to gain a point [geyn]. to get an appointment from [lpoyntmint]. almak (randıman) 33 randıman almak rapor almak rehine almak renk almak resim almak rızasını almak (birinin) rol almak Daima babacan rolleri aldı. rölantiye almak rövanşı almak ruhsat almak rüşvet almak rütbe almak rüzgâr almak sağlama almak samur kürkü sırtına almak satın almak, gene! anlamda: Bu parayla burada hiçbir şey satın alamazsın Böyle bir şeyi kim satın alır? belayı satın almak: Başına belayı satın aldı. birini satın almak: Bu parayla onu satın alamazsın. geri...: muhayyer olarak...: perakende...: peşin...: Bizim politikamız daima peşin parayla satın almaktır. taksitle...: toptan...: veresiye...: Biz hiçbir zaman veresiye satın almayız. Onlar toptan alıp satarlar. seçip almak İstediğini seçip alabilirsin. sel almak (bir yeri) Birkaç köyü sel aldı. selâm almak selâmını almak (birinin) semere almak (-den) ses almak (müzik) sırtına almak, bir işi, sorumluluğu: giymek anlamında: Kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almaz. yüklenmek anlamında: silah altına almak On üç yaşında çocuklar silâh altına alındı. sipariş almak Son zamanlarda sipariş alamıyoruz. siper almak to get a yield. to get a medical certificate [sitifikit]. to take as hostage [hostic]. to acquire colour [ikwayi kali]. to take a picture [pikgi]. to get smb's consent [kmsent]. to play the part of. He always played the part of a fatherly figure. to idle a motor [aydil]. to win the return match [me:c]. to obtain a permit/license [laysms]. to accept a bribe [brayb]. to rise in ranks [rayz]. to be exposed to the wind [ikspouzd]. to make it sure [su:]. to bear the blame [be:r], [bleym]. to buy [bay]. You can't buy anything with that money here. to purchase [po:cis]. *• Who will purchase such a thing? to ask for trouble, to invite trouble [trabil]. (He has got more than he has bargained for.) to buy smb off. You can't buy him off with that money. to repurchase [ripo:cis]. to buy smth on approval [ipru:vil]. to buy retail [ri:teyl]. to buy for cash [ke:sj. Our policy is to always buy for cash. to buy on the instalment plan, to buy wholesale [houlseyl]. to buy on credit. We never buy on credit. They buy and sell wholesale. to pick. You may pick any one you like. to be swept away by (flood) [flad]. A few villages were swept away by the flood. to acknowledge a salute [e:knolic]. to return smb's greeting. to derive benefit from [dirayv]. to record [reko:d]. to shoulder [§ouldi]. to put on. (People are loath to accept guilt [louth].) to put something on one's shoulder, to call up. Children of thirteen were called up. to get orders. We haven't been able to get orders lately. to take cover. almak (soğuk) 34 soğuk almak Sen fena halde soğuk almışsın. soluğu -de almak Soluğu karakolda aldı. Serkeş öküz soluğu kasap dükkanında alır. Sıranız geldiğinde söz alırsınız. sözünü geri almak su almak Maalesef kayık su alıyor. sudan ucuz almak (bir şeyi) suyunu almak şakaya almak şekil almak tadmı almak taharet almak tam puan almak tam yol almak tat almak tazminat almak Bizden bir kuruş tazminat alamazsın. tavır almak Bu politikaya karşı tavır almamızın zamanı geldi. tedbir almak Gerekli tedbirleri alacağız. terkisine almak tertibat almak teslim almak, mektup vs için: devralmak anlamında: teşebbüsü ele almak teybe almak tezkere almak toz almak tozunu almak tozdan temizlemek anlamında: hırpalamak anlamında: ucuz almak Ucuz alan pahalı alır. to catch a cold. You've caught a bad cold. to hurry off to [hari of]. He hurried off to the police station. An unruly ox will end up in a butcher shop [anruli]. to breathe with difficulty [bri:th]. to breathe [bri:th]. That must come as natural as breathing. to have a rest, to get a result [rizalt]. to take full responsibility, to take responsibility, to pull out. Do I have to drag out every word out of you? to obtain a promise [lbteyn], [promis]. to talk. The first to talk was our delegate [deligit]. to speak [spi:k]. You'll speak when it's your turn to. to swallow one's word, to make water. Unfortunately the boat is making water. to get smth for a song. to drain the water from [dreyn], to treat smth as a joke [couk]. to take shape [seyp]. to acquire a taste for [lkwayi]. to cleanse and purify oneself [klenz]. to get full marks. to go at full speed. to find pleasure in [pleji]. to get compensation [kompinseyfin]. You can't get a cent compensation from us. to take a stand. It's time we took a stand against this policy. to take steps. We shall take the necessary steps [nesisiri]. to take smb to the back of one's saddle. to take precautionary measures [priko:§iniri]. to take delivery, to take over. to take the initiative [inisjitiv]. to make a tape recording of. to receive one's discharge papers [discax], to dust, to clean off the dust. to dust down, to beat up the dust [dast]. to beat smb up. to buy cheap [§i:p]. It doesn't always pay to buy cheap. soluğu dâr almak soluk almak nefes almak anlamında: Bu, soluk almak kadar doğal bir şey olmalı. dinlenmek anlamında: sonuç almak sorumluluğu üstüne almak sorumluluk almak söküp almak Her kelimeyi ağzından söküp almak mı gerek? söz almak, birisinden: konuşmak üzere: İlk olarak delegemiz söz aldı. almak (ucuza) 35 ucuza almak Onu daha ucuza alabilirdim. uğrayıp almak uhdesine almak uykusunu almak ün almak üstten almak üstüne almak, alınmak anlamında: bir işi üstlenmek: giymek anlamında: Üstüne bir şey al. mesuliyet için: Bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Suç samur olsa kimse üstüne almaz. üzerine almak . kontrolü...: sorumluluğu...: Sorumluluğu üzerime aldım. yetkiyi...: Tüm yetkileri üzerime alıyorum. vakit almak Bu şeyler çok vakit alır. vaktini almak, iş için: İngilizce vaktimin büyük kısmını aldı. birinin...: Vaktinizi aldığım için özür dilerim. vaziyet almak veresiye almak virajı almak yanma almak, çalıştırmak anlamında: götürmek anlamında: Bunu yanına al. yaraşık almak yaşını başını almak yedeğe almak yel almak Ağandan yeller alsın! Yerde yatma sel alır, yüksek yatma yel alır. yer almak, bulunmak anlamında: Bu konu neden gümdemde yer almıyor? gelmek anlamında: Haftada bir yer alır. katılmak anlamında: O tartışmada yer almadım, sayılmak anlamında: En güzel evler arasında yer alıyor, yer kaplamak anlamında: Dolap çok yer alıyor. to get smth cheap. / could have got it cheaper. to call for. to take charge of [ga:c]. to sleep the night through [thru], to become famous [feymis]. to talk haughtily [ho:tili], to take a remark as referring to oneself. to take upon oneself. to put on. Put something on. to accept responsibility. / take full responsibility. No one will readily admit they are guilty. to take it upon oneself. to assume authority [o:thoriti]. to take responsibility. / took the responsibility on me. to assume authority [isyu:m]. I'm assuming full authority. to take time. These things take a long time. to absorb one's time [ibso:b]. English has absorbed most of my time. to take up one's time [taym]. / apologize for taking up your time. to take a stand. to buy on credit. to negotiate a turn [nigou§ieyt]. to take into one's service [so:vis]. to take with. Take this with you. to be suitable [syu:tibil]. to advance in age [ldvans], to take in tow [tow]. to be blown away (by the wind). (Godforbid!) Don't lie too low, you'll be swept away, don't go too high or you'll be blown away. to be on (the agenda) [icendi]. Why hasn't the matter been put on the agenda? to take place. It takes place weekly. to take part in. / didn't take part in that debate [dibeyt]. to rank [re:nk]. It ranks among the prettiest houses. to take room. The cupboard takes too much room. almamak 36 yerini almak oturmak anlamında: Lütfen yerlerinizi alınız. yerine geçmek anlamında: Margarin tereyağının yerini aldı. ' Toplantıda birisi yerimi almalı. yıllar almak Bu borcu geri ödemen on yılını alır. yol almak, ilerlemek anlamında: Açık denize doğru yol alıyordu. Ağır giden yol alır. mesafe bakımından: Habbe kadar yol aldık. Aç at yol almaz, aç it av almaz. yolcu almak yorgunluğunu almak yukarıdan almak yük almak yükünü almak zam almak Geçen yıl zam almadık. zaman almak İVe kadar zaman alır? Giderek daha çok zaman alacak. birinin zamanını: Bu proje bütün zamanımı alıyor. zapturapt altına almak zayıf almak zevk almak, bir şey yapmaktan...: Bu idmanları yapmaktan zevk almıyorum, hoşlanmak anlamında: Okumaktan çok zevk alıyorum, kişisel beğeni olarak: Müzikten hiç zevk almıyor. almamak Son günlerde mektup alamıyoruz. | birleşikler ve deyimler] ağlamaktan kendini alamamak aklını -den alamamak Sen bu projeden aklını alamaz mısın? ayağını alamamak başını alamamak (-den) hırsını alamamak hızını alamamak kendini alamamak Kendimizi gülmekten alamadık. nefes alamamak adam almamak Burası adam almaz hale geliyor. akıl almamak Bu, akıl almaz bir şey. to take one's seat [si:t]. Please take your seats. to replace [riplays]. Margarine has replaced butter [batı]. to take smb's place. Somebody must take my place at the meeting. to take years. It will take you ten years to pay off this debt. to head [hed]. It was heading for the open sea. He who goes slowly goes surely [şu:li]. to make headway [hedwey]. We have made little headway so far. (Cheap labour will not produce good work). to pick up passengers [pe:smciz]. to rest from one's fatigue [fiti:g]. to be unwilling to compromise [komprimayz]. to take in cargo. to take all it can hold. to get a raise [reyz]. Last year we didn't get a raise. to take time. How long does it take? It will take more and more time. to take up one's time. This project is taking up all my time. to secure discipline [sikyu:]. to get a failing grade in [feyling]. to take pleasure in [pleji]. I don't take any pleasure in doing these exercises. to derive pleasure from [dirayv]. / derive a lot of pleasure from reading. to have a taste for [teyst]. She has no taste for music [myu:zik], not to get. We haven't been getting any mail lately. to be unable to refrain from tears [ti:z]. to be unable to take one's mind off smth. Can't you take your mind off this project? to be unable to give up [aneybil]. to be too busy with [bizi]. to be unable to vent one's anger [e:ngi]. to be unable to slow down [aneybil]. (can't help doing smth) We couldn't help laughing [la:fing]. to be unable to breathe [bri:th]. to be overcrowed [ouvikrawdid]. It's becoming rather overcrowded here. to be incredible [inkredibil]. This is quite incredible. alkollü olmak 37 aklı almamak ateş almamak Allahtan tabanca ateş almadı, gönlü almamak havsalası almamak hesaba almamak içi almamak, bir işi yapmak islememek: yiyecek bakımından : itibara almamak kafası almamak kale almamak mantığı almamak İnsanın mantığı almıyor. yakışık almamak alkollü olmak alt etmek altı okka etmek altına etmek altında olmak Hepsi onyedi yaşın altındaydı. Huy canın altındadır. |birleşikler ve deyimler) ayak altında olmak el altında olmak kilit altında olmak mecburiyet altında olmak minnet altında olmak Kimseye karşı minnet altında değilim. müşahade altında olmak tedavi altında olmak altüst etmek, düzen bakımından: karışık ve dağınık hal için: rahatsızlık vermek anlamında: yer bakımından: plan vs. için: Bu, planlarımızı altüst edecek. altüst olmak, düzen için: O canım oda altüst olmuştu. mide için: plan vs. için: üzüntü ve acı için: Onu görünce içim altüst oldu. Sinirlerim altüst oldu. amacı olmak Hayatında tek amacı var. Amacın nedir? amaç edinmek amaçlamak İyi bir derece yapmayı amaçlıyor. Eğitim, insan şahsiyetinin gelişmesini amaçlamahdır. to find hard to believe. to misfire [misfayi]. Fortunately the gun misfired. not to have the heart to [ha:t], to be unable to believe smth [aneybil]. not to take into consideration [kmsidireysm]. to be reluctant to do smth [rilaktmt]. not to feel like eating. not to take into consideration. to be unable to understand. not to take into consideration. to make no sense [sens]. It makes no sense whatever. to be unsuitable [ansu:tibil]. to be drunk [drank]. to beat [bi:t], to carry smb by his arms and legs. to foul one's underclothes [andiklouthz]. to be under [andi]. They were all under the age of seventeen. (One can't change human nature). to be in one's way. to be handy. to be under lock and key [ki:]. to be under obligation [obligeysm]. to be under obligation [andi]. I'm under obligation to no one. to be under observation [obziveyfin]. to be under treatment [trktmint], to disrupt [disrapt]. to mess, to make a mess of smth. to upset [apset]. to turn upside down. to upset. This will upset our plans. to be in a mess. That lovely room was in a mess. to be upset. to be upset. to be shocked [sokt], / was shocked when I saw him [so:]. to be upset [apset]. I'm very upset. to have an aim [eym]. He has only one aim in life. (What are you after?) to aim to do smth. to aim at doing smth [eym]. He's aiming at getting a good grade [greyd]. Education should aim at the development of the human personality. amana gelmek 38 amana gelmek ambalaj yapmak ambalajlamak ambale olmak amel olmak ameliyat etmek ameliyat olmak Amerikalılaştırmak âmil olmak amorti etmek, genel anlamda: tahvil için: amorti olmak analık etmek O çocuğa onbeş yıl analık etti. anane olmak Büyüklerin elini öpmek burada ananedir. andetmek andırmak, hatırlamak anlamında: Bu yerler bana eski okulumu andırıyor. bir sesi andırmak: Motor sesini andırıyor. bir şeyi andırmak: Bu çocuk babasını andırıyor. andiçmek Doğru söyleyeceğime andiçtim. andiçirmek angaje etmek angaje olmak angajman yapmak anılmak İyi bir adam olarak anılmak istiyor. anımsamak anımsatmak anırmak anıtlaşmak anıtlaştırmak anket yapmak anlamak (ayrıca bak: anlamamak), genel anlamda kavramak: Bir şey anladımsa Arap olayım. Ne istediğimi anlayıverdi. Şimdiye kadar anlamış olmalısın. Ne söylediğini pek anlamadım. Söylediklerimi anlıyor musun? Sizi tam olarak anlamıyorum, bilgi bakımından: Neden bahsettiğini anlamıyorum.. Ancak o zaman anlayabileceğiz. Biraz sonra anlarız. to give in. to wrap up [re:p], to pack [pe:k]. to be overwhelmed [ouviwelmd]. to have diarrhoea [dayiri:yi]. to operate (on) [optreyt]. to undergo an operation [optreysm]. to Americanize [lmerikinayz]. to be instrumental/a factor. to amortize [imo:tayz]. to pay off, to redeem [ridi:m]. to be amortized. to mother, to be a mother to. She mothered that child for fifteen years. to be/become a tradition [tndism]. It's the tradition here to kiss the hand of the elders. to pledge [plec]. to remind smb of smth [rimaynd]. This place reminds me of my old school. to sound like [saund]. It sounds like an engine [encin], to resemble [nzembil]. That boy resembles his father. to take an oath [outh], to swear [swe:]. / swore that I would tell the truth. to swear smb in [swe:]. to engage [ingeyc]. to be engaged [ingeycd]. to reach an agreement [igri:mint]. to be remembered. He wants to be remembered as a good man. to remember. to remind [rimaynd]. to bray [brey]. to become a monument [monyumint]. to make smb a lasting symbol [simbil]. to take a poll. to understand [andistemd]. (I'll be hanged if I understand a thing.) He readily understood what I wanted. You'll have understood by now. I didn't quite understand what he said. to follow. Do you follow what I'm saying? I don't quite follow you. to know, to tell. / don't know what you're talking about. Only then shall we be able to tell. We shall know in a minute [minit]. anlamak 39 çözmek anlamında: Ne söylediğini pek anlamıyorum. Bunun anlamını anlamıyorum. Ne istediğimi anlayıverdi. -den anlamak: Müzikten pek anlamam. Makinelerden pek anlardı, farkında olmak anlamında: Anlayacağın, ciddi sorunları var. Ne demek istediğini anlıyorum. Bir bakışta hasta olduğunu anlardın, sonuç çıkarmak anlamında: Anladığıma göre, geç gelecek. Anladığıma göre, onu satmıyorsun. Anladığım kadar... Anlaşılan, çanta gümrükte kalmış. Gelinim sen anla. Senin anlayacağın bunlar iflas etmiş, sorup öğrenmek anlamında: Kim olduğunu anlayalım. Ne islediğini yakında anlarız, takdir etmek anlamında: Durumu çok iyi anlıyorum. Eşek hoşaftan ne anlar. Tok açın halinden anlamaz. Acıyı tatmayan, tatlıyı anlayamaz. | birleşikler ve deyimler j Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. bayram haftasını mangal tahtası anlamak birinin dilinden anlamak, lisan bakımından: bilgi bakımından: dünyanın kaç bucak olduğunu anlamak halden anlamak birinin halinden anlamak Tok açın halinden anlamaz. Hanya' yı Konya' yı anlamak Yakında Hanya'yı Konya'yı anlarsın. işten anlamak kazı koz anlamak lâf anlamak lâftan anlamak leb demeden leblebiyi anlamak maksadı anlamak söz anlamak şakadan anlamak ters anlamak yanlış anlamak Sizi yanlış anlamış olmalı. Beni yanlış anlamayın. to make out. / can't make out what he's saying. I can't make out the meaning of it. (He readily understood what I wanted.) to know about. / don't know much about music [myu:zik]. He knew a lot about machines [mi§i:nz], to see. For you see, he has serious problems. I see what you mean. You could see at a glance that he was ill. to gather, to understand. From what I understand, he'll be coming late. I gather that you're not selling it. As far as I understand... Apparently, the bag was left at the customs. It was meant for you, I hope that you got the message [mesic]. (In short, these people are bankrupt.) to find out. Let's find out who he is. We'll find out soon what he wants. to appreciate [ipri:s,ieyt]. I fully appreciate the situation. It's like casting pearls to pigs (ka:st]. A well-fed person can't understand the distress of the hungry [hangri]. He who hasn't suffered bitterness cannot appreciate bliss [ipri:§ieyt]. A word is enough to the wise [inaf]. to completely misunderstand smth [misandiste:nd]. to understand smb's tongue [tang]. to be familiar with [fimilyi]. to learn by bitter experience. to sympathize with [simpithayz]. to be understanding. A well-fed person can't understand the distress of the hungry [hangri]. to learn the hard way. You'll soon learn the hard way. to be an expert in smth [ekspo:t]. to completely misunderstand. to be sensible [sensibil]. to be reasonable [riizimbil]. to understand instantly. to see the point. to listen to reason [rkzin]. to take a joke [couk], to understand the opposite [opizit]. to misunderstand [misandisteind]. He must have misunderstood you. (Don't get me wrong.) anlamamak 40 yan anlamak anlamamak Acıyı tatmayan, tatlıyı anlayamaz. Anlamadın da neden sormadın? Ben bu insanları anlayamıyorum. Ben bu işi anlayamadım gitti. Sanki anlamamış gibi bir hali var. | birleşikler ve deyimler] aslım anlamamak (bir şeyin) Sen bu işin aslını anlamamışsın. -den anlamamak Ben bu ilaçtan hiçbir şey anlayamadım. Ben bu işten hiçbir şey anlayamadım. lâf anlamamak Bu çocuk lâf anlamıyor. mantıktan anlamamak Bunlar mantıktan anlamaz. söz anlamamak Ne söz anlamaz.' anlamamazlıktan gelmek Anlamamazlıktan geliyor. anlamı olmak Bunun anlamı ne? Bunun anlamı yok. Oraya gitmenin anlamı yok. anlamına gelmek, aynı şey demek anlamında: Bu, bir ültimatom anlamına gelir, belirtisi olmak anlamında: Bu savaş anlamına mı geliyor? demek anlamında: Bu kelime ne anlamına geliyor? temsil etmek anlamında: to partially understand. not to appreciate [ipri:§ieyt]. He who has not suffered bitterness cannot appreciate happiness. not to understand. If you didn't understand, why didn't you ask? I can't understand these people. I just can't understand this. It looks as if he didn't understand. to miss the point. Apparently, you have missed the point. not to think much of. J don't think much of this medecine. (I can't make head or tail of it.) to be obstinate [obstinit]. This child won't listen to reason. to be impervious to reason [impo:viyis]. These people are impervious to reason. to be unreasonable [anri:znibil]. (He won't listen to reason [rv.zm].) to pretend not to understand [andisteind]. He's just being stupid. to make sense, to mean. What does that mean? It doesn't make sense [sens]. (There's no point in going there.) to amount to [imaunt]. This amounts to an ultimatum [altimeytim]. to signify [signifay]. Does that signify war? to mean [mi:n]. What does this word mean? to stand for. FBI ne anlama geliyor? anlamlı olmak anlamsız olmak anlamlandırmak anlaşamamak, amaç bakımından: uyuşma bakımından: anlaşılmak, anlam bakımından: Metinden anlaşılacağı üzere... belli olmak anlamında: Anlaşılan, güçleri yetmedi. Anlaşılan, fatura otelde kaldı. Öyle anlaşılıyor ki... Bunun nedeni kolayca anlaşılıyor, ortaya çıkmak anlamında: Şimdi anlaşıldı. What does FBI stand for? to be significant [signifikint]. to be meaningless, to give meaning to. to be unable to agree [lgri:]. not to get along. to be understood. As it will be understood from the text... to be evident [evidint]. Evidently, they couldn't afford it. Apparently, the bill was left at the hotel. It appears that... [ipi:z]. (It's easy to see why). to become clear [kl i : ]. Now it is clear. anlaşılmamak 41 anlaşılmamak Bu, anlaşılır şey değil. Davranışları anlaşılır gibi değil. anlaşma yapmak anlaşmak, /;/'/" konuda: Hiçbir konuda anlaşamıyoruz. düşünce /takımından: iyi geçinmek anlamında: Şimdilik iyi anlaşıyoruz. [birleşikler ve deyimleri her hususta anlaşmak karşılıklı anlaşmak Bu konuda karşılıklı anlaştık. pazarlıkta anlaşmak prensip üzerine anlaşmak Prensip üzerinde anlaştık. anlatılmak anlatmak, ima etmek anlamında: Sen ne anlatmaya çalışıyorsun? izah etmek anlamında: Ödeyeceğimi açıkça anlattım. Nasıl anlatsam ki? nakletmek anlamında: Bunu hakime anlatır mısınız? söylemek anlamında: Bize her şeyi anlattı. Bunu külahıma anlat. [birleşikler ve deyimleri alttan alta anlatmak ballandıra ballandıra anlatmak derdini anlatmak Sen derdini Marko Paşa'ya anlat. fıkra anlatmak gerile gerile anlatmak kelimesi kelimesine anlatmak lâf anlatmak Gel de bunlara lâf anlat. masal anlatmak meramını anlatmak söz anlatmak Ona söz anlatmak kolay değil. uzun uzun anlatmak üstü kapalı anlatmak zımnen anlatmak anlayışlı olmak anlayışsız olmak İnsan nasıl bu kadar anlayışsız olabilir? anmak, akla getirmek anlamında: İti an, taşı eline al. to be incomprehensible [inkomprihensibil]. This is quite incomprehensible. His behaviour is totally incomprehensible. to make a deal [di:l], to agree on [lgri:]. We can't agree on any subject [sabcikt], to understand one another, to get on well with. We get on well for the moment [moumint]. to see eye to eye [ay]. to reach mutual understanding [myu:çyil]. We have reached a mutual understanding on this issue [i§yu:]. to strike a bargain [ba:gin], to agree on principle [prinsipil]. We agreed on principle. to be explained. to imply [implay]. What are you trying to imply? to indicate [indikeyt]. / indicated clearly that I would pay. (How can I put it?) to relate [rileyt]. Could you relate this to the judge [cac]. ? to tell. He told us everything. (I don't believe a word of it.) to hint at. to relate with extravagant praise [preyz]. to tell one's trouble [trabil]. Go and tell your troubles to someone else. to crack a joke [couk], to relate with great self-importance. to relate smth word for word [rileyt], to try to convince smb [krnvins]. How can one convince these people? to tell tales [teylz]. to express oneself [ikspres]. to convince [kinvins]. It's not easy to convince him. to relate at great length. to hint at. to insinuate [insinyueyt]. to be understanding. to be inconsiderate [inkinsidirit]. How can one be so inconsiderate? to remember. (If you're facing aggression have your stone ready.) anne olmak 42 sözünü etmek anlamında: İnsan ölüyü hayırla anmalı. bir olayı veya birini...: O şanlı günü yakında anacağız. anne olmak annelik etmek anons etmek anormal olmak anormalleşmek ant etmek antlaşmak, ant olarak: antlaşma olarak: apaçık olmak Yalan söylediği apaçık. aparmak apazlamak apışmak aptal olmak Bunu yapacak kadar aptaldır. Hiç de aptal değil. aptallaşmak aptallık etmek *bir şey yapmakla aptallık etmek: Onu kabul etmekle aptallık etti. aptesinde namazında olmak ar etmek arabozanlık etmek arabuluculuk etmek aracı olmak aracılık etmek arada gitmek araklamak aralamak, ara bırakmak anlamında: yarı açmak anlamında: aralanmak araları yağ bal olmak aralarında karlı dağlar olmak anılaşmak aralık etmek aramak, genel anlamda: Aramadık yer bırakmadık. Bunu mu arıyorsun? İyi bir muhasebeci arıyorum, arayıp bulmak anlamında: Bu adam kavga mı arıyor? Bizde para pul arama. Arayan mevtasını da bulur, belâsını da. bulmaya çalışmak anlamında: Onu her yerde aradılar. Polis onları arıyor. to talk/speak of. One must speak well of the dead. to commemorate [kimemireyt]. We'll commemorate that glorious day soon. to become a mother [mathi], to be a mother to. to announce [inauns]. to be abnormal [e:bno:mil], to get abnormal. to take an oath [outh]. to make a mutual vow [vau]. to come to an agreement [lgrkmint]. to be evident. It's evident that he's lying [laying], to make off with. to scoop up with the hand [sku:p]. to stand helpless. to be stupid [styu:pid]. He is stupid enough to do it. He is anything but stupid. to be stupified [styu:pifayd]. to act like a fool [fu:l]. to be foolish of smb to do smth. It was foolish of him to accept it [iksept]. to be devout [divaut]. to be ashamed [lseymd]. to break up a friendship. to act as a mediator [midiyeyti]. to be an intermediary [intimi:dyiri]. to act as an intermediary. to pass unnoticed [anoutist] (among). to pinch [pine]. to leave a space, to space out [speys]. to leave ... ajar [ica:]. to be opened part way. to be very close [klous] friends. to be far apart [ipa:t]. to become separated from one another [sepireytid]. to leave smth half open. to look for. We've looked for it everywhere. Are you looking for this? I'm looking for a good accountant [lkauntint], to seek [si:k]. Is this man seeking a fight [fayt]? (We have got no money.) One can find God or trouble, it depends on what one is seeking. to search for [so:}]. They searched for it everywhere [so:ct]. The police is searching for them. aramak (ağzını) 43 özlemek anlamında: O günleri çok arıyorum. telefon için: Sizi dün iki defa aradım. Sizi sonra ararım. Arayan satış müdürüydü. Lütfen aradığımı söyler misiniz? uğramak anlamında: Arayan olursa, söyle, beklesin. I birleşikler ve deyimler | Elinle ver, ayağınla ara. Akıllı köprü arayıncaya kadar deli suyu geçer. Siz burada ne arıyorsunuz? ağzını aramak Zam hakkında ağzını arayacağım. ayıp aramak bahane aramak bahtını aramak başına belâ aramak Sen başına belâ arıyorsun. belâ aramak belâsını aramak Bu adam belâsını arıyor. Arayan belâsını da bulur, mevtasını da. bucak bucak aramak ceplerini aramak (birinin) ceplerini aramak derman aramak el yordamıyla aramak Karanlıkta düğmeyi el yordamıyla aradım. fellik fellik aramak fırsat aramak gözleriyle aramak (birisini) hakkını aramak Haklarınızı arayınız. Neden haklarımızı aramayalım? iş aramak kaçacak delik aramak kaçamak yolu aramak kanş karış aramak Her yeri karış karış aradık. kavga aramak kısmetini aramak macera aramak maden aramak meydan aramak mumla aramak eskisini aratmak anlamında: özenle aramak anlamında: neden aramak öküzün altmda buzağı aramak samanlıkta iğne aramak Sen saman yığınında iğne arıyorsun. to miss. / terribly miss those days. to call. / called you twice yesterday [tways]. I'll call you later. It was the sales manager [me:nici]. Could you please tell him that I called? to call in on [ko:l]. If anyone calls tell them to wait. You'll have no chance of getting it back [gains]. While the wise ponders, the fool crosses the stream. What are you doing here? to sound out (a person) [saund]. I'll sound him out about the raise [reyz]. to find fault with [fo:lt]. to seek a pretext [pri:tekst]. to seek one's fortune [fo:gin]. to ask for trouble [trabil]. You're asking for trouble. to look for trouble [trabil], to look for trouble. That man is looking for trouble. (He that seeks finds.) to search in every nook and corner [nuk], to search one's pockets [so:c]. to go through smb's pockets. to seek a remedy [remidi]. to grope for [group]. In the dark, I groped for the switch. to look for smth high and low [hay]. to seek an opportunity [opityumiti], to look about for smb. to stand up for one's right [rayt]. Stand up for your rights. Why shouldn't we stand up for our rights? to look for a job [cob]. to look desperately for a place to hide [despiritli]. to look for a pretext [pri:tekst]. to search everywhere [so:c]. We've looked carefully everywhere. to seek a quarrel [kworil]. to seek one's fortune [fo:cin]. to seek adventure [ldvenci]. to explore [eksplo:]. to look for an opportunity [opityumiti]. to miss badly. to search everywhere for [sd:c]. to look for a cause [ko:z]. to bark at the wrong tree. to look for a needle in a hay-stack [heysteik]. You're looking for a needle in a hay-stack. aranılmak 44 sebep aramak (bahane) üstünü aramak vesile aramak yol aramak aranılmak aranmak, eksikliği duvıılmak: isteklisi çak olan mal için: Bu kalem çok aranıyor. kendi üstü için: kaşınmak anlamında: Sen âdeta aranıyorsun. suçlular için: Aranıyor. Cinayetten aranıyor. arap saçı olmak Araplaştırmak arası açık olmak arası bozuk olmak arası hoş olmamak arası iyi olmak Takım arkadaşlarınla aran iyi mi? arası iyi olmamak (bir şeyle) İçkiyle aram pek iyi değil. araştırma yapmak araştırmak, genel anlamda: Bu işi araştırmalıyız. bilim bakımından: soruşturmak anlamında: Adamımız bu işi araştırıyor. Polis olayı araştırıyor. aratmak, birini...: Gelen gideni aratır. bir şeyi...: yokluğunu duyurmak: aratmamak, birini...: yokluğunu duyurmamak: Allah aratmasın. arattırmak arayı yapmak ardılmak ardışmak arıklamak arılamak arılaşmak arılaştırmak arındırmak, temi: hale getirmek: istenmeyen kişi yada şeyden: to search for a pretext [prktekst]. to frisk. to look for pretext [prktekst]. to look for a way. to be searched [so:ct]. to be missed [mist]. to be in great demand [dima:nd]. This article is in great demand [a: t i ki l ]. to search one's pockets. to ask for trouble [trabil]. You're just asking for trouble. to be wanted. Wanted. He's wanted for murder [mo:di]. to get all mixed up [mikst ap], to Arabicize [e:nbisayz]. to be on bad terms with [to:mz]. not to be on good terms. not to like. to be on good terms with [to:mz]. Are you getting on all right with your team mates? not to like smth. (7 don't care much for drinks [ke:].) to do research [risb:c]. to check up [cekap]. We must check up on this. to research [riso:c]. to investigate [investigeyt]. Our man is looking into the matter. The police is investigating the case [keys]. to fail to fi l l satisfactorily the shoes of a predecessor [prkdisesi]. (The new is often worse than the older.) to have smth searched for [so:ct]. to make one long for. to replace smb satisfactorily. (for God) to spare one its shortage [so:tic]. (We should be grateful for it to God.) to make smb look for smth. to make it up. to ride piggyback [rayd]. to come in succession [sikse§in]. to grow lean [lkn]. to cleanse [klenz]. to become pure [pyu:]. to purify [pyurkfay]. to purify [pyurkfay]. to purge [pox]. arıtmak 45 arıtmak, katışıksız hale getirmek: Bu suyu mutlaka arıtmalıyız. rafine hale getirmek: temizlemek anlamında: arınmak arıza yapmak arızalanmak arızalı olmak, kusur bakımından: işlemeyen anlamında: arka olmak arka planda olmak arkadaş edinmek arkadaş olmak Arkadaşım olacak şu adam... İyi arkadaş olduk. Onlar uzun yıllardır can ciğer arkadaştır. arkadaşlık etmek Bu insanlarla arkadaşlık edemem. Kaz kazla, daz dazla arkadaşlık eder. arkalamak, destek olmak anlamında: yüklenmek anlamında: arkası olmak, dizi için: Arkası var. kişi için: arkasında olmak (birinin) arkasında olmak (bir şeyin) Bütün bunların arkasında annesi var. Bunun arkasında kim var? arlanmak armağan etmek arpalık yapmak (bir yeri) arsız olmak Yüz verme arsız olur, az verme hırsız olur. arsızlanmak arsızlaşmak arsızlık etmek arşınlamak, arşınla ölçmek: amaçsız dolaşmak: sokakları arşınlamak: artakalmak artırılmak çoğaltmak anlamında: fiyat vs. bakımından: artırmak, biriktirmek anlamında: çoğaltmak anlamında: değer bakımından...: Tamirat, değerini artıracaktır. to purify. We must absolutely purify this water. to refine [rifayn]. to cleanse [klenz]. to be purified [pyurifayd], to break down [breyk daun]. to go out of order [o:di]. to be defective [difektiv]. to be out of order [o:di]. to back smb [be:k]. to be in the background [berkgraund]. to make friends. to be/become friends. This man supposed to be my friend... [sipouzd]. We became good friends. They've been bosom friends for many years. to befriend [bifrend], / can't befriend these people. (Birds of a feather flock together [fethi].) to back up, to support [sipo:t]. to shoulder [souldi]. to have a sequel [skkwil]. (To be continued [kintinyud].) to have a backer [beki]. to be behind smb. to be at the bottom of [botim]. His mother is at the bottom of all this. Who is at the bottom of it? to be ashamed [i§eymd], to make a present of [prezint]. to exploit a place (as a source of income). to be shameless [seymles], (Be neither overindulgent [ouvirmdalcmt] nor overstrict with people in your charge [ga:c].) to act shamelessly. to get impudent [impyudmt]. to behave impudently. to measure [meji] by the Turkish yard [to:kisJ. to pace [peys] up and down. to stroll about. to remain over [rimeyn]. to be increased [inkrist]. to be raised [reyzd] to hoard (up) [ho:d]. to increase [inkrks]. to enhance [inha:ns]. The repairs will enhance its value [ve:lyu]. artmak 46 fixât bakımından: Fiyatı neden artırdılar. bir davranışta ileri gitmek: müzayedede...: ses bakımından: Bu, sesi daha çok artırdı. üretim, devir vs. için: Bu, güvenlerini artıracaktır. I birleşikler ve deyimler | Allah artırsın! Yörük at yemini kendi artırır. boğazından artırmak dişinden tırnağından artırmak güçlüklerini artırmak hızını artırmak İşten artmaz dişten artar. kameti artırmak artmak, artış olarak: bir misli artmak: ilgi için: Bu tür şeyler için ilgi artıyor. çoğalmak anlamında: Son günlerde olaylar arttı. geri kalan miktar için: Herkese yetecek ve artacak bile. gittikçe artmak anlamında: Silahlı soygun gittikçe artmaktadır, masraf, fiyat vs. için: Hayat pahalılığı devamlı artıyor, yavaş yavaş artmak: Odada gerginlik yavaş yavaş artıyordu. | birleşikler ve deyimler | önemi artmak tecrübesi artmak Yeter de artar. arz etmek Bunu müdüre arz etmelisiniz. Dilekçeyi valiye arzetmeleri gerekir. arzı endam etmek arzu etmek Gerekli ve arzu edilen bir adım. arzulamak, arzu etmek anlamında: Devam etmeyi hiç arzulamıyorum. istemek anlamında: özlenen bir şey için: arzulu olmak arzusunda olmak asabileşmek asfaltlamak to raise [reyz]. Why did they raise the price? to exceed the bounds [iksi:d], [baundz]. to raise the bid [reyz], to amplify [e:mplifay]. // has further amplified the sound [saund]. to boost [bu:st]. This will boost their confidence [konfidins]. May God grant more! Hard working people deserve rewards [ri:wo:dz]. to economize on food [i:kinimayz]. to pinch and save [pine], [seyv]. to add to one's difficulties [difikiltiz]. to gather speed [gethi]. Better save by living economically than save out of one's job [kkinomikili]. to become presumptuous [prizamptyuwis], to increase [inkri:s], to double [dabil], to grow. Interest is growing for those sort of things. to multiply [maltiplay]. The incidents have multiplied lately. to remain over [rimeyn]. There will be enough and to spare [spe:]. to be in the increase [inkri:s]. Armed robbery is in the increase. to go up, to rise [rayz]. The cost of living is continuously rising. to build up [bild ap]. The tension was building up in the room [ten§in]. to gain importance [impo:tins]. to grow in experience [ikspinyrns]. (It's more than enough [inaf].) to submit [sibmit]. You should submit this to the director. to present [prizent]. They should present the petition to the governor. to make an appearance [lpinns]. to desire [dizayi]. A step both desirable and necessary [nesisiri]. to desire [dizayi], / have no desire to go on. to wish to. to long for. to be keen on [ki:n]. to wish to do smth. to become irritated [iriteytid], to asphalt [e:sfo:lt]. asık yüzlü olmak 47 asık yüzlü olmak asılı olmak asılmak, ısrar etmek anlamında: Asılma! idam edilmek anlamında: Gerçekten asılacaklar mı? Asılacak adam suda boğulmaz. Ne azgın ol asıl, ne miskin ol basıl. tutup çekmek: resim vs. için: Duvarda asılı resimler vardı, sarkacak biçimde: Her koyun kendi bacağından asılır. Her ikisi ayaklarından asıldılar. *yakasına asılmak asılsız olmak asileşmek asimile etmek asimile olmak asitlendirmek asker olmak askerileşmek askerileştirmek askerlik yapmak askıda olmak, çözümü beklemek: Senin dava hâlâ askıda. kol için: Kolum bir ay askıdaydı. akibeti belli olmamak: O gün, ülkenin kaderi askıda idi. aslanın ağzında olmak Ekmek aslanın ağzında. Iş aslanın ağzında. Para aslanın ağzında. aslı olmak aslı olmamak Aslı yok. Bunun aslı var mı? aslı astarı olmamak Bunun aslı astarı yok. aslı esası olmamak Bu işin aslı esası yok. aslı faslı olmamak asmak, duvara: Resmi koridora astılar. sallandırmak suretiyle: Onu bir ağaca asacağız, idam etmek anlamında: Onun gibileri asmak gerek. to be sullen faced [salin feyst]. to be hanging. to hang on. Don't hang on. to be hanged [he:ngd]. Are they really to be hanged? He who is to be hanged will not drown. Be neither overly belligerent nor excessively meek [bilicmnt]. to grasp. to hang. There were pictures hanging on the wall. to hang [he:ng]. (Everyone must answer for his own deeds.) Both were hanged by the feet. to bedevil [bidevil]. to be unfounded [anfaundid], to rebel [ribel], to assimilate [isimileyfj. to be assimilated [isimileytid]. to acidify [isidifay]. to join the army [coyn]. to become militarized [militirayzd]. to militarize [militirayz]. to do one's military service [so:vis]. to be pending. Your case is still pending. to be in the sling. My arm was in a sling for a month. to hang in the balance [be:hns]. That day the fate of the country hung in the balance. to be very hard to obtain [lbteyn]. It's hard to make a living today. It's very hard to obtain a job [lbteyn]. It's so hard to make money today. to be true. ' to be without foundation [faundesin]. It is not true. (Is that founded on fact?) to be without foundation.' (There is no truth in this.) to be devoid [divoyd] of truth. It is devoid of truth. to be devoid of all truth. to hang. They hung the picture in the corridor. to suspend [sispend]. We'll suspend it from a tree. to hang [he:ngj. We should hang the likes of him. asrileşmek 48 Hepsini şafakta astılar. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış. ilan vs. için: Mektubu ilan tahtasına astım. bir iğne ile tutturmak: Notu kapısına asarım. |birleşikler ve deyimleri çamaşır asmak çengele asmak bir kişiyi: bir şeyi: dersi asmak işi asmak kilit asmak kulak asmak Astığı astık, kestiği kestik. kulak asmamak Ona kulak asarsan, iyi edersin. Söylediklerime kulak asmıyorsun. Bu öneriye kulak asan olmamış. Söylediklerine kulak asma. okulu asmak okunu atıp, yayını asmak O, okunu atmış yayını asmış. surat asmak Suratını bir karış astı. ununu eleyip, eleğini asmak Unumuzu eledik, eleğimizi astık. asrileşmek astırmak astırtmak astarlamak, boya için: kumaş için: aşağılamak, değerinden düşürmek anlamında: küçük düşürmek anlamında: Bizi herkesin önünde aşağıladılar. aşağılanmak aşağılaşmak aşermek (hamilelikte) aşı olmak aşı yapmak, ağaç için: hastalığa karşı: aşık olmak aşılamak, bir doktrini, bir kavramı: Bu çocuklara dürüstlük aşılamalıyız. bitki için: bir fikri, duyguyu vs.'yi...: Sana bu fikirleri kim aşıladı? They hanged them all at dawn [do:n]. They gave the gypsy power and his first action was to hang his father [cipsi], to put up. I've put the letter up on the board [bo:d], to pin up. I'll pin the note up on the door. (What he says goes.) to hang out the laundry [lo:ndri]. to impale smb on a hook [impeyl]. to hang up on a hook, to cut a class. to be absent from work [e:bsmt], to lock. to pay attention [itensm]. You had better pay attention to him. not to listen to. You never listen to me. Apparently, no one paid any attention to the suggestion [sicescin]. (Never mind what he says [maynd].) to play truant [tru.mt]. to take it easy [i:zij. He has hung his bow, now he's taking it easy. to make faces, to pull a long face [feys]. He pulled a long face [feys]. to take it easy. (I'm too old for that sort of thing.) to be/become modernized [modinayzd]. to have smb hanged [he:ngd], to have smb hang someone. to prime [praym], to line [layn]. to degrade [digreyd]. to humiliate [hyu:milieyt]. They humiliated us in public [pablik]. to be humiliated. to lower oneself. to crave for [kreyv]. to be inoculated [inokyuleytid]. to graft. to inoculate [inokyuleyt]. to fall in love. to inculcate [inkalkeyt]. We must inculcate honesty in these kids. to graft. to put (ideas) into smb's head. Who has put these ideas into your head? aşılanmak 49 sıcak veya soğuk su için: tıpta: aşılanmak, fikir bakımından: hastalığa karşı: aşılatmak aşındırmak, çürüterek: kimyasal işlem sonucu: kullanma sonucu: yer kabuğu ve toprak için: | birleşikler ve deyimler | bir yerin kapısını aşındırmak birinin kapısını aşındırmak birinin eşiğini aşındırmak aşınmak, inceline bakımından: jeolojik işlem sonucu: kimyasal işlem sonucu: kullanma sonucu: muhasebe bakımından: sürtünme sonucu: El öpmekle ağız aşınmaz. aşırmak, bir eserden parça almak: çalmak anlamında: ötesine geçirmek anlamında: Korku dağları aşırır. tehlikede acele kaçırmak: aşırtmak aşikâr olmak aşinalığı olmak Onunla yalnız göz aşinalığım var. aşk yapmak aşka gelmek aşkın olmak İşim başımdan aşkın. aşmak, baraj için: damızlık hayvan için: engeller için: Bütün bu engelleri aşacağız. Ağır giden dağları aşar. önüne geçmek anlamında: bir yerin ötesine geçmek: süre ve ölçü bakımından: Süreyi aşmamanız gerek. Kırdığı ceviz bini aştı. zorluklar için: Bütün bu güçlükleri aşacağız. | birleşikler ve deyimler [ Ay bacayı aştı. borç bini aşmak haddini aşmak Bu adam haddini aşıyor. to add hot/cold water, to vaccinate [ve:ksineyt]. to be imbued with [imbyu:d]. to be inoculated [inokyuleytid]. to have smb inoculated. to eat away [i:tiwey]. to corrode [kiroud]. to wear out/off [we:raut]. to erode [iroud]. to continually come and go [kintinyu' h], to visit smb too frequently [fri:kwtntli]. to visit a place often [vizit]. to be eaten away [i:tin]. to be eroded [iroudid]. to be corroded [kiroudid], to be worn out [wo:n aut], to depreciate [diprksjeyt]. to be worn away [wo:n iwey]. (It doesn't cost anything to show respect.) to plagiarize [pleycu'ayz], to pilfer [pilfi]. to pass over. (Fear can get even the best [fi:].J to rescue from [reskyu]. to have smth saved from [seyvd]. to be evident [evidint]. to know smb [nou]. / know her only by sight [sayt], to make love. to be enraptured [inre:pcid]. to be excessive [iksesiv]. (I'm up to the ears in work.) to pass. to cover [kavi]. to surmount [so:maunt]. We shall surmount all these obstacles. (He who goes slowly goes surely [su'li].) to go beyond. to pass over. to exceed [iksi:d]. You must not exceed the time limit. (Her errors are past counting [kaunting] J to overcome [ouvikam]. We'll overcome all these difficulties. It's too late to do anything now. to have a pile of debts [dets]. to go too far. This man is going too far. atamak 50 işi başından aşmak İşim başımdan aşmış durumda. paldımı aşmak yetkilerini aşmak Kim olursa olsun, yetkilerini aşamaz. atamak atanmak ateş etmek ateş pahası olmak Her şey ateş pahası. ateşi olmak Ateşi var mı? ateşlemek, kışkırtmak anlamında: alev almak anlamında: Onun ateşi var. Kolayca ateş almaz. motor için: top. tüfek için: tutuşturmak anlamında: ateşlendirmek ateşlenmek, kızışmak anlamında: vücut için: ateşler içinde olmak atfetmek, mal etmek anlamında: Bütün başarıları, bu devreye atfedilebilir, sebep olarak göstermek: Başarısızlığını hastalığa atfetti. atılgan olmak atılmak, genel anlamda: fırlamak anlamında: işlen atılmak: İşten atılmaya mı çalışıyorsun? pamuk için: silah için: söze karışmak anlamında: yararsız şeyler için: | birleşikler ve deyimler | ateşe atılmak bir tarafa atılmak çöpe atılmak Çöpe çok fazla yemek atılıyor. hayata atılmak ileri atılmak iş hayatına atılmak maceraya atılmak, genel anlamda: iş, ticaret vs. için: meydana atılmak to be overwhelmed with work [ouviwelmd]. I'm overwhelmed with work. to try to do smth that is beyond one. to exceed one's power [iksi:d]. Whoever he is, he can't exceed his powers. to appoint [ıpoynt]. to be appointed. to fire on [fayı]. to be very expensive. Everything is very expensive. to have fever [fi:vi]. Does he have fever? to have a temperature [tempriçı]. He has got a temperature. to inflame [infleym], to ignite [ignayt]. It doesn't ignite easily. to ignite. to fire [fayı]. to set on fire. to provoke [pnvouk]. to get inflamed [imfleymd]. to become feverish [fkvıriş]. to be feverish. to attribute [itribyu:t]. All his successes can be attributed to this period. to ascribe [ıskrayb]. He ascribed his failure to his illness. to be dashing [de:şing]. to be thrown, to dart. to be fired, to be dismissed [dismist]. Are you trying to get fired? to be carded [ka:did]. to be fired [fayird]. to break into a conversation [konvıseyşm]. to be discarded [diska:did]. to risk one's life [layf], to be left aside [isayd]. to be thrown away. Too much food is thrown away. to begin to work. to rush forward [raş]. to establish one in business [biznis]. to get involved in an adventure [ıdvençı]. to get involved in a risky business, to come forward [fo:wid]. atışmak 51 ortaya atılmak, ileri sürmek anlamında: kendim göstermek anlamında: pabucu dama atılmak politikaya atılmak tehlikeye atılmak ticarete atılmak siyasete atılmak üzerine atılmak yabana atılmak Bu, yabana atılmayacak bir teklif. atışmak, ağız kavgası etmek anlamında: Önemsiz bir şey için atışmayınız. karşılıklı deyiş olarak: atıştırmak, acele yemek yemek anlamında: yağmur için: atlama taşı yapmak atlamak, genel anlamda: Çitin üzerinden atlama. bir kısmını bırakmak: Adımı atladınız. binmek anlamında: Oradan bir vapura atlayınız. haber kaçırmak anlamında: jimnastikte: kelime vs. için: Bu detayları atlayalım. sekerek...: sıçrayarak: Aslan ateş çemberinden atlayacak, sıradaki bir şey için: Mektubu hiçbir şey atlamadan oku. Bu kadar adayı atlamak mümkün değil. | birleşikler ve deyimler | balıklama atlamak daldan dala atlamak, konu bakımından: iş bakımından: ilmik atlamak (örgüde) ip atlamak paraşütle atlamak Paraşütle son atlayan yüzbaşı oldu. tur atlamak (sporda) ucuz atlamak çöp atlamamak gün atlamamak atlatmak, ettirgen anlamında: Bu, deveye hendek atlatmaya benzer. Cahile söz anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür. to be brought up [bro:t]. to step forward [fo:wid]. to fall from favour [feyvi]. to go into politics [pohtiks]. to court danger [ko:t deynci], to go into business, [bizniz]. to enter politics. to throw oneself upon. to be sneezed at [sni:zd]. It's an offer not to be sneezed at. to squabble [skwobil]. Don't squabble about trifles [trayfilz], to bandy words [be:ndi]. to gobble [gobil]. to drizzle [drizil]. to use smb/smth as a stepping stone, to jump. Don't jump over the fence [fens], to leave out [lkvaut]. You've left out my name. to take. Take a ferry from there. to miss out on the news [nyu:z]. to vault [vo:lt]. to omit. Let's omit these details [diteylz]. to skip, to spring. The lion will spring through the circle. to skip. Read the letter without skipping anything. to pass over [ouvi]. You can't possibly pass over so many candidates. to dive headlong [dayv]. to jump from one subject to another [inathi]. to change one's job often [cob], to drop a stitch, to skip rope [roup], to bail out [beyl]. The captain was the last to bail out. to qualify [kwolifay]. to get away cheaply [ci:pli], not to miss the slightest thing [slaytist]. not to miss out a day. to make smb/smth leap [li:p]. It's like making the camel jump a ditch. It's harder to convince a fool than make a camel leap over a ditch [kinvins]. atlatılmak 52 birinden kurtulmak anlamında: to get rid of. boş vaatlerle: to stall off [sto:l]. Bizi ne zamana kadar atlatabilecek? How long will he be able to stall us off? (tazele haberi için: to scoop [sku:p]. hastalık bakımından: to recover from [rikavi], ölüm için: to narrowly escape death [iskeyp deth]. polisi vs...: to evade [iveyd]. Polisi hep atlatabileceğini sanıyor. He thinks he'll evade the police forever, şok için: to get over. Bu şoku atlatır. She'll get over that shock too. tehlike için: to be out of danger [deynct]. Eşiniz tehlikeyi atlatmış. Your wife is out of danger. I birleşikler ve deyimler | hafif atlatmak to escape lightly [laytli]. ucuz atlatmak to get away with. vartayı atlatmak to escape from a dangerous situation [sityueyşm]. atlatılmak to be stalled off [sto:ld]. Atlatıldıkları kanısındalar. They feel stalled off. atmak, genel anlamda: to throw. Kuşlara taş atmayınız. Don't throw stones at the birds. Al elmaya taş alan çok olur. (There are always jealous people who will try to harm a good thing [celisj.j abartmak anlamında: to brag [bre:g], ' i i ğ , demir vs. için: to cast [ka:st]. Oltayı buraya atmanın faydası yok. It's no use casting the fishing line here. Bu, dipsiz bir kuyuya taş atmak It's like casting a stone in some bottomless gibi bir şeydir, pool [pu:l], dışarı fırlatmak anlamında: to eject [icekfj. gelişigüzel bir şekilde...: to toss. geri bırakmak anlamında: to put off. Toplantıyı gelecek aya attılar. They put off the meeting until next month, hafifçe...: to toss. Şunu bana atar mısın? Could you toss me that? hızla...: to hurl [hö:l]. Kafasına yumurta ve domates attılar. They hurled tomatoes and eggs at his head, kalb için: to beat [bi:t]. Kalbi hâlâ atıyor. His heart is still beating, lüzumsuz eşya için: to throw away. Şu değersiz şeyleri ne zaman atacaksın? When are you going to throw away this trash? nabız için: to pulse [pals]. nabız gibi düzenli bir şekilde: to pulsate [palseyt]. ok vs. için: to shoot [şu:t]. okuldan...: to expel [ikspel]. örtmek anlamında: to throw over. Omzuna bir şey at. Throw something over your shoulders, renkler için: to fade [feyd]. Bunun renkleri atmaz. Its colours won't fade, sigorta için: to blow [blou]. Sigorta yine attı. The fuse has blown again [fyu:z]. tuz vs. için: to put. Biraz daha tuz atmalısın. You should put some more salt, yalan söylemek anlamında: to tell lies [layz]. atmak (adım) 53 |birleşikler ve deyimleri Seni buraya hangi rüzgâr attı? Atsan atılmaz, satsan satılmaz. adım atmak Yemekten sonra ya sırt üstü yatmalı ya kırk adını atmalı. doğru adım...: Doğru adım atmamız çok Önemli. geriye adım...: ilk adımını...: yanlış adım...: adımını atmak Yanlış adım atmayalım. Ben oraya adımımı atmam. adımını tek atmak ağ atmak ağzına kemik atmak aşık atmak ateşe atmak ayak atmak, gitmek anlamında: ilk kez gitmek anlamında: ayak atmamak ayak ayak üstüne atmak başından atmak başlık atmak benzi atmak beti benzi atmak bol keseden atmak beyni atmak boy atmak boyası atmak can atmak Hoş görünmek için can atıyor. Türk kahvesi için can atıyordu. cebe atmak Farkı kim cebe attı? cebine el atmak cirit atmak, spor olarak: serbest davranmak anlamında: Kedinin olmadığı yerde fareler cirit atar. Orada cinler cirit atıyordu. çalım atmak çamur atmak çamura taş atmak çehresi atmak çelme atmak çenesi atmak ölmek anlamında: titremek anlamında: çığlık atmak çıkarıp atmak (What on earth are you doing here?) (You just can't get rid of it.) to take a step. (After meals one should either sleep or take a walk [wo:k].) to take the right step [rayt]. It is crucial that we take the right step. to take a step backwards [be:kwidz]. to take the first step [fo:st]. to make a false step [foils]. Let's not make a false step. to step in. I'll never step in there. to proceed with caution [ko:§m], to cast a net [ka:st]. to give smb smth to keep them quiet, to play at knucklebones [nakilbounz]. to put smb/smth in danger [deynci]. to step in/on. to go somewhere for the first time, to stay away from a place [pleys]. to cross one's legs, to get rid of. to write a headline [hedlayn]. to turn pale. to go pale [peyl], to make extravagant promises [promisiz]. to fly into a rage [reyc]. to grow in height [hayt]. (for colour) to fade [feyd]. to be eager [i:gi]. He's most eager to please [pli:z]. to crave for [kreyv]. He was craving for some Turkish coffee. to pocket [pokit]. Who has pocketed the difference [difinns]? to reach for one's pocket [ri:ç]. to throw the javelin [ce:vlin]. to do as one pleases [pli:ziz]. When the cat is away, the mice will play. The place was completely deserted [dizô.tid]. to dribble past [dribil]. to fling mud at [mad]. to invite abuse [invayt ibyu:s]. to make an awry face [iray feys], to trip up. to die [day], to shiver. to scream [skri:m], to cast off [ka:st]. atmak (çıma) 54 çıma atmak çifte atmak Eşeğe cilve yap demişler, çifte atmış. çimdik atmak çirkefe taş atmak Çirkefe taş atma, üzerine sıçrar. çöpe atmak Biz ekmeği çöpe atmayız. darağacına atmak dayak atmak Şoföre temiz bir dayak attılar. demir atmak gemi için: Gemi Boğaz'da demir atmış. mecazi anlamda: denize atmak İyilik yap, denize at. dışarı atmak, genel anlamda: mekanik bir şekilde: Makina artık kapakları dışarı atmıyor, kapı dışarı etmek anlamında: Sizi neden salondan attılar? •zor kullanarak (birini): dikiş atmak Doktor yaraya dikiş attı. düğüm atmak el atmak, bir işe el atmak anlamında: müdahale etmek anlamında: işe girişmek anlamında: elini kulağına atmak fesini havaya atmak fink atmak geri atmak geriye atmak gol atmak göbek atmak mecazi anlamında: gövdeye atmak göz atmak Çevreye göz at. Buna bir göz at. Listeye göz atabilir miyim? gülle atmak, askeri yönünden: spor yönünden: güm güm atmak günahı üzerinden atmak hallaç pamuğu gibi atmak hapse atmak hava atmak to throw a hawser [ho:zi], to lash out. (A coarse person will offend even while trying to please [ko:s].j to pinch. to provoke an insolent person [insihnt]. Don't provoke an insolent person or you will invite abuse [ibyu:s], to throw away. We don't throw bread away. to store away (in one's mind). to give a thrashing [thre:§ing]. They gave the driver a sound thrashing. to cast anchor [ka:st e:nki]. The ship is at anchor in the Bosphorus [bosfins]. to overstay one's sojourn [soco:n]. to throw away. (A good action is never in vain [veynj.J to throw out. to eject [icekt]. The machine doesn't eject the caps anymore. to kick out. Why did they kick you out of the hall? to eject [icekt]. to stitch [stic]. The doctor stitched the cut. to tie with a knot [tay], [not]. to take a matter up. to lay hands on [ley]. to try one's hand on. to cup one's hand behind one's ear [i : r]. to jump for joy [camp]. to enjoy oneself [incoy]. to throw back. to postpone [poustpoun]. to score (a goal). to perform the belly dance [da:ns]. to be wild with joy [coy], to gulp down [galp]. to have a look. Have a look at the surroundings [siraundingz]. Take a look at this. (Could I check through the list [thru:]?) to bombard, to put the shot. (the heart) to beat violently [vayihntli]. to get rid of the responsibility (for), to throw into utter confusion [kinfyutjm]. to put in jail [ceyl]. to show off. atmak (havlu) 55 havlu atmak hayatını tehlikeye atmak ıskartaya atmak içine atmak kötülüğe karşı sessiz kalmak: sıkıntısını belli etmemek: iftira atmak ilmek atmak imza atmak resim üzerine: işten atmak kabahati birinin üzerine atmak kabahati kendi üzerinden atmak kafadan atmak kahkaha atmak Birden kahkaha attı. kalafatı atmak kalbi küt küt atmak kancayı atmak kapağı bir yere atmak kapı dışarı atmak kaş atmak kaşık atmak kazık atmak fiyat için: kement atmak kemik atmak (birisinin önüne) kenara atmak Plan kesinlikle bir kenara atılacak. İlk önce ayrılıklarınızı bir kenara atmalısınız. kendini ateşe atmak kendini bir yere dar atmak kendini dar atmak kendini tehlikeye atmak Kendini tehlikeye atmaya gerek yok. kesip atmak Bu işi kökünden kesip atacağız. kestirip atmak kıç atmak (at) kıçına tekmeyi atmak kirliye atmak kol atmak kökünden kesip atmak köpeğin ağzına kemik atmak köprüleri atmak kötek atmak kulaç atmak kulun atmak (kısrak) kurşun atmak kuru sıkı atmak külahını havaya atmak to throw in the sponge [spanc]. to risk one's life, to discard. to endure smth in silence [saylins]. to keep smth to oneself, to slander. to make a loop [lu:p]. to sign [sayn]. to autograph [o:tigraf]. to sack [se:k]. to lay the blame on smb. to exonerate oneself [igzomreyt], to talk through one's hat. to burst into laughter [bb:st]. She suddenly burst into laughter [la.fti], to become loose [lu:s]. (one's heart) to pound [paund]. to make a grab at. [gre:b]. to take refuge in [refyux], to throw out. to raise one's eyebrows as a signal. to eat heartily [ha:tili]. to cheat [ci:t]. to overcharge [ouvi<ja:c]. to throw a lasso [le:sou], to throw smb a sop. to shelve. The plan will certainly be shelved. to put aside [isayd]. First you should put aside your differences [difnnsiz]. to sacrifice oneself [se:krifays]. to make hastily for a place [heystili]. to escape by the skin of one's teeth [iskeyp]. to endanger oneself [indeynci]. There's no need to endanger yourself. to settle once and for all. We'll settle this matter once and for all. to settle off-hand [setil]. to lash out with both legs. to kick out. to put. to ramify [re:mifay]. to settle a matter once and for all. to appease smb by giving up a share of the pie [pay]. to burn one's bridges [briciz]. to give a beating [billing], to swim a stroke [strouk]. to abort [ibo:t]. to fire a shot. to utter empty threats [ati], [threts], to be beside oneself with joy [coy]. atmak (kündeden) 56 kündeden atmak laf atmak lağım atmak martaval atmak maskesini atmak mektup atmak meteliğe kurşun atmak Meteliğe kurşun atar olduk. meydana atmak Böyle bir konuyu meydana atmanın zamanı değil. Bu fikri kim meydana attı? nabzı atmak nara atmak not atmak nutuk atmak ok atmak Okunu atmış, yayını asmış. omuz atmak omuzdan atmak ortaya atmak Böyle bir projeyi ilk ortaya atan benim. oyunu atmak (seçimlerde) oyundan atmak (futbolda) Hakem kaleciyi de oyundan attı. önceki tarihi atmak önünde perende atamamak (birinin) pabucunu dama atmak (birinin) palavra atmak pamuk atmak parasını sokağa atmak Bu gibi projeler için sokağa atılacak param yok. paraya on takla atmak parayı denize atmak parmak atmak pat pat atmak pençe atmak perende atmak perende atmak (birinin önünde) perende atamamak (önünde) postaya atmak Şu mektubu postaya atıver. poz atmak remil atmak rengi atmak, solmak anlamında: benzi sararmak: roket atmak saçı atmak safra atmak, ağırlık için: bir kimseden kurtulmak anlamında: satır atmak servis atmak to throw smb to the ground [graund]. to make offensive remarks [lfensiv]. to explode a mine [iksploud], to talk nonsense [nonsms], to let one's mask down. to mail a letter [meyl]. to be flat broke [brouk]. We are flat broke. to bring up. This is no time to bring up such a topic. to put forward [fo:wid]. Who has put forward that idea [aydiyi]? to pulse [pals]. to yell. to write down a grade [greyd]. to give a long speech [spi:cj. to shoot arrows [e:rouz]. (He has hung up his bow, he's taking it easy now.) to push with one's shoulder. to get out of a responsibility. to put forward [fo:wid]. / was the first to put forward such a project. to cast one's vote [vout]. to send off. The referee sent the goalkeeper off, too. to antedate [eintideyt], to be unable to fool someone [aneybii]. to put smb's nose out of joint [coynt]. to boast [boust]. to card [ka:d]. to throw one's money away. 1 have no money to throw away on such projects. to stoop to anything for money [stu:p]. to waste money. to muddle with [madil]. to pound slightly [slaytli]. to claw [klo:]. to turn a somersault [samiso.lt]. to dupe [dyu:p]. to be unable to fool smb [aneybii]. to post, to mail [meyl]. Would you mind posting this letter? to pose (pouz]. to tell the future by geomancy [ci:ome:nsi]. to fade [feyd], to turn pale [peyl]. to launch a rocket [lo:nc]. to scatter rice/coins (at a wedding). to throw ballast [be:list]. to get rid of useless people [yu:slis]. to exterminate [ikstomineyt], to serve the ball [so:v]. atmak (sırtından) 57 sırtından atmak silah atmak Üç el silah atıldı. silkeleyip atmak Arıyı silkeleyip atmaya çok uğraştım. silkip atmak sokağa atmak evden kovmak anlamında: hoş yere harcamak: slogan atmak sonraki tarihi atmak sonraya atmak Böyle bir konuyu sonraya atmamalıyız. sopa atmak sorumluluğu başkasına atmak söküp atmak suçu (birine) atmak şamar atmak şaplak atmak takla atmak hareketi yapmak: Takla atma sırası sende. çok sevinmek anlamında: Böyle bir teklif karşısında takla atardım. davranış bakımından: Bunlar, on para için on takla atar. tarafa atmak (bir) tarih atmak önceki tarihi atmak: sonraki tarihi atmak: taş atmak, gerçek anlamda: Al elmaya taş atan çok olur. Sırça köşkte oturanlar taş atmamalıdırlar. mecazi anlamda: Bana taş attığı belli idi. Dostun attığı taş baş yarmaz. Erdiğine erer, ermediğine taş atar. tavla atmak tehlikeye atmak Bu, planı tehlikeye atar. Herkesin hayatını tehlikeye attın. tekme atmak temel atmak Bakan bir konut projesinin temelini atacak. tepesi atmak Babamın tepesi attı. to get rid of. to fire [fayı]. Three shots were fired [fayid]. to shake off [şeyk]. / tried hard to shake off the bee. to cast off [ka:st]. to throw away. to turn out into the street. to throw away. to shout slogans [slouginz]. to postdate [postdeyt]. to postpone [poustpoun]. We should not postpone such a matter. to flog. to shuffle off responsibility upon smb [şafıl]. to eradicate [ire:dikeyt]. to put the blame on [bleym]. to smack [sme:k]. to give a smack. to turn/throw a somersault [samiso:lt]. It's your turn to throw a somersault. to jump for joy [camp]. / would jump for joy at such an offer. to do anything. (They'll do anything for money). to cast aside [ka:st isayd]. to date, to put the date [deyt]. to antedate [emtideyt]. to postdate [postdeyt]. to throw stones. (Red apples will invite stones.) Those who live in glass houses should not throw stones. (What one fool does forty wise men cannot undo.) (It's like casting a stone in some bottomless pool [pu:l].J to allude (ilu:d]. It was clear that he was alluding to me. (A friend's criticism doesn't hurt.) (He's a very quarrelsome person.) to play backgammon [be:kge:min]. to put into jeopardy [capidi] It will put the plan into jeopardy. to endanger [indeynci]. You've endangered everyone's life. to kick, to give a kick. to lay the foundations [faundeyşınz]. The minister will lay the foundations of a housing project [pracekt]. to hit the ceiling [siding]. My father hit the ceiling. Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. Bu, dipsiz bir kuyuya taş atmak gibi bir şey. atmak (tepesinin tası) 58 tepesinin tası atmak tırmık atmak tırpan atmak, /;/;• topluluğu yok etmek: görevine son vermek: top atmak topu atmak, iflas etmek anlamında: sınavda çakmak anlamında: tokat atmak Onun yüzüne tokat attığını gördüm. tozunu atmak, gerçek anlamda: mecazi olarak: tur atmak tüfek atmak tüy atmak, kuş için: kedi vs. için: üç buçuk atmak üstünden atmak üzerinden atmak üzerine atmak (birinin) üzüntüleri bir tarafa atmak varını yoğunu ortaya atmak yabana atmak Onun sözünü yabana atma. yazı tura atmak Yazı mı, tura mı? Konuyu yazı tura atarak seçtik. yere atmak yüksekten atmak yükü üstünden atmak zar almak zifos atmak (birine) attırmak Sen bizi dışarı attıracaksın. | birleşikler ve deyimler | duman attırmak işinden attırmak Hepimizi işimizden attıracaksın. sigortayı attırmak Bu makine sigortaları attırır. takla attırmak (birine) tepesini attırmak adımını attırmamak avanaklık etmek avare etmek avare olmak avdet etmek avlamak, gerçek anlamda: izinsiz: mecazi anlamda: Kurdu kurt ile avlamalıdır. to fly into a rage [reyc], to claw [klo:]. to exterminate [iksto:mineyt]. to sack [se:k], to fire a cannon/a gun [gan], to go bankrupt [be:nkrapt]. to flunk [flank], / saw her slap him across the face [feys], to dust, to beat out the dust [dast], to dust smb off. to take a stroll. to fire a rifle [rayfil]. to change feathers [ceync fethiz]. to change fur [fo:]. to be scared out of one's life [ske:d]. to get rid of. to shake off [seyk]. to lay the blame on [bleym]. to throw off one's worries [wariz]. to be ready to sacrifice everything one has. to sneeze at [sni:z]. Don't sneeze at what he says. to toss, to toss a coin [koyn]. (Heads or tails [hedz], [teylz].) We chose the subject by tossing [sabcekt], to drop. to boast [boust]. to shift responsibility. to throw dice [days]. to slander [sle:ndi], to have smth/smb thrown. You'll have us thrown out. to defeat completely [difi:t]. to have smb sacked. You'll get us sacked [se:kt]. to blow the fuse [fyu:z]. This machine will blow the fuses [fyu:ziz]. to twist smb around one's finger. to anger [e:ngi]. to keep smb from. to act as an idiot [idyit]. to distract smb from their work [distre:kt]. to be idle [aydil]. to return [rito:n]. to hunt [hant]. to poach [poucj. to dupe [dyu:p]. (Set a wolf to catch a wolf [wulf].) avlanmak 59 I birleşikler ve deyimler | balık avlamak fırsat avlamak gafil avlamak gönül avlamak kuşu kuşla avlamak sinek avlamak trolle balık avlamak avlanmak edilgen anlamda: etken anlamda: Ava giden avlanır. Av avlanmış tav tavlanmış. | birleşikler ve deyimler] gafil avlanmak kaçak avlanmak Kaçak avlanmak kesinlikle yasak. Avrupalılaşmak Avrupahlaştırmak avuçlamak avukatlığını yapmak avukatlık yapmak Artık avukatlık yapmıyor. avundurmak avunmak, oyalanmak anlamında: teselli bulmak anlamında: avurt etmek avurt zavurt etmek avurtlamak avutmak, oyalamak anlamında: kendini avutmak: teselli etmek anlamında: Acısını içkiyle avutmaya çalışıyor. avutulmak ay dedeye misafir olmak (bir) ayağı çukurda olmak ayağı üzengide olmak ayağının altında olmak (manzara) Burada boğaz ayağınızın altındadır. ayağının türabı olmak Ayağının türabı olayım. ayak altında olmak ayak bağı olmak ayaklamak ayaklandırmak ayaklanmak, çocuk bakımından: baş kaldırmak anlamında: Bunu duyunca köylüler ayaklandı. ayaklarına bağ olmak ayakta olmak Siz hep ayaktasınız. Bütün gün ayaktalar. to catch fish [ke:c]. to seek an opportunity [opityurniti], to catch smb napping [ne:ping]. to hunt hearts [ha:ts]. to set a thief to catch a thief [thirfj. to idle about [aydil]. to trawl [tro:l]. to be hunted [hantid], to go hunting. (The biter is sometimes bitten [bayti],[bitin].) (You can't undo what has been done.) to be caught unawares [amwe:z] to poach [pouc]. Poaching is utterly prohibited. to become Europeanized [yunpimayzd], to Europeanize [yunpimayz]. to take by the handful. to defend smb [difend]. to practise law [pre:ktis]. He doesn't practise law anymore [lo:]. to comfort [kamfit]. to distract oneself [distre:kt]. to find comfort [kamfit]. to give oneself airs [e:z]. to assume superior airs [isyu:m]. to brag [bre:g], to distract. to delude oneself [dilyu:d]. to console [konsoul]. (He's trying to drown his sorrow in drink.) to be consoled. to sleep in the open [sli:p]. to have a foot in the grave [greyv], to be ready to go. to spread out under one's feet [spred]. Here, the Bosphorus spreads out under your feet. to implore [impio:] / implore you. to be in one's way. to be an obstacle [obstikil]. to measure by pacing [peysing]. to stir up a revolt. to start to walk, to rise up in arms. On hearing this, the peasants rose up in arms. to be a drag on. to be on one's feet/legs. (You're always on the go.) They are on their legs all day. ayan olmak 60 ayan olmak ayar etmek, genel anlamda: Bunların hepsinin iyi ayar edilmesi gerek. altın ve gümüş için: düzeltmek anlamında: kalibresini bulmak: makine için: Mekanizmanın ayar edilmesi gerek, motor için: Motoru ayar eden oldu mu? saat için: teleskop için: ayarda olmak (aynı) ayarlama yapmak ayarlamak, bir şeyi sağlamak: Birinin biletleri ayarlaması gerek, belli bir duruma getirmek: Koltuğunuzu kendinize göre ayarlayınız, düzenlemek anlamında: ikinci bir randevu ayarlamamız gerek, saat için: Lütfen saatlerinizi ayarlayınız. ayarlanmak ayarlatmak, ayar olarak: Teraziyi ayarlatmaksın. düzenletmek anlamında: ayartmak, baştan çıkarmak: kandırmak anlamında: doğru yoldan saptırmak: Onun seni ayartmasına izin verme. ayazlamak, ayaza çevirmek: ayazda kalıp üşümek: ayazlatmak aydınlanmak, bilgi bakımından: ışık bakımından: Salon, parlak bir şekilde aydınlanmıştı. hava bakımından: Hava aydınlanıyor. ortaya çıkmak: Yakında her şey aydınlanır. aydınlatmak, açıklamak anlamında: gerekli bilgiler vermek: Bu kitap bizi çok aydınlattı, ışıklandırmak anlamında: Bu, gökyüzünü aydınlatacak. Bu lamba odayı iyi aydınlatmıyor. to be evident, to adjust [least]. These must all be well-adjusted. to assay [issey]. to correct [kirekt]. to calibrate [ke:libreyt]. to regulate [regyuleyt]. The mechanism needs regulating [mekinizm]. to tune [tyu:n]. Has anyone tuned the engine [encin]? to set/put the watch right. to collimate [kahmeyt]. to be of the same quality [kwoliti]. to make an adjustment [icasmint]. to see about. Someone must see about the tickets. to adjust [icast]. Adjust your seat to yourself. to arrange [ireync]. We have to arrange a second appointment. to set a watch/a clock. Please set your watches to the correct time. to be adjusted. to have smth. adjusted [icastid]. You should have the balance adjusted. to have smb arrange [for) smth. to seduce [sidyu:s]. to entice [intays]. to lead astray [istrey]. Don't let him lead you astray [li:d]. to turn cold and dry. to pass a frosty night in the open. to make smb wait in the cold. to be/get enlightened [inlaytind], to be lit up. The hall was lit up brightly [braytli]. to clear up. (The sky is clearing up.) to come to light [layt]. Soon everything will come to light. to clarify [kJe:rifay]. to enlighten [inlaytin]. This book has enlightened us a lot. to lighten [laytin], to light (up). It will lighten the sky. This lamp doesn't lighten the room well. aydınlatılmak 61 aydınlatılmak, bilgi bakımından: ışık bakımından: Yılbaşı gecesi sokaklar aydınlatılıyor. aygın baygın olmak ayıklamak, ayırıp çıkarmak anlamında: Ayıkla pirincin taşını. dişler için: elekten geçirerek: etini ayıklamak: kemiklerini reva kılçığını: Balığın kılçıklarını ayıklama. pul için: Balık pullarını ayıklamasını biliyor. taşları...: pürüzler için: kabuklu şeyler için: ayıklanmak ayıklatmak ayılmak, gerçeği görmek anlamında: Çok geç ayıldım. kendine gelmek anlamında: sarhoşluktan...: ayıltmak, baygınlıktan...: sarhoşluktan...: ayıp etmek ayıp olmak Ayıptır! Ayıptır söylemesi... Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıptır. Bu, ayıp değil ki. Fakirlik ayıp değil. Sormak ayıp olmasın... ayıplamak ayıplanmak ayırım yapmak, ırk, din vs için: Burada ırklar arası ayırım yapamayız. Din bakımından hiçbir ayırım yapılamaz. genel anlamda: Normal ve anormal olan arasında ayırım yapmalıyız. Bu iki işlev arasında bir ayırım yapmalıyız. ayırmak, bağlantı bakımından: birbirinden uzaklaştırmak: Kız ve erkek kardeşleri birbirinden ayırmayınız. to be enlightened [inlaytmd]. to be illuminated [ilyu:mineytid]. The streets are illuminated on New Year's Eve. to be half-asleep [ha:fesli:p]. to sort out [so:taut]. (Here's a pretty mess.) to pick one's teeth, to sift. to pick a bone [boun]. to bone. Don't bone the fish. to scale [skeyl]. He knows how to scale a fish. to pick out the stones from, to get rid of the snags [sne:gz]. to shell. to be shelled [§eld]/be scaled/be boned... to have smth shelled/scaled/boned... to realize the truth [riyilayz]. / realized the truth too late. to come to oneself, to get sober [soubi]. to revive [rivayv]. to sober up [soubi]. to act shamelessly [seymlisli], to be shameful [§eymful]. For shame! (If you'll excuse the expression [ikspre§m].j It's not a shame not to know, what is shameful is not to ask. (There is no harm in it.) (Poverty is no sin.) (I hope you don't mind my asking...) to criticize (kritisayz]. to be criticized. to discriminate [diskrimineyt]. We can't discriminate between the races here. (No distinction can be made on basis of religion [nlicin].) to distinguish [distingwisj. We should distinguish between what is normal and what is abnormal. to make a distinction [distink§in]. We must make a distinction between these two functions [fank§mz]. to disconnect [diskmekt], to separate [seprreyt]. Don't separate the brothers from the sisters. ayırmak (çarpanlara) 62 birçokları arasından seçmek: Biz bu ikisini ayırdık, farkı görmek anlamında: Birini diğerinden ayırmak zor. ip çekmek suretiyle: Toplantı yerini iple ayırmışlardı, kavgacıları...: Kavga eden çocukları ayırınız. otelde oda...: saç için: Eskiden saçını ortadan ayırırdı. saklamak anlamında: sınıflara, çeşitlere göre: Birisinin bu kartları ayırması gerek, tahsis etmek anlamında: Onlara neden hisse ayıralım ki? toplumsal bir grubu diğerinden: Burada kadınları erkeklerden ayırırlar. | birleşikler ve deyimler) çarpanlara ayırmak çekip ayırmak doğruyu eğriden ayırmak emekliye ayırmak gözlerini ayırmamak (birinden) Gözlerini ondan ayırma. Gözlerimi yoldan ayıramadım. ödenek ayırmak seçip ayırmak Kendime birkaç tanesini seçip ayırdım. Kötü olanları sandıktan seçip ayırdım. tahsisat ayırmak vakit ayırmak Buna vakit ayırabileceğimi sanmıyorum. Bana bir dakika ayırabilir misin? yerinden ayırmak ayırt edilmek ayırt etmek, iki şeyi veya varlığı: doğruyu eğriden...: İnsan her zaman doğruyu yalandan ayırt edemez. Birini diğerinden ayırt edemezsiniz. Bu ikiz kardeşleri ayırt etmek zor. ayırtmak (yer) Yarın için yer ayırtabilir miyim? Bize bir masa ayırttım. Size üç yer ayırttım. aykırı olmak âdaba aykırı olmak: kanuna aykırı olmak: kurallara aykırı olmak: Bu ahlâka aykırıdır. Bu kurallara aykırıdır. aylak olmak to single out [singil aut]. We have singled out these two. to distinguish [distingwisj. It's hard to distinguish between these. to rope off [roup]. They had roped off the meeting area. to part. Part the fighting children. to reserve [rizo:v]. to part. He used to part his hair from the middle. to set apart/aside [isayd]. to sort out. Someone should sort out these cards. to assign [isayn]. Why should we assign them any shares? to segregate [segrigeyt]. Here they segregate the women from the men. to factorize [fe:ktrrayz]. to pull apart. to distinguish what is true from what isn't. to pension off [pens_m]. not to take one's eyes off (smb). Don't take your eyes off him. I couldn't take my eyes off the road. to appropriate funds for [rprouprieyt]. to select. I've selected a few for myself. to pick out. I've picked out the bad ones from the crate. to set aside money for. to spare the time [spe:]. / don't think I can spare any time for that. Could you spare me a minute? to move from its place, to be distinguished. to distinguish [distingwisj. to discern [di:so:n]. One can't always discern the true from the false. You can't distinguish one from the other. You can't distinguish the twins. to reserve [rizo:v], to book. Could I book seats for tomorrow? I've reserved a table for us. I've reserved three seats for you. to be contrary [kontnri]. to be contrary to morals [mo:nlz]. to be unlawful [anlo:ful]. to be against the rules [ru:lz]. It's contrary to morals [mo:nlz]. It's against the rules. to be idle [aydil]. aylaklık etmek 63 aylaklık etmek aymak aynı olmak Siz erkekler hepiniz aynısınız. İkisi tıpatıp aynı. Üç aşağı beş yukarı aynıdır. aynı fikirde olmak (biriyle) ayrı olmak Ne bakımdan ayrıdır? Ayrımız gayrımız yok. Ana bir, baba ayrı. ayrı fikirde olmak (biriyle) ayrılaşmak ayrılmak, bir gruptan: Onlar üç gruba ayrıldılar. bir yerden: Ayrılalı aylar oluyor. Ayrılmasının bir nedeni var mı? Vakit varken buradan ayrılmalısın. Anladığıma göre şirketten ayrılıyorsun, birbirinden uzaklaşmak: Burada yollarımız ayrılıyor. Et tırnaktan ayrılmaz. evlilik bakımından: Onlar çoktan ayrıldılar. kollara...: Hat nerede ayrılıyor? konudan...: Konudan ayrılmayalım. otelden...: Otelden dün ayrıldılar. usul ve adetlerden...: Eski âdetlerden ayrılmak istemiyor. yol bakımından: Yeni yol Etiler'de ayrılıyor. yer bakımından: Özür dilerim, bu yerler ayrılmış. Yerleriniz ayrılmış mı? | birleşikler ve deyimler | doğrudan ayrılmak emekliye ayrılmak Emekliye ayrılmaya hiç niyetim yok. öküz öldü ortaklık ayrıldı sadetten ayrılmak sürüden ayrılmak yerinden ayrılmak başından ayrılmamak dizinin dibinden ayrılmamak doğrudan ayrılmamak kafasından ayrılmamak kuyruğundan ayrılmamak sürüden ayrılmamak to spend one's time idly. to regain consciousness [kon§isms]. to be alike [llayk]. You, men, are all alike. to be identical. The two are identical [aydentikil]. (It's roughly the same [rafli].) to agree with [lgri:]. to be different [difrmt]. In what way are they different? (We have everything in common [komin].) Born of the same mother but different father. to disagree with [disigri:]. to stand out. to split (up). They have split up into three groups. to leave/quit [kwit]. It's months that he left. Is there any reason why he left? You must quit here while there is time. I take it, you're leaving the firm [fo:m], to part ways [weyz]. This is where we part ways. (Blood is thicker than matter.) to separate [sepireyt]. They separated long ago. to branch off [bre:ncj. Where does the line branch off? to stray [strey]. Let's not stray from the subject [sabcikt]. to check out [cekaut]. They checked out yesterday. to depart from [dipa:t]. He doesn't want to depart from old practices. to turn off. The new road turns off at Etiler. to be reserved [rizo:vd]. I'm sorry these seats are reserved. Have your seats been reserved? to swerve from the path of right [swo:v], to retire [ritayi]. / have no intention to retire [intenjin]. to break up a partnership (as there is no more reason for it). to stray from the subject [sabcikt]. to go one's own way. to leave one's place. to follow smb everywhere. to be deeply devoted to smb [divoutid]. not to swerve from honesty [swb:v], [onisti], to follow smb everywhere. to trail smb [treyl]. to follow the herd [ho:d]. ayrım yapmak 64 ayrım yapmak ayrımları mak ayrımlaşmak ayrışmak az buz olmamak Bu, az buz şey değil. az gelmek/olmak Bu, az şey değil. Bu, az geldi. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Az olsun, öz olsun. Olsa bile, çok az var. Her çok, azdan olur. Azı bilmeyen, çoğu hiç bilmez. Benim zamanım çok az. Yok denecek kadar az var. azalmak, dinmek anlamında (ateş vs.): Sonunda acısı azaldı. dereceli bir şekilde: Su kaynaklarımız tehlikeli bir şekilde azalıyor. nüfuz vs. için giderek küçülme: Bakanın nüfuzu giderek azalıyor, önem vs. bakımından küçülme: ' Türk lirasının değeri azaldı. sayı bakımından: Ziyaretçi sayıları azalıyor. stoklar için: Stoklarımız azalıyor. üretim vs. bakımından düşüş: Üretim açıkça azaldı. şiş vs. bakımından azalma: Şiş azaldı gibi. azaltmak, daha az boyuta indirmek: Bu, yangın tehlikesini azaltıyor, değer bakımından: Bu, güzelliğinden hiçbir şey azaltmaz, hafifletmek anlamında: Düşüşün şiddetini azaltmak için bir iki yatak kullan, kısmak anlamında: Giderleri azaltmak zorundayız. azametli olmak, görkemli anlamında: gururlu anlamında: azarlamak, genel anlamda: Bundan dolayı babası onu iyice azarladı. resmi olarak: azarlanmak azap içinde olmak azat (azad) etmek azat olmak to differentiate [difirensjeyt]. to become different [difnnt]. to diversify [dayvo:sifay]. to decompose [di:kimpouz]. to be a significant amount [signifikmt]. This is quite a significant amount. not to be enough [inaf]. (It's no small matter.) This is not enough. A word is enough to the wise [wayz]. Let it be little but it had better be good. There is little of it, if any. (Many a little makes a mickle.) He who doesn't appreciate a little help is not worth of more [ipri:§iyeyt]. / have little time to spare [spe:]. There's little. to abate [ibeyt]. At last his pain has abated. to dwindle [dwindle]. Our water resources have dwindled dangerously. to wane [weyn]. The minister's influence is waning. to diminish. The lira has diminished in value. to fall off, to decrease [di:kri:s]. The number of visitors are falling off. to run low. Our stocks are running low. to decline [diklayn]. Production has clearly declined. to go down. The swelling seems to have gone down. to lessen [lesin]. It lessens the danger of fire [fayi]. to detract [ditre:kt]. It won't detract anything from its beauty. to break [breyk]. Use a matress or two to break the fall. to cut down [kafj. We have to cut down on the expenses. to be imposing [impouzing]. to be conceited [kmsktid]. to scold [skould]. His father gave him a good scolding. to reprimand, to be scolded. to suffer torment [safi], [to:mint]. to set free, to go free. azdırmak 65 azdırmak, genel anlamda: alevlendirmek anlamında: Konuşması işçileri azdırdı, şımartmak anlamında: Bu şekilde, çocukları azdıracaksın, yara vs. için: Bu merhem yarayı azdırır. yoldan çıkarmak anlamında: azgınlaşmak azgınlık etmek azımsamak, az bulmak anlamında: gerçek değerini vermemek: azışmak azıştırmak azıtmak, durum için: kişi için: *işi azıtmak Arkadaşların bu sefer işi azıttılar. azıttırmak azizlik etmek azledilmek azletmek azlolunmak Burada hakimler azlolunmaz. azmak, cinsel duygular bakımından: çamaşır için (ağartılamaz): - deniz için: Deniz azmış durumdaydı. hayvanlar için: nehir için: taşkınca davranış için: Serbest bırakırsan azacaklardır. yara için: Sivilceyi kurcalarsan azacaktır. yoldan çıkmak anlamında: Kul azmayınca Hak yazmaz. *kırkmdan sonra azmak İnsan kırkından sonra azarsa, olacağı budur. azmetmek azmettirmek azotlamak to drive smb wild [drayv], [wayld], to inflame [infleym]. His speech inflamed the workers. to spoil [spoyl]. You're going to spoil the children that way. to make worse [was]. This ointment will make the wound worse. to lead astray [li:d], [istrey]. to become wild [wayld]. to act wildly. to consider as insufficient [insifi§int]. to underrate [andireyt]. to become aggravated [e:gnveytid]. to aggravate [e:gnveyt]. to exacerbate [ekse:sibeyt]. to run wild, to go too far. Your friends went too far this time. to drive smb wild, to play a joke upon smb [couk], to be dismissed from office [ofis], to dismiss. to be dismissed [dismist]. Judges cannot be dismissed here. to be excited [iksaytid]. to be stained beyond bleaching [blkcing]. to rage [reyc]. The sea was raging. to be on heat [hi:t]. to overflow [ovtflou]. to run wild [wayld]. If you let them free they'll run wild. to fester [festi]. If you scratch the pimple it'll fester. to go astray [istrey]. (God will not interfere unless one goes too far.) to behave like a young buck [bak]. If a middle aged man starts behaving like a young buck that's what will happen. to resolve to do smth [rizolv]. to get smb to do smth. to nitrify [naytrifay]. baba olmak babalanmak babaları üstünde olmak babacanlaşmak babalık etmek O çocuğa on yıl babalık etti. badana etmek badanalamak badanalanmak Bu duvar badanalanmak ister. badanalatmak badiklemek bağdamak bağdaşmak, anlaşmak anlamında: Her iki aile çok iyi bağdaşıyor, uymak anlamında: yakışmak anlamında: Bu renk burayla hiç bağdaşmadı. bağdaşmamak, tutarsız anlamında: İfadeniz sürücünün ifadesi ile bağdaşmıyor, uyuşmamak anlamında: Bu, partimizin prensipleriyle bağdaşmıyor. Bu, sorumluluk anlayışımla bağdaşmaz, yakışmaz anlamında: bağdaştırmak Davranışını söylediklerinle bağdaştıramıyorum. Başbakan, bugün söylediklerini dün söyledikleriyle nasıl bağdaştırabilir? bağımlanmak bağımlaşmak bağımlı olmak *birisine bağımlı olmak bağımsız olmak bağımsızlaşmak bağıntılı olmak bağırmak, yüksek sesle seslenmek: Sen hiç böyle bağırmazdın. to become a father, to get angry [en:gri]. to have a fit. to behave in a fatherly manner [me:m]. to act as a father. (He was a father to that child for ten years.) to whitewash [waytwosj. to whitewash. to be whitewashed [waytwostj. These walls need whitewashing. to have smth whitewashed, to waddle [wodil]. to interwine [intirwayn], to get on well with. Both families get on well with each other. to agree with [lgri:]. to.suit [su:t]. This colour doesn't suit here at all. to conflict [konflikt]. Your statement conflicts with the driver's. to be incompatible [inkimpe:tibil]. This is incompatible with the principle of our party [pa:ti]. (This is not my idea of being responsible.) not to agree with [lgri:]. to reconcile [rekinsayl]. I can't reconcile your attitude with what you say. How can the Prime Minister reconcile what she said yesterday with her statement today? to become dependent. to become dependent to each other. to be dependent [dipendint]. to be dependent on smb. to be independent. to become independent. to be relative [rehtiv]. to shout [saut]. You never used to shout like that [yu:stu]. bağırtmak 68 haykırmak anlamında: Bu adam konuşmuyor, bağırıyor. I birleşikler ve deyimler | acı acı bağırmak avaz avaz bağırmak avazı çıktığı kadar bağırmak bar bar bağırmak bas bas bağırmak cıyak cıyak bağırmak dana gibi bağırmak imdat diye bağırmak (birinin) yüzüne bağırmak bağırtmak bağışık kılmak bağışıklamak bağışıklığı olmak Kimsenin Aids'e karşı bağışıklığı olamaz. bağışlamak, bir davranışı, bir hatayı: Gençliğine bağışlayın. Hatadan dolayı bağışlanmamızı dileriz. Size yazmadığımdan dolayı bağışlayın. birinin hayatını...: Mahkeme hayatını bağışlamaya karar verdi. birinin suçunu...: Onları bağışlamakla iyi etti. teberru mahiyetinde: Bütün malını bir vakfa bağışladı. | birleşikler ve deyimler | adını bağışlamak canım bağışlamak Adınızı bağışlar mısınız? Allah bağışlasın! bağışlanmak bağlamak, genel anlamda: atfetmek anlamında: Bu başarıyı neye bağlıyorsunuz? ayakkabı için: Ayakkabını sıkı bağla. bir yere...: bir şeyi bir şeye...: bir şeyi bir yere...: Köpeği bağlamak zorunda kaldık. Bağlasalar burada durmam. bir şeyi yere...: Balonu sıkıca yere bağlamak gerek, birini bir işe...: Ev işi onu bütün gün bağlıyor, bir şeye bağlamak: Kazayı onun ihmalkarlığına bağlıyorum, civata ile: düğüm için: denk, balya vs. için: to yell [yel]. This man doesn't talk, he yells. to shriek [sri:k]. to scream [skri:m]. to shout at the top of one's voice. to shout at the top of one's voice [voys]. to scream [skrirm]. to bawl [bo:l]. to shriek with a shrill voice. to call for help [ko:l]. to shout at smb rudely [ru:dli]. to make smb shout [sautl. to render immune [imyu:n], to immunize [imyu:nayz]. to be immune [imyu:n]. Nobody can be immune from AIDS. to excuse [ikskyuz]. (Put it down to his youth.) (We express our regret for the error.) Excuse my not writing to you [ikskyu:z]. to spare one's life [spe:]. The court has decided to spare his life. to pardon [pa:dm]. It was good of him to pardon them. to donate [douneyt]. He donated all his wealth to a foundation. to tell one's name. (May I have your name, please?) to spare smb's life. (God bless you!) to be forgiven. to tie [tay]. to attribute [itribyu:t]. To what do you attribute this success [sikses]? to lace up [leys]. Lace up your shoes tightly [taytli]. to attach [ite:c]. to tie together, to tie up. We had to tie up the dog. (I'm not remaining here on any account.) to tie down. The balloon must be firmly tied down. [bilu:n]. to tie down. The house work ties her down all day. to put down to. / put down the accident to his negligence. to bolt. to tie a knot [tay] [not], to bundle [bandil]. bağlamak 69 to fasten [fa:sin]. Could you fasten the back please? to attach [ite:c]. Could you attach a rope to the car? to engage [ingeyc]. to fasten [fa:stn]. Please fasten your seat-belts. to conclude [kinklu:d]. (birbirine) eklemek suretiyle: Lütfen arkamı bağlar mısın? ip ve benzeri...: Arabaya bir halat bağlar mısın? iş için: kemer için: Lütfen kemerlerinizi bağlayınız. konuşmayı...: oluşturmak anlamında. a) tane oluşması: b) kabuk oluşması: c) kaymak vs.: yara vs. için sarmak anlamında: Bu yarayı kim bağladı? sorumluluk için: Bu anlaşma sizi bağlar. telefon için: Lütfen müdürü bağlar mısınız? Toplantı esnasında bana telefon bağlamayınız. toka için: birleşikler ve deyimler | ağrısız başa kaşbastı bağlamak altmışaltıya bağlamak ayağım bağlamak, birinin ayakkıbmın bağını bağlamak aylık bağlamak baş bağlamak, başak için: örtmek anlamında: (birinin) başını bağlamak Kendi başını bağlamayan, gelin başı bağlayamaz. (birinin) başım bir yere bağlamak başak bağlamak bel bağlamak, birine bez bağlamak bohçasını bağlamak buğu bağlamak buz bağlamak cerahat bağlamak çenesini bağlamak denk bağlamak deri bağlamak (yara) (birinin) dilini bağlamak el bağlamak elini kolunu bağlamak (birinin) elleri nasır bağlamak esasa bağlamak et bağlamak, ağırlık için: yara için: garaz bağlamak gelir bağlamak to form heads [hedz], to form a crust [krast], to form cream [kri:m], to bandage [be.mdic]. Who bandaged this wound? to bind [baynd]. This agreement binds you. to put (smb) through [thru]. Could you please put me through to the manager [me:nici]. ? (/ don't want to be disturbed during the meeting [disto:bd].j to buckle [bakil]. to bring unnecessary trouble on oneself. to appease smb with vague promises [ipi:z]. to hinder smb [hindi]. to lace one's shoes [leys]. to put smb on a monthly allowance [llauns]. to form heads [hedz]. to bind one's head [baynd]. to give (a girl) in marriage [me:ric]. (Do not ask help from people who can't help themselves.) to find a job for smb. to come into ear. to rely on smb [rilay]. to diaper [dayipi]. to pack up one's belongings [pe:k]. to get fogged up [fogd]. to form ice, to freeze [fri:z]. to suppurate [sapyureyt]. to tie up the jaw [tay]. to make into bales [beylz]. to heal [hi:l]. to silence [saylins]. to join one's hands together, to make smb unable to do smth. to get calluses [kedisiz]. to base smth on a principle [prinsipil], to gain weight [weyt], to begin to heal up [hi:l]. to bear a grudge against [grac]. to grant an allowance [llauns]. bağlamak (göbek) 70 göbek bağlamak gönül bağlamak gözünü bağlamak haraca bağlamak iç bağlamak (meyve) içi yağ bağlamak işi oluruna bağlamak işi sağlama bağlamak işi tatlıya bağlamak kabuk bağlamak yara için: karara bağlamak kaymak bağlamak kemer bağlamak Kemer, bağlayanındır. Lütfen kemerlerini bağlayınız. kin bağlamak kontenjana bağlamak koşun bağlamak küf bağlamak kuyruğuna teneke bağlamak maaş bağlamak nafaka bağlamak nasır bağlamak oluruna bağlamak örümcek bağlamak pamuk ipliğiyle bağlamak pas bağlamak saf bağlamak sağlam kazığa bağlamak sağlama bağlamak İşi sağlama bağlayıp yerimizi ayırttık. semen bağlamak sonuca bağlamak sözü bağlamak şarta bağlamak tane bağlamak tatlıya bağlamak tel bağlamak Dinamit küçük bir cihaza telle bağlıydı. tohum bağlamak umut bağlamak umudunu bir şeye bağlamak ümit bağlamak ümidini bir şeye bağlamak Bütün ümidimizi yeni hükümete bağlamış durumdayız. yağ bağlamak yatağa bağlamak yosun bağlamak yüreği yağ bağlamak Haberi duyunca hepimizin yüreği yağ bağladı. yüz bağlamak (süt) bağlanmak, genel anlamda: to get paunchy [po:nci]. to set one's heart on/upon. to blindfold [blayndfould]. to extort protection money [iksto.'t]. to fi l l out. to be filled with joy. to make the best of. to ensure the success of [in§u:]. to settle a matter amicably [e:mikibli]. to form a crust [krast]. to form a scab [ske:b]. to make a decision about [disijin]. to form cream [kri:m]. to fasten a belt [fasm]'. The belt belongs to the one who wears it. Fasten your belts, please. to develop a hatred against [heytnd]. to establish a quota for [iste:blisj, [kwouti]. to form ranks [re:nks]. to go mouldy [mouldi]. to make a laughing stock of smb. to put smb on a payroll. to assign smb a maintenance allowance [dauns]. to become callous [ke:lis]. to make the best of. to be covered with cobwebs [kobwebs]. to solve something in a makeshift way. to get rusty [rasti]. to stand in line [layn]. to make safe [seyf]. to be on the safe side. To be on the safe side, we booked our seats. to grow stout [staut]. to resolve smth [rizolv]. to conclude one's speech [kmklu:d]. to attach a condition (to) [kindifin]. to form ears [i:z]. to settle a matter amicably [e:mikibli]. to wire [wayi]. The dynamite was wired to a little device. to form seeds, go to seed. to attach hopes [ite:c]. to set one's hopes on [houps], to build hope upon. to pin one's hopes on. We've pinned all our hopes on the new government [gavinmint]. to put on fat [fe:t], to confine smb to bed. to be covered with moss. to be overjoyed [ouvicoyd]. We were all overjoyed at the news. to form cream [kn:m]. to be tied [tayd]. bağlanmak (basireti) 71 elektrik vs. için: Uçlar şekilde gösterildiği gibi bağlanmalı. bir kuruluşa...: Daire, Sağlık Bakanlığına bağlandı. son bulmak anlamında: İş, elli bin dolara bağlandı. |birleşikler ve deyimleri İki at bir kazığa bağlanmaz. basireti bağlanmak eli kolu bağlanmak Elimiz kolumuz bağlanmış durumda. kısmeti bağlanmak Kızın kısmeti bağlandı. (bir) nedene bağlanmak Düşüşü bu tek nedene bağlanabilir. yatağa bağlanmak Kırık bir bacakla üç ay yatağa bağlandım. bağlantı yapmak bağlantılı olmak Bu, fiyat denetimleri ile bağlantılıdır. bağlantısı olmak bağlatmak bağlayıcı olmak bağlı olmak, genel anlamda: Köpek neden bağlı değil? bir şeyle bağlantılı olarak: Bu, ekonominin durumuna bağlıdır. Geleceğimiz buna bağlı. Bir şeyin pahalı olması daima maliyet fiyatına bağlı değildir, bir şeye dayalı anlamında: Bu, seçimlerin neticesine bağlı. Her şey onun ne yapacağına bağlı, bir şarta bağlı olarak: Bu, kimin geleceğine bağlı. Bu, neyi teklif edeceklerine bağlı. Nereye gittiğine bağlı. Bu, Büyükşehir Belediye onayına bağlı. sevgi ve saygı bakımından: Hepimiz çocuklarımıza bağlıyız. Annesine çok bağlıdır, birinin yetkisi altında olarak: tâbi olmak anlamında: sadık olmak anlamında: Daima firmanıza bağlı olun. Söylediklerime bağlıyım. | birleşikler ve deyimler j bahtı bağlı olmak to be connected [kinektid]. The ends must be connected as shown in the diagram [dayigre:m]. to be linked [linkt]. The office has been linked to the Ministry of Health. to be concluded [krnkluidid]. The deal was concluded for fifty thousand dollars. Two rivals won't get on well together. to lose one's common sense [sens]. to be tied hand and foot. We are tied hand and foot. to be unable to get married [me:rid]. (She 1 has somehow never found a husband.) to be attributed to [itribyu:tid]. His downfall can be attributed to this single cause. to be laid up [leyd up]. I've been laid up for three months with a broken leg. to establish relations. to be connected (with) [kinektid]. This is connected with the problem of price control. to have a connection [kinek§m]. to have smth tied [tayd]. to be binding [baynding]. to be tied (up) [tayd ap]. Why isn't the dog tied up? to depend on [dipend]. This depends on the state of the economy. Our future depends on this [fyu:cfj. For a thing to be expensive does not always depend on the cost price [kost prays], to hang upon. It hangs upon the results of the elections. to hinge on [hinc]. Everything hinges on what she'll do. to depend on. It depends on who is coming. It depends on what they will offer [oh]. It depends on where he's going. to be subject to [sabcikt]. This is subject to approval from the Metropolitan Municipality [ipru:vtl]. to be attached (to) [ite:ct]. We are all attached to our children. He is deeply attached to his mother. to be subordinate [sibo:dinit]. to be dependent. to be loyal [loyil]. Be always loyal to your firm [fo:m]. (/ stand by what I have said.) to have no luck [lak]. bağmak 72 başkalarına bağlı olmak birine bağlı olmak Bu size bağlı. Karar vermek ona bağlı. eli ayağı bağlı olmak eli kolu bağlı olmak Bu konuda elimiz kolumuz bağlı. gözü bağlı olmak (-in) kararma bağlı olmak Kalıp kalmamak kararınıza bağlı bir şey(dir). kısmeti bağlı olmak pamuk ipliğiyle bağlı olmak Şirketimizin geleceği pamuk ipliğine bağlı. şarta bağlı olmak Hediye hiç bir şarta bağlı değildi. bağmak *göz bağmak bağnaz olmak bağrışmak bahane etmek Sağırlığını bahane ediyor. Vakit olmadığını bahane edecek. bahane olmak , Bu, sırf devam etmemek için bir bahanedir. Bunların hepsi bahane. bahis etmek bahis konusu olmak Ülkenin geleceği bahis konusudur. bahsetmek, söz etmek anlamında: Asılmış adamın evinde ipten bahsedilmez. Onlardan çocukları gibi bahsederler. Hapishaneden bahseder gibisiniz. Reformlardan bahseden kim? Bu meseleden hiç bahsetmiyelim. Sen neden bahsediyorsun? Köylü, bana garip bir mağaradan bahsetti. Kimse bana erken gelmekten bahsetmedi. Aşk ve nefretten bahseden kısa bir şiir. bir şey yapmaktan söz etmek: Emeklilikten bahsediyor. |birleşikler ve deyimleri bahseder gibi olmak Hapishaneden bahseder gibisin. boğazdan bahsetmek öteden beriden bahsetmek bir şey yapmaktan bahsetmek Sekreter istifa etmekten bahsediyor. to be dependent on others, to be up to smb. It's up to you. It's up to him to decide [disayd]. to be tied hand and foot. to have one's hands tied [tayd]. In this case we have our hands tied. to be unsuspecting [ansispekting]. to be up to smb. It's up to you whether to stay or not. to have no luck [lak]. to hang by a thread [thred]. The future of our company hangs by a thread. to have a string attached to [itext]. The gift had no strings attached to it. to bewitch [biwicj. to hoodwink [hudwink]. to be bigoted [bigitid]. to mutually shout together [§aut]. to plead [pl:idj. (She's pleading deafness.) to pretext [pri:tekst]. He'll pretext there's no time. to be an excuse (for) [ikskyu:s]. This is only an excuse for not going on. These are all idle pretexts [prkteksts]. to bet. to be involved [involvd]. The future of the country is involved [fyu:ci]. to mention [mengrn]. One doesn't mention the rope in the house of the hanged. to speak [spi:k]. He speaks of them as his children. You make it sound like a prison. Who is speaking of reforms? Let's not speak of this subject? to talk about [to:k ibaut]. What are you talking about? to tell about. The villager told me about a strange cave. No one told me about coming early. to treat [tri:t]. It's a short poem treating love and hate. to talk of (doing smth). He is talking of retiring [retayring]. to make it sound [saund]. You make it sound like a prison. to talk about food [fu:d]. to talk of this and that. to talk of doing smth. The secretary is talking of resigning. bahşetmek 73 bahşetmek, bağışlamak anlamında: sunmak anlamında: Tanrının bize bahşettiği nimetler. bahtsız olmak bakadurmak bakakalmak bakılmak, bakış bakımından: Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz. Hediye atın dişine bakılmaz. dava için: ilgi ve besleme bakımından: sayılmak anlamında: Bugünkü fiyatlara bakılırsa fena sayılmaz. Yaşına bakılırsa dahi olmalı. Görünüşe bakılırsa... tamir ve bakım bakımından: [birleşikler ve deyimler) gözüyle bakılmak Adamımıza dürüst gözle bakılıyor. Bir zamanların en büyüğü olduğu gözüyle bakılıyor. Yüzüne bakılmaz. Yüzüne bakılacak gibi. bakımını yapmak bakımlı olmak bakımsız olmak bakınmak *dört yanma bakınmak *etrafma bakınmak bakışmak Haberi duyunca bakıştık. Bir ara bakıştık. İki arkadaş bakıştılar. bakmak, (ayrıca bak bakmamak) birine, bir şeye genel anlamda: "Ne yaptın?" gibilerinden bana baktı. Şu haline bak! Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Bakmakla usta olunsa, kediler kasap olurdu. Onu, örneğe bakarak yapmalısın. Dost başa, düşman ayağa bakar. çaba olarak: Bu iki kişiyi teşhis et bakalım. Boyayı kullanmamaya bak. Daha erken gelmeye bak. Oturmana bak. emek vermek anlamında: Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur. hizmet vermek anlamında: Size bakan var mı? to forgive. to bestow [bistou]. The blessing that God has bestowed upon us. to be unlucky [anlaki]. to keep looking. to stand bewildered [biwildird]. to be looked at. (A man's worth is valued by his deeds not his words [ve:lyu:d].) Never look a gift horse in the mouth. to be heard [ho:d]. to be looked after. to be considered [kinsidird]. (It's not bad, as prices go today.) Considering his age, he must be a genius [cknyis]. Judging by appearances [ i pi : nns i z ] . to be kept in repair [ripe:]. to be considered [kinsidird]. Our man is considered to be honest. He is considered to have been the greatest. He's very ugly [agli]. He's good looking. to do the maintenance [meyntimns]. to be well-kept. to be unkempt [ankemt]. to look around. to look all around for. to look around. to mutually look at one another [myu:tyuwili]. On hearing the news, we looked at one another. We looked at each other for a while. The two friends exchanged looks. to look at. He looked at me as if saying what have you done. Just look at yourself! If one eats while another looks on, there will be trouble. If one could become a master of his trade just by looking, cats would be butchers. You should do it by looking at the sample. Friends will judge you by your character, strangers by your appearance [ i pi : nns ] . to see. See if you can identify these two [aydentifay]. Avoid using the paint [lvoyd]. See if you can come earlier. (Don't meddle [medfl].) to care for [ke:]. (The want of care will render the field bare.) to wait on, to serve [so:v]. Are you being served? bakmak (afal afal) 74 görevli olmak anlamında: Arşive kim bakıyor? Buraya bakan yok mu? görmek anlamında: Daha gençken bu meselelere başka türlü bakardı. Baktın ki iş yürümüyor... ilgilenmek, geçindirmek: Çocuklara kim bakacak? Bebeğe kim bakıyor? seslenme mahiyetinde: Baksanıza! sözlükte bir kelimeye: Bütün bu kelimelere sözlükten kim bakacak? şaşkınlık ifadesi olarak: Şu hale bak! Bak şu işe! Şunlara bak! tedavi ve sağlık bakımından: Şu anda ona bir doktor bakıyor, tereddüt ifadesi olarak: Bakalım bu uygun olacak mı? Bakalım değecek mi? üzerinde durmak anlamında: Sen söylediklerine bakma. Yaptıklarına bakmayınız. Söyleyene bakma, söyletene bak. bir yere dönük olmak: Pencere çok güzel bir körfeze bakıyor. Bu oda bahçeye bakıyor. [birleşikler ve deyimler| Aslına bakarsan paramız yok. Bakıyorum işe dalmışın. Gel bakalım, biraz konuşalım. Mektubu okuyalım bakalım. Yürü bakalım! Bir bakayım. Gözümün içine baka baka yalan söylüyor. afal afal bakmak ağzına bakmak Öğrenciler hocanın ağzına bakıyordu. ağzının içine bakmak alıcı gözüyle bakmak alık alık bakmak anasına bak, kızını al, anne baba eline bakmak to be in charge. Who is in charge of the archives [a:kayvz]? to look after. Is there no one who looks after the place? to see. When he was younger he saw things differently. If you see that it is not working... to look after smb. Who will be looking after the children? Who is looking after the baby? to take care of. Who will take care of the flowers while you're away? to see. Could you see whether he is there? (To know a person you should know the family he comes from [fe:mili].) Look here!, Say! to look up. Who is going to look up all these words? (What a mess!) Look at that! Look at them! to attend [itend]. A doctor is attending him at the moment. to remain to be seen [si:n]. It remains to be seen whether it's appropriate. It remains to be seen whether it's worth it. to pay attention to [itensm]. (Never mind what he says [maynd].) Don't pay any attention to what he does. (Causes are more important than effects.) to look out on. The window looks out on a lovely bay [be.y]. This room looks on to the garden. The truth is we haven't got any money. You seem engrossed in your work [ingroust]. Come on, let's talk a bit. Let's read the letter and see. Let's go! Let me have a look. He is lying coolly and boldly [ku:li], to stare stupidly [ste:]. to hang on the lips of [he:ng]. The children hang on the lips of the teacher. to listen eagerly [i:gili]. to look at smth with interest. to stare stupidly [ste:]. (like mother like daughter). to depend on one's parents. Siz burada yokken çiçeklere kim bakacak? incelemek ve yoklamak anlamında: Orada olup olmadığına bir bakar mısınız? Otu çek, köküne bak. bakmak (ardına) 75 ardına bakmak Atına bakan, ardına bakmaz. arkaya bakmak baktıkça bakacağı gelmek başının çaresine bakmak Başımın çaresine bakabilirim. Herkes başının çaresine baksın. bel bel bakmak Bol bol yiyen, bel bel bakar. bet bakmak bir bakmak Şöyle bir baktım. birinin ağzma bakmak bön bön bakmak çaktırmadan bakmak çaresine bakmak çeşnisine bakmak çıkarma bakmak çıldır çıldır bakmak çiğ bakmak davaya bakmak Davaya kim bakıyor? dik bakmak dik dik bakmak dönüp geriye bakmak Dönüp baktığımızda... dört gözle bakmak dört yana bakmak dört yanına bakmak dürbünün tersiyle bakmak ev bakmak eğri gözle bakmak ele bakmak (birinin) eline bakmak fal bakmak (birinin) falına bakmak fena bakmak fena fena bakmak fena gözle bakmak fıldır fıldır bakmak geriden bakmak (kişi olarak) geriden bakmak (yer olarak) geriye bakmak gizlice bakmak göz ucuyla bakmak gözlerini dikip bakmak gözü toprağa bakmak gözünün içine bakmak gözünün ucuyla bakmak gözüyle bakmak (birine) ... gözüyle bakmak Ona hala lider gözüyle bakıyor. hasetle bakmak to look behind. (He who does his task well need not worry about the outcome [autkam].) to look back. to be fascinated by looking [fe:sineytid]. to fend for oneself. / can fend for myself. to look after oneself. Everyone should look after themselves. to look stupidly. (He who eats lavishly will one day go hungry.) to stare balefully [beylfuli], to have a look. / just took a quick look [kwik]. to hang on smb's lips [he:ng]. to stare vacantly [veykmtli]. to steal a look (at) [sti:l]. to look for a way. to taste the flavour [fleyvi]. to follow one's interest. to look with bright eyes [brayt], to stare stupidly [ste:]. to hear a case [keys]. Who is hearing the case? to stare (angrily). to look fixedly [fiksidli], to look back. When you look back (on)... to look carefully at. to look in every direction [dayrek§in]. to look all around (for). to belittle [bilitil]. to keep house [haus]. to look malignantly [milignintli], to read palms [pa:mz], to be dependent on [dipendent]. to tell fortunes [fo:cmz]. to tell smb's fortune. to glare angrily (at) [gle:]. to glare angrily [e:ngrili]. to harbour evil intentions [ha:bi]. to look with rolling eyes. to be an onlooker [onluki]. to look from a distance [distms], to look back. to peep into smth [pi:p]. to look out of the corner of the eye. to stare at smb [ste:]. to have one foot in the grave [greyv]. to cherish dearly [cerif]. to cast a furtive glance [fo:tiv]. to look at smb from the point of view of. to consider (as) [kinsidi]. He still considers him as a leader [li:di]. to view things with envy [vyu]. bakmak (hastaya) 76 hastaya bakmak, bakım bakımından: tedavi bakımından: hor bakmak ibret gözüyle bakmak icabına bakmak Herşeyin hazır olması için icabına bakarım. Herşeyin icabına bakacaktır. iki yanma bakmak işe bakmak Neyse, biz işimize bakalım. işine bakmak O, kendi işine baksın. işine gücüne bakmak Lütfen işinize gücünüze bakın. karşıdan bakmak (seyirci olarak) kedi ciğere bakar gibi bakmak kem nazarla bakmak (Kenarına bak bezini al). kendi başının çaresine bakmak kendine bakmak Artık kendine bakacak yaştadır. Kendine iyi bak! kendi çıkarına bakmak kendi işine bakmak Sen, kendi işine bak. Şimdi herkes kendi işine baksın. keyfine bakmak Sen keyfine bak. kızgın kızgın bakmak kolayına bakmak kötü kötü bakmak melûl bakmak nabzına bakmak nazarıyla bakmak öküz gibi bakmak önüne bakmak (yer bakımından) Önüne bak! Bir şeyin önüne bakma, sonuna bak. önüne bakmak (suçluluk bakımından) özenle bakmak pis bakmak pis pis bakmak Bu adam sana neden pis pis baktı? rahatına bakmak Siz rahatınıza bakın. sağına soluna bakmak sağlı sollu bakmak Karşıya geçmeden sağlı sollu bakınız. sıraya bakmak sonuna bakmak (bir şeyin) Bir şeyin önüne bakma, sonuna bak. Sen bu işin sonuna bak. sözlüğe bakmak şaşı bakmak to nurse [no:s], to treat [tri:t], to look down upon, to get a lesson from, to see to it. /'// see to it that everything is ready. (He'll do what is necessary [nesisiri].) to look both ways [weyz], to get to work (on). Anyway, let's get on with our work [wo:k]. to mind one's business [maynd]. Let him mind his own business. to attend to one's business [itend]. Please attend to your business [biznis]. to look on idly [aydli], to gaze at covetously [kavitusli]. to look at smb with evil intention [intensm]. The sample will show what the whole is. to fend for oneself. to look after oneself. She's old enough to look after herself. Take care of yourself! to seek one's personal advantage [idva:ntic]. to mind one's own business [biznis]. You mind your own business. (Now, everyone should go about their business.) to enjoy oneself [injoy]. Take it easy and enjoy yourself. to look angrily [emgrili]. to choose the easiest way of doing smth. to look malevolently [milevilentli]. to have a cowed look on one's face [kaud]. to feel/take smb's pulse [pals], to regard (as). to stare stupidly [ste:]. to look ahead [lhed]. (Look out!) (All is well that ends well.) to hold one's head down. to look after smth with great care [ke:]. to look at smb in an irritating way. to give smb a dirty look. Why did this man give you a dirty look? to look after one's comfort [kamfirt]. (Make yourself at home.) to look both ways. to look both ways. Before crossing look both ways. to pay attention to turn [itensin]. (for the end) to count [kaunt]. (Better end well rather than begin well.) What counts is the end. to look up a word (in a dictionary). to be cross-eyed [krosayd]. bakmak (şaşı gibi) 77 şaşı gibi bakmak şaşkın şaşkın bakmak şıldır şıldır bakmak şöyle bir bakmak tadına bakmak talihine bakmak tepeden bakmak ters bakmak ters ters bakmak uzaktan bakmak ürkek ürkek bakmak vitrinlere bakmak yan bakmak yan gözle bakmak yandan merakla bakmak yapmaya bakmak yere bakmak Şöyle bir bakıyorum. Rapora şöyle bir baktım. Tadına bakmak ister misiniz? Var mı bana yan bakan? (Yaşına saçına bak!) Yere bakar yürek yakar. yıldız falına bakmak yiyecek gibi bakmak yoluna bakmak (birinin) yukarıdan bakmak yüksekten bakmak yüz yüze bakmak Seçimden sonra bu politikacılar nasıl yüz yüze bakacaklar? zevkine bakmak Sen zevkine bak! bakmamak, Ibirleşikler ve deyimleri aza çoğa bakmamak O, aza çoğa bakmaz. Bu işte, aza çoğa bakmayacaksın. gözünün yaşına bakmamak hatıra gönüle bakmamak Hatıra gönüle bakmamalısın. i yi gözle bakmamak kusura bakmamak Dağınıklık için kusura bakmayınız. Onun kusuruna bakmayın. Kusura bakmayınız. elverişsiz durum için: Kusura bakmazsınız değil mi? masrafa bakmamak önüne arkasına bakmamak saçına sakalına bakmamak sağa sola bakmamak duygusuz olmak bakımından: to squint [skwint]. to look blankly [ble:nkli]. to stare with wide open eyes [ste:]. to glance, to cast a glance [gla:ns]. I'm just glancing. I cast a glance at the report [ripo:t], to taste [teyst]. (Would you like to sample the food?) to tell smb's fortune (fo:cm]. to look down on. to look sourly at [sauly]. to stare sourly [ste:]. to survey (smth) from the sidelines [so:vey]. to look timidly. to go window shopping. to look askance [iske:ns], (Is there anyone who dares to fight with me?) to look out of the corner of the eye. to peer at [pi:r]. (It doesn 't behove your age!) to concentrate on doing smth [konsintreyt]. to cast one's eye on the ground. (He isn't as innocent as he looks [inisint].) to cast one's horoscope [honskoup]. to glower at [glawi]. to await smb's arrival [rrayvil]. to look down on smb. to regard smb with disdain [disdeyn]. to look smb in the face [feys]. How will these politicians look at each other in the face after the elections [ilek§inz]. to enjoy oneself [injoy]. Just enjoy yourself! to be satisfied with what one has. He'll be satisfied with what he gets. (You could make the best of it.) to have no pity on. to be impartial [inpa:§il]. (You should set aside personal considerations.) to have a bad opinion of [lpinyin]. to excuse [ikskyu:z]. Excuse the disorder [diso.di]. Excuse him [ikskyu:z]. (/ hope you'll pardon me.) not to mind [maynd]. (You don't mind, do you?) to spare no expense [ikspens]. to be very careless [ke:lis]. to have no considerations for one's age. to pay no attention to what is around. to have no considerations for the feelings of others [kinsidirey§mz]. baktırmak 78 sağma soluna bakmamak dikkatsizlik bakımından: üçe beşe bakmamak fazla titizlik göstermek: yaşına basma bakmamak Yaşına başına bakmadan... yüz yüze bakamamak Öğretmenle yüz yüze bakamam. yüzüne bakmamak baktırmak *falına baktırmak Falına baktırmanın gereği var mı? Falına lunaparkta ucuza baktırabilirsin. *kendini baktırmak balabanlaşmak balkımak balkınmak ballamak karıştırmak suretiyle: sürmek suretiyle: *yağlayıp ballamak ballandırmak, bir konuyu vs.: imrendirmek anlamında: ballanmak, tatlılaşmak anlamında: balla örtmek vs.: ballı börek olmak balta olmak baltalamak, ağaç için: sabote etmek anlamında: baltaya sap olmak balya yapmak balyalamak balyozlamak bambaşka olmak O bambaşkaydı. bandırmak banmak bantlamak banyo etmek (film) banyo yapmak *güneş banyosu yapmak barbarlaşmak bâre olmak barındırmak, kalacak yer olarak: Kafileyi bir gece için barındırabiliriz. sığınak olarak: bir yeri: Bir zamanlar eski fuarı barındırıyordu. barınmak, çevresine uymak anlamında: not to pay any attention (to) [iten§in]. to be very careless. not to haggle over small sums [he:gil]. not to be fussy (over) [fasi]. to have no regard for one's age [eye]. Regardless of one's age... [eye], to be unable to look smb in the face [feys]. / can't look the teacher in the face. not to pay attention to [iten§m]. to have smb to look at smth. to have one's fortune told [fo:cin]. Do you need to have your fortune told? You can have your fortune told cheaply at the Luna Park. to have oneself examined [igze:mind]. to get very large. to shimmer [§imi]. to glitter [gliti]. to honey [hani]. to mix with honey. to spread honey on [spred]. to describe in glowing terms [diskrayb]. to praise extravagantly [ikstre:vigmtli]. to make one's mouth water. to become sweet [swi:t], to be covered with honey [hani]. to get on well with. to pester [pesti]. to hew down [hyu]. to sabotage [se:bira:j]. to find a job [cob]. to make into bales [beylz]. to make into bales. to pound with a sledge hammer [paund]. to be totally different [difnnt]. It was altogether different. to soak [souk]. to dip into. to tape [teyp]. to develop [divelip]. to take/have a bath [ba:th]. to sunbathe [sanbeyth]. to become barbarous [ba:bins]. to be a burden to [bo:dm]. to accomodate [ikomideyt], to put up. We can put up the group for a night. to give shelter, to house [hauz]. // used to house the old fair [fe:]. to get along (together). barış görüş olmak 79 sığınmak anlamında: Bu barakada barınabiliriz. barış görüş olmak barış halinde olmak barış yapmak barışmak Onlar, önce kavga eder sonra barışırlar. Biz barıştık. |birleşikler ve deyimler] birisiyle barışmak O, karısıyla barıştı. biriyle yıldızı barışmak biriyle yıldızı barışmamak Onunla yıldızımız hiç barışmadı. barıştırmak *kurdu koyunla barıştırmak bariz olmak barut olmak barut gibi olmak basamak yapmak (birini) basılmak, eserler için: Şimdiye kadar kaç adet basıldı? sıkılıp ezilmek anlamında: baskın olarak: O yer dün gece tekrar basıldı. ani ziyaret için: tazyik olarak: Ne azgın ol asıl, ne miskin ol basıl. basiretli olmak basiretsiz olmak basit olmak, kolay anlamında: gösterişsiz olmak: olağan olan: basitleşmek basitleştirmek Metin basitleştirilmeli. basket yapmak baskı altında olmak baskı yapmak Fikrini değiştirmek için baskı yaptık. baskın gelmek baskın yapmak, polis eylemi olarak: ani ziyaret olarak: basmak, bir yere veya bir şeyin üstüne: Bastığınız yere dikkat edin. Çimlere basmayınız. Lütfen çiçeklere basmayınız. düğme ve tuşlar için: kitap vs. için: to take shelter/cover [kavi]. We can take cover in that shed. to make one's peace with, to be at peace [pi:s], to make peace, to make it up with. First they quarrel but later make it up. (We have patched up our quarrel.) to make it up. He has made it up with his wife. to be on good terms with [to:mz]. to be on bad terms with. We were never on good terms with him. to reconcile [rekinsayl]. to bring peace and harmony to a place [ha:mini]. to be evident [evidint], to go into a rage [reyc]. to get furious [fyuryis]. to use smb as a stepping stone [yu:z]. to be printed. How many copies have been printed so far? to be pressed [prest]. to be raided [reydid]. That place was raided again last night. to receive a surprise visit [siprayz]. Be neither overly belligerent nor excessively meek [bilicrrint]. to be far-sighted [fa:saytid]. to be short-sighted [§o:t saytid]. to be simple [simpil]. to be plain [pleyn]. to be common [komm]. to become simple. to simplify [simplifay]. The text should be simplified. to score (in basketball) [sko:]. to be under pressure [prefi]. to put pressure on. We put pressure on him to change his mind. to be heavy [hevi]. to raid [reyd]. to pay an unexpected visit [anikspektid]. to stand on. (Mindyour step [maynd].') (Keep off the grass). to tread on [tred]. Please do not tread on the flowers. to press, to print. basmak (ağır) 80 mühür vs. için: resim tab etmek anlamında: saldırmak anlamında: soğuk hava vs. için: su ve sel için: Sular bodrum katını bastı. yas bakımından: bir yere polis bakımından: ani ziyaret için: | birleşikler ve deyimler ( Bir yasıma daha bastım. ağır basmak, ağırlık bakımından: ivedilik bakımından: nüfuz bakımından: ağırlık basmak uyku bakımından: ateş basmak, hastalık bakımından: sıkıntı bakımından: ayağı düze basmak ayağına basmak (birinin) Herkesin ayağına basmak zorunda mısın? ayağını denk basmak ayağını sıkı basmak ayağı yere basmamak ayak basmak Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. varmak anlamında: ayak basmamak ayaklarının ucuna basmak bağrına basmak bağrına taş basmak bam teline basmak Belli ki onun bam teline basmışım. can damarına basmak cayırtıyı basmak çığlığı basmak çürük tahtaya basmak dalına basmak damarına basmak damga basmak düğmeye basmak Yangın halinde düğmeye basın. Bir düğmeye basarak çalıştırabilirsiniz. efkâr basmak ekmeğe el basmak el basmak ev basmak ani ziyaret için: faka basmak fotoğraf basmak frene basmak to stamp [ste:mp], to print. to attack [ite:k]. to set in. to flood [flad]. Water has flooded the basement [beysmint]. to reach the age of [ri xh], to raid [reyd], to pay a surprise visit [siprayz vizit]. (We live and learn.) to weigh (down) heavily [wey]. to have priority [prayoriti], to be influencial [influ:win§il]. to have a nightmare [naytme:]. to feel sleepy [slipi], (fever) to set in [fivi]. to feel hot. to get over the hardest part, to tread on [tred]. Must you tread on everyone's foot? to be wary [weyri]. to stand firm [fo:m], to jump for joy [camp], to set foot (in a place). This was the resolution we began to put into execution as soon as we set foot on Anatolian soil. to arrive at [irayv]. to stay away from (a place). to tiptoe. to take to one's bosom [buzim]. to suffer without complaint [kimpleynt]. to touch one on a sore spot! [so:]. Evidently, I have touched him on a sore spot. to touch one's most sensitive part [tac]. to start shouting [§auting]. to scream [skri:m]. to compromise oneself [kompnmayz]. to anger smb. [e:ngt]. to touch one's sore spot, to stamp. to press a button [batin]. In case of fire press button. You can operate it just by pressing a button. to have the blues [blu:z]. to swear (upon bread). to swear on [swe:]. to raid a house [reyd]. to pay a surprise visit [siprayz]. to be duped [dyu:pt]. to print. to put on the brakes [breyks]. basmak (gaflet) 81 gaflet basmak gaza basmak geri basmak gırtlağına basmak hafakanlar basmak Beni hafakanlar bastı. hararet basmak hava basmak istifayı basmak izine basmak kâbus basmak kadem basmak kahkahayı basmak kalayı basmak kalıbını basmak kama basmak kar basmak karanlık basmak karaya ayak basmak kasvet basmak kış basmak kitaba el basmak kuyruğuna basmak, birinin...: yılanın...: Uyuyan yılanın kuyruğuna basma. küfürü basmak mandepsiye basmak (argo) marşa basmak mühür basmak mühürünü basmak, mühür için: yemin olarak: nasırına basmak ökseye basmak para basmak parmak basmak (bir şeye) Parmağımı basarım. parmağını yaranın üzerine basmak rehavet basmak sel basmak sıcak basmak sıkı basmak sıkıntı basmak sırra kadem basmak sikke basmak sis basmak su basmak şamarı basmak tam üstüne basmak ter basmak Sınav odasında beni birden ter bastı. tetiğe basmak tokatı basmak tongaya basmak to be overcome by sleep [ouvikam], to step on the gas [ge:s], to reverse (a car) [rivo:s], to get smb by the throat. to be thoroughly depressed [thanli]. I'm thoroughly depressed. to feel thirsty [tho:sti], to give oneself airs [e:z]. to hand in one's resignation [rezigneysm]. to tail [teyl]. to have a nightmare [naytme:]. to set foot in. to burst out laughing [bo'.st] [la:fing]. to abuse [ibyu:z]. to guarantee [ge:nnti]. to mark the points scored [sko:d], (snow) to cover up [kavirap]. to get dark. to go ashore [iso:]. to become depressed [diprest]. (winter) to set in. to take an oath (on the Koran) [outh]. to provoke smb [provouk]. to provoke a powerful person. (Let sleeping dog lie.) to curse and swear [ko:s] [swe:]. to be taken in. to press the starter [sta:ti]. to seal [si:l], to stamp with one's seal. to swear that smth is true [swe:]. to tread on smb's toes [touz]. to get oneself in a mess. to print money [mani], to draw attention to [dro:] [itensm]. (Mark my words!) to put one's finger on the real problem. to be overcome by drowsiness [drauzinis]. to flood [flad]. to suddenly feel hot. to stand firm [fo:m]. to feel depressed [diprest]. to disappear into thin air [disipi:]. to mint money [mani]. (fog) to come in. to inundate [inandeyt]. to give smb a slap on the face [feys]. to hit the nail on the head [neyl]. to break out into sweat [swet], / broke out into sweat in the exam room. to squeeze the trigger [skwkz]. to give smb a resounding cuff [kaf], to fall into a trap. bastırılmak 82 uyku basmak üstüne basmak yağ basmak yan basmak yaraya tuz basmak Yarasına tuz basman gerekmez. yaş tahtaya basmak yaşma basmak Onaltı yaşına henüz bastı. Gelecek ay onüç yaşıma basacağım. yaygarayı basmak zıttma basmak bastırılmak Herhangi bir teşebbüs anında bastırılacak. bastırmak, basmak anlamında: bir ayaklanmayı: Askerler isyanı acımasızca bastırdı. kenarını bastırıp dikmek: kitap vs. için: sıkıştırmak anlamında: soğuk hava için: Kara kış bastırdı. üstünlüğünü göstermek: Yavuz hırsız ev sahibini bastırır. yağmur veya kar için: Yağmur öyle bastırdı ki sırılsıklam olduk. 1 birleşikler ve deyimler | Acı acıyı bastırır. bir şey başlamadan bastırmak Hükümet darbeyi başlamadan bastırdı. cevabı bastırmak dayağı bastırmak isyanı bastırmak kavgayı bastırmak mideyi bastırmak Midemi bir ekmek parçasıyla bastıracağını. sıcaklar bastırmak safra basürmak soğuklar bastırmak suda bastırmak tokadı bastırmak uyku bastırmak basur olmak baş ağrısı olmak baş belası olmak Bu adam bir baş ağrısıdır. Bu adam başımın belasıdır. baş edebilmek baş edememek baş etmek Küçücük bir çocukla baş edemiyor musun? Herhangi birinizle baş ederim. to suddenly feel sleepy. to hit the nail on the head [neyl]. to f i l l with fat/oil [fe:t]. to be deceived [diskvd]. to rub it on [rab]. You don't have to rub it on. to fall into a trap [tre:p]. to reach the age of [eye]. She has just reached the age of 16. (I'll be thirteen next month.) to raise an uproar [apro:]. to do smth to spite smb [spayt]. to be crushed [kra§t]. Any attempt will be crushed instantly. to push down, to put down. The troops put down the rebellion mercilessly. to hem. to have smth printed, to press down, to set in. Winter has set in. to surpass [so:pa:s]. (A brazen scoundrel will make one believe the wronged person is guilty [rongd].) to come down. The rain came down so suddenly that we were drenched [drenct]. One pain drives out another [peyn]. to nip in the bud [bad]. The government nipped the coup in the bud. to give a swift reply [riplay]. to give smb a thrashing. to crush a rebellion [krasj. to break in a fight [fayt]. to stay one's stomach [stamik]. I'll stay my stomach with a piece of bread. (weather) to get very hot. to tide oneself over [tayd]. to turn suddenly cold. to soak in water [souk]. to give smb a slap in the face. to feel very sleepy. to have hemorrhoids [hemiroydz], to be a nuisance [nyu:sms]. That man is a nuisance. to be a nuisance. (This man is a pain in the neck.) to be able to cope with [koup]. to be unable to cope with. to handle [he:ndil]. Can't you handle a little child? (I can take up any one of you). baş gelmek 83 baş gelmek baş göz etmek baş göz olmak baş olmak Baş ayak, ayak baş oldu. Baş ol da ne başı olursan ol. Körler memleketinde, şaşılar baş olur. Burada baş kıç yok. baş örtülü olmak baş örtüsüz olmak baş tacı etmek baş ucunda olmak baş üstünde yeri olmak başa bela olmak başa gelmek Az yaşa, çok yaşa, akibet gelir başa. Akla gelmeyen başa gelir. başabaş gelmek başaklanmak başaramamak Ya başaramazsak? Başaramayacakları kesin. Bütün beklentilerin aksine, başaramadı. başarılı olmak Şimdiye kadar başarılı oldular. Çalışıp bu işte başarılı olacağız. Biz de diğerlerinden daha başarılı olmadık. Sınavda başarılı olacak mı? Planımız o kadar başarılı olmadı. Toplantı çok başarılı oldu. Şimdiye kadar çok başarılı olduk. başarılı olmamak Orada başarılı olamadı. Tecrübesizliğinden başardı olamadı. Bu sefer plan başarılı olamadı. başarılmak Şimdiye kadar birçok şey başarıldı. başarısız olmak başarmak, olağan anlamında: Bunu da başaracaksın. bir çabanın neticesi olarak: İyi iş başardınız. Az zamanda birçok şey başardık. planlanmış bir şey için: Onu başarmak için altı ayı var. zor bir işi: Tek başına başarabilecek misin? Onları korkutup kaçırmayı başardık. Keşke onu başarabilsek. to take the lead [li:d]. to marry (people) to each other. to marry [me:ri]. to be the head, be the leader. (The people at the top and the bottom have changed places [batim].) Be at the head of something, however humble it is. (In the country of the blind, the cross-eyed is king.) There is no one leading nor led here. to wear a head scarf [we], [ska:f]. to go barehead [be:hed]. to revere [rivi:]. to be at smb's bedside [bedsayd]. to be highly respected [rispektid]. to be a source of trouble [trabtl]. to happen (to). (It matters not how long you live, the end is sure to come.) One can't always anticipate what will happen. to come out just right. to come into ear [i:r], to fail [feyl]. What if we fail? They are certain to fail. Contrary to expectations he failed. to be successful [siksesful]. They've been successful so far. We'll strive and be successful in this. We were no more successful than the others. (Will he pass the exam?) to work well. Our plan hasn't worked that well. to come off well. The meeting came off very well. to do well. We've done quite well so far. to be unsuccessful [ansiksesful]. He hasn't been successful there. (He failed through lack of experience.) (This time the plan didn't work.) to be accomplished [ikompli§t]. A great deal has been accomplished so far. to be unsuccessful [ansiksesful]. to succeed in [siksi'.d]. You'll succeed in this too. to achieve [ici:v]. (You did a good job.) We've achieved a lot in a short time. to accomplish [ikomplisj. He has months to accomplish his task. to manage [me:nic]. Will you manage by yourself? We managed to frighten them away [fraytin]. I wish we could manage it. başı belada olmak 84 zorluklara ve tehditlere karşı: Sence başarabilecekler mi? Başaracağım pek sanmıyorum, üstün gelmek anlamında: Birlik olursa, başarırız. zar zor başarmak: başı belada olmak başı darda olmak başı dertte olmak başı havada olmak başı kalabalık olmak başı pek olmak başı yerine gelmek başı yukarıda olmak başına gelmek (birinin) Böyle bir şey başıma hiç gelmemişti. Bu herkesin başına gelebilir. Gülme komşuna gelir başına. Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Başıma gelen, pişmiş tavuğun başına gelmedi. Sabreyle işine, hayır gelsin başına. Aklıma gelen başıma geldi. başına gelmek (korktuğu) Korktuğum başıma geldi. başına taç etmek başında gelmek (bir şeyin) Listenin başında geliyor. başka olmak Dostluk başka, iş başka. Burada onun yeri başkadır. başkalaşmak, hiçim değiştirmek anlamında: değişmek anlamında: baş kaldırmak, genel anlamda: Bunlar idareye karşı baş kaldıracak. asker veya tayfa tarafından: başkanlık etmek Toplantıya kim başkanlık edecek? başlamak, Delegasyona kim başkanlık edecek? genel anlamda harekete geçmek: Ben söyleyene kadar başlamayacaksınız. Anlamaya başladım. Bağırmaya başladı. Konser, alışılmış taksimle başladı. Daha şimdiden pazarlığa başladı. Birden ağlamaya başladı. Tam işe başlamışken... etkisini göstermek anlamında: Kış fena başladı. bir işe girişmek anlamında: to make it. Do you think they'll make it? I don't think he is going to make it. to prevail [priveyi]. United, we shall prevail. to scrape through [skreyp]. to be in trouble [trabil]. to be hard up. to be in trouble, to be snobbish. to be surrounded by people [siraundid]. to be obstinate [obstimt]. to recover one's senses [rikovi]. to be conceited [krnsktid]. to happen to. Nothing of the sort has ever happened to me. It could happen to anyone. Don't laugh at people's misfortune, it may happen to you [misfo:cm]. (Wish good to others so that you may, too, prosper.) (You can't imagine what I've been through). (Be patient and you'll succeed). What I was afraid would happen has happened. to turn out the way one feared [fi:rd]. It turned out just the way I feared it would. to show great respect to [rispekt]. to lead [li:d]. She is leading the list. to be different [difnnt]. (Business is business [bizniz].) (He has a special place here [spefil].) to metamorphose [metimo:fouz]. to alter [o:lti]. to rebel [ribel]. (They'll be up in arms against the administration.) to mutiny [myu:tini]. to preside [prizayd]. Who is going to preside over the meeting? to head [hed]. Who is heading the delegation? to begin. You are not to begin until I tell you. I'm beginning to understand. to start. She started shouting [§auting]. The concert started with the usual solo. He has already started bargaining. (Suddenly she burst into tears [ti:z]. (While you are at it...) to set in. Winter has set in, in real earnest. to embark on [imba:k]. başlamak (bırakılan yerden) 85 oluşmak anlamında: Onu gittikçe sevmeye başlamıştık. Kazadan sonra içmeye başlamıştı. I birleşikler ve deyimler | bırakılan yerden başlamak Bıraktığımız yerden yeniden başlayacağız. bir işe başlamak bir işe iyi başlamak bir işe kötü başlamak Bismillah ile başlamak göreve başlamak Bugün yeni bir müdür göreve başlıyor. Göreve ancak bayramdan sonra başlayacak. hoşlanmaya başlamak Bizden hoşlanmaya başladı. -den soğumaya başlamak işe tersinden başlamak Siz bu işe tersinden başladınız. iyi bir başlangıç yapmak sıfırdan başlamak O da hayatına sıfırdan başladı. üst perdeden başlamak -e yeniden başlamak 1950'den sonra yeniden öğretmenliğe başladı. başlanmak başlatmak, genel anlamda: Bu projeyi başlatacak paramız yok. Üretimi yeniden başlatacağız, açmak anlamında: Böyle bir tartışmayı şimdi başlatmaya gerek yok. Toplantılarını bir dua ile başlatıyorlar, kişisel teşebbüs olarak: Bütün bu projeleri kendisi başlattı, kampanya vs. için: Yeni bir kampanya başlatmak üzereyiz. Kampanyayı erken başlatmalıyız. baştan kara etmek baştan savma olmak baştan savma yapmak | birleşikler ve deyimler | *Akıl yaşta değil, baştadır. Dertsiz baş olmaz. *Muhabbet iki baştan olur. başvurmak, bir şey için: Vize için başvurdunuz mu? Lütfen resepsiyona başvurunuz. Başvurunuzu uygun yollardan yapınız. to grow to. We had grown to like him. to take to doing smth. He took to drinking after the accident [eksidmt]. to pick it up from. We shall pick it up from where we left it. to set about doing smth. to set off to a flying start. to be off to a bad start. to start smth by invoking the name of God. to take over. A new director is taking over today. to assume duty [isyu:m]. He'll assume duty only after the bayram. to take a liking to [layking]. He has taken a liking to us. to take a dislike to. to put the cart before the horse [ka:t]. You've put the cart before the horse. to be off to a flying start. to start from scratch [skre:ç]. He too started life from scratch. to start threatening and cursing [ko:sing]. to return to. After 1950 he returned to teaching. to develop a head. to start. We haven't the money to start this project. We shall start production rolling again. to open. There is no need to open such a debate. They open their meetings with a prayer. to initiate [ini§ieyfj. He himself initiated all these projects. to launch [lo:nç]. We are about to launch a new campaign. to get smth under way. We must get the campaign under way early. to take a slim chance [ça:ns]. to be done carelessly. to do smth carelessly and hastily. Age is no measure for wisdom [meji]. Nobody is free of troubles [trabilz]. It takes two to establish good relationship. to apply (for) [îplay]. Have you applied for a visa? Kindly report to the reception desk [risepsin]. Please submit your application through the proper channels [çe:nilz], to apply for a job. batılılaşmak 86 akıl danışmak üzere: doktora...: Kime başvuralım? Başka bir doktora başvurmalısın. yardım amacıyla: Bu kadının başvuracağı bir dostu yok. şiddet, hile vs.'ve: I birleşikler ve deyimler | doktora başvurmak hileye başvurmak Parayı almak için her hileye başvurdular. her çareye başvurmak Onu geri almak için her çareye başvuracak. kanuni yola başvurmak O taktirde kanuni yollara başvuracağız. kuvvete başvurmak mahkemeye başvurmak Siz mahkemeye başvurunuz. resmen başvurmak şiddete başvurmak Dağıtmazsanız, şiddete başvuracaklardır. (birinin) yardımına başvurmak (başka) yollara başvurmak batılılaşmak batılılaştırmak batırılmak Gemi, uluslararası sularda batırıldı. batırmak, gemi ıçm: iğne için: Önce iğneyi kendine batır, sonra çuvaldızı başkalarına. kirletmek anlamında: kötülemek anlamında: mahvetmek anlamında: Bu bizi batıracak. para veya sermaye yitirmek: bir sıvıya: Pişirmeden önce tuzlu suya hatırınız. (*tki kaptan bir gemiyi batırır.) *yağa bala batırmak batmak, davranışla tedirgin etmek: denize gömülmek anlamında: Bu hafta batan ikinci gemi. dokunmak anlamında: Doğru söz çok kişiye batar, güneş ve ay söz konusu ise: iflas etmek anlamında: Bu krizde birçok büyük firma battı, iğne söz konusu ise, a) böcek iğnesi için: b) dikiş iğnesi için: cok kirlenmek anlamında: to consult [kinsalt]. Who should we consult? to consult [kinsalt]. You should consult another doctor. to turn to [to:n]. This woman has no friend to turn to. to resort to [rkzot]. to consult [kinsalt]. to resort to tricks [rizo:t]. They resorted to every trick to get the money. to resort to all means [mi:nz]. (He'll stop at nothing to get it back.) to appeal to the law [ipi:l]. In that case we shall have to take legal actions [e:k§inz]. to appeal to force [fo:s]. to go to court [ko:t]. You should go to court. to apply directly [iplay]. to resort to force [rizo:t]. If you don't disperse they'll resort to force. to turn to smb for help. to try other methods [methidz]. to go western. to westernize [westirnayz], to be sunk. [sank]. The ship was sunk in international waters. to sink. to stick, to prick. Prick yourself with a needle before sticking a packing needle into others [nidil]. to soil [soyl], to decry [dikray]. to ruin [ru:win]. It's going to ruin us. to lose [hr.z], to soak [souk]. Soak in brime before cooking [braym]. Too many cooks spoil the broth. to treat smb to a lavish meal [mi:l]. to get on the nerves of [nbvz]. to sink. It's the second ship to sink this week. to prick. Truth pricks on many people. to set. to go bankrupt [bernkrapt]. During this crisis many big firms went bankrupt. to sting, to prick. to be badly soiled [soyild]. batmamak 87 saplanmak anlamında: tırnak söz konusu ise: yok olmak anlamında: Nasıl olsa öyle de battık böyle de. Battı balık yan gider. |birleşikler ve deyimleri Adı batası adam! Adı batasıca! Karadeniz'de gemilerin mi battı? Para ona batıyor. Sakınan göze çöp batar. Tevekkelin gemisi batmaz. boğazına kadar borca batmak çamura batmak göze batmak uygunsuzluk bakımından: kan tere batmak kıçına batmak ocağı batmak rahat batmak (birine) rahat kıçına batmak Rahat kıçına mı battı? sırtına kadar borca batmak tere batmak yere batmak yerin dibine batmak batmamak Biz daha batmadık. Kayık alabora oldu fakat batmadı. battal etmek battal olmak bayağı olmak bayağılaşmak bayağılaştırmak bayat olmak bayatlamak Bu yeni ekmek uzun süre bayatlamıyor. bayatlatmak bayılmak, kendinden geçmek: Bayılacak gibi oldum. kendini kaybetmek anlamında: Kanı görünce bayıldı. çok sevmek anlamında: Kendisinden konuşmaya bayılıyor. Yeni elbisenize bayıldım. Bu resmine bayılıyorum. Buna bayıldım. | birleşikler ve deyimler | açlıktan içi bayılmak ayılıp bayılmak gözleri bayılmak gülmekten bayılmak içi bayılmak to sink. to become ingrown. to be ruined [ru:wmd], (In for a penny, in for a pound.) (We are done for in any case.) Damned fellow! Damn him [de.m]/ What are you brooding over [bru:ding]? Money burns a hole in his pocket. (Misfortune strikes the over-careful.) The trust in God can never go wrong. to be up to one's ears in debt. to go down in the mud [mad]. to attract attention [iten§in]. to be inappropriate [improupnyit], to sweat profusely [swet]. to give up a comfortable place [kamfitibil]. to be ruined [ru:wind]. to spurn an easy life [spd:n], to be foolish enough to give up an easy life. Why on earth give up an easy life? to be up to ears in debt [det]. to be covered with sweat [swet], to vanish [ve:nisj. to feel like sinking in the ground. to float [flout]. We are still floating. The boat overturned but kept floating. to cancel [ketnsil]. to be cancelled. to be coarse [ko:s]. to become vulgar [valgi]. to make smth vulgar. to be stale [steyl], to get stale. This new kind of bread doesn't go stale for a long time [bred], to make smth stale. to faint [feynt]. / was close to fainting. to pass out. She passed out when she saw the blood. to adore [ido:], to love. (She loves to talk about herself.) I adore your new dress. I adore this picture. (I love this one.) to feel faint with hunger [hangi]. to go through grief. to have a languorous look [lemgins]. to faint with laughter [larfti]. to feel faint from hunger. baygın olmak 88 yüreği bayılmak baygın olmak *aygın baygın olmak baygınlık gelmek bayıltmak *içini bayıltmak bayındırlaşmak bayındırlaştırmak bayındırmak bayırlaşmak bayraktarlığını yapmak bayraktarlık etmek bayraktarlık yapmak bayram etmek, mübarek gün için: şenlik yapmak anlamında: Bayram ediyorlar. | birleşikler ve deyimler] ayı görmeden bayram etmek ciğerleri bayram etmek düğün bayram etmek bayram yapmak Deliye her gün bayram. El ile gelen düğün bayramdır. bayramlaşmak bebekleşmek bebeklik etmek becayiş etmek becelleşmek, çekişmek anlamında: tartışmak anlamında: becerikli olmak Dekorasyonda beceriklidir. beceriksiz olmak becerememek Bir yumurta pişirmesini beceremez. Herkes sakız çiğner fakat çatlatmasını beceremez. Hiçbir şey beceremez. Bu işi beceremez. Fiziği pek beceremiyorum. becermek Zamanında dışarı çıkmayı becerdim. İş becerenin, kılıç kuşananın. iyi iş becermişsiniz. alaylı anlamda: bedava olmak Bedavadır, istemeniz yeter. çok ucu: anlamında: bedavaya gelmek Sana bedavaya gelir. bedbin olmak bedbinleşmek beddua etmek to feel faint [feynt], to be unconscious [ankon§is], to be half-asleep [ha:fisli:p], -to get totally bored [bo:d], to anesthetize [e:nisthitayz]. to cause slight nausea [no:ziyi]. to be developed. to provide public services (for) [pnvayd]. to build up [bild ap]. to get steep [sti:p]. to be in the forefront (of) [fo:frant]. to take the lead [li:d]. to be a leader. to celebrate Bayram [selibreyt]. They are celebrating Bayram. to exult [igzalt]. to rejoice before there is any reason for it. to enjoy a bit of fresh air [injoy]. to celebrate [selibreyt]. to celebrate the feast of Bayram. (To a fool every day is a feast [fv.st].) (It's comfort to have a companion in misfortune.) to exchange greetings on the feast of Bayram. to behave like a baby. to be childish. to exchange offices with each other [iksceync]. to struggle [stragil]. to argue [a:gyu]. to be a good hand at. He is a good hand at decorating. to be clumsy [klamzi]. to be unable to. She's unable to cook an egg. Anyone can chew gum but not everyone can make it crack [cu.]. She is incapable of anything. (He is not up to it.) (I don't do well in physics.) to manage [me:nic]. / managed to get out in time. (Success comes to those who know their job.) (You did a good job of it.) to spoil [spoyl]. to be free [fri]. It's free, you can get it for the asking. to be very cheap. to cost nothing. It will cost you nothing. to be pessimistic. to become pessimistic. to curse [ko:s]. bedel olmak 89 bedel olmak Dünyalara bedeldir. Ömre bedeldir. bedeli olmak Bunun bir bedeli olmalı. beğendirmek beğenilmek beğenmek, onaylamak anlamında: İster beğen, ister beğenme, bu iş böyle. Beğenmeyen küçük kızını vermesin. seçmek anlamında: Beğen beğendiğini. Herkes aklını pazara çıkarmış, yine kendi aklını beğenmiş. sevmek anlamında: Doğrusunu isterseniz, hiç beğenmedim. Zamanla onu beğeneceksin. Verdiğim cevabı beğendin mi? Ben bu adamın yüzünü hiç beğenmedim, takdir etmek anlamında: Ölürse yer beğensin, kalırsa el beğensin. Onu herkes çok beğenirdi. | birleşikler ve deyimler j O çok güç beğenir. Ne dese beğenirsin! Orada kimi görsem beğenirsin! kendini beğenmek Kendini ne kadar da beğeniyor. nefsini beğenmek yerini beğenmek (bitki) beğenmemek Annem bu işi beğenmeyecek. Bunların hallerini beğenmiyorum. Beğenmezse beğenmesin. | birleşikler ve deyimler j adam beğenmemek çıktığı yumurtayı beğenmemek gidişini beğenmemek Kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş. bekçilik etmek bekçilik yapmak bekinmek beklemek (ayrıca bak: beklememek) birini, bir şeyi bir yerde...: Sizi beklesinler mi? Onları bir saat beklemek zorunda kaldık. Onlar otobüsü bekliyorlar, bir şeyin olmasını...: Siz bitirinceye kadar beklerim. Beklememiz gerekiyor mu? Bu iş bekleyemez. Bu, yarına kadar bekleyemez mi? to be worth [wo:th]. (It's like nothing on earth.) It's worth a life. to have a price [prays]. There must be a price for it. to have smb like smth. to win approval [ipru:vil], to approve [ipru:v]. (Take it or leave it, that's how it is.) (You don't have to like what I do.) to choose [gu:z]. Choose what you like, make your choice! (Everybody at the end would rather be what they are.) to like. To speak frankly, I don't like it at all. You'll like him in the course of time. How did you like the answer I gave? I don't like the looks of this man. to admire [ldmayr]. (Don't spare the rod, your child will be a credit to you [spe:].) Everybody admired him. He's very hard to please. You won't believe what he said! Guess who I saw there [ges].' to be conceited [kmsitid]. He is so conceited. to think a lot of oneself, to grow well in one spot, not to like. Mother won't like this. I don't like the way they're carrying on. If he doesn't like it, he can lump it. to be over-critical of people [kritical]. to grow too big for one's boots [bu:ts]. to disapprove of smb's behaviour [disipru:v]. (He's ashamed of his background [lseymd].) to stand guard [ga:d]. to stand guard. to be obstinate [obstimt]. to wait for. Are they to wait for you? We had to wait for them for an hour. They are waiting for the bus. to wait. /'// wait until you've finished. Do we need to wait? This can't possibly wait. Can't it wait until tomorrow? beklemek (alesta) 90 birisini: Tamirciyi bekliyorum. Bizi beklemiyorlardı. Beni yemeğe beklemişsiniz. Sizi yarın bekliyorlarmış, gözetlemek ve korumak anlamında: i Birisinin evi beklemesi gerek. Bunları kim bekleyecek? karşılaşılma olasılığı olmak: Onu orada bekleyenleri bilmiyor. İşte onları bekleyen tehlike. Onları bekleyen akıbet budur. Onları orada birçok problem bekliyor. Onu orada yeni bir hayat bekliyor, tahmin etmek anlamında: Böyle bir şeyi sanki bekliyor gibiydi. Bir ödül almayı beklemiyordu. Beklediğim gibi olmadı, telefon söz konusu ise: Lütfen biraz bekleyiniz, sizi bağlayacağım. Biraz bekleyebilir misiniz? ummak anlamında: Sizin beklediğiniz bu mu? Aşk olsun, hiç beklemezdim. Bizi anlamanızı beklemiyorum. , Ne yapmamı bekliyorsun? Buna inanmamı mı bekliyorsun? birinden beklemek: Sizlerden büyük şeyler bekliyoruz. Onun gibi birinden böyle şeyler beklemezdim. Bunu yapmanı senden beklemiyorum. Ondan daha ne beklenir? Bunu yememi mi bekliyorlar? |birleşikler ve deyimleri Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Bekle gör. Sen daha çok beklersin. Bunu saymayız, yine bekleriz. Korku dağlan bekler. alesta beklemek başında beklemek bebek beklemek Bir bebek mi bekliyor? cevap beklemek Cevabınızı bekliyoruz. çıkar beklemek Bu işten ne gibi bir çıkar bekliyor? dört gözle beklemek Dört gözle bekliyorum. Ziyaretinizi dört gözle bekliyoruz. Sizinle görüşmeyi dört gözle bekliyorum. fırsat beklemek gizlenip beklemek haber beklemek (birinden) to expect [ikspekt], I'm expecting the repairman [ripe:man]. They were not expecting us. I gather you were expecting me for lunch. I gather they were expecting you tomorrow. to watch over [woe]. Someone must watch over the house. Who is going to watch over these? to lie in store for [lay in sto:]. He doesn't know what's in store for him there. This is the danger in store for them [deynci]. This is the fate that lies in wait for them [layz]. (A lot of problems await them there.) (A new life awaits her there [iweyts].) to expect [ikspekt]. She was sort of expecting it. He didn't expect to get a prize [prayz]. It didn't happen as I had expected. to hold on. Please hold on a minute, I'll put you through. Could you hang on a minute [mink]? to expect. Is that what you are expecting? I'd never have expected it, it's too bad. I don't expect you to understand us. What do you expect me to do? You don't expect me to believe that! to expect of smb. We expect great things of you. I wouldn't have expected it from someone like him. I don't expect you to do it. What do you expect from her? (Am I supposed to eat that [sipouzd]?) He who endeavours patiently to obtain something will be rewarded [indeviz]. Wait and see. (You'll have another guess coming.) We shan't consider this a visit, do come again. Fear can get the bravest. to be ready waiting. to stand watch over [woe]. to expect a baby [ikspekt]. Is she expecting a child? to await smb's reply. We are awaiting your reply [iweyt]. to hope to gain from [houp]. What does he hope to gain from this? to look forward to. / look forward to that day. We're looking forward to your visit. I'm looking forward to meeting you. to wait for an opportunity [opityu:niti]. to lurk [15 :k]. to look forward to hearing from. beklememek 91 Haberlerinizi bekliyorum. hacı bekler gibi beklemek hasta beklemek kuyrukta beklemek medet beklemek nöbet beklemek görev bakımından: nöbetleşe beklemek olmasını beklemek (bir şeyin) pusuda beklemek sabırsızlıkla beklemek (bir şeyi) Onları göreceğim anı sabırsızlıkla bekliyorum. sıra beklemek sırasını beklemek Sıralarını beklemek zorundalar. tetikte beklemek vardiya beklemek yardım beklemek Yardım beklemek boşuna. yatışmasını beklemek (durumun) yatıya beklemek yolunu beklemek (birinin) Bir saattir yolunuzu bekliyoruz. beklememek Bunu beklemiyordum. Aşk olsun, sizden bunu beklemezdim! Bu kadarını da kimse beklemiyordu. Zor olacağını biliyordum, fakat bu kadarını beklemiyordum. Bunu hiç beklemiyorduk. I birleşikler ve deyimler | Ölü gözünden yaş beklenmez. hayır beklememek (bir işten) Bu işten hayır bekleme! beklenilmek Buna razı olmaları beklenebilir mi? Bütün beklenilenlerin aksine, başaramadılar. beklenmek İşi bugün bitirmesi bekleniyor. Ondan beklenir. Daha başka idamların olacağı bekleniyor. Bu değişiklikler beklenmedik değil. bekleşmek bekletilmek Bekletilmekten nefret ederim. bekletmek inşallah sizi bekletmedim. Delegeleri nasıl bekletirsin? Çok özür dilerim, sizi beklettim. Bizim için akşam yemeğini bekletmeyin. belâ olmak Bülbülün çektiği dili belasıdır. I'm looking forward to hearing from you. to wait impatiently for smb. to watch over a patient. to queue up [kyu:]. to hope for help (from). to stand guard. to be on duty [dyu:ti]. to wait by turns [td:nz]. to hope for smth [houp]. to lie in wait for smb [lay], to look forward to doing smth. I'm looking forward to seeing them. to queue [kyu:]. to await one's turn [iweyt]. They have to wait for their turn. to be on the alert [ilo:t]. to have watch [woe], to hope for help [houp]. It's no good hoping for help. to let the dust settle [setil], to expect smb to stay overnight. to be on the look out for [lukaut]. We've been on the look out for you for an hour. not to expect [ikspekt]. / didn't expect that. It's too bad of you, I should never have expected this from you. to bargain for [ba:gin]. That's more than anyone bargained for. I knew it would be hard but I didn't bargain for this. We didn't bargain for that. One can't expect to get blood from a stone. not to expect good results from. Don't expect anything good from it. to be expected [ikspektid]. Can one expect them to agree to this [lgri:]? Contrary to expectations they haven't succeeded. to be expected. He's expected to finish the job today. (That's just like him.) Some more executions are expected. These changes were not unexpected. to wait together. to be kept waiting. / hate being kept waiting. to keep smb waiting. / hope I haven't kept you waiting. How can you keep the delegation waiting? I'm very sorry to have kept you waiting. (Don't let dinner wait for us.) to be a nuisance [nyu:sins]. (One's tongue is apt to get one in trouble.) belalı olmak 92 Bu adam püsküllü bir beladır. Öğretmenlerin başına bela olma. belalı olmak belemek belermek belertmek (gözlerini) belgelemek ! belgelendirmek belgelenmek belginleştirmek beliklemek belinlemek belirgin olmak belirginleşmek belirginleştirmek belirlemek belirlenmek belirleyici olmak belirli olmak belirmek belirsiz olmak [birleşikler ve deyimleri adı sanı belirsiz olmak Ne idüğü belirsiz yer. Ne idüğü belirsiz bir banka. izi belirsiz olmak belirtilmek Bu, raporda açıkça belirtilmişti. belirtmek, açıklık getirmek: Onu, onlara açıkça belirttim. Bir şeyi açıkça belirtmek isterim, işaret etmek anlamında: Bunun sebebini belirtmemiz gerek, ortaya koymak anlamında: Koşulları belirtmek durumunda değilsin, yer söz konusu ise: Bu yerleri harita üzerinde belirttik, vurgulamak anlamında: Mesajı açıkça belirtmeliyiz. bellemek *bağ bellemek *bel bellemek bellenmek toprak söz konusu ise: belletmek belli etmek, açığa vurmak anlamında: Annem hislerini daima belli eder. Bunlar maksatlarını hiç belli etmezler. göstermek anlamında: *elini belli etmek *rengini belli etmek *amacını belli etmek This man is a serious nuisance [skryis]. Don't be a nuisance to your teachers. to be troublesome [trabilsim]. to dip into flour [flawi]. to be wide open [wayd]. to open one's eyes wide. to document [dokyumint]. to document. to be documented. to make smth clear [kl i : ]. to braid the hair [breyd], to wake up with a fright [frayt]. to be evident. to become evident. to make smth clear. to determine [ditb:min]. to be determined. to be characteristic [ke:riktiristik]. to be definite [difinit]. to appear [ipir]. to be uncertain [ans6:tm]. to be of doubtful reputation [repyuteysm]. (God only knows what sort of place it is.) A bank of doubtful reputation. to disappear without leaving any trace [treys]. to be indicated [indikeytid]. This was clearly indicated in the report. to make smth clear. / made it clear to them. I wish to make something clear. to point out. We must point out the reason. to determine [dito:min]. (You are not in a position to lay conditions.) to mark out. We have marked out these places on the map. to stress. We have to stress clearly the message. to commit to memory [kimit]. to hoe a vineyard [hou], [vinyid], to spade up (ground) [speyd], to be commited to memory [memiri]. to be turned over [to:nd]. to impress on one's memory. to betray [bitrey]. Your mother always betrays her feelings. to reveal [rivkl]. They never reveal their intentions. to show. to expose one's hand [ikspouz], to show one's true colours [kahz]. to show one's hands. belli olmak 93 belli etmemek Kızdığımı belli etmeyip, ağzımı açmadım. |birleşikler ve deyimler] Karda yürür izini belli etmez. elini belli etmemek rengini belli etmemek belli olmak, aşikar anlamında: açık anlamında: Hasta olduğu yüzünden belliydi. Kabul etmeyeceği yüzünden belliydi. [ birleşikler ve deyimler ] iyi dost kara günde belli olur. Ne izi belli, ne tozu. Kasım yüz elli, yaz belli. Perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur. Kutlu gün doğuşundan bellidir. Adam iş başında belli olur. belli olmamak aşikar anlamında: açık anlamında: Belli değil mi? Hâlâ belli değil. Ne yapacağı hiç belli olmaz. I birleşikler ve deyimler | Belli olmaz! rengi belli olmamak sağı solu belli olmamak Erenlerin sağı solu belli olmaz. ucu ortası belli olmamak bencil olmak Git gide daha bencil oluyor. bencilleşmek bencillik etmek benek benek olmak beneklemek benekli olmak bengileşmek benimsemek Biz, Avrupa hayat tarzını benimsedik. Benimsenen çözümü onaylamıyor. Fikri benimsemediğimden değil. benimsenmek benimsetmek benli olmak, çil söz konusu ise: kabarcık söz konusu ise: bent etmek benzemek, fiziksel özellikler bakımından: Annesine çok benziyor. Tıpkı babasına benziyor. Bu bebek kime benziyor? to dissimulate. (7 bit my lips and said nothing.) He is a very cunning person [kaning]. to dissimulate the true state of affairs [ife:z]. to conceal one's feelings [kmsi:l]. to be evident [evidint]. to be clear [kl i : ]. (You could see by his look that he was ill.) It was clear that he wasn't going to accept. A friend in need is a friend indeed. He disappeared without leaving any trace. After April summer is just around. One can tell how things will be by looking at how the are going. You can tell at the outset whether the day will end well. A man will be judged by his work. not to be evident. Isn't it evident? not to be clear. It's still not clear. (There is no telling what he'll do.) That depends! to remain unknown (one's opinion), to be unpredictable [anpridiktibil]. He is quite unpredictable. to be too complicated to be put right, to be selfish. He's getting more and more selfish. to get selfish. to act selfishly. to be speckled [spekild]. to speckle [spekil]. to be spotted/speckled. to become eternal [ito:ml]. to adopt [idopt]. We've adopted the European way of life. He doesn't approve of the solution adopted. (It's not that I don't like the idea.) to be accepted [ikseptid]. to have smb accept smth [iksept]. to be freckled [frekild]. to have a mole [moul]. to bind [baynd]. to resemble [rizembil]. He resembles his mother a lot. (He is the spit image of his father.) (Who does that baby look like?) benzemek (birbirine) 94 S-4 füzeye benzer, ancak daha kısadır. benzer yönler bakımından: O bana çok benzer. Bu çocuk babasına benziyor. benzer şeyler İçin: Bu filmlerin hepsi birbirine benziyor, benzer durum bakımından: Bu, ateşle oynamaya benzer. Tuzlu suda yüzmeye benzer. Bu, cehennemde çalışmaya benzer. Bu, denizdeki balığın pazarlığına benzer. Bu, ikindiden sonra dükkân açmaya benzer. Birçok bakımdan yüzmeye benzer. benzer olma durumu: a) duyma duyusuyla ilgili: Bir çocuk ağlamasına benziyor. (Sesi) neye benziyor? Hiç ingilizce'ye benzemiyor. Farsça'ya benziyor, h) görme duyusu ile bağlantılı: Daha fazla bir çingeneye benziyordu. Biraz domatese benziyor. Şaşırmışa benzemiyorsun. İşte, şimdi bir şeye benzedi, gibi görünmek anlamında: İyi bir öğretmene benziyor. -mışa benzemek: Sen unutmuşa benziyorsun. Burada bir kavga olmuşa benziyor. Çok kızmışa benziyor. Şaşırmışa benziyorsun. Telaşlanmışa benzemiyorlardı. -acağa benzemek: Yağmur yağacağa benziyor. Gelmeyeceğe benziyor. Hafta sonu hava güzel olacağa benziyor. Güzel bir gün olacağa benziyor. I birleşikler ve deyimler | birbirine benzemek Benzeye benzeye yaz olur. Birbirlerine benziyorlar. iyi olacağa benzemek kötü olacağa benzemek kuşa benzemek noktası noktasına benzemek tıpatıp benzemek benzememek Hiç de futbola benzemiyor. Babasına hiç benzemiyor. to be similar to [simili]. It's similar to the S-4 rocket but shorter. to be like [layk]. He is very much like me. to take after. That child has taken after his father. to be the same [seym]. These films are all the same. to be akin to [ikinj. It's akin to playing with fire. to be similar to [simih]. It's similar to swimming in salty water. It's similar to working in hell. (It's like striking a bargain for fish in the sea.) It's akin to opening the shop in the evening. to be comparable to [kompinbil]. It's in many ways comparable to swimming. to sound like [saund]. It sounds like a child crying [kraying]. What does it sound like? It doesn't sound like English at all. It sounds Persian [pd:sm]. to look like. He looked more like a gypsy [cipsi]. It looks somewhat like a tomato [tima:tou]. You don't look surprised [siprayzd]. Now it's beginning to look like something. to seem [si:m]. He seems to be a good teacher. to seem to. You seem to have forgotten [figotm]. to look as if. It looks as if there has been a fight here. He seems to be very angry. You seem perplexed [piplekst]. They didn't seem alarmed [fla:md]. to look like. It looks like rain. It looks as if he's not coming. (The week-end promises to be fine.) (It promises to be a nice day.) Little changes add up to big differences. to look alike [ílayk]. They look alike. to promise good [promis]. to promise i l l . to be ruined by being cut [ru:wind]. to look alike in every way. to look exactly alike [ílayk]. to be nothing like. It's nothing like football. (He doesn't look a bit like his father.) benzeri olmak 95 | birleşikler ve deyimler] bir şeye benzememek Bir şeye benzemiyor. tırnağına benzememek O senin tırnağına benzeyemez. benzeri olmak benzeri olmamak benzersiz olmak benzeşmek benzetilmek (birine) Daima kız kardeşine benzetiliyor. benzetmek, birini başkasına: Daima beni kardeşime benzetirler. Beni başka birisine benzetiyorsunuz, benzer yönler bakımından: Onu daima Thatcher'a benzetirler. Kedi, yavrusunu yerken fareye benzetir, bozmak anlamında: dövmek anlamında: Adamı iyi benzetmişler. karşılaştırmak anlamında: Benzetmek gibi olmasın, bir şevi bir şey yapmakla: *maymuna benzetmek *kuşa benzetmek beraat etmek beraat ettirmek beraber olmak Anca beraber, kanca beraber. Başımla beraber. berbat etmek, bozmak anlamında: Herşeyi berbat eden sizin gibilerdir, kötü duruma getirmek: Bu adam bütün işi berbat etti. Bu işi berbat ettin. | birleşikler ve deyimler | bir çuval inciri berbat etmek Bir çuval inciri berbat edecektin. eski hayratı berbat etmek berbat olmak, kötü duruma gelmek anlamında: Her şey berbat oldu. bozulmak anlamında: kirlenmek anlamında: bereketlenmek bereketli olmak, bol anlamında: verimli anlamında: |birleşikler ve deyimler] Kesenize bereket! Nerede hareket, orada bereket! Ömrüne bereket! to be very badly done. It's no good. to be very inferior to [infiiryi]. (He's nothing when compared to you.) to be similar to [simih]. to be uniqe [yu:ni:k]. to be uniqe. to resemble one another [rizembil]. to be mistaken for [misteykin]. She's always mistaken for her sister. to mistake smb for smb. They always mistake me for my brother. You're mistaking me for someone else. to liken [laykin]. They always liken her to Thatcher. When the cat eats her kitten, it likens them to mice [mays], to spoil [spoyl]. to give smb a good beating [bkting]. They gave the man a good beating. to make a comparison [kimpe:risin]. / don't intent to make a comparison. to compare smth to doing smth. to make smb look ridiculous [ridikyudis]. to spoil smth. to be acquitted [lkwittid]. to acquit [lkwit]. to be together. To stick together for better or for worse. With great pleasure [pleji], to spoil [spoyl]. It's people like you who spoil everything. to make a mess of. (This man has messed the whole thing.) You made a mess of it. to upset the applecart [e:pilka:t]. You were going to upset the applecart. to make things worse. to be ruined [ru:wind]. Everything is ruined. to be spoiled [spoyld]. to become dirty [doti]. to be blessed with fertility [blest]. to be abundant [ibandint]. to be fertile [fo:tayl]. Blessing to your purse [po:s]! Where there is activity there's abundance! Thanks a lot! berelemek 96 Siftahı senden, bereketi Allahtan! Sofranıza bereket! berelemek berelenmek berhava etmek berhava olmak berraklaşmak bertaraf etmek Bütün engelleri bertaraf edeceğiz. ortadan kaldırmak anlamında: gidermek anlamında: bertaraf olmak bertilmek bertmek beslemek, desteklemek anlamında: duygular için: kedi köpek vs. söz konusuysa: ocak için: Ocağı devamlı kömürle beslemek gerekecek. yiyeceğini sağlamak: Bu topraklar bütün bu insanları besleyemez. Hastaları ve yaşlıları kim besleyecek? Kedi beslemeyen fareleri besler. Besle kargayı, oysun gözünü. yetiştirmek anlamında: Orada koyun beslemezler. Köylülerin çoğu tavuk besler. semirtmek anlamında: |birleşikler ve deyimleri can beslemek emel beslemek güven beslemek hınç beslemek husumet beslemek kendim beslemek Bebekler kendilerini besleyemez. kin beslemek Neden biri ona kin beslesin ki? Kimseye kin beslemeyecek kadar iyidir. koynunda yılan beslemek Meğer koynumuzda yılan besliyormuşuz. kuş beslemek kuş sütü ile beslemek umudunu beslemek umut beslemek beslenmek -ile beslenmek, hayvanlar için: May it bring good luck for the day! Thank you for the meal! to bruise [bru:z]. to get bruised [bru:zd]. to blow up (smth). to explode [iksploud]. to become clear. to brush aside [bras isayd]. We'll brush all the obstacles aside [obstikilz]. to get rid off. to prevent [privent]. to be eliminated [ilimineytid], to be sprained [spreynd]. to sprain [spreyn]. to support [sipo:t], to nurse [nd:s]. to keep, to feed [fi:d]. We'll have to feed the furnace with coal continuously [krntinyuwisli]. to feed. This land can't feed all these people. to nourish [naris]. Who is going to nourish the sick and the aged [eyed]? He who doesn't feed a cat feeds the mice. It's the case of biting the hand that feeds you. to breed [bri:d]. They don't breed sheep here. to raise [reyz]. Most villagers raise chickens. to fatten. to feed oneself well. to aspire to [ispayi]. to feel confidence [konfidins]. to nourish a grudge [grac]. to feel enmity. to feed oneself. Babies can't feed themselves. to bear a grudge [grac]. Why should anyone bear a grudge against him? She's too good to bear a grudge to anyone. to nurture a snake in one's bosom. It turned out we were nurturing a snake in our bosom [buzim]. to breed birds. to nourish smb with the best [narisj. to nourish hope of [houp]. to nourish hope. to be nourished [nari§t]. to feed on. besletilmek 97 insanlar için: Yalnız sebze ve meyva ile besleniyor. besletilmek besletmek besleyici olmak bestelemek bir güfteyi...: Güfteyi kim besteledi? bestelenmek beş para etmemek Beş para etmez. beş paralık etmek beş paralık olmak beş parasız olmak beşlemek, bir eylem bakımından: sayı bakımından: beter olmak Siz birbirinizden betersiniz. Alışmış kudurmuştan beterdir. Şimdi daha beter oldu. betimlemek betine gitmek betonlaşmak beyan etmek *fikri beyan etmek beyazlanmak beyazlaşmak beyazlatılmak beyazlatmak bezdirilmek bezdirmek Bu kadar kan manzaraları beni bezdiriyor. bezlemek bezemek bezenmek Oda çiçeklerle bezenmişti. *özenip bezenmek bezgin olmak, bıkkınlık bakımından: yorgunluk bakımından: bezirlemek bezmek *canından bezmek bıçaklamak bıçaklanmak bıkılmak bıkkınlık gelmek bıkmak, doyumluk bakımından: Çocuğumuz oyuncaklarından çabucak bıkıyor. usanmak anlamında: Bıktım artık! Bıktım, usandım. to live on. He lives only on vegetables and fruit. to be fed on. to have smb nourished. to be nutritious [nyutrifis]. to compose [kimpouz], to set words to music [myu:zik]. Who has set the words to music? to be composed [kimpouzd]. to be worthless [wo:thlis]. It's worthless. to vilify [vilifay], to disgrace oneself [disgreys], to be broke [brouk]. to do smth. five times. to raise a quantity to five [kwontiti]. to be/to get worse [wo:s]. (You're tarred with the same brush [ta:d].j Addiction is worse than madness. It got worse now. to describe [diskrayb]. to be vexed [vekst]. to become concrete [konkri:t]. to declare [dikle:]. to give an opinion [lpinymj. to get white [wayt]. to become white. to be bleached [bli:ct]. to whiten [waytin], to be disgusted [disgastid]. to sicken [sikm]. So much sight of blood sickens me. to knead [ni:d]. to adorn [ido:n]. to be adorned [ido:nd]. The room was adorned with flowers. to go to great trouble. to be depressed [diprest]. to be tired [tayird]. to treat with linseed oil. to get/be fed up. to be tired of living [tayid]. to stab [ste:b]. to get stabbed [ste:bd]. to get bored. to be bored [bo:rd]. to tire of [tayi]. Our child tires of his toys quickly. to have enough of. I've had enough of it [inaf]/ to be tired of [tayid], I'm tired of it all. bıktırmak 98 Bıktım bu işten. bir şey yapmaktan: Bütün gün beklemekten bıktım. Bu hayattan bıktım. [birleşikler ve deyimler | canından bıkmak hayattan bıkmak her şeyden bıkmak yaşamaktan bıkmak bıktırmak aşırt derecede: bıngıldamak bırakılmak Bize hiçbir şey bırakılmadı. Ortalarda bırakılmayacak kadar değerli. | birleşikler ve deyimler | kefaletle serbest bırakılmak serbest bırakılmak Bu sabah serbest bırakıldı. zorunda bırakılmak Atlarımızı yemek zorunda bırakıldık. bırakmak, (ayrıca bak: bırakmamak) genel anlamda: Her şeyi son dakikaya bırakmayınız. Akşamın işini sabaha bırakma. araba ile...: Sizi köşede bırakayım mı? Sizi nerede bırakmamı istiyorsunuz? bıyık, sakal vs. sözkonıısuysa: devam etmemek anlamında: Ne zaman istersen yarışı bırakabilirsin. Artık bu konuyu bırakalım, erteleme söz konusu ise: Bu toplantıyı gelecek haftaya bırakmak zorundayız, bir yerde, bir yere...: Sakın otelde bırakmış olmayasınız. Onu, posta kutumuza bırakınız. Onu yere bırakınız. Onu orada ölü diye bırakmışlar. bir şeyi birisine...: Olacakların tahminini size bırakıyorum. Nasıl biri olduğu kararını size bırakıyorum. Bu konuyu takdirinize bırakıyorum. -den vazgeçmek anlamında: İnşallah bu alışkanlığı bırakır. Çocuk gibi davranmayı bırak artık. bir şeyi yapmayı bırakmak: | birleşikler ve deyimler | Bırak Allahaşkına! aç bırakmak Aç bırakma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin. to be sick of. I'm sick of it. to be fed up of. I'm fed up of waiting. to be tired of living. to be tired of life. I'm tired of this life. to be sick of everything. to be weary of life [wiyri]. to weary [wiyri]. to plague [pleyg], to quiver (like jelly) [kwivi]. to be left. Nothing was left for us. (It's too valuable to leave about.) to be bailed out [beyld]. to be set free. He was set free this morning. to be reduced to [ridyu:st]. We were reduced to eating our horses. to leave [l i : v]. Don't leave things to the last minute [minit]. Don't leave this evening's work to tomorrow. to drop. Shall I drop you at the corner? Where do you want me to drop you? to grow. to drop (out). You can drop out of the race whenever you want. Let's drop this subject [sabcikt]. to put off. We have to put off the meeting till next week. to leave. / hope you haven't left it at the hotel. to drop. Just drop it in our letterbox. Just leave it down. They left her there for dead [ded]. to leave. / leave you to imagine the consequences. I leave you to decide what he is. I'm leaving the matter to you to decide. to drop. / hope she'll drop that habit. (Stop behaving like a child.) to quit doing smth [kwit]. Come on! to starve [sta:v]. (Leave a person hungry and he'll turn into a thief, scold him he'll become insolent.) bırakmak (açık) 99 açık bırakmak Bu konuyu gelecek toplantıya açık bırakalım. açık bırakmak (cihaz) Televizyon açık bırakılmış olmalı. açık kapı bırakmak açıkta bırakmak kişi için: ara bırakmak aralık bırakmak arkada bırakmak arkaya bırakmak arkasını bırakmak asıntıya bırakmak askıda bırakmak başıboş bırakmak Bu çocukları başıboş bırakmaya gelmez. bıyık bırakmak boğazında bırakmak, yiyecek anlamında: eğlence anlamında: cevapsız bırakmak dışarıda bırakmak dışarıya bırakmak Bizi dışarıya bırakacaklarını sanmam. dizginleri bırakmak dört ucunu bırakmak dudak payı bırakmak elinden bırakmak Kitabı elinden bırak da anneni dinle. Elinizdeki işi bırakın ve bunu yazın. emanet bırakmak etki bırakmak Üzerimde iyi bir etki bıraktı. gebe bırakmak geri bırakmak Herşeyi geride bırakarak kaçtılar. yarış söz konusu ise: 'Martı' tüm diğer tekneleri geride bıraktı. geriye bırakmak gölgede bırakmak güdük bırakmak haber bırakmak Sekreterine haber bıraktım. hayran bırakmak hayretler içinde bırakmak hayrette bırakmak heyecanda bırakmak ihtiyat payı bırakmak ikmale bırakmak iş bırakmak işi bırakmak işi oluruna bırakmak işleri birisine bırakmak iyi etki bırakmak iyi izlenim bırakmak to leave open. Let's leave this matter open for the next meeting. to leave on. The TV must have been left on. to leave the door open for. to leave outdoors [autdo:z]. to leave smb homeless [houmlis]. to leave a space [speys]. to leave half open. to leave behind. to put off. to stop chasing [çeysing], to delay [diley], to leave in suspense [sispens]. to leave idle [aydil]. It's no good to leave these children idle. to grow a moustache [mista:sj. to make the food stick in one's throat. to spoil the fun [fan]. to leave unanswered [ana:nsid]. to lock out [lok]. to let out. / don't think they'll let us out. to give up one's control [kintroul]. to give up. not to fi l l to the brim, to put aside [isayd]. Put aside the book and listen to your mother. Put aside whatever you're doing and write this. to deposit smth for safekeeping, to impress. / was favourably impressed [imprest], to make smb pregnant, to leave behind. They fled leaving everything behind. to outdistance [autdistans]. The Sea-gull outdistanced all the other boats. to postpone [poustpoun]. to overshadow [ouvi§e:dou]. to stunt [stant], to leave word. / left word with his secretary [sekritiri]. to fi l l with admiration [e:dmirey§in], to amaze [îmeyz]. to astound [istaund]. to keep in suspense [sispens]. to leave a margin for safety [seyfti], to condition [kindifin]. to sit in. to give up one's post. to let things take their own course [ko:s], to trust things to smb [trast], to leave a good impression [impresin]. to make a good impression. bırakmak (iz) 100 iz bırakmak Eğitimde iz bırakanlardan biri. izlenim bırakmak Oranın şefiymiş izlenimini bırakıyor. izlenim bırakmak (birinde) Bu olay bende derin bir iz bıraktı. kâr bırakmak Az kâr bırakıyor. kararında bırakmak kartvizit bırakmak kendi haline bırakmak kendini bırakmak kefaletle serbest bırakmak kenara bırakmak konuyu bırakmak kötü etki bırakmak lenger bırakmak leke bırakmak mahrum bırakmak maruz bırakmak merak içinde bırakmak Bizi merak içinde bıraktınız. merakta bırakmak mesafe bırakmak (-ile arasında) Arkadaşları ile arasında daima mesafe bırakırdı. mesaj bırakmak meteliksiz bırakmak Eşini ve çocuğunu meteliksiz bıraktı. meydan bırakmak (birine) Durumu izah etmeme meydan bırakmadılar. olay için: meydanda bırakmak müşkül durumda bırakmak nadasa bırakmak Bu yıl nadasa bırakacağız. okulu bırakmak Daim şimdiden beş öğrenci okulu bıraktı. olduğu gibi bırakmak Olduğu gibi bırakmak niyetindeyiz. oluruna bırakmak ortada bırakmak (birini) Sizi ortada bırakacaklar. öksüz bırakmak ^zgür bırakmak pay bırakmak paça ve kol için: peşini bırakmak rahat bırakmak Bu insanları rahat bırakınız. Çocuğu rahat bırak, kimseye zararı yok. rehin bırakmak, rehineiye bilezik vs.: to leave one's mark. He's one of those who left their mark on education. to give the impression [impre§in]. He gives the impression that he is the chief there. to leave an impression (impre§in]. This incident has left a deep impression on me [insidint]. to leave a profit. // leaves a little profit. to avoid doing smth in excess [ivoyd]. to leave one's card. to leave alone [lloun]. to neglect oneself [niglekt]. to release on bail [rili:s], [beyl]. to lay aside [isayd]. to leave a matter [me:ti]. to make a bad impression [impresm]. to cast anchor [e:nki]. to leave a stain [steyn], to deprive smb of [diprayv]. to expose smb to [ikspoz]. to leave smb worried [warid]. (You had us worrying.) to cause anxiety to [einzayiti]. to keep smb at a distance [distms]. She always kept her friends at a distance. to leave a message [mesic]. to leave smb penniless. He left his wife and child penniless. to give smb the chance to [ca:ns]. They didn't give me the chance to explain the situation [sityuey§in]. to allow smth to happen [llau]. to leave in the open. to leave smb in the lurch [16:9]. to leave fallow [fe:lou]. We shall let it lie fallow this year. to drop out. Five students have already dropped out. to leave as it is. We intend to leave it as it is. to let things take their course [ko:s]. to leave smb in the lurch [16:5]. They are going to leave you in the lurch. to make an orphan of [o:fm]. to set free [fri:]. to leave a margin [maxin]. to leave a little extra. to stop following smb. to leave smb in peace [pi:s]. Leave these people in peace. to leave smb alone [lloun]. Leave the child alone, he's hurting no one. to pawn [po:n]. bırakmak (sağ) 101 teminat ve kefalet olarak: sağ bırakmak sallantıda bırakmak sakal bırakmak silahları bırakmak serbest bırakmak özgür olarak: kefaletle...: Hepsini serbest bıraktılar. Polis bir uyarıyla onu serbest bıraktı. Bu sabah birkaç rehineyi serbest bıraktılar. sigarayı bırakmak Sigarayı bırakmaya karar vermişsin. sonraya bırakmak Bu işi sonraya bırakalım. susuz bırakmak sürüncemede bırakmak sütüne bırakmak (birinin) şansa bırakmak şüphe bırakmak tadında bırakmak Lütfen bu işi tadında bırakalım. takdirine bırakmak Miktarı müdürün takdirine bıraktık. bir tarafa bırakmak tatlı yerinde bırakmak tek başına bırakmak Bu çocukları nasıl tek başlarına bırakırlar? tensibine bırakmak Bu konuyu tensibinize bırakıyorum. töhmet altında bırakmak varını yoğunu bırakmak Varımı yoğumu bir vakfa bırakacağım. vestiyere bırakmak yakasını bırakmak Bu kızın yakasını bırak. yalnız bırakmak bir yana bırakmak Bu konuda duygularını bir yana bırakmalısın. yarı yolda bırakmak Onları yarı yolda bırakmanın zamanı değil. İnşallah bizi bir daha yarı yolda bırakmaz. yarıda bırakmak yarına bırakmak Bugünkü işini yarına bırakma. Bu işi yarına bıraksak, ne dersin? yaya bırakmak (bir yerde) bırakmak Bu konuyu burada bırakalım. En iyisi, onu burada bırakmaktır. yere bırakmak yerli yerinde bırakmak Lütfen herşeyi yerli yerinde bırakın. yoksun bırakmak Kimse kendini savunma hakkından yoksun bırakılamaz. to give as security [sikyurriti]. to spare smb's life [spe:]. to leave in suspense [sispens]. to grow a beard [bi:rd]. to lay down arms [a:mz]. to set free. to release on bail [rilks], [beyl]. They set them all free. The police let him go with a warning. They released a few hostages this morning. to give up smoking. / hear you've decided to give up smoking. to leave [lkv]. Let's leave it to another time. to let smb go without water. to drag out [dre:gaut]. to leave a matter to smb's sense of honour. to trust to chance [ça:ns]. to leave a suspicion [sispifin]. to let well alone. (Let's not overdo it, please [ouvidu].) to leave a matter to smb to decide. We left the amount to the director to decide. to set aside [isayd]. to stop doing smth at the right time. to leave smb alone [lloun]. How can they leave these children alone? to leave smth to one's discretion [diskres,in]. I leave this matter to your discretion. to implicate [implikeyt]. to leave everything one owns to. I'll leave everything I have to a charitable fund. to check. to leave smb in peace [pks]. Leave that girl alone. to leave smb on their own. to set aside [isayd]. You should set your feelings aside on this issue. to leave smb in the lurch [lô:ç]. It's not the time to leave them in the lurch. (I hope he won't let us down again.) to leave smth half-finished. to put off till tomorrrow. Do not put off till tomorrow today's work. What about leaving it for tomorrow? to leave smb in the lurch. to leave [l kv]. Let's leave it at that. The best thing to do is to leave it here. to put down. to leave in place. Leave everything in place. to deprive (of) [diprayv]. No one can be deprived of the right to defend themselves. bırakmamak 102 yüzüstü bırakmak zaman bırakmak zan altında bırakmak zor durumda bırakmak zorunda bırakmak bırakmamak Aramadık yer bırakmadık. Baş vurmadığım çare bırakmadım. Çalmadık kapı bırakmadık. Bize yapmadığım bırakmadı. Yemediği nane bırakmadı. | birleşikler ve deyimler] ardını bırakmamak arkasını bırakmamak başka çare bırakmamak beyin bırakmamak boş bırakmamak etmediğini bırakmamak ettiğini yanma bırakmamak gayreti elden bırakmamak gürültüye patırtıya pabuç bırakmamak iler tutar yer bırakmamak kâr bırakmamak Kâr bırakmıyor. mahal bırakmamak marfgalda kül bırakmamak pabuç bırakmamak patırtıya pabuç bırakmamak peşini bırakmamak Bunlar, katili yakalayıncaya kadar peşini bırakmazlar. rahat bırakmamak taş üstünde taş bırakmamak yakasını bırakmamak Daha başlangıçta zorluklar yakamızı bırakmadı. yanına bırakmamak bırakılmak Yaşlı kadın tek başına evde bırakılmış. bıraktırmak biat etmek biberlemek biçilmek, tahta söz konusuysa: kumaş vs. söz konusuysa: Doğmadık çocuğa kaftan biçilmez. ekin için: ekini kesmek anlamında: Ekmeden biçilmez. [birleşikler ve deyimler | biçilmiş kaftan olmak Bu iş onun için biçilmiş kaftandır. Burası fuar merkezi olarak biçilmiş kaftandır. biçimlendirmek biçimlenmek to leave smb high and dry. to leave time for. to leave smb under suspicion [sispism]. to leave in the lurch [lo:c]. to oblige smb to [lblayc], not to leave. (We've looked for it everywhere.) (I have left no stone unturned.) (There's no door we haven't knocked on.) He did everything imaginable to us. He has committed every gaffe in the book. to follow up. to stick to. to leave no other alternative [o:lto:mtiv]. to leave smb too tired to think. not to desert smb [dizo:t]. to do all the harm possible. not to let smb get away with it. to persist tpisist]. not to be intimidated by threats [threts]. to tear to tatters [te:tiz], to yield no profit [yi:ld]. It doesn't leave any profit. not to give occasion for [ikeyjin]. to talk big. not to be deterred by [dito:d]. not to be intimidated by threats [threts]. to track smb down [tre:k]. They'll always track the killer down. not to leave smb in peace [pi:s], to raze to the ground [reyz]. not to leave smb in peace [pits]. We were beset with difficulties from the start. not to let smb get away unpunished [anpanift]. to be left. The old woman was left alone in the room. to make smth leave smth. to take an oath of allegiance [llixms]. to pepper. to be cut. to be cut out. (Don't count your chickens before they are hatched.) to be harvested [harvistid]. to be reaped [ri:pt], (There is no harvest without sowing.) to be just the right thing. (This job is cut out for him.) (This place is ideal for an exhibition centre [aydiyil].) to give shape to [§eyp]. to take shape. biçimsiz olmak 103 biçimsiz olmak, şekil bakımından: uygunsuz anlamda: biçmek, ekini tarladan kaldırmak: kumaş için: tahta vs. için: yaylım ateşi için: ekini kesmek anlamında: Ne ekersen, onu biçersin. Rüzgar eken fırtına biçer. | birleşikler ve deyimler | değer biçmek ekin biçmek ektiğini biçmek Ona, bin dolar değer biçtiler. Herkes ektiğini biçer. fiyat biçmek kendinden pay biçmek kıymet biçmek Ona, bin dolar kıymet biçildi. ölçüp biçmek Bin ölçüp, bir biçmeli. enine boyuna ölçüp biçmek iyice ölçüp biçmek paha biçmek Sıçan deliği paha biçilmez oldu. pay biçmek (bir şeyden) tahta biçmek tırpanla biçmek biçtirmek tahta veya kumaş söz konusuysa: ekin söz konusuysa: bihaber olmak bildiğini yapmak bildirmek, beyan etmek anlamında: bilgi vermek anlamında: Müdürümüzün vefatını büyük üzüntü ile bildiririz. haber vermek anlamında: Size neticeleri bildiririm. resmi bir şekilde: Siz bunu o şekilde bildirmediniz. tebliğ mahiyetinde: Lütfen polise bildiriniz. yazışmalarda: Bu konuda kararınızı bildirmenizi rica ederim. Mektubunun alındığını bildirdik mi? 9 Eylül siparişlerini aldığımızı bildirelim. Olaydan dolayı üzüntülerimizi bildiririz. Teklifi kabul edemeyeceğimi üzülerek bildiririm. | birleşikler ve deyimler | fiyat bildirmek to be ill-shaped [il-seypt]. to be out of place. to harvest [ha:vist]. to cut out [kat aut]. to cut. to mow down [mou], to reap [ri:p]. As you sow, so shall you reap. He who sows the wind reaps the whirlwind. to value [ve:lyu]. They valued it at a thousand dollars. to reap [ri:p]. to reap what one has sown [soun]. You reap what you sow. to estimate a price for [estimeyt]. to judge for oneself [cac]. to value [ve:lyu]. It was valued at a thousand dollars. to consider carefully [kmsidi]. One should check at length before acting. to consider in detail [diteyl], to weigh carefully all the evidence. to estimate the value [estimeyt]. (To be unable to find a place to hide.) to deduce [didyu:s]. to saw into planks [sou]. to scythe [sayth]. to have smth cut (out), to have (the crop) harvested, to be ignorant of [igninnt]. to do it one's way. to announce [mauns]. to inform. We are deeply sorry to inform you of the death of our manager. to let know [nou]. I'll let you know the results. to declare [dikle:]. You did not declare it that way. to notify [notifay]. Please notify the police. Please let us know your decision [disijm]. Have we acknowledged receipt of the letter? Let's acknowledge receipt of their order of September 9 [e:knolic]. (We are sorry about the incident.) (I regret that I'm unable to accept the offer.) to quote a price [kwout]. bildirilmek 104 görüş bildirmek haddini bildirmek Çok geç olmadan ona haddini bildirmeliyiz. bildirilmek Haddini bilmeyene, bildirilir. tebliğ olarak: Bize geminin gecikeceği bildirildi. bilemek keskin hale getirmek: güçlendirmek anlamında: *diş bilemek bilenmek bileşmek bileştirmek biletmek bilgi edinmek bilgiç olmak bilgilendirmek *yanhş bilgilendirmek *yanlış bilgilendirilmek Gerçek durum konusunda, bakan sürekli yanlış bilgilendirildi. bilgili olmak bilgisi olmak Nerede olduğuna dair bilginiz var mı? Neden kapalı olduğuna dair bilgim yok. *bir konuda bilgisi olmak bilgisi olmamak Nasıl çalıştığına dair pek bilgim yok. bilgisiz olmak bilimleştirmek bilincinde olmak Tehlikenin bilincindeyim. bilinçlendirmek Sigara tehlikesi konusunda insanları bilinçlendirmek gerek. bilinçlenmek bilinmek Hepsi polisçe biliniyor. Bir kişiyle ya alışveriş etmeli, ya da yola gitmeli ki ne olduğu bilinsin. Kuraklığın boyutları belki hiç bir zaman bilinmeyecektir. Mavi Sakal olarak biliniyordu. Koalisyonun iyi gitmediği herkesçe biliniyor. Başkanın çok nüfuzlu olduğu biliniyor. Abanın kadri yağmurda bilinir. bilinmemek Altından ne çıkacak bilinmez. Başa gelmeyince bilinmez. Bilinmedik aş, ya karın ağrıtır ya da baş. bilişmek to express an opinion [tpinyin]. to cut smb down to size [sayz]. We have to cut him down to size before it's too late. to be told. (He who doesn't know his limits will be taught to.) to be notified [notifayd]. We've been notified that the ship will be delayed. to sharpen [§a:pm]. to whet [wet]. to have an old grudge against [grac]. to be sharpened. to combine [kimbayn], to compound [kimpaund]. to have smth sharpened [§a:pmd]. to obtain information [info:mey§in]. to be a pedant [pedmt]. to inform. to disinform [disinfo:m]. to be misinformed. The Minister was continuously misinformed about the real situation. to be well-informed. to have knowledge [nolic]. Do you have any knowledge where it is? to have information. / have no information as to why it is closed. to be acquainted with [ikweyntid]. to have no knowledge of [nolic]. (I'm not quite sure how it works.) to be ignorant [igmnnt]. to make it scientific [saymtifik]. to be aware of [iwe:]. I'm aware of the danger involved [deynci]. to make smb aware/conscious of [kon§is]. People should be made aware of the danger of smoking [deynci]. to become conscious [kongis], to be known [noun]. They are all known to the police [pilis]. One gets to know people while travelling or shopping with them. The full extent of the drought will probably be never known [draut]. He was known as Blue Beard [bi:rd]. (It's on record that the coalition isn't going well.) The president is known to be very influential. (One doesn't appreciate a thing until one needs it.) to be unknown [anoun]. (The outcome is uncertain [anso:tm].j One can't understand a situation until one has experienced it [ikspiriynst], (Unfamiliar food will cause either a stomach- ache or a headache [eyk].) to strike up an acquaintance [lkweytms]. billurlaşmak 105 billurlaşmak billurlaştırmak bilmek, (ayrıca bak: bilmemek) anlamak veya sezmek anlamında: Tok açın halini bilmez. Ha şunu hileydin! O duyguyu çok iyi bilirim, bilgi sahibi olmak anlamında: Bu kadarcık bilmeliydin. Kesin bir şey bilmiyoruz. Bilmen gereken her şey burada yazılı. Bilen varsa, o bilir. Bilmiş ol. Biteydim, gelmezdim. Bilmiyor mu ki? Ne yapacağını iyi bilir. Bildiğim kadarıyla kapalıdır, kestirmek anlamında: Bundan sonra neler olacağını insan bilemez. Allah bilir. Bundan sonra nereye saldıracağını Allah bilir, haberi olmak anlamında: Onun ne mal olduğunu bilirim. Burada neler olup bittiğini biliyoruz. Sen bunu, ta başından biliyordun. Öyle olmadığını pekâlâ biliyorsun, farkında olmak anlamında: Yapacak bir şey olmadığını biliyorum. Sen ne yaptığını biliyor musun? Biliyorsunuz ki... saymak anlamında: Onu yapılmış bil. Sizi arkadaş olarak bilirim. değerlendirmek anlamında: Var ne bilsin yok halinden. Hasta olmayan sağlığın kadrini bilmez. Damdan düşen, damdan düşenin halini bilir. sorumlu tutmak anlamında: Ben bu yalanları senden bilirim. Ayağına taş dokunsa, benden bilir. bir bilimde yeterli olmak: Kardeşime sorun, bu konuda epey şey biliyor. about Ingilizceyi iyi bilir. yeterlilik ek fiil olarak: Yeniden yürüyebilmek ne güzel şey. to crystallize [kristilayz]. to cause smth to crystallize. to understand. A well-fed person can't understand the condition of the hungry [kindi§in]. So, finally you understand [faymli]. to know. / know that feeling too well. to know [nou], (You ought to have known better.) We don't know for sure [su:]. Everything you need to know is written in here. If anyone knows, he should. Take notice [noutis]. Had I known, I wouldn't have come. Doesn't he know? He knows what's what. As far as I know it's closed. to tell, to know. There is no telling what happens next. It's hard to say. Heaven knows where he'll hit next. to be aware of [iwe:], to know. / know too well what a scoundrel he is. We know pretty well what's going on here. You knew it all along. You know very well this is not so. to realize [riytlayz]. / realize there isn't much to be done. Do you know what you are doing? As you're aware... [iwe:]. to consider [kinsidt]. You can consider it done. I consider you a friend. to appreciate [ipri:§ieyt]. Wealthy people can't appreciate what it is to be poor [welthi]. One doesn't appreciate the value of good health until one falls ill [ve:lyu:]. Only those who have suffered misfortune can appreciate others' similar fate [feyt]. to hold responsible [risponsibil]. I hold you responsible for these lies [layz]. If a stone hits his leg, he holds me responsible for it. to know. Ask my brother, he knows a thing or two this subject [sabcikt], (He has a good command of English [kima:nd].j to be able to. It's so nice to be able to walk again. \ birleşikler ve deyimler [ O, senin bileceğin iş. That's up to you. bilmek (ağzının tadını) 106 ağzının tadını bilmek avucunun içi gibi bilmek Oraları ovucumun içi gibi bilirim. ayıbını bilmek İnsan kendi ayıbını bilmeli. ba] alacak çiçeği bilmek İnsan bal alacak çiçeği bilmeli. bilmezlikten gelmek çat pat bilmek Çat pat Almanca biliyor. daniskasını bilmek değer bilmek değerini bilmek dili iyi bilmek Adayın iyi İngilizce bilmesi gerek. enine boyuna bilmek O, bu konuyu enine boyuna biliyor. ezbere bilmek fırsat bilmek Öğretmenin sınıfta olmayışını fırsat bildiler. fırsatı ganimet bilmek girdisini çıktısını bilmek görev bilmek Bunu düzeltmeyi kendime görev bilirim. haddini bilmek hesabını bilmek içini dışını bilmek Delegemiz, konunun içini dışını bilir. iş bilmek Iş bilenin. işin iç yüzünü bilmek işin iç yüzünü bilen biri olmalı. İşin iç yüzünü bilenler böyle bir şey beklemiyorlar. işini bilmek iyilik bilmek Bunlar iyilik bilmez. İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir. kadrini bilmek Abanın kadri yağmurda bilinir. Cefayı çekmeyen, sofanın kadrini bilmez. karış karış bilmek kendini bilmek ilk önce insan kendini bilmeli. Kendini bilmez adam! kendini satmasını bilmek kerameti kendinden bilmek keyfi bilmek Keyfin bilir! kıymet bilmek Onun kıymetini bilmeyecek. lâfını bilmek ne yaptığını bilmek to be a gourmet [gu:mey]. to know smth like the back of one's hand. (/ know every inch of that place.) to know one's fault [fo:lt]. (People should be aware of their faults.) to know which side one's bread is buttered. (One should know where one's interest lies.) to pretend ignorance [ignirms]. to have a smattering of [sme:tiring]. He has a smattering of German. to know smth from A to Z [eytuzed]. to appreciate [rpriisjeyt]. to appreciate the value of [ve:lyu:]. to have a good command of. The candidate should have a good command of English [ke:ndideyt]. to know what's what. He knows what's what about this subject. to know by heart [ha:t]. to take advantage of [idva:ntic]. They took advantage of the teacher's absence. to seize the opportunity [opityu:niti]. to know the ins and outs of a matter. to make it one's business [biznis]. I'll make it my business to correct this. to know one's place. to be careful with one's money. to know the ins and outs of. Our delegate knows the ins and outs of the matter. to be qualified for a job [kwolifayd]. The job will go to the one who can do it. to be in the know [nou]. There must be someone who is in the know. Those who are in the know do not expect such a thing. to know how to exploit a situation [iksployt], to be grateful [greytful]. These are ungrateful people. (Do a good deed and leave it to God.) to appreciate [ipri:§ieyt]. One appreciates a coat when it rains. One can't appreciate the value of happiness unless one has suffered [safid]. to know every inch of. to have self respect [rispekt], (First, one must know oneself.) That man has no self-respect. to know how to sell oneself. to take the credit for. to do as one pleases [pli.-ziz]. Just do as you please! to appreciate the value of [ipri:§ieyt]. He won't appreciate it. to weigh one's words [wey]. to know what one is about. bilmemek 107 ödev bilmek önünü ardını bilmek sayısını bilmek sözünü bilmek su gibi bilmek şükrünü bilmek tuz ekmek hakkını bilmek usulünü bilmek Bu işin usulünü herkesten daha iyi bilir. yakından bilmek yol iz bilmek yol yordam bilmek yolu bilmek Yolunu bilen kervana katümaz. bilmemek Malını yemesini bilmeyen zengin her gün züğürttür. Bilmemeleri gerekiyor. Bundan sonra ne olacağı bilinmez. Bilmemek ayıp değil sormamak ayıptır. Size nasıl teşekkür edebileceğimi bilemiyorum. Orasını bilemem. Onun ne mal olduğunu bilemezsiniz. [ birleşikler ve deyimler | aman zaman bilmemek ayrı gayrı bilmemek bastığı yeri bilmemek bitmek tükenmek bilmemek doymak bilmemek Bu insanlar ne doymak bilmezmiş! elifi bilmemek Sen, işin elifini dahi bilmiyorsun. geçmek bilmemek haddini bilmemek Vakit geçmek bilmiyordu. Haddini bilmeyene, bildirilir. ismini cismini bilmemek işin hikmetini bilmemek iyilik bilmemek kadrini bilmemek Cefayı çekmeyen, sofanın kadrini bilmez. ne yapacağını bilememek Ne yapacağımı bilemiyorum. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Şaşkınlıktan ne söyleyeceğimi bilemedim. sağını solunu bilmemek susmak bilmemek Konuşmaya başladı mı artık susmak bilmez. to regard as one's duty [dyu:ti]. to be cautious [ko:§is]. to keep count of [kaunt]. to be tactful in one's talk. to know smfh thoroughly ftharili]. to feel grateful for [greytful]. to be grateful to. to know the ropes [roups]. He knows the ropes better than any of us. to be closely acquainted with [ikwentid], to know how to behave oneself. to know the ropes [roups]. to know how to. (He who is sure of himself need not join in the herd.) not to know. A wealthy man who doesn't know how to enjoy his wealth is no better than a pauper [po:pi]. They are not supposed to know [sipouzd]. There is no telling what will happen next. It's no shame not to know, what is shameful is not to ask. (I'm at a loss how to thank you.) I don't know about that. You don't know what a rascal he is [ra:skil], to be implacable [imple:kibil]. to have everything in common [kotmn]. not to know where one is. to be endless [endlis]. to be insatiable [insey§i:bil]. How insatiable can people be! to be illiterate [ilitint]. (You don't even know the rudiments of the business.) to drag on. Time seemed to drag on. to go too far. He who doesn't know his limits will be taught to [to:t]. not to know anything about. not to know the real truth of the matter. to be ungrateful [angreytful]. not to appreciate [ipri:§ieyt]. One can't appreciate the value of happiness unless one has suffered [safid]. to be at a loss. (I hardly know what to do.) I'm at a loss how to thank you. I don't know what to say. I was at a loss for words [wo:dz]. to be wildered. not to know when to stop talking. Once he starts talking, he doesn't know when to stop. bilmemek 108 |ifade şekilleri ve deyimleri Ağır yükün zahmetini katır bilir, Allah bilir. Arı bal yapacağı çiçeği bilir. Azı bilmeyen çoğu hiç bilmez. A mule will know how heavy a burden is. Goodness knows. A smart person knows where his profit lies. He that does not appreciate a little will hardly appreciate much [rprksjeyt]. As far as I know, they won't come back. To the best of my knowledge there's no one. Anyone happens to know? I'm sorry, I didn't mean it. Two, at the most, three weeks. I wouldn't know. For a long time. Knowingly or unknowingly. Knowingly [nowingli]. On purpose [po:pis]. He did it on purpose. Unintentionally [anintensiruli]. Unwittingly [anwitingii]. You may be interested to know. I really don't know. Don't I know? Take notice [noutis]/ A wise man knows what a score of learned men do not [wayz]. Only God knows what I've been through. One must either do business or go on a journey with someone to get to know them. To get bigger favours one must show gratitude to smaller ones [feyvizj. Only God knows what I have been through [thru]. He who gives an opinion too often is often wrong. He who travels a lot knows a lot. It's not the one who reads but the one who travels that knows best. One learns not by living long but by travelling widely. Only those who have suffered misfortune can appreciate others' similar fate [misfo:cin]. They are insatiable [insey§ibil]. A villain will always have his retreat covered. There is no need for any explanation [ikspleney§in]. That's just it [cast]/ Jack of all trades, master of none. It's up to him. (For as long as I remember.) I wish I knew [nyu:]. Who knows? I was flabbergasted [fle:biga:stid]. How should I know? How on earth should I know? He who is planning mischief will also plan a retreat [miscif]. It's up to you. Bildiğim kadarıyla dönmeyecekler. Bildiğime göre kimse yok. Bilen var mı? Özür dilerim, bilerek yapmadım. İki, bilemediniz üç hafta. Bilemem. Bildim bileli. Bilerek veya bilmeyerek. Bile bile. Bilerek (kasten). Onu bilerek yaptı. Bilmeden. Bilmeyerek. Bilmek istersiniz. Bilmem ki. Bilmez miyim? Bilmiş ol! Bin âlimin bilmediğini, bir arif bilir. Bir ben, bir de Allah bilir. Bir kişiyle ya alışveriş etmeli ya yola gitmeli ki ne olduğunu bilesin. Biri bilmeyen bini hiç bilmez. Ne çektiğimi bir ben, bir Allah bilir. Çok bilen, çok yanılır. Çok gezen, çok bilir. Çok okuyan değil, çok gezen bilir. Çok yaşayan bilmez, çok gezen bilir. Damdan düşen, damdan düşenin halini bilir. Bunlar doymak bilmez. Fare çıktığı deliği bilir. Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz. Ha şunu hileydin! Her şey bilen, bir şey bilmez. Kendi bilir. Kendimi bildim bileli. Keşke bilsem. Kim bilir? Ne olduğunu bilemedim. Ne bileyim? Nereden bileyim? Sıçan çıktığı deliği bilir. Siz bilirsiniz. bilmemezlikten gelmek 109 Bu, sizin bileceğiniz iş. Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir. Şunu bunu bilmem. bilmemezlikten gelmek bilmezlikten gelmek bina etmek bindirilmek bindirmek, bir kimseyi bir taşıta: bir kimseyi bir gemiye: çarpmak anlamında: katmak anlamında: üstüne çıkmak anlamında: |birleşikler ve deyimleri (deniz) bindirmek kayalara bindirmek şeytanı eşeğe ters bindirmek üzerine bindirmek binilmek binmek, Bu taraftan binilmez. binek hayvanlar için: Ben ata binmem. bisiklet için: gemi ve uçak için: Gemiye binmeden önce beni gör. otobüs ve tren için: Yanlış otobüse binmiş olabilir. Otobüse binelim. uçak için: taksi vs. için: Taksiye binelim mi? üstüne çıkmak anlamında: \ birleşikler ve deyimler | arabaya binmek ata binmek Emanet ata binen, tez iner. Abdal ata binmiş, bey oldum sanmış. attan inip eşeğe binmek bisiklete binmek boyuna binmek dalma binmek eğine binmek ensesine binmek gemiye binmek inada binmek İş inada bindi. kıymete binmek küplere binmek otobüse binmek Bu şehirde otobüse binip inmek kolay değil. 68 A 'ya binmelisiniz. You know best. It's the one who chops the onion [anyin] not the one who eats it that knows how bitter it is. I don't want to hear any excuses [ikskyu:siz]. to pretend not to know [pritend]. to affect ignorance [igmnns]. to build [bild]. to be put on. to put smb on. to see smb on board. to collide with [kilayd]. to add on. to overlap. to get rough [raf]. to run aground [ıgraund]. to be cunning enough to outwit the devil. to blame (wrongly) [bleym]. to get into/on. You don't get on from this side. to ride [rayd]. I can't ride. to ride. to board [bo:d]. See me before boarding the ship. to get on. She may have got on the wrong bus [bas]. (Let's take the bus.) to travel on. to take. (Shall we take a taxi?) to overlap. to get in. to ride a horse [rayd]. He who rides a borrowed horse must soon dismount [raydz]. (Simple people who receive honours tend to think too much of themselves.) to lose stature [ste:çı]. to ride a bicycle [baysikil]. to pester. to pester. to bully [buli]. to tyrannize [tinnayz]. to get on board a ship. to turn into a battle of wills [batıl ov wilz]. This matter has turned into a battle of wills. to be enhanced [inhamst], to fly into a rage [reyc]. to get on the bus [bas]. It's not easy to get on and off a bus in this city [siti]. You should take the 68 A. bir olmak 110 öfkeye binmek ölüsü dirisine binmek sırtına binmek (bir işin) taksiye binmek Biz bir taksiye biitmeliydik. Yedi kişi bir taksiye nasıl biner? tepesine binmek trene binmek Hareket ettiği zaman yolcular hala trene biniyorlardı. uçağa binmek vapura binmek bir olmak, birlik bakımından: Bana karşı hepsi bir oldular. sa\ı bakımından: Akıl için yol birdir. Allah bir, söz bir. Ya evlat bir, ya ocak kör gerek. Özü sözü birdir. Söz bir Allah bir. eşitlik ve benzerlik bakımından: Her arkadaş bir olmaz. Bu odaların ikisi de bir. Beş parmak bir değil. Değneyi yiyenle, sayan bir değil. Hepsi bir. Ha gittik ha kaldık, benim için hepsi bir. Her kaşığın kısmeti bir olmaz. Suyu getiren de bir, testiyi kıran da. Odaya girmesiyle kavga etmesi bir oldu. | birleşikler ve deyimler | Bir oldu amma pir oldu. Bir deri bir kemik olmuşsun. bir ağız olmak içi dışı bir olmak yerle bir olmak bir hoş olmak bir paralık etmek bir pul etmek bire bir olmak Boru açmak için bire birdir. Soğuk algınlığına karşı bire birdir. bireyleşmek bireyleştirmek bireyselleştirmek birikmek, bir araya gelmek anlamında: iş sözkonusu ise: Neden bu kadar iş birikti? su birikintisi irin: to get angry [e:ngri], to stampede over one another [ste:mpi:d]. to be lumped on smb [lampt]. to take a taxi. We should have taken a taxi [te:ksi], to get in. How can seven people get in a taxi? to badger smb [be:ci]. to get on the train [treyn]. The passengers were still getting on when the train started moving. to board [bo:dJ a plane [pleyn]. to embark [imba:k], to unite [yunayt]. They all united against me [lgeynst]. (Wise men think alike [ilayk].) (/ give you my word for it.) One child is all that parents need. He means what he says. (You can rely on my word [rilay].) There are friends and friends. These two rooms are identical [aydentikil]. Everybody is different [difnnt]. Getting the bastinado is not the same as counting it. (It makes no difference [difnns].) It's all the same to me whether we stay or go. Fate doesn't treat everyone equally [kkwoli]. Those who do a job well and those who mess up things are treated alike [ilayk]. No sooner had he entered the room than he started to quarrel [kwonl]. It was a great success [siksesj. You have become a bag of bones [bounz]. to agree to tell the same story. to be consistant [kinsistint], to be levelled to the ground. to feel uncomfortable. to disgrace [disgreys]. to be worthless. to be just the right thing. It's just the thing to open up a pipe [payp]. (It's most efficacious against cold [efikey§is].J to be individualized. to individualize [indivicuwilayz], to individualize. to collect [kilekt]. to pile up [payl]. Why did so much work pile up? to form a puddle [padil]. biriktirmek 111 yığılmak anlamında: biriktirmek, bir araya getirmek: depolamak anlamında: Bir çok hayvan kış için yiyecek biriktirir. kotcksi\oıı oluşturmak: Kardeşim kibrit kutuları biriktirir, tasarruf yapmak anlamında: Gerekli parayı biriktirdim. | birleşikler ve deyimler] damla damla biriktirmek içine biriktirmek para biriktirmek Kara gün için biraz para biriktirdik. zar zor biriktirmek Parayı yıllardan beri zar zor biriktirdim. birinci olmak birinci planda olmak birlemek birleşmek, aynı görüşte olmak: bir bütün haline gelmek: bir şeyle birleşmek: kaynaşmak anlamında: ortak olarak: sivasi veya ekonomik bütünleşme: şirket ve kuruluşlar için: İki büyük banka bu yıl birleşiyor. birleştirmek, bir bütün oluşturmak anlamında: bir şeyi bir şeyle: birbirine eklemek suretiyle: ortak çaba için: eritmek suretiyle: parçalarını...: Bu parçaları birleştirmek çok zor. şirket ve kuruluş için: yazgısını..: birlik olmak, birleşmiş olma durumu: birlikle hareket etmek: bitik olmak *işi bitik olmak Bu sefer senin işin bitik. Bunu duyarsa işimiz bitik. bitirilmek bitirmek, bir şeyi genel anlamda: Yarına kadar işimizi bitirmiş oluruz. Hazır gelmişken işi bitirelim. bir şey yapmayı: Yemeğinizi neden bitirmediniz? tamamlamak anlamında: Bu, yedi yaşını bitirmiş olanlar için. bitkin duruma getirmek: to accumulate [ikyuimileyt]. to gather [ga:thi]. to store up [sto:]. Many animals store up food for winter. to collect [kilekt]. My brother collects match boxes. to save (up) [seyv]. I've saved the necessary money [nesisiri]. to save drop by drop. to bury in one's heart [beri]. to save money [seyv]. We've saved some money for a rainy day. to scrape [skreyp]. It took me years to scrape the money. to come/be first. to have the highest priority [prayoriti], to form a unit [yu:nit]. to agree [lgri]. to unite [yu:nayt]. to combine (with) [kimbayn], to combine. to associate with [isousjeyt]. to form a union with [yu:nym]. to merge [mo:c]. The two great banks will merge this year. to unite [yuinayt]. to combine [kimbayn]. to join [coyn]. to unify [yumifay]. to fuse [fyu:z]. to piece together [pi:s]. It's very hard to piece together these pieces. to merge [mo:c]. to throw one's lot with. to be united [yu:naytid], to act together [e:kt]. to be exhausted [igzo:stid]. (for one's goose) to be cooked [gu:s]. This time, your goose is cooked [kukt]. (If he hears of this, we've had it.) to be completed [kimpli:tid]. to finish. We shall have finished by tomorrow. Since we are here let's finish that job. to finish doing smth. Why haven't you finished eating? to complete [kimpfkt]. It's for those who have completed the age of seven. to exhaust [igzo:st]. birleştirmek 112 mahvetmek anlamında: Bu, onu bitirecek. tam olarak: Bu işi mutlaka bu gece bitirmek zorundayım. | birleşikler ve deyimler | Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir. berabere bitirmek işini bitirmek (birinin) Bunu yaparlarsa, onların işini bitiririm. kullanıp bitirmek yiyip bitirmek, yemek bakımından: tüketmek anlamında: hırpalamak anlamında: bitişik olmak Evi bahçemize bitişiktir. bitişmek bitiştirmek bitivermek Her şey bir kaç dakikada bitiverdi. bitkin olmak bitlemek bitlenmek bitli olmak bitmek, , genel anlamda: Hiç de bitmiş değil. Bu iş bir bitse. Bu iş dört yılda biter. (bitki ve tüy için) yetişmek anlamında: Ağaçta gül de biter, diken de. Dilimde tüy bitti. Hocanın vurduğu yerde gül biter. Olsa ile bulsayı ekmişler, yel ile yulaf bitmiş. Bastığı yerde ot bitmez. çok sevmek anlamında: güçsüz kalmak: mahvolmak anlamında: oyun için: Artık oyun bitti! pil için: sona ermek anlamında: Bu şikâyetler hiç bitmeyecek. Bu iş burada bitmez. İlk dönem ocakta bitiyor. süre söz konusuysa: Size verilen süre bitiyor. Sürenin bittiğini söylüyor. tamamlanmak anlamında: Yorgan gitti, kavga bitti. to destroy [distroy]. This is going to destroy him. to finish up. I have to finish it up tonight. Tactful words will achieve what no harsh words will be able to. to draw [dro:]. to finish smb off. // they do that I'll finish them off. to use up [yu:z ap]. to eat up every bit of. to use up [yu:z ap]. to drain smb down [dreyn]. to be adjacent [iceysmt]. His house is adjacent to our garden. to join. to join [coyn]. to be all over [ouvi]. It was all over in a matter of minutes [minits]. to be worn out. to clear of lice [lays]. to become infested with lice. to be lousy [lauzi], to finish. It's by no means finished [finist]. If only we could finish this job. to complete [kimpkit]. It'll take four years to complete. to grow. Roses and thorns will grow on the same branch. (I'm tired of repeating it.) to spring. Roses will spring where the teacher has struck. (Wishful thinking begets nothing.) (There can be nothing good in him.) to adore [ido:]. to be exhausted [igzo:stid]. to be ruined [ru:wind]. to be up. Well, the game is up [geym]/ to run down, to end. These complaints will never end [kimpleynts]. This won't end here. The first term ends in January. to run out. The period given to you is running out. to be up. He says time is up. to be over [ouvi]. The wrangling is over since there is nothing to wrangle about [re:ngil]. bîzar etmek 113 Her şey bitti. Ders bitti mi? İşin yarısı bitti. tükenmek anlamında: Paramız bitmeden önce birşey yapmalıyız. İçkiler bitiverdi. Yolda benzinimiz bitti. olup bitmek | birleşikler ve deyimler | Bitti gibi. İçkiler bitmiş gibi. Olup bitenlerden haberiniz yok. Olup bitenler sizi ilgilendirmez. Olan biteni, ne varsa bize anlat. Artık oldu bitti. Bu, artık olmuş bitmiş iş. Oldum, bittim bu böyledir. berabere bitmek Altıncı raunt da berabere bitti. dilinde tüy bitmek Anlatana kadar dilimde tüy bitti. mantar gibi yerden bitmek nesli bitmek pili bitmek (kişiler için) sakalı bitmek İşin sakalı bitti. bîzar etmek bîzar olmak bloke etmek bloke olmak bloklaşmak blöf yapmak Blöf yapıyor olabilir mi? boca etmek, denizcilikte: çuval için: Çuvalı kaldırıp içindekileri boca etti. bocalamak, kararsızlık göstermek: duraklamak anlamında: konuşmada: tökezlemek anlamında: bodurlaşmak boğaz boğaza gelmek boğazlamak boğazlanmak boğazlaşmak boğdurmak boğmak, havasızlık bakımından: boğazını sıkarak: ip vs. ile: motor için: ses ve gürültü için: It's all over. Is the lesson over [lesm]? Half of the task is over. to run out (of). We should do something before our money runs out. We ran out of drinks. We ran out of gas on the way [ge:s]. It's as good as finished. It seems we have run out of drinks. to happen [he:pm]. You're unaware of what is happening. What happened is no concern of yours. Just tell us everything that happened. (That's done and finished with.) (This is now an accomplished fact.) (It has been always like that.) to end in a draw [dro:]. The sixth round ended in a draw too. to grow weary [wi:ri] of repeating smth. J got weary of explaining it over and over again. to spring up overnight [ouvinayt]. to die out [day aut]. to be exhausted [igzo:stid], to sprout a beard [spraut], [bi:rdj. (This matter is getting tedious [tkdyis].) to weary [wi:ri], to grow weary. to block. to be blocked [blokt]. to form blocks, to bluff [blaf]. Can he be bluffing? to turn toward the lee [tiwo:d]. to turn over and empty. He lifted the sack and emptied out the content. to vacillate [ve:sileyt]. to falter [fo:lti]. to get confused [kinfyu:zd]. to stumble [stambil]. to become short. to fly at one another's throats [throuts]. to cut smb's throat. to be slaughtered [slo:tird]. to fight tooth and nail with one another. to have smb strangled. to suffocate [safikeyt]. to choke [couk]. to strangle [stremgil]. to throttle [throtil]. to drown [draun]. boğuk olmak 114 [ birleşikler ve deyimler | dara boğmak bir kanş suda boğmak Elimden gelse bu adamı bir kaşık suda boğarım. hafakanlar boğmak lafla boğmak lakırdıya boğmak öpücüğe.boğmak övgülere boğmak söze boğmak şakaya boğmak boğuk olmak boğuklaşmak boğulmak, bunalmak anlamında: havasızlıktan: motor için: birinin sesi: soluk bakımından: suda...: Bu sabah bir kız havuza düşüp boğuldu. Ne yazık ki, birçok yolcu boğuldu. I birleşikler ve deyimler | boğulacak gibi olmak çaydan geçip suda boğulmak denizden geçip çayda boğulmak denizi geçip çayda boğulmak Biz denizi geçtik, çayda boğulduk. kuru çaylarda boğulmak suda boğulmak Asılacak adam suda boğulmaz. yaşlara boğulmak boğuşmak, birbirinin boğazına sarılmak: dövüşmek anlamında: itişip kakışma anlamında: *zorluklarla boğuşmak bohça etmek bohça yapmak bohçalamak bok etmek boks yapmak bol olmak, elbise vs. söz konusuysa: nicelik bakımından: Vaktim bol. Marmara denizinde balık boldu. *Toprağı bol olsun. bollanmak nicelik bakımından: to take advantage of [ıdvamtıc]. to hate like poison [heyt], [poyzm]. / hate this man like poison. to be exasperated [igza:spireytid]. to drown in a flood of words [Had]. to drown a topic in irrelevent talk. to load smb with kisses. to heap praises on smb [hi:p]. to drown a topic in a flood of words. to affect to take as a joke [couk]. to be hoarse [ho:s]. to get hoarse. to be overwhelmed [ouviwelmd], to suffocate [safikeyt]. to be flooded [fladid]. to get hoarse [ho:s]. to choke [çouk]. to drown, to be drowned [draund]. A girl fell into the pool and drowned this morning [pu:l]. Unfortunately many passengers were drowned [anfo:çmitli], to feel choky [çouki]. to overcome great difficulties but fail in a trifle. It's the case of crossing the Atlantic and drowning in the Thames [temz], to overcome big problems but fail in trifles. We handled big problems very well but came to grief over trifles [trayfilz]. to toil without reward [riwo:d]. to be drowned [draund]/to drown. He that will be hanged will not drown. to cry one's eyes out [ayz]. to be at each other's throats, to fight [fayfj. to tussle [tasil]. to struggle with difficulties [difıkıltiz]. to wrap smth up in a bundle. to make a bundle [bandil]. to wrap up in a bundle. to bungle [bangil]. to box. to be ample-fitting [e:mpilfiting]. to be plentiful. (I've got plenty of time.) (The Marmara used to abound with fish.) (May he rest in peace.) to get wide, to become plentiful. bollaşmak 115 bollaşmak nicelik bakımından: bollaştırmak bombalamak bombalanmak bombardıman etmek bombok etmek boncuklanmak borcu olmak Borcum ne kadar? | birleşikler ve deyimler] Kasaba et borcu var. boyun borcu olmak Boynumun borcudur. minnet borcu olmak Onlara minnet borçluyum. uçan kuşa borcu olmak borç etmek borç içinde olmak *boğazına kadar borç içinde olmak *gırtlağma kadar borç içinde olmak Bunlar gırtlaklarına kadar borç içindeler. borçlandırmak borçlanmak borçlu olmak (birine) Onlara çok şey borçluyuz. Biz size teşekkür borçluyuz. Bugün bir doktor olmamı babama borçluyum. Bana bir açıklama borçlusun. | birleşikler ve deyimler | gırtlağına kadar borçlu olmak hayatını birisine borçlu olmak şükran borçlu olmak Yardımlarınıza şükran borçluyum. uçan kuşa borçlu olmak borda etmek boş olmak, içi boş anlamında: Yazın gölge hoş, kışın çuval boş. gün vs için: Hangi günler boşsunuz? *başı boş olmak *kafası boş olmak boşalmak, akümülatör için: Akümülatörünüz boşalmış. boş duruma gelmek: deşarj olmak anlamında: halat için: mevki için: silah için: yay söz konusuysa: Bu saatin zenbereği boşalmış, yer bakımından: to get loose [lu:s]. to become abundant [ibandint]. to make it plentiful. to bomb [bom]. to be bombed [bomd]. to bombard [bomba:d]. to make a mess of. to stand out in beads [bi:dz]. to owe [ou]. How much do I owe you? He's getting too fat [fe:t]. to be one's duty [dyu:ti]. It's my duty. to feel indebted [indetid]. I'm indebted to them for their help. to be in debt to everyone [det], to get into debt. to be in debt. to be up to one's neck in debt. to be deeply in debt. They are deeply in debt. to charge [ca:c], to go into debt [det]. to owe smb smth [ou]. We owe them a lot. (We are so much obliged to you [lblaycd].) I owe it to my father to be a doctor today. You owe me an explanation [eksplmeysm]. to be in debt up to one's neck. to owe one's life to. to be obliged to one [lblaycd]. I'm much obliged to you for your help. to be up to the eyes in debt [det]. to board a ship. to be empty [empti]. (He who enjoys himself in summer will go hungry in winter.) to be free [fri:]. Which days are you free? to be independent. to be empty-headed. to go flat [fle:t]. The battery of the car is flat. to be emptied. to release one's tension [nli:s], [ten§m]. to uncoil [ankoyl]. to be vacant [veykint]. to discharge [discax]. to run down. This clock has run down. to be vacant. boşaltmak 116 *dolup dolup boşalmak *kan boşalmak boşaltmak, boş duruma getirmek: Ceplerini masanın üzerine boşalttı, ev, daire vs. için: Salı gününe kadar daireyi boşaltmam gerek. damperli kamyonla: Malzemeyi boşaltmak için bir damperli kamyona ihtiyacımız var. bir silahı temizlemek üzere: Bir silahı temizlemek için ilk önce onu boşaltmak gerek, bir silahı ateşlemek anlamında: Silahını kalabalığın üzerine boşalttı, yük bakımından: Yükünü nerede boşalttı? | birleşikler ve deyimler | havasını boşaltmak içini boşaltmak suyu boşaltmak (kova ile) Suyu tekneden boşaltmak için çok uğraştı. yükünü boşaltmak boşamak boşanmak, evlilik söz konusuysa: Boşanacaklar. bir şeyden...: duygu bakımından: yağmur için: O gece yağmur gökten boşanıyordu. |birleşikler ve deyimleri gözlerden yaşlar boşanmak sinirleri boşanmak ter boşanmak yağmur boşanmak boşatmak boşboğazlık etmek boşlamak, bırakmak anlamında: ihmal etmek: boşta olmak boy etmek boy boy olmak boyalamak boyalanmak boyalı olmak, boya sürülmüş olarak: boyaya batırılmış olarak: renkli anlamında: boyamak, boya sürerek: boyaya batırarak: renkli kalemle: | birleşikler ve deyimler | her boyadan boyamak to be thronged with people, to hemorrhage [hemiric]. to empty. He emptied his pockets on the table. to vacate [vikeyt]. / must vacate the flat by Tuesday. to tip. We need a tipper-truck to tip the material onto the site [sayt]. to unload [anloud]. You should unload a gun before cleaning it. to discharge [disgax]. He discharged his gun onto the crowd. to unload. Where has it unloaded its cargo? to deflate [difleyt], to let off steam [sti:m]. to bail [beyl]. He tried hard to bail the water out. to unload. to divorce [divo:s]. to get a divorce. They are going to divorce. to burst forth [bo:st], to empty one's heart [ha:t]. to pour down [po:]. That night the rain was pouring down. to break into tears [ti:z]. to have a nervous fit [novis]. to perspire suddenly [pispayi]. to come bucketing down [bakiting]. to grant a divorce [divo:s]. to talk indiscreetly [indiskri:tli]. to let loose [lu:s]. to neglect [niglekt], to be unemployed. to sort out according to size [sayz]. to be of various size. to smear with paint [smir]. to be smeared with paint. to be painted [peyntid]. to be dyed [dayd]. to be coloured [kahrd]. to paint [peyntj. to dye [day], to colour [kali]. to be a jack of all trades. boyanmak 117 göz boyamak gözünü boyamak (birinin) Gözümüzü Doyuyorlar. gözünü boyamak (birbirinin) kana boyamak boyanmak, boya ile: Kapılar kırmızıya boyanacaktı. renkli kalemle: yüz için: kumaş için: *kana boyamak boyatmak Saçını artık boyatmıyor. boykot etmek boylamak | birleşikler ve deyimler | bir yeri boylamak cehennemi boylamak hapisaneyi boylamak hapsi boylamak boylanmak *boylanıp hoşlanmak boylatmak (hapsi) Bunun için insana hapsi boylatırlar. boylu boslu olmak boyna etmek boynuzlamak, boynuz darbesi olarak: kocasını aldatmak anlamında: boynuzlanmak, boynuzu çıkmak: boynuz yarası almak: aldatılmak anlamında: boyun olmak boyunduruk altında olmak bozarmak *kızarıp bozarmak bozdurmak (para) çek için: bozma olmak (bir şeyden) bozmak, ahlak ve değerler için: Bir film gençlerimizin ahlakını bozacaktır. biçim için: Yıkarsan şeklini bozarsın. çadır için: düzen için: Kimsenin düzeni bozmasına izin veremeyiz. elbise ve giyim eşyası için: hava söz konusu ise: Korkarım hava bozacak. işlemez hale getirmek: İş yapamaz hale getirmek: Maalesef, mekanizmayı bozdunuz. to hoodwink f hud wink], to throw dust in smb's eyes. They are throwing dust in our eyes. to mutually pretend to believe, to wreck carnage [ka:nic], to be painted. The doors were to be painted red. to be coloured [kahrd]. to put on make up [meykap]. to be dyed [dayd]. to be bloodstained [bladsteynd], to have smth painted/dyed. She doesn't have her hair dyed any more. to boycott. to end up in. to land in. to die and go to hell, to end up in jail [ceyl]. to end up in prison [prizin]. to grow tall. to grow handsome [he:nsim], to throw smb in prison. They throw people in prison for this. to be tall and handsome (heinsim], to scull [skal]. to gore [go:]. to cuckold [kakild]. to grow homes [ho:nz]. to be gored [go:d]. to be cuckolded [kakildid]. to be a guarantor (for) [ge:nnto:]. to be under the yoke of [youk], to take on a grey colour [kali]. to turn red and pale in turn [to:n], to get change for [9eync], to cash [ke:sj. to be made out of. to corrupt [kirapt]. This film will corrupt our young. to deform. You'll deform it if you wash it. to take down. to breach the peace [bri:c-]. We can't allow anyone to breach the peace. to alter [o:lti]. to change for the worse [wo:s]. I'm afraid the weather will change for the worse. to put out of order [o:di]. to ruin [ruwin]. Unfortunately you've ruined the mechanism. bozmak (ağzını) 118 küçük düşürmek anlamında: mahkeme kararı söz konusu ise: Temyiz Mahkemesi acaba karan bozar mı? imde için: Tatlı şeyler midemi bozuyor. para söz konusu ise: Bana bunu bozar mısınız? plan için: Bu, tüm hazırlıklarımızı bozacaktır. süregelen bir durumu: Allah yazdıysa bozsun! İstisnalar kaideyi bozmaz. Takdir tedbiri bozar. | birleşikler ve deyimler | ağız bozmak ağzını bozmak akideyi bozmak aklını birşeyle bozmak andını bozmak aptes bozmak aralarını bozmak asayişi bozmak ayarını bozmak bağ bozmak büyü bozmak çadır bozmak dengesini bozmak dengeyi birinin lehine bozmak Bu olay dengeyi onun lehine bozacaktır. düzeni bozmak eski elbiseyi bozmak fiyakasını bozmak grevi bozmak havayı bozmak istifini bozmak istifini bozmamak işini bozmak işleri bozmak keyfini bozmak kampı bozmak maneviyatını bozmak maneviyatını bozmamak midesini bozmak moralini bozmak Bu olay takımın moralini bozmuştu. moralini bozmamak muvazenesini bozmak nişanı bozmak niyeti bozmak ortaklığı bozmak orucunu bozmak (gâvura kızıp oruç bozmak) (papaza kızıp oruç bozmak) oyun bozmak Zor, oyunu bozar. to humiliate [hyu:milieyt]. to quash [kwosj. Would the Court of Appeal quash the judgement? to upset [apset]. (Sweet things don't agree with me.) to give/get change (for) [ceync]. Could I get change for this? to upset [apset]. It's going to upset all the arrangements. to alter [o:lti], // it's fate, may God alter it! (The exception proves the rule [iksep§m].j (Man proposes, God disposes [dispouziz].) to swear [swe:]. to use bad language [lemgwec], to act contrary to one's faith [feyth], to be obsessed with [lbsest], to violate one's oath [vayileyt], to relieve oneself [rili:v], to destroy the friendship (between). to breach the peace [bri:c]. to impair the adjustment [lcastmrnt]. to harvest grapes [greyps]. to break a spell. to take down a tent. to disturb the equilibrium [e:kwilibriyim]. to tip the scales [skeylz]. This incident will tip the scales in his favour. to breach the peace [brkcj. to fix over. to ridicule [ridikyu:!]. to break the strike [strayk]. to dampen the spirits. to upset. to maintain one's composure [kimpouji]. to foil [foyl]. to bungle up things. to spoil one's good mood [mu:d]. to strike camp [strayk]. to demoralize [dimonlayz]. to keep one's spirit. to upset one's stomach [stamik]. to demoralize [dimonlayz]. This incident had demoralized the team. to keep up one's morale [mora:l], to upset the equilibrium [kkwilibriyim]. to break off one's engagement [ingeycmint]. to change one's mind. to dissolve a partnership [pa:tm§ip]. to break one's fast. to cut off one's nose [nouz] to spite one's face, to cut off one's nose to spite one's face [spayt]. to spoil the game [geym]. Resorting to force will only bring chaos. bozuk olmak 119 para bozmak parmak bozmak pazar bozmak pazarlığı bozmak perhizi bozmak Bu, papaza kızıp perhizi bozmak gibi. sessizliği bozmak sinirini bozmak (birinin) sinirlerini bozmak tadını, bozmak Bu baharatlar tadını bozacaktır. tadını tuzunu bozmak takımı bozmak (çay vs.) terbiyesini bozmak tılsımı bozmak yapıp bozmak yazıp bozmak yemin bozmak yemini bozmak yuva bozmak yuvasını bozmak zarını bozmak zevkini bozmak zihnini bozmak (bir şeyle) bozuk olmak, arızalı, çalışmıyor anlamında: Klima bozuktur. kusurlu anlamında: Pul biraz bozuktur. yiyecekler için: Bu yumurtalar bozuk değil mi? | birleşikler ve deyimler [ ağzı bozuk olmak akli dengesi bozuk olmak akortu bozuk olmak arası bozuk olmak düzeni bozuk olmak elinin ayarı bozuk olmak endazesi bozuk olmak kanı bozuk olmak künyesi bozuk olmak maneviyatı bozuk olmak mayası bozuk olmak morali bozuk olmak Moralim çok bozuk. niyeti bozuk olmak sicili bozuk olmak sinirleri bozuk olmak soyu bozuk olmak sütü bozuk olmak tüyü bozuk olmak bozulmak, çalışmaz hale gelmek: Araba tam kapının önünde bozuldu. to change money. not to be on speaking terms [to:mz]. to start packing up (one's goods). to break one's bargain [ba:gin]. to spoil one's diet [spoyl]. (It's the case of cutting one's nose to spite one's face.) to break the silence [sayhns]. to get on smb's nerve [nov], to upset [apset], to spoil the taste [teyst]. These spices will spoil its taste. to spoil. to break a set. to forget one's manners [me:mz]. to break a spell. to make and remake [rimeyk]. to give an order then countermand it. to violate an oath [vayileyt]. to break an oath [outh]. to break up a home. to break up smb's marriage [me:ric], to bring bad luck (in a game of dice). to spoil smb's pleasure [pleji]. to be obsessed [lbsest]. to be out of order. The air conditioning is out of order. to be damaged [de:micd]. The stamp is slightly damaged. to be spoiled [spoyld]. Aren't these eggs spoiled? to be foul-mouthed [faul mautht], to be mentally i l l . to be out of tune [tyu:n]. to be on bad terms [to:mz], to be out of tune. to do smth with a heavy hand. to be ill-proportioned [pnpo:§md]. to be degenerate [dicemnt]. to have a bad record [reko:d]. to be demoralized [dimorilayzd]. to be of base origin [oricin]. to be depressed [diprest]. / feel terribly depressed. to have designs on [dizaynz], to have a black mark on one's record. to be in a nervous state [novis]. to come from bad stock. to be baseborn [beysbo:n]. to be out of sorts. to break down. The car broke down just in front of the door. bozum etmek 120 yenilmeyecek hale gelmek: Bu kaymak bozulacak. kötü/eşmek anlamında: Sağlığı son günlerde epey bozuldu. nişan için: Nişanları neden bozuldu? kızmak anlamında: | birleşikler ve deyimler] Büyü birden bozuldu. Takdirde yazılan, tedbirle bozulmaz. ahengi bozulmak aptesti bozulmak aralan bozulmak asabı bozulmak benzi bozulmak çarkı bozulmak itibarı bozulmak işi bozulmak kafası bozulmak keyfi bozulmak maneviyatı bozulmak morali bozulmak namazı bozulmak ortaklık bozulmak Öküz öldü, ortaklık bozuldu. sinirleri bozulmak Bu adamın sinirleri epey bozulmuş. şirazesi bozulmak ütüsü bozulmak Pantolonumun ütüsü bozuldu. bozum etmek bozum olmak bozuşmak böbürlenmek Kırk yıl partiye hizmet ettim diye böbürleniyor. böceklenmek İthal buğday böceklenmiş. böğürmek böldürmek bölmek, birliği parçalamak anlamında: bölümlere ayırmak anlamında: işlem bakımından: taksim etmek anlamında: Bunu ikiye veya üçe bölebiliriz. parçalara...: bölücülük yapmak Bu gazete bölücülük yapıyor. bölümlemek bölünmek birliğin parçalanması: Dünya üçe bölünmüş gibi görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti bölünmez bir bütündür. *uykusu bölünmek to spoil. This cream is going to spoil. to deteriorate [ditiriyireyt]. His health has rather deteriorated lately. to be broken off. Why was their engagement broken off? to get angry. The spell suddenly broke [brouk]. (Man proposes, God disposes.) to be upset. to need to perform ablution [lbluism]. to be on strained terms [streynd]. to be / get upset. to grow pale [peyl]. to meet misfortune [misfo:gin]. (rating) to drop. (one's affairs) to deteriorate [ditiriyireyt]. to get angry [e:ngri], to become depressed [diprest]. to be dispirited. to be demoralized [dimonlayzd], (one's prayer) to become invalidated, to break down. (People part company when they have no more common cause [ko:z].) to crack up. (This man is a nervous wreck.) to get out of hand. to lose its crease [kri:s]. (My trousers need ironing.) to embanass (imbe:ns]. to be embarrassed [imbe.Tist]. to fall out with somebody. to brag about / of [bre:gibaut]. He brags of having served the party for forty years [so:vd]. to be infested with insects. The imported wheat is infested with bugs. to bellow [belou]. to have smth divided [divaydid]. to partition [pa:ti§m]. to separate [sepireyt], to divide [divayd]. to divide. We can divide it into two or three. to break up [breyk]. to work for the partition (of) [pa:ti§m]. This newspaper is working for partition. to classify [klesifay]. to be divided [divaydid]. to be partitioned [pa:ti§ind]. It looks as if the world is divided into three camps. (The Turkish Republic is indivisible.) (one's sleep) to be interrupted [intiraptid]. bölüşmek 121 bölüşmek Parayı eşit olarak bölüşmemiz gerek. Yemeklerini daima böliişürlerdi. bölüştürmek Servetini üç kardeş arasında bölüştürdü. bönleşmek börtmek Sıcaktan börttük. börttürmek börtülmek budaklanmak budak bakımından: dallanmak anlamında: *dallamp budaklanmak budala olmak Buna inanacak kadar budaladır. budalalık etmek Hediyeyi geri göndermekle budalalık etti. Kararı ertelemek budalalık olur. budalalaşmak budamak *bağ budamak budanmak buğulamak, buğuya tutmak anlamında: buğu ile pişirmek anlamında: buğulanmak *gözleri buğulanmak buğulaşmak buharlaştırmak buhurlamak buhurlaşmak bukağılamak bulamak, unla kaplamak anlamında: kirletmek anlamında: [ birleşikler ve deyimler] çamura bulamak elini kana bulamak kana bulamak una bulamak bulandırmak berraklık bakımından: [birleşikler ve deyimler | gönül bulandırmak midesini bulandutnak, kusma duygusu bakımından: kuşku bakımından: Sinek ufaktır ama mide bulandırır. zihnini bulandırmak bulanık olmak, hava bakımından bulutlu: duru olmayan için: net görünmeyen için: to split. We must split the money equally. to share (out) [se:J. They always shared their food [fu:d]. to divide smth up (among). He divided up his wealth among the three brothers. to be stunned [stand]. to lightly cook. (We're half broiled in this heat.) to cook lightly [laytli]. to be lightly cooked [kukt]. to become knotty. to send out shoots [§u:ts]. to spread out in all directions [dayreksm]. to be foolish. He's foolish enough to believe it. to behave like a fool [fu:l], (It was foolish of him to send back the gift.) It would be foolish to postpone the decision. to act like a fool. to prune [pru:n]. to prune the vineyard [vinyid]. to be pruned. to steam [sti:m]. to stew [styu:]. to be steamed up. (one's eyes) to fi l l with tears [ti:z], to vaporize [veypirayz]. to evaporate [ive:pireyt], to cense [sens]. to evaporate [iveipireyt]. to fetter [feti]. to roll in flour [flau]. to smear [smi:]. to sully smb's reputation [repyutey§in]. to be involved in a murder [mb:di]. to smear with blood [blad]. to roll in flour [flau]. to render turbid [to:bid]. to blur [bio:]. to arouse suspicion [sispi§in]. to turn one's stomach [stamik]. to suspect that smth is wrong. (Some things are insignificant but could cause great mischief.) to make one suspicious [sispigis]. to be cloudy [klaudi]. to be turbid [to:bid], to be blurred [blo:d]. bulanmak 122 bulanmak, bulanık anlamında: bulantı bakımından: hava için: fikir bakımından: | birleşikler ve deyimler | beyni bulanmak gönlü bulanmak gözü bulanmak içi bulanmak kafası bulanmak kana bulanmak midesi bulanmak, bir durum karsısında: kusma duyusu için: kuşku bakımından: safrası bulanmak zihni bulanmak bulantısı olmak bulaşıcı olmak İçim bulanıyor. bulaşmak, Bu hastalık bulaşıcı değil. hastalık için geçmek anlamında: huy için geçmek anlamında: Babası da bir hırsızdı, bu oğluna bulaşmış gibi. Ne kokar ne bulaşır. karışmak anlamında: Git gide bu işe iyice bulaşıyor. Bu işe bulaşmak istemiyoruz, kirlenmek anlamında: bulaştırmak )birleşikler ve deyimler) bir işe bulaştırmak Beni, bu işe bulaştırmayınız. ağzına burnuna bulaştırmak yüzüne gözüne bulaştırmak İşi yüzüne gözüne bulaştıran ben değilim. bulmak, aranan bir şey için genel olarak: Rahat ararsan, mezarda bulursun. Bunun aynısını bulman gerek. Eşime bir sandalye bulabilir misin? Kimi köprü bulamaz geçmeye, kimi su bulamaz içmeye. Parayı nereden bulacağız? Onu bulmak kolay olmayacaktır. Bunlar zor bulunur. Sora sora Bağdat bulunur, birbirini bulmak anlamında: Hacı hacıyı Mekke'de bulur. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. İt ulur, birbirini bulur. to become turbid. to become nauseated [noziyeytid]. to become cloudy [klaudi]. to be dazed [deyzd]. to smell a rat. to feel sick. (one's eyes) to become blurred [blo:d]. to feel nauseated [noziyeytid]. (/ feel sick.) to get confused [kinfyu:zd]. to be covered with blood [blad]. to be revolted by. to feel nauseated [noziyetid]. to feel suspicious [sispis^s]. to be nauseated. to get confused [kmfyu:zd]. to suffer from nausea [noziye]. to be infectious [infek§is]. This disease is not infectious. to spread by contagion [kmteycm]. to rub off. His father was a thief too, this seems to have rubbed off on his son [rabd]. It's quite harmless but of no use. to be involved. He's getting more and more involved in it. We don't want to get involved in this. to soil [soyl]. to infect [infekt], to be implicated in [implikeytid]. / don't want to be implicated in this. to mess up a job. to make a mess of smth. It's not me who made a mess of it. to find [faynd]. (If you're seeking a lasting peace you'll find it in the grave.) You must find a similar one. Could you find a chair for my wife? Some can't find a bridge to cross the water, others enough water to drink. (Where shall we get the money from?) It won't be easy to find him. They are hard to find. (You can get anywhere by asking.) (Birds of feather flock together.) (Like people like friends.) (Birds of feather flock together.) bulmak 123 cezaya uğramak anlamında: İnsan ne bulursa, dilinden bulur. Üveye etme, özünde bulursun. İyi eden iyi bulur, kötü eden kötü bulur. Oh olsun, belasını buldu! Allahından bulsun! bir düzeye ulaşmak: Bu, binlerce doları bulur. Bütün kâr birkaç doları bulmaz. Bankalara olan borcu milyarları buluyor. Restorasyon milyarları bulur. görüş belirtmek için: Oyunu nasıl buldun? Makaleyi nasıl buluyor? Türk kahvesini nasıl buluyorsunuz? Müdürü çok kızgın buldum. hatırlamak anlamında: Adını bir türlü bulamıyorum. kaybedilen bir şey için: Saatimi bulamıyorum. Koydunsa şimdi bul! keşfetmek anlamında: Penisilini kim buldu? ortaya çıkarmak anlamında: bir noktaya erişmek: Yılın ortasını bulduk. rastlantı sonucu olarak: Çözümü 1906 'da rastlantı sonucu buldu, rastlamak anlamında: Onu gökte ararken yerde buldum. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer. Bulduğum gibi bıraktım. Mal bulmuş Mağribi gibiydi, saymak anlamında: Davranışım düşmanca buluyorum. Sana göre komik olabilir, fakat ben bulmuyorum. Daha fazla kalmanızı akıllıca bulmuyorum. birleşikler ve deyimler | Bula bula beni buldular. Bula bula bunu mu buldular? Buldu buldu beni buldu? Bulsun bulsan onu Kapalıçarşıda bulursun. Ben onu bulurum mu, bulurum. Buldum bilemedim, bildim bulamadım. iyilik eden, iyilik bulur. Kötülük eden, kötülük bulur. Hoş bulduk! Adet yerini bulsun diye. (tam) adamını bulmak (The tongue is the source of man's troubles.) Don't mistreat a stepchild, your own might one day be one. He who does good finds goodness, he who does evil finds evil [i : vi l ]. (It serves him right!) Let God give him his just deserts [dizckts]. to run into. That will run into thousands of dollars. to amount to [imaunt]. The total profit won't amount to more than a few dollars [doliz]. His debt to the banks runs into billions. The cost of restoration will run into billions. to think of. What do you think of the play? What does he think of the article? to find. How do you find Turkish coffee? I found the manager in a very bad mood [mu:d]. to recall [riko:l]. / can't recall his name. to find. / can't find my watch [woe]. / just can't find it anywhere. to discover [diskavi]. Who discovered penicillin? to find out. to reach [ri:c]. We've reached the mid-year mark [ma.k], to stumble upon [stambil]. He stumbled upon the solution in 1906. to come across [lkros]. / came across him quite unexpectedly. (A guest eats whatever he is offered.) I left it as I found it [faund], (He was overjoyed.) to consider [kmsidi]. / consider his attitude as hostile [hostayl]. to find it... You may think it funny but I don't find it so. I don't find it prudent for you to stay longer. Why do they pick on me? Is that all that they could find? Of all people, why pick on me? If anywhere, you'll find it at the Covered Bazaar. You can bet I'll find it. One doesn't appreciate the value of what one has. One good turn deserves another [dizo:v]. He who does evil will be paid back with evil. Glad to be here! As a matter of form. to find the very man. bulmak (akşamı) 124 akşamı bulmak Bu iş akşamı bulur. Allahtan bulmak Allahından bulsun! altmışı bulmak aman bulmak antipatik bulmak ara bulmak aralarını bulmak arayıp bulmak arka bulmak ayazda bulmak (kendini) O kız yakında kendini ayazda bulur. az bulmak bahane bulmak Tedbire kusur eden, takdire kusur bulur. belâsını bulmak Belâsını buldu. Oh olsun, belâsını buldu! Arayan Mevtasını da bulur, belâsını da. Aradığını buldu. canını sokakta bulmamak Ben canımı sokakta bulmadım. cesaret bulmak cezasını bulmak çare bulmak Olacakla öleceğe çare bulunmaz. çıkar yol bulmak Bunun çıkar yolu yok. çözüm bulmak çözüm yolunu bulmak Bu soruna bir çözüm bulmak zorundayız. dengeyi bulmak O kalas üstünde dengeyi bulmak zordur, iki şey arasındaki uyum için: dengesini bulmak derman bulmak Derdini söylemeyen, derman bulamaz. dibini bulmak dilinin belâsını bulmak doğru bulmak Ben bunu doğru bulmuyorum. Sen bunu doğru buluyor musun? Susmayı doğru bulmuyorum. düşünüp bulmak Seçimde zafere götürecek bir plan düşünüp bulmalıyız. eliyle koymuş gibi bulmak encam bulmak eski halini bulmak Tam olarak eski halini bulamadı. ettiğini bulmak to last until evening [i:vning]. This thing will last till evening. to get one's just deserts [dizoits]. May God give him his just deserts! to become sixty years old. to be saved [seyvd], to dislike smb. to reconcile [rekinsayl]. to settle a dispute (between) [dispyu:t]. to find out. to find support [sipo:t]. to be left at the post [poust]. That girl will soon find herself left at the post. to consider it insufficient [insifigint]. to find an excuse [iksyu:s]. He who doesn't take the proper measures will find fault with fate. to get the punishment one deserves [dizd:vz]. He got what he was asking for. It serves him right! One can find God or trouble, depending on what one is seeking [trabil]. He got what he deserved [dizo.vd]. to value one's life. / value my life too much. to take courage [karic]. to get one deserts [dizo:ts]. to find a remedy (for). (There's no way to prevent the inevitable.) to find a way out. There's no way out of this problem. to find a solution [silyu:§m]. to work out a way. We have to work out a way to this. to find one's balance [be:lms]. It's difficult to keep one's balance on that plank. to strike a balance between [strayk], to recover one's balance [rikavi]. to find a remedy. He that does not disclose his distress will not find a remedy [remedi]. to use up [yu:zap]. to suffer for one's indiscretion [indiskre§m]. to approve of it [ipru:v]. / don't approve of it. (Do you consider it right?) (I don't find it right to keep silent.) to think out. We must think out a plan that will lead us to victory in the elections [ileksin]. to find smth as if one had left it. to end. to recover [rikavi]. He hasn't fully recovered yet. to get one's deserts [dizo:ts]. bulmak (feyz) 125 Sonunda ettiğini buldu. Herkes ettiğini bulur. Kendin ettin, kendin buldun. Ettiğini buldu. feyz bulmak fırsat bulmak haklı bulmak Tutumunu haklı bulmak imkansız. halas bulmak havasını bulmak hitam bulmak ilginç bulmak iş bulmak Ek bir iş bulmak zorundayım. kabahat bulmak Sen daima makineye kabahat bulursun. Ben size kabahat bulmuyorum. kabahatli bulmak Seni kabahatli buluyorlar. kaçamak yolu bulmak kapı bulmak kelime bulamamak Duygularımı ifade edecek kelime bulamıyorum. kemalini bulmak kerameti kendinde bulmak kılıf bulmak kıvamını bulmak koca bulmak kolayını bulmak komik bulmak Hiç de komik bulmuyorum. kulpunu bulmak kusur bulmak Durmadan bende kusur buluyorsun. Onun davranışlarında kusur bulmuyorum. kuvvet bulamamak layık bulmak layığını bulmak mazeret bulmak Mevlâsmı bulmak Arayan belâsını da bulur, Mevtasını da. meydan bulmak meydanı boş bulmak muvafık bulmak münasip bulmak Orasını hiç de münasip bulmuyorum. müstahakını bulmak nihayet bulmak orta yolu bulmak ortasını bulmak pundunu bulmak rağbet bulmak Yeni stil, gençler arasında rağbet buluyor. reha bulmak Finally he got his just deserts. (You reap what you sow.) (You have to bear the consequences.) (He got what he asked for.) to prosper. to find an opportunity [opityumity]. to consider it right [kinsidi]. (It's impossible to justify his attitude.) to be delivered from. to get into a good mood [mu:d]. to come to an end. to find it interesting. to find a job [cob]. / have to find an additional job. to find fault with. You always find fault with the machine. to blame [bleym], / don't blame you. to blame [bleym]. They think you are to blame. to find a trick to get out of. to find a post / job. to lack words [le:k]. / lack words to express my feelings. to attain perfection [po:fek§in]. to attribute the whole merit to oneself. to get round a difficulty [difikilti], to reach the right consistency [kmsistmsi], to find a husband [hazbind]. to find an easy way. to find smth funny [fani], / don't find it funny at all. to find a way out. to find fault with [fo:lt]. You're continually finding faults with me. I don't find fault with her conduct. to lack the courage to [karic'J. to deem smb worthy of [wo:thi]. to get one's just deserts [dizo:ts]. to make excuses [ikskyu:siz]. to get what one desires [dizayrz]. (He that seeks finds.) to find an opportunity [opityumiti]. to run riot [rayit]. to see fit. to find suitable [su:tibil]. I don't find that place suitable at alt. to get one's just deserts [dizo:ts], to come to end. to find a middle course [ko:s]. to come to a compromise [komprimayz], to find the right moment. to catch on. The new style is catching on the young. to escape [iskeyp]. bulmak (revaç) 126 revaç bulmak revnak bulmak sabahı bulmak salâh bulmak selamet bulmak sıkıcı bulmak ! Onları hiç de sıkıcı bulmuyorum. sokakta bulmak Ben servetimi sokakta bulmadım. son bulmak söz bulamamak Söz bulamıyorum! suç bulmak (bir şeyde) Sen daima aletlerine suç bulursun. sübut bulmak sükunet bulmak şeref bulmak şifa bulmak şifayı bulmak tavanı bulmak tesadüfen bulmak teselli bulmak tutamak bulmak ucunu bulmak ucunu, ortasını bulmak umduğunu bulamamak Umduklarımızı bulamadık. uygun bulmak Oraya gitmemi uygun buluyor mu? uygun bulmamak vakit bulmak vakit bulmamak Başımı kaşımaya vakit bulamıyorum. vücut bulmak vuku bulmak yarar bulmak Bu işte ne yarar buluyorlar. yer bulmak Matine için yer bulamadık. yerini bulmak Adalet yerini bulsun. Adet yerini bulsun diye yapıyorlar. Hak yerini buldu. Takdir yerini bulur. bir şeyin yerini: Burada bir şeyin yerini bulmak imkansız, erişmek anlamında: isabet etmek anlamında: Başbakan hakkındaki sözleri yerini bulmuş. yetmişini bulmak yolunu bulmak yol olarak: Karanlıkta yolumuzu bulmak zor olacak. to be in demand. to acquire brilliance [brilyins], to sit up all night. to improve [impru:v]. to reach safety [seyfti], to find it tiresome [tayisimj. / don't find them tiresome [tayisim]. to pick up in the street. / didn't pick up my fortune in the street. to come to an end. (for words) to fail one [feyl]. Words fail me! to blame smth. (for) [bleym]. You always blame your tools. to be proved [pru:vd]. to find calm [ka:m]. to be honoured [omd]. to recover one's health [rikavi], to fall i l l . to find the right time for. to blunder on/upon [blandi]. to find consolation [kinsileysin]. to find a pretext [pri:tekst]. to bring smth to a conclusion [kmklu:jm]. to get to the bottom of a matter [batun], to be disappointed in [disipoyntid]. We are disappointed in our expectations. to approve [ipru:v]. Does he approve of me going there? to frown upon [fraun]. to have time. to have no time. I'm so busy I can hardly scratch my head. to come into existence [igzistins]. to take place. to think it beneficial to [benifisil]. (What purpose do they think it'll serve?) to find a place/a seat [si:t]. We couldn't find seats for the matinee. to find one's place [pleys]. Let justice be done [castis]. They are doing it as a mere formality. (Justice has prevailed [priveyld].) (What will be will be.) to locate [lokeyt]. It's impossible to locate anything here. to find one's right place, to hit home. His remarks about the Prime Minister have hit home. to reach the age of seventy [ri:c]. to find one's way. It'll be hard to find our way in the dark. bulundurmak 127 çare olarak: Buna son vermenin bir yolunu bulmalıyız. Bir yolunu buluruz. Merak etmeyin bir yolunu bulurum. Bir yolunu bulup gelirim, düşünüp çare bulmak: Ben, daha iyi bir yolu düşünüp bulurum. Müşterileri yeniden kazanmanın bir yolunu düşünüp bulmalıyız. Bunun yanlış olduğunu ikna edecek bir yol bulurum. yöntem bulmak yüz bulmak zeval bulmak zor bulmak Yüz bulunca astar ister. Tıp öğrenimini zor buluyor. bulundurmak Bunlardan dükkânda daima bulundurmalısınız. Bu gibi tehlikeli maddeyi burada bulunduramazsınız. | birleşikler ve deyimler [ açık bulundurmak Tüm fırınlar açık bulundurulacaktır. elinin altında bulundurmak göz önünde bulundurmak Yaşını da göz önünde bulundurmak gerek. hazır bulundurmak kontrolü elinde bulundurmak murakebe altında bulundurmak bulunmak, genel anlamda: Kasa boş bulundu. Kalacak bir yer elbette bulunur. Sora sora Bağdat bulunur. Yol sormakla bulunur. olmak anlamında: İstanbul, o zaman, yabancıların işgali altında bulunuyordu. 10 Kasım raporunuzu almış bulunuyoruz. O kadar kusur kadı kızında da bulunur. Ben eşek olduktan sonra, semer vuracak çok bulunur. Bunlar, dünyanın başlıca petrol üreticiler arasında bulunur. At bulunur meydan bulunmaz, meydan bulunur at bulunmaz. mal bakımından: Sizde süt bulunur mu? Sizde örgü şişi bulunmaz, değil mi? Bu mallar bizde bulunmaz. bir yerde...: Bütün tiyatrolar orada bulunur. Orada bulunmam mı gerek? to find a way. We must find a way to stop this. to manage [me:nic]. We'll manage somehow. Don't worry, I'll manage. (I'll be there somehow.) to think out/up. /'// think out a better way. We should think out a way of getting back the customers [kastimiz]. /'// think up a way of convincing them it's wrong. to devise a method [divayz], to get presumptuous [prizamptcyus]. (Give him an inch and he'll ask for an ell.) to decline [diklayn]. to find it hard. He finds the study of medicine hard going. to have in stock. You must always have some in stock in the shop. to keep. You can't keep such dangerous stuff here [staf]. to keep open. All bakeries will be kept open. to keep smth by (one). to take into account [lkaunt]. One must take his age into account. to have smth ready. to have control over smth [kintroul]. to put under control. to be found [faund]. The safe was found empty. We're sure to find a place to stay. You can find any place just by asking. (One learns how to do smth by asking how to do it.) to be. At that time, Istanbul was under foreign occupation [okyupey§in]. We are in receipt of your November 10 report [risi:t], (Nothing is absolutely perfect [po:fikt].) If I am willing to be a donkey there'll be many to saddle me [se:dilj. They are among the major oil producers of the world. (What one usually needs is usually missing.) to have. Do you have milk? You wouldn't have knitting needles, would you? We don't have such articles. to be, to be present [prezint]. That's where all the theatres are. Must I be present there? bulunmak (açıklamada) 128 Fatih'in neresinde bulunuyor? Toplantıda çocuk falan bulunmasın. Biz, hepimiz Londra'da bulunduk. Koyun bulunmadığı yerde, keçiye Abdurrahman Çelebi derler. Burada ne zaman bulunur? Ankara'da bulunan bir avukat. Bakanlar Kurulu orada hazır bulunacak, çok kısa bir müddet için bir yerde: Bakanlar mitingde çok kısa bir müddet için bulundular. | birleşikler ve deyimler] Aramakla bulunmaz. He deyince bulunmaz. açıklamada bulunmak aleyhinde bulunmak aşta tuzu bulunmak Aşta tuzumuz bulunsun. az bulunmak Bu meyve bu mevsimde az bulunur. bağışta bulunmak başında bulunmak beyanatta bulunmak bildirimde bulunmak boş bulunmak cinsel ilişkide bulunmak çağrıda bulunmak Hükümet sendikalara grevi sona erdirmek için çağrıda bulundu. çare bulunmak Bir çare bulunabilir miydi? Bir çaresini buluruz. Ecele çare bulunmaz. Olacakla öleceğe çare bulunmaz. Ölüme çare bulunmaz. çorbada tuzu bulunmak Çorbada tuzumuz bulunsun. darda bulunmak evde bulunmak Evdeler mi? faaliyette bulunmak Bu örgütler askeri türden faaliyetlerde bulunamazlar. fedâkârlıkta bulunmak gafil bulunmak girişimde bulunmak, iş bakımından: Riskli, fakat kârlı bir girişimde bulundum, çaba bakımından: Polis yağmayı durdurmak için hiç bir girişimde bulunmadı. hazır bulunmak Hazır bulunmam zorunlu mu? Hepimiz toplantıda hazır bulunacağız. hazırlıklı bulunmak hizmetinde bulunmak What part of Fatih is it in? Let there be no children and so on at the meeting. We all have been to London. To those who have not known anything better, second rate things will seem first rate [reyt]. When is she here? A lawyer in Ankara [lo:yi]. The Cabinet will be present there [ke:binit]. to put in an appearance [ipi:nns]. The ministers put in an appearance at the meeting. It's a rare find and a lucky one [laki]. You can't find it on the spur of the moment [spo:]. to make a statement [steytmint]. to talk against smb. to make a contribution, however small. We'll make a small contribution [kontribyu:§in]. to be scarce [ske:s]. This fruit is scarce in this season. to donate [douneyt]. to be in charge [ca:c]. to make a statement [steytmint]. to announce [inauns]. to be taken unawares [amwe:z], to have sexual relations with [rileysanz]. to call on/upon. The government has called upon the trade unions to end the strike [strayk]. to find a remedy/a way out. Could a way out have been found? We'll find a way out. There is no remedy for death [deth]. (What will be will be.) There is no way to avoid death. to contribute a small share [kmtribyu:t]. We'll make a contribution, however small. to be in financial difficulties [difikiltkz]. to be at home [houm]. (Are they in?) to engage in [ingeyc]. These organizations cannot engage in military type actions [e:k§inz]. to make a sacrifice [se:krifays], to be unawares [amwe:z]. to embark upon [imba:k]. I've embarked upon a profitable but risky venture. to make an attempt [itempt]. The police made no attempt at all to stop the loot. to be present [prezint]. Is it essential that I should be present? (We shall all attend the meeting.) to be prepared [pripe:d]. to be in the service of [so:vis]. bulunmak (içtihatında) 129 içtihatında bulunmak ifşaatta bulunmak ihtiyatlı bulunmak imada bulunmak inayette bulunmak irşatta bulunmak isteminde bulunmak Savcı, katil için idam cezası isteminde bulundu. iş başında bulunmak itirafta bulunmak Size bir itirafta bulunacağım. itirazda bulunmak iyi dilekte bulunmak iyilikte bulunmak Bana bir iyilikte bulunur musun? karşı ithamda bulunmak katkıda bulunmak idare neden katkıda bulunmuyor? kehanette bulunmak keramette bulunmak lütfunda bulunmak misillemede bulunmak mukabelede bulunmak münasebette bulunmak mütalaasında bulunmak nezaketinde bulunmak Göndermek nezaketinde bulunduğunuz çiçekler için teşekkür ederiz. öneride bulunmak Bir öneride bulunabilir miyim? özveride bulunmak ricada bulunmak Benden bir ricada bulundu. Sizden bir ricada bulunacağım. sadetinde bulunmak serzenişte bulunmak sıhhatte bulunmak sorumlu bulunmak Polis olayda sorumlu bulundu. suçlu bulunmak suçsuz bulunmak suikastte bulunmak şikayette bulunmak Birçok kişi program hakkında şikayette bulundu. Kesinlikle şikayette bulunacağım. tahminde bulunmak Bir tahminde bulun. talepte bulunmak tasarrufta bulunmak tavizde bulunmak tavsiyede bulunmak taziyede bulunmak teberrude bulunmak tedarikte bulunmak to be of the opinion. to disclose [disclouz]. to be cautious [ko:§is]. to drop a hint. to do a favour [feyvi]. to show smb the right way. to demand [dima:nd]. The prosecutor demanded the death penalty for the murderer [mo:drri]. to be at work [wd:k]. to make a confession [kinfe§in]. I've got a confession to make. to raise an objection [reyz]. to wish smb well. to do a favour [feyvi]. Could you do me a favour? to countercharge [kaunticax]. to contribute to [kintribyu:t]. Why doesn't the management contribute? to make a prophecy [profisi]. to work a miracle [mirikil]. to be good enough [inaf] to. to retaliate [ritedieyt]. to reciprocate [risipnkeyt]. to have a relation with [rileygin]. to be of the opinion that [lpinym]. to be kind enough to. Thank you for the flowers you were kind enough to send [inaf]. to make a suggestion [sicescm]. May I make a suggestion? to make sacrifices [se:krifaysiz]. to ask a favour of [feyvi]. She asked me to do her a favour. (I have a request to make of you.) to intend to. to remind smb of a favour [rimaynd]. to be in good health [helth]. to be blamed for [bleymd]. The police was blamed for the incident. to be found guilty [gilti]. to be found not guilty. to attempt to assassinate [ise:sineyt], to make a complaint [kimpleynt]. A lot of people complained about the program. I shall definitely make a complaint. to make a guess [ges]. Make a guess. to apply (to) [íplay]. to dispose [dispouz]. to make concessions [kinse§in]. to advise smb about smth [ldvayz]. to express one's condolences [kindoulinsiz]. to make a donation [douney§m]. to get ready for. buluşmak 130 temasta bulunmak teşebbüste bulunmak tetikte bulunmak tevdiatta bulunmak ucu bucağı bulunmamak vaatte bulunmak Politikacılar ekseriye büyük vaatlerde bulunurlar. yardım talebinde bulunmak yardımda bulunmak Bize bir yardımda bulunabilir. Size nasıl bir yardımda bulunabilirim? yeteneği bulunmamak (bir şeye karşı) zan altında bulunmak zor bulunmak Onları bugünlerde bulmak zor. buluşmak Orada kiminle buluştunuz? Bir gün yeniden buluşabilir miyiz? Sizde buluşalım mı? buluşturmak *bulup buluşturmak bulutlanmak Hava bulutlanıyor. bunalmak, çok sıkılmak anlamında: soluk alma bakımından: tedirgin olmak anlamında: *sıcaktan bunalmak bunaltmak bunamak *buldukça bunamak burcumak burdurmak, bükmek anlamında: hadım etmek anlamında: burgulamak burkmak Ayak bileğimi burktum. burkulmak üzüntü bakımından: *içi burkulmak burmak, bağırsakta sancı bakımından: ağıza kekre tat vermek: bükmek anlamında: delmek anlamında: hadım etmek anlamında: [birleşikler ve deyimleri bıyık burmak boynunu burmak burun burmak burnuna gelmek *canı burnuna gelmek burnundan düşen bin parça olmak Burnundan düşen bin parça. to keep in touch with [tag], to take steps towards [tiwo:dz]. to be on the alert [ilo:t]. to deposit money [dipozit], to be boundless [baundlis]. to make a promise [promis]. Politicians often make big promises [politi§inz]. to appeal for help [ipi:l]. to be of help. He can be of some help to us. In what way can I help? to have no aptitude for [e:ptityu:d]. to be under suspicion [sispi§rn]. to be hard to find. They are hard to find these days. to meet,(with smb). Who did you meet there? Could we meet again? Shall we meet at your place? to arrange a meeting [ireync]. to find at any cost. to get cloudy [klaudi]. It is getting cloudy. to be bored [bo:d], to suffocate [safikeyt]. to be distressed [distrest]. to swelter [swelti]. to distress. to become senile [sknayl]. to always ask for more, to smell good. to have smth twisted. to castrate [ke:streyt]. to bore with a gimlet [bo:]. to sprain [spreyn]. I've sprained my ankle [e:nkil], to be sprained [spreynd]. to be unhappy. to feel remorse [rimo:s]. to gripe [grayp]. to give an acrid taste [e:krid], to twist. to bore [bo:]. to castrate [ke:streyt], to twist one's moustache [mista:§]. to wring the neck. to turn one's nose up [nouz]. to become unbearable [anbe:nbil]. to be fed up. to be in a bad mood [mu:d]. He's in a terrible mood. burnundan gelmek 131 burnundan gelmek Burnumdan geldi. | birleşikler ve deyimler | anasından emdiği süt burnundan gelmek burnundan fi t i l fitil gelmek canı burnundan gelmek burnunun dibinde olmak burnunun ucunda olmak Bütün gün burnumuzun uçundaydı. buruk olmak, alınmak anlamında: burulmuş durumda olmak: tat bakımından: üzülmek anlamında: burulmak, bükme anlamında: hadımlık bakımından: küskünlük bakımından: sancı bakımından: burun yapmak burun buruna gelmek Ölümle burun buruna geldik. buruş buruş olmak buruşmak, düzgünlüğün bozulması: tat bakımından: buruşturmak *yüzünü buruşturmak buruşuk olmak buyrulmak (başına) buyruk olmak buyur etmek, içeriye almak: sofraya davet: buyurmak, takdim için: emir olarak: söylemek anlamında: Bu yaka biraz buruşuk. Issız eve it buyruk. to spoil one's pleasure. It spoiled all my pleasure [pleji]. to go through extreme hardship [ikstrkm]. to regret ever doing smth. to be dead tired [tayid]. to be under one's nose [nouz]. to be under one's very nose. All day long it was under our very nose. to be crossed [krost]. to be twisted, to be acrid [e:krid]. to be upset [apset]. to be twisted. to be castrated [ke:streytid]. to get cross. to gripe [grayp], to stick one's nose up. to come face to face [feys]. We came face to face with death [deth]. to be badly wrinkled [rinkild]. to become crumpled [krampild]. to get a sour taste [saur]. to crumple [krampil]. to make a sour face, to be ruffled [rafild]. This collar is a bit ruffled. to be decreed [dikri:d]. to be independent. (Stray dogs are the masters of deserted houses.) to show in. to invite to eat [invayt]. Ne buyurdunuz? Buyur? Af buyurunuz. Nasihat istersen, tembele iş buyur. Iste, buyurunuz. (Here you are.) to decree [dikri:]. to say. What did you say? (Could you repeat that?) (I beg your pardon.) (Tell a lazy person to do something and he'll find plenty of reasons not to do it.) yol için: davet için: yemeğe davet: oturmaya davet: Önce siz buyurunuz. Bize buyurmaz mısınız? Buyurun. Yemeğe buyurunuz. Buyurunuz. İçeriye buyurunuz. After you. Won't you call on us? Help yourself. Dinner is served [so:vd]. Do sit down. Do come in. buzağılamak 132 hizmet ve\a sardun için: Buyurunuz. What can I do for you? [birleşikler ve deyimler | Buyurun cenaze namazına! kabul buyurmak Bunu kabul buyurmanızı rica ederim. teşrif buyurmak buzağılamak buzlanmak, buz haline gelmek anlamında: buzla kaplı anlamında: saydamlığını kaybetmek: buzlaşmak buzullaşmak bücürleşmek büğemek büklüm büklüm olmak *i ki büklüm olmak Sancıdan iki büklüm oldu. bükmek, burmak anlamında: buklet yapmak anlamında: eğmek anlamında: iplik vs. için: kol ve el için: Bükemediğin eli öp. | birlfeşikler ve deyimler] belini bükmek iş yapamaz hale getirmek: bileğim bükmek Bu konuda kimse onun bileğini bükemez. boynunu bükmek boyun bükmek burun bükmek dudak bükmek dürüp bükmek iplik bükmek kolunu bükmek kulağını bükmek bükük olmak |birleşikler ve deyimleri beli bükük olmak boynu bükük olmak kulağı bükük olmak bükülmek *beli bükülmek (yaş dolayısıyla) *eğilip bükülmek bürümek, istila etmek anlamında: kaplamak anlamında: sarmak anlamında: *gözünü kan bürümek bürünmek, istilaya uğramak: örtünmek: Baştan aşağıya beyazlara bürünmüştü. Now we've had it! to accept [iksept]. / should be very pleased if you kindly accept it. to honour [om]. to calve [ka:v]. to become ice [ays], to be covered with ice [kavid]. to become opaque [oupeyk]. to become ice [ays], to get glaciated [gley§iyeytid]. to get short. to dam [de:m]. to be curly [ko:li], be in curls [ko:lz]. to be bent double [dabil]. (He doubled-up with, pain.) to contort [kinto:tJ. to curl [ko:l]. to bend, to twist, to twist. Kiss the hand you can't twist. to bend over double [dabil]. to cripple [kripil]. to twist smb's wrist. (No one can equal him in this subject.) to resign oneself to [rizayn]. to submit [sibmit]. to turn one's nose up [nouz]. to curl one's lip [ko:l]. to fold. to spin. to twist smb's arm. to warn smb about [wo:n]. to be twisted. to be helpless, to be destitute [destityu:t]. to be warned beforehand, to be twisted. to be bent double (with age) [dabil]. to stoop and bow [bau]. to invade [inveyd]. to cover up [kavrrap]. to wrap, to see red. to be infested with, to be dressed in [drest]. She was all dressed in white. bütünlemek 133 rol almak anlamında: kaplamak anlamında: sarınmak anlamında: *kuzu postuna bürünmek bütünlemek bütünlenmek bütünleşmek bütünletmek büyü yapmak meslek icrası olarak: büyü yaptırmak büyük olmak, boyut bakımından: Kaçan balık büyük olur. Yama küçük, delik büyük. nitelik bakımından: Büyük başın derdi büyük olur. Ozürü kabahatinden büyük. Allah büyüktür. yaş bakımından: Erkek kardeşim benden beş yaş büyüktür. *burnu büyük olmak büyüklenmek büyülemek, büyü yapmak anlamında: hayran bırakmak anlamında: kalbi kazanmak: büyülenmek büyültmek abartmak anlamında: Sen bu işi büyültüyorsun. şirket vs. için: fotoğraf, resim vs .için: büyümek, genel anlamda: artmak anlamında: Aralarındaki uçurum büyüyor, genişlemek anlamında: yaş bakımından: Büyüyünce şarkıcı olacakmış. Sen ne zaman büyüyeceksin? [birleşikler ve deyimler | burnu büyümek Bu adamın gittikçe burnu büyüyor. Altın madalyayı alalı burnu çok büyüdü. çığ gibi büyümek dağda büyümek gözleri büyümek kartopu gibi büyümek Kavun karpuz, kökeninde büyür. lokması ağzında büyümek mantar gibi büyümek to play the role of. to be covered up [kavid]. to wrap oneself up. to be a wolf in a sheep's skin. to complete [kimpli:t]. to be completed. to be integrated [intigreytid]. to have smth completed. to cast a spell [ka:st]. to practise sorcery [so:srri]. to cast a spell. The fish that got away is always big. (The means are insufficient for the end.) The higher you go the greater the trouble. The excuse is even worse than the offense. God is great. My brother is five years older. to be conceited [kinsi:tid]. to get arrogant (e:ngint]. to cast a spell. to enchant [in9a:nt]. to charm [faim]. to be fascinated [fe:sineytid]. to exaggerate [igzecireyt]. You're exaggerating it. to expand [ikspe.nd]. to enlarge to grow [grou]. to increase in importance [inkrks]. (The gap between them is widening.) to become large, to grow up. She's going to be a singer when she grows up. When are you going to grow up? to become conceited [kinsi:tid]. This man is getting more and more conceited. (He grew too big for his boots since getting that gold medal [medil].) to snowball. to be coarse [ko:s]. to open one's eyes wide [wayd], to snowball. (Children are raised best by their parents.) not to have any appetite [e:pitayt]. to grow like weeds. büyütmek 134 büyütmek, genel anlamda: Girişi büyüteceğiz. abartmak anlamında: Siz bu olayı çok büyütüyorsunuz. iş ve iş sahası için: fotqğraf. resim vs.: mercek-mikroskop için: yetiştirmek anlamında: Çocukları kim büyüttü? *çocuk büyütmek *gözünde büyütmek büzdürmek *bir elbisenin belini büzdürmek büzmek Elbisenin yakasını büzmek mümkün mü? Alemin ağzı torba değil ki büzesin. *lafı ezip büzmek Lakırdıyı ezip büzme! büzülmek, büzme neticesi olarak: çekmek anlamında: bir kenara çekilmek: sinmek anlamında: *bozulup büzülmek *ezi ; lip büzülmek büzüşmek to enlarge [inlaxj. We're going to enlarge the entrance. to exaggerate [igzectreyt]. (You are making too much of it.) to extend. to enlarge [inlax]. to magnify [me:gnifay], to bring up. Who has brought up the children? to bring up children. to exaggerate the importance of [impo:tins]. to make smb constrict smth. to gather the waist of a dress, to gather. Is it possible to gather the dress at the neck? (You can't stop people from talking.) to hum and haw [ham end ho:]. (Don't beat about the bush.) to be gathered [ge:thtd], to shrink. to withdraw into one's comer [ko:ni]. to crouch [kraug]. to retire into one's shell [ritayi]. to show great embarassment [imbe:nsmint]. to pucker [paki]. caba etmek cadılaşmak cadılık etmek cadalozlaşmak cahil olmak cahillik etmek caiz olmak *Bu da cabası. Bunların hepsi yarı cahil. Tabir caizse. caka yapmak camlamak camlanmak camlaşmak camlatmak camlı olmak can gelmek canavarlaşmak canciğer olmak candan etmek Yarım hoca dinden, yarım hekim candan eder. canı ağzına gelmek cam burnunda olmak canına tak etmek Bu parasızlık tak etti canıma. canından olmak Bu yarışta az daha canımızdan olacaktık. canlandırmak, diri duruma getirmek: hareketlilik getirmek: neşelendirmek: yeniden hatırlatmak: *hafızasmı canlandırmak *hayalinde canlandırmak canlanmak, diri duruma gelmek anlamında: hareketlilik kazanmak anlamında: Konser ancak sonuna doğru canlandı. yeniden hatırlanmak anlamında: canlı olmak, yaşamak anlamında: hayat dolu anlamında: * yedi canlı olmak to give free. (And that's in the bargain [ba:gin].j to become cantankerous [ke:ntenkrns], to show bad temper. to conduct oneself like a shrew [§ru:]. to be ignorant [igninnt]. They are all semiliterate [semilitint]. to behave foolishly [fu:li§li]. to be proper [propi]. (If I may put it this way.) to show off. to fit with glass. to be glazed[gleyzd]. to become glass-like [gla:slayk]. to have glass fitted [fitid]. to be fitted with glass. to be revived [rivayvd]. to get brutal [bruttil]. to be close friends [klous]. to cause smb to lose their life. (A little knowledge is a dangerous thing.) to be half-dead with fear [fi : ]. to be worn out [wo:naut]. to become intolerable [intohnbil]. This poverty has become intolerable. to lose one's life [lu:z]. We almost lost our lives in this race. to revive [rivayv], to animate [emimeyt]. to enliven [inlay vin]. to revive. to refresh one's memory [memrri]. to imagine [imexin]. to come to life again [layf]. to revive [rivayv]. (The concert only warmed up towards the end.) to revive. to be alive [llayv]. to be lively [layvli]. to have nine lives. carlamak 136 carlamak, bağırarak konuşmak: çok konuşmak anlamında: cart curt etmek casusluk yapmak Devletler yüzlerce yıldır birbirleri aleyhinde casusluk yapmışlardır. caydırıcı olmak caydırmak, Kararından bir türlü caydıramadık. cayırdamak cayırdatmak caymak, fikrini değiştirmek anlamında: kararından dönmek anlamında: Bu işten tam zamanında caymışız, sözünden dönmek: *sözünden caymak Sözünden caymak isteyecektir. cazırdamak cazırdatmak cazip olmak cebelleşmek, çekişmek anlamında: ' tartışmak anlamında: cebretmek cefa etmek Her sefanın bir cefası var. cehennem olmak Cehennem ol! celallenmek celp etmek, kendine çekmek anlamında: mahkeme tarafından: *nazan dikkatini celp etmek cemetmek cendere altında olmak cenkleşmek cerahatlenmek cereyan etmek Burada garip şeyler cereyan ediyor. Orada cereyan edenler tam bir rezaletti. cerh etmek, çürütmek anlamında: yaralamak anlamında: cesaret etmek Yalnız gitmeye cesaret edemiyor. cesareti olmak Bunu yapacak kadar cesareti yok. cesaretlendirmek cesaretlenmek to talk loud [laud], to talk incessantly [insesintli]. to scatter threats [ske:ti]. to spy [spay]. States have been spying on one another for hundreds of years [yi:z]. to be dissuasive [disweysiv]. to dissuade [disweyd]. We couldn't somehow dissuade him from taking that decision [disijm]. to creak [kri:k]. to make smth creak. to change one's mind [maynd]. to back out of. We've backed out of this just in time. to break a promise [.promis]. to go back on one's word. He'll want to go back on his words. to crackle [kre:kil]. to make smth crakle. to be attractive [itre:ktiv]. to struggle [stragil]. to argue [a:gyu]. to compel [kimpel]. to torment. (Every happiness has its bitter side.) to go to hell. You can go to hell! to get in a rage [reyc]. to attract [itre:kt]. to summon [samin]. to attract smb's attention [itensm]. to add up [e:dap]. to be under pressure [pre§i]. to fight [fayt], to suppurate [sapyureyt]. to happen [he:pin]. Some strange things are happening here. to occur [fko:]. What occurred there was a disgrace. to refute [rifyu:t]. to wound, to dare [de:]. She doesn't dare to go alone [iloun]. to have the courage to [karic]. He hasn't the courage to do it [karic]. to encourage [inkaric]. to take courage. cesaretli olmak 137 cesaretli olmak cesaretsiz olmak cesur olmak cevaplamak Hiçbir soruyu cevaplayamadım. cevaplandırmak Bu mektupları cevaplandırmak gerek. cezalandırılmak Kimse aynı suçtan iki defa cezalandırılamaz. Çocuklar neden cezalandırıldı? cezalandırmak, genel olarak: Sebepsiz yere cezalandırmışlar. Tanrı hepimizi cezalandıracak. bir kuralın çiğnenmesi karşısında: Bu iki oyuncuyu cezalandırmaktan başka yapacak bir şey yoktu. para cezası için: cezalanmak cezalı olmak cezbetmek Gençleri mıknatıs gibi cezbediyor. cılızlaşmak cılk etmek cılklaşmak, yara için: yumurta için: cımbızlamak cırlamak cırtlamak cıvatalamak cıvıldamak cıvıldaşmak cıvıklaşmak cıvımak, meyve için: yakışıksız durum için: cıvıtmak, meyve vs. için: iş bakımından: yakışıksız durum için: cıyırdamak cız etmek, acı duygusu bakımından: ses bakımından: *içi cız etmek *yüreği cız etmek cızıldamak cızırdamak cızlamak, duygu bakımından: ses bakımından: *yüreği cızlamak to be bold. to be timid. to be brave [breyv]. to answer [a:nsi]. / couldn't answer any questions [kwescin], to reply [riplay]. We must reply to these letters. to be punished [panist]. Nobody can be punished twice for the same crime. Why were the children punished? to punish [panisj. They've punished them for no reason at all. God will punish us all. to penalize [pi:nilayz]. There was no course open but to penalize these two players. to fine [fayn]. to be punished [panisfj. to be penalized [pi:nilayzd], to attract [irtrekt]. It attracts the young ones like a magnet. to lose strength [lu:z]. to spoil. to fester. to spoil [spoyl]. to pluck with tweezers [plak], [twi:ziz]. to make a shrill sound [saund]. to make a ripping sound, to bolt. to chirp [co:p]. to chirp together. to get impudent [impyudint]. to get soft. to get too familiar [fimilyij. to get soft and sticky, to spoil [spoyl]. to get impertinent [impo:tinint]. to make a ripping sound [saund]. to have a pang [pe:ng]. to make a sizzling noise [noyz]. to be deeply affected [lfektid]. to be deeply moved [mu:vd]. to sizzle [sizil]. to sizzle. to be deeply affected. to burn with a sizzling noise. to be deeply moved [mu:vd]. ciddi olmak 138 ciddi olmak, ağır haslı anlamında: endişe verici durum için: Yolcuların durumu çok ciddi, şaka olmayan durum için: Söylediklerinde ciddi misin? Bu konuda çok ciddiyim. Ciddi olamazsın! ciddileşmek cilâ etmek cilalamak cilâ ile: metal eşya için: parlatmak anlamında: vernik söz konusuysa: cilalanmak cilalatmak ciğeri beş para etmemek ciltlemek ciltlenmek Eskiden okul kitapları deriyle ciltlenirdi. ciltli olmak cilve etmek/yapmak Eşeğe cilve yap demişler, tekme atmış. cilvelenmek cilveleşmek cimrileşmek cimrilik etmek cin ifrit olmak cinas yapmak ciro etmek cisimlenmek coplamak coplanmak coşmak, galeyan etmek anlamında: neşe dolu anlamında: şevkli olmak anlamında: coşturmak cömert olmak cümbüş etmek/yapmak cüret etmek cüretlenmek cürmü meşhut yapmak to be grave [greyv]. to be serious [skryis]. The passengers are in a very serious condition to mean it. (Do you really mean what you say?) to be serious. I'm dead serious about it. (You can't really mean it!) to become serious [si:ryis]. to polish. to polish. to burnish [bb:nisj. to shine [§ayn]. to varnish [varnis]. to be polished [polist]. to have smth polished, to be wortless. to bind [baynd]. to be bound [baund]. School books used to be bound in leather. to be hardbound. to be flirtatious [flo:tey§ts]. (A coarse person will often offend when trying to please.) to be coquettish [kouketis], to coo [ku:]. to get stingy [stinci]. to be stingy. to get very angry. to play on words. to endorse [indo:s]. to embody [imbodi]. to beat with a truncheon [tranfin]. to be beaten with a truncheon. to effervesce [eftves], to be exuberant [igzyu:binnt]. to be enthusiastic [inthyu:zie:stik]. to carry away. to be generous [centris]. to revel [revtl]. to dare to [de:]. to get bold. to catch smb in flagrant offence [ifens]. ç çabalamak Atatürk daima halkın iyiliği için çabalamıştır. Daha iyi bir hayat için çabalıyorlar. Sen boşuna çabalıyorsun. |birleşikler ve deyimleri boş yere çabalamak boşuna çabalamak çalışıp çabalamak el ayak çabalamak nafile çabalamak Siz nafile çabalıyorsunuz. çabalanmak çabasında olmak Bu gençler dünyayı değiştirmek çabasında. çabuk olmak Lütfen çabuk olunuz. Ne kadar çabuk olursa, o kadar iyi. Daha çabuk olmalıyız. çabuklaşmak çabuklaştırmak Lütfen adımlarınızı çabuklaştırınız. Dağıtım işini çabuklaştırmak gerek. çağcıllaşmak çağdaşlaşmak çağdaşlaştırmak çağdışı olmak, düşünce bakımından: askerlik bakımından: çağıldamak çağırmak, askere...: Eli silah tutan herkesi çağırdılar. davet etmek anlamında: Eşeği düğüne çağırmışlar, ya su lâzım, ya odun demiş. hitap etmek anlamında: Eşini daima 'bebeğim' diye çağırırdı, birinin gelmesini sağlamak: Bir doktor çağırınız. seslenmek anlamında: to strive [strayv]. Ataturk always strove for the good of the people. They are striving for a better life. to strive to no end. to beat one's head against a stone wall. You're beating your head against a wall. to do one's best. to make every effort [efit]. to waste one's efforts [weyst]. You're wasting your efforts. to struggle [stragil]. to be out to. These young are out to change the world. to hurry up [hari ap], to be quick. Please hurry up. (The sooner the better.) We have to be quicker [kwiki]. to quicken [kwikm], to quicken. Please quicken your pace [peys]. to speed up. We must speed up the delivery. to become modern. to become modern [modm]. to modernize [modinayz]. to be anachronistic [ine:krinistik]. to be unfit for military service [so:vis]. to bubble [babil]. to call up [ko:l]. They called up every able-bodied to the draft. to invite [invayt]. They invited the donkey to a wedding; they need someone to carry the wood or the water, he thought. to address [ldres]. He always addressed his wife as 'baby'. to send for. Send for the doctor [dokti]. to call out. çağlamak 140 bir şeyin yapılması için: Halkı, karan protesto etmeye çağırdı. I birleşikler ve deyimler | ambulans çağırmak Birisi ambulans çağırsın. askere çağumak ayağına çağırmak bağırıp çağırmak çorba içmeye çağırmak doktor çağırmak Bir rahatsızlığın varsa, doktor çağırayım. geri çağırmak, genel anlamda: elçi için: polis çağırmak ruh çağırmak Bu adam gerçekten ruh çağınyor mu? (bir) tarafa çağırmak türkü çağırmak çağlamak çağırtmak Bir tamirci çağırttık. çağrılmak, askere.. Eli ayağı tutan herkes askere çağrıldı, davet olarak: Çağrılmayan yere çörekçi ile börekçi gider. görev bakımından: sesleniş olarak: çağrışmak çağrıştırmak çakı gibi olmak çakıldamak çakılmak, çivi söz konusuysa: bir yerde...: çakırkeyf olmak çakışmak, çatışmak anlamında: söz yarışı için: birbirine uymak anlamında: çakıştırmak çakmak, anlamak anlamında: çivi için: kibrit için: sınav söz konusuysa: şimşek için: bir şeyi bir şeye: | birleşikler ve deyimler] alnını çakmak beyninde şimşekler çakmak çivi çakmak to call on. He called on the people to protest the decision. to call an ambulance [e:mbyuhns]. Somebody call an ambulance. to call up [ko:l], to call smb to one. to shout out [§aut]. to invite smb to a meal [mi:l], to send for the doctor [dokti]. If you feel ill I'll send for the doctor. to call back. to recall [riko:!]. to call in the police. to call smb's spirit. Does this man really call up spirits? to call aside [isayd]. to sing a folksong. to murmur [momi]. to send for. We have sent for a repairman [ripe:me:n]. to be called up. All the able-bodied were called up. to be invited [invaytid]. Only peddlers will go where they have not been invited. to be recalled [riko:ld]. to be called. to call one another. to associate [isousieyt]. to be alert and active [ilo:t]. to make a clattering sound [saund]. to be nailed down [neyld]. to be stuck [stak] in a place. to be slightly drunk [slaytli drank]. to collide [kilayd] with one another. to compete with one another in ad-lib verse. to fit into one another. to drink and get merry. to understand [andistemd]. to drive a nail [neyl]. to strike [strayk]. to fail an exam. to flash [fle:§]. to fit one thing into another. to frown [fraun]. to have a sudden thought [tho:t]. to drive a nail [neyl]. çaktırmak 141 kafasında şimşekler çakmak kafasında şimşek çakmak kazık çakmak kibrit çakmak mıh çakmak nal çakmak şimşek çakmak temel çivisi çakmak çaktırmak Onu çaktırmadan al. çaldırmak Paranı çaldıracaksın. çalımına gelmek çalımlamak çalınmak, hırsızlık söz konusuysa: Bir araba bir garajdan nasıl çalınır? müzik söz konusuysa: zil için: *bir şeye çalınmak *kulağa çalınmak *kulağına çalınmak çalışır durumda/vaziyette olmak Çalışır halde olup olmadığını bilmiyorum. çalışkan olmak çalışmak, genel anlamda iş yapmak: Çalışmak ibadetin yarısıdır. Gece yarılarına kadar çalışmak zorundayım. Yol ücretimizi çalışarak öderiz. Bugün çalışmak istemiyorlar, çaba harcamak anlamında: Anlamaya çalışıyorum. Kaçmaya çalışırken vuruldu, bir yerde görev olarak: Anadolu tarafında oturur, bu tarafta çalışır. Sular idaresinde çalışıyor. Sanırım bir bankada çalışıyor. ders vs. için: Bugün tarih çalışacağım. Bütün gece matematik çalıştım. Uzun zamandır ingilizce çalışıyor. aygıt için işler durumda olmak: Makinenin neden çalışmadığını bilen var mı? Bu makine elle nasıl çalışır? Onu size çalışır durumda vereceğim. Çok iyi çalışıyor. Hat çalışmıyor. birlikte veya yanında...: Amcamın yanında çalışacağım. Birlikte çalışılacak adam değil. to see stars. to get a sudden inspiration. to drive in piles [paylz]. to strike a match. to drive in a nail. to shoe a horse [§u:]. (lightning) to flash [fle:sj. to intend to stay for good in a place. to let smth be noticed. Take it without attracting any attention. to have smth stolen. You'll have your money stolen. to find an opportunity [opityu:niti]. to dribble (past). to be stolen [stouhnj. How could a car be stolen from a garage? to be played. to be rung [rang]. to taste/smell of. to reach the ear [ri:c]. to overhear smth [ouvihi:]. to be in working condition [kindi§m]. / don't know whether it is in working condition or not. to be hard-working. to work [wo:k]. (To work is half worship.) I have to work far into the night. We'll work our way. They don't want to work today. to try [tray], I'm trying to understand. He was shot while trying to escape [iskeyp]. to work in/for. He lives on the Anatolian side but works on this side. He works for the Water Company. I think he works in a bank. to work at. Today I'll work at history. I worked at maths all evening. to study [stadi]. She's been studying English for a long time. to function [fanksin]. Does anyone know why the machine isn't functioning? (How is this machine operated manually?) (I'll give it to you in running order.) It's functioning very well. (The line is dead [ded].) to work with/for. I'll work for my uncle. He is not the person you can work with. çalıştırmak 142 Bu saat yıllardan beri iyi çalışıyor. | birleşikler ve deyimler] aç açına çalışmak aleyhinde çalışmak Zaman aleyhimize çalışıyor. bedavaya çalışmak Bunlar bedavaya çalışıyorlar. bir şey üstünde çalışmak Yeni bir proje üzerinde çalışıyoruz. birinin yanında çalışmak birlikte çalışmak boğaz tokluğuna çalışmak Orada boğaz tokluğuna çalışıyorduk. boş çalışmak (makine) boşuna çalışmak canla başla çalışmak Buraya gelmek için canla başla çalıştık. ders çalışmak domuz gibi çalışmak durup dinlenmeden çalışmak gelişigüzel çalışmak gönüllü olarak çalışmak götürü çalışmak gündelikle çalışmak haril harıl çalışmak hıfza çalışmak ırgat gibi çalışmak lehine çalışmak menfaati için çalışmak münavebe ile çalışmak öküz gibi çalışmak rölantide çalışmak sıkı çalışmak Başarıyoruz, çünkü sıkı çalışıyoruz. tam kapasite ile çalışmak tıkır tıkır çalışmak vardiya ile çalışmak vızır vızır çalışmak (birinin) yanında çalışmak yardımcı olmaya çalışmak Yardımcı olmaya çalışırım. yatılı çalışmak işçilerin ücretleri düşük, fakat yatılı çalışırlar. bir şey yapmaya çalışmak yoğuna çalışmak Şimdiye kadar yoğuna çalışmışız. çalıştırmak, birisini...: Onları çok fazla çalıştırıyorsun. Bizi maden ocaklarında çalıştırdılar. eğitim ve spor bakımından: iş vermek anlamında: Burada yüz kişi çalıştırıyoruz. to keep time. This watch has been keeping good time for years. to work on an empty stomach [stamik]. to work against. Time is working against us. to work for nothing. (They get nothing for their pains.) to work on smth. We are working on a new project. to work for smb. to collaborate [kile:bireyt]. to work for one's keen [ki:p]. (We were working therefor our food only.) to run light [layt]. to toil in vain [veyn], to work like mad. We worked like mad to reach this point. to study [stadi]. to work like a slave [sleyv]. to work without a break [breyk], to work by fits and starts. to work on a voluntary basis [beysis]. to do piece-work. to work by the day. to plod away [plod]. to work at committing the Koran to memory, to toil [toyl], to work for. to work for one's self-interest. to work in rotation [routeysm]. to work like a horse. to idle [aydil], to work hard [wo:k]. We succeed because we work hard. to work at full capacity [kipe:siti]. to work like a clock. to work in relays [rileyz]. to work without interruption [intirap§in]. to work for. to try to help. (I'll see what I can do.) to live in. Our workers get a low pay but live in. to try to do smth. to work for nothing. So far we've worked for nothing. to make smb work. You are making them work too hard. We were made to work in mines. to coach [kouc], to employ [imploy]. We employ 100 people here. çalkalamak 143 kullanmak anlamında: Bir düğmeye basarak çalıştırabilirsin. motor için: Motoru devamlı çalıştırmayınız. *fazla çalıştırmak *rölantide çalıştırmak çalkalamak, genel anlamda sallamak: ağzını...: çamaşırı su ile: gemi vs. için: kalça için: krema için: kuluçka yumurtasını...: (sütü) çırpma aleti ile: (sütü) yayıkta: tahıl için elemek anlamında: tabak için: yumurta için: çalkalanmak, genel anlamda: gemi için: haber vs. için: Şehir bu söylentiyle çalkalanıyor, kalçalar için: çalmak, çalar saat için: Saat çaldı, fakat ben duymadım, düdük vs. için: hırsızlık yapmak anlamında: Birisi çantasını çalmış. Bunlar, adamın gözünden sürmeyi çalar, kapı için: Çalmadığım kapı kalmadı. Girmeden önce kapıyı çalınız. kaset vs. için: bir şeye katmak anlamında: koku katmak anlamında: madeni, kalemle işlemek anlamında: müzik aleti için: Kırkından sonra saza başlayan, kıyamette çalar. Vur patlasın, çal oynasın. müzik eserini icra etmek: Kimse o parçayı, o kadar iyi çalamaz. Chopin'den bir parça çalabilir misin? Cumhurbaşkanı uçaktan indiğinde bando milli marşı çalmaya başladı. renk bakımından: Yeşildir, fakat maviye çalıyor. saat için: Saat daha şimdi ikiyi çaldı. tad katmak anlamında: to operate [opıreyt]. You can operate it by pressing a button. to let... run. Don't let the engine run continuously. to overwork [ouvıwö:k]. to idle a motor [aydil]. to shake [şeyk]. to wash out [wos]. to rinse [rins]. to toss about, to sway [swey], to whip [wip]. to turn [to:n]. to whisk [wisk], to churn [çö:n]. to sift. to rinse [rins]. to beat up [bi:t], to be shaken [şeykm], to roll. to spread like wild fire. The rumour is spreading like wildfire. to sway out. to sound [saund]. The alarm clock sounded but I didn't hear it. to blow [blou]. to steal [sti:l]. Someone has stolen her bag. (These people are very crafty.) to knock on [nok]. (I've left no stone unturned.) Knock at the door before you go in. to play. to add [e:d]. to smell of. to engrave [ingreyv], to play. He who sets about learning an instrument late in life will play it in his grave. (Live it up and enjoy yourself.) to execute [eksikyu:t]. No one can execute that piece so well. to play. Could you play a piece by Chopin? As the President stepped down, the band struck up the national anthem [e:nthim]. to verge on [vö:c]. It's green but verges on blue. to strike the hour [strayk]. The clock has just struck two. to taste of. çalmak (ağzına bir parmak bal) 144 telefon için: Telefon burada devamlı çalar. uyan olarak: Kalk, alarmı çal! üzerini sürmek anlamında: Ekmeğin üzerine biraz reçel çal. yiyeceği bozmak anlamında: zil bakımından: Yanlışlıkla kapınızı çalmışım. | birleşikler ve deyimler | Al başına çal. Acı patlıcanı kırağı çalmaz. ağzına bir parmak bal çalmak alarmı çalmak Çabuk alarmı çalın. arkasından tekene çalmak ayıya kaval çalmak bakır çalmak boru çalmak bozuk çalmak çalgı çalmak çan çalmak çene çalmak çenk çalmak davul çalmak düdük çalmak Parayı veren düdüğü çalar. enstrüman çalmak bir enstrüman çalmak ne hoş. etekleri zil çalmak Sevincinden etekleri zil çalıyordu. ezbere çalmak (bir aleti) ezberden çalmak Öğrencilerimiz parçaları ezberden çalarlar. faul çalmak felekten bir gün çalmak galebe çalmak gümbür gümbür çalmak haklarını çalmak (birinin) hava çalmak Burada herkes bir hava çalıyor. Bu işte her biri başka bir hava çalıyor. her havadan çalmak ıslık çalmak (ıslıklamak anlamında) ıslıkla çalmak (bir havayı) kalbini çalmak (birinin) kalk borusu çalmak kamçı çalmak kampana çalmak (cenaze için) kapı çalmak Çalma elin kapısını, çalarlar kapını. to ring. The telephone rings continuously here. to sound the alert [saund]. Get up and sound the alert [ilo:t]. to spread [spred]. Spread some jam on the bread. to spoil [spoyil]. to ring. / have rung your door by mistake. (Here you can have it, may it do you no good.) (Mud chokes no eels [vAz].) to silence smb by empty promises [saylins]. to sound the alert [ilo:t]. Quick, sound the alert [saund]. to send off somebody with insults [insalts]. to try to explain smth to a block head. to be contaminated with verdigris [virdigris]. to blow a horn/the bugle [byu:gil]. to be in a bad mood [mu:d]. to play a musical instrument [myu:zikil]. to ring the bell. to chatter [ce:ti]. to play the harp [ha:p]. to beat the drum [dram]. to blow the whistle [wisil]. He thai pays the piper calls the tune [tyu.n]. to play an instrument [instrumint]. It's so nice to be able to play an instrument. to be overjoyed [ouvicoyd]. (He was jumping for joy.) to play by ear. to sight read [sayt]. Our students can sight read [ri:d]. to whistle for a foul [faul]. to have a very enjoyable day. to overcome. (the drum) to roll. to rob smb of their rights [rayts]. to play a tune [tyu:n]. Everyone here is playing a different tune. Everyone has their own opinion in this. to be versatile [vb:sitayl]. to whistle [wisil]. to hiss. to whistle a tune. to steal smb's heart [sti:l]. to sound the reveille [revili]. to whip. to ring a bell. to toll the bell. to knock at/on the door. Don't knock at anyone's door or they'll knock at yours. çamurlamak 145 (birinin) kapısını çalmak Hayatta kapısını çalmam. (çalmadık kapı bırakmamak) Çalmadığı kapı bırakmadı. (yanlış) kapı çalmak Sen yanlış kapı çalıyorsun. kara çalmak karnı zil çalmak kaşık çalmak kaval çalmak kırağı çalmak Acı patlıcanı kırağı çalmaz. kırkından sonra saz çalmak kızıla çalmak korna çalmak kulağına çan çalmak matem havası çalmak ney çalmak notasız çalmak pala çalmak parmakla çalmak (gitarı) piyano çalmak plak çalmak rengi bir şeye çalmak Rengi yeşile çalıyor. saz çalmak Altmışta saz öğrenen, kabirde çalar. (her) telden çalmak (hep aynı) telden çalmak (arkasından) teneke çalmak trompet çalmak yanlış kapı çalmak Korkarım, yanlış kapı çalıyorsun. yem borusu çalmak yerden yere çalmak yere çalmak yoğurt çalmak zil çalmak Sizin diye komşunun zilini çaldım. çamurlamak, kötülemek anlamında: çamurla sıvamak: çamur sürmek: çamurları inak çamurlaşmak çamurlatmak çan çan etmek çangırdamak çantada keklik olmak çapaklanmak çapalamak çapalanmak çapariz etmek to seek help from. I'll never seek help from him. to leave no stone unturned [anto:nd]. He has left no stone unturned. to bark up the wrong tree [ba:k]. You're barking up the wrong tree. to slander [sla:ndi]. to be very hungry [hangri]. to eat quickly. to play the pipe [payp]. to become frostbitten. Unworthy people do not suffer hardship. to take up smth late in life [layf]. to verge on red [vox]. to sound the horn, to honk. to din smth into smb's ears. to play the funeral march [fyu:ninl]. to play the flute [flu:t]. to play by ear. to struggle hard [stragil]. to pluck [plak]. to play the piano. to play a record [reko:d]. to verge on [vox]. Its colour verges on green. to play a musical instrument [myu:zikil]. He who learns to play an instrument in his sixty will play it in his grave. to be a jack of-all-trades [treydz], to harp on the same string. to jeer at smb in public [pablik]. to play/blow the trumpet [trampit]. to bark up the wrong tree. (I'm afraid you've come to the wrong person.) to put smb off by empty promises. to treat smb with contempt [kmtempt]. to throw to the ground. to make yoghurt. to ring the bell. / rang the neighbour's door thinking it was yours. to defame [difeym]. to cover with mud [kavi]. to smear with mud [smi:]. to become muddy [madi]. to turn into mud. to have smth plastered with mud. to chatter endlessly. to make a clanking sound [saund], to be a sure thing [su:]. to become gummy [garni]. to hoe [hou]. to be hoed. to create difficulties [difikiltiz]. çapkınlaşmak 146 çapkınlaşmak çapkınlık etmek çaplamak çapraşık olmak Bu iş sandığımdan daha çapraşık. çapraşmak, çapraşık duruma gelmek: kesişmek anlamında: çaprazlamak çaprazlaşmak çapullamak çapullanmak çarçur etmek Değerli zamanını çarçur ediyorsun. çarçur olmak çare olmak Olmuşla ölmüşe çare yok. Başka çare yok. çaresi olmak, Çaresi yok. Bunun çaresi yok. Başka çarem yoktu. çaresiz olmak, aciz anlamında: çaresizlikten her şeyi göze almış: Bu insanlar çaresiz, her şeyi yapar. çaresizlik içinde olmak çark etmek, sağa veya sola yön değiştirmek: Tüm tabur sağa çark etti. geri dönmek anlamında: makine için: çarpık olmak: çarpık çurpuk olmak çarpılmak, hiçim bakımından: çok şaşırmak anlamında: bir şeyi çalınmak: kutsal gücün hışmına uğramak: *cezaya çarpılmak Altı ay hapis cezasına çarpıldı. çarpınmak çarpışmak, birbirine çarpmak anlamında: İki araba köprüde önden çarpıştı. İki parti bu konuda çarpışmak üzeredir. çıkar bakımından: düşünce bakımından: toslamak bakımından: vuruşmak bakımından: Gerekirse onlarla çarpışırız. to become a womanizer [wuminayzi], to go on the loose [lu:s]. to calibrate [ke:libreyt], to be complicated [komplikeytid]. This matter is more complicated than I thought. to get confused [kmfyu:zd], to intersect [intersekt], to cross. to become confused. to plunder [plandi]. to be plundered. to squander [skwandil. You're squandering your precious time. to be squandered. to be a remedy [remidi]. There is no remedy for what is past or death. There is no other alternative [o:ltonitiv]. It can't be helped [helpt]. There is nothing that could be done. I had no other choice [coys]. to be helpless. to be desperate [despirit]. These people are desperate, they'll do anything. to be helpless. to wheel [wi : l ]. The whole battalion wheeled to the right. to turn back [to:n]. to revolve [rivolv]. to be crooked [krukid]. to be deformed [difo:md]. to become deformed. to be astonished [istoni§t]. to be robbed [dobd]. to meet with divine retribution [retribyu:§m]. to be punished [panist]. He was punished with 6 months in prison. to try everything possible. to crash. The two cars crashed head on over the bridge. to collide [kilayd]. The two parties are about to collide head-on on this matter [me:ti]. to be in conflict [konflikt]. to clash [kle:§]. to bump [bamp]. to fight [fayt]. We shall fight them, if need be. çarpıtmak 147 çarpıtmak, eğrilik bakımından: gerçekleri...: Sen gerçekleri çarptırıyorsun. *yüzünü gözünü çarpıtmak çarpmak, genel anlamda bir yere vurmak: Az kalsın ağaca çarpacaktım, arabayla bir şeye: Çocuğu ezmemek için duvara çarptı. Araba kayıp ağaca çarptı. arabayla birisine: Kadına çarpmamak için çok uğraştı, birbirine çarpmak anlamında: Arabası otobüse önden çarptı, birine çarpmak: aşırmak anlamında: Birisi otobüste parasını çarpmış. elektrik için: gemiler için: Gemi kayaya çarpar çarpmaz battı, hasta etmek anlamında: içki tesiri olarak: kalp atışları için: kapıyı şiddetle çarpmak: Kapıyı çarparak çıktı, kutsal bir gücün öfkesi olarak: matematik işlemi olarak: yıldırım için: Dünkü fırtınada yıldırım beş kişiyi çarptı. [ birleşikler ve deyimler | cin çarpmak Bu insanları cinler mi çarptı? çalıp çarpmak dizginine çarpmak ekmek çarpmak, Ekmek çarpsın! Ekmek Kuran çarpsın! elektrik çarpmak göze çarpmak Göze ilk çarpan bu iki kuledir. güneş çarpmak hafifçe çarpmak hava çarpmak Bu hava beni fena çarpıyor. kafası bir şeye çarpmak Kafamı kirişe çarptım. kafası taşa çarpmak kafasını taştan taşa çarpmak kalbi çarpmak kapıyı çarpmak kayaya çarpmak Sandalımız kayaya çarpıp parçalandı. kömür çarpmak to make smth awry [iray]. to distort. You are distorting the truth. to make a wry face [ray]. to hit. / almost hit a tree. to run into. To avoid the child he ran into a wall. (The car skidded and crashed against a tree.) to run over. He tried very hard not to run over the woman. to collide (with) [kilayd]. His car collided head on with the bus. to blunder into smth [blandi]. to pick smb's pocket. Someone has picked his pocket off his money. to receive a shock [risi:v], to strike [strayk]. The ship sank as soon as it struck the rock. to affect [lfekt]. to go to the head. to palpitate [pe:lpiteytj. to slam the door [sle:m]. He went out slamming the door. to smite [smayt]. to multiply [maltiplay], to strike [strayk]. Lightning struck five people in last night's storm. to be possessed [pizest]. Are these people possessed? to steal whatever is in sight [sayt]. to rebuke [ribyu:k]. / swear it is true. May I be smitten (if I'm lying)! to receive a shock. to strike the eye [strayk]. The first to strike the eye are these two towers. to get a sunstroke [sanstrouk], to bump into. to affect [lfekt]. This weather affects me terribly. to bump one's head [bamp]. / bumped my head against the entrance. to suffer for one's mistakes [safi]. to bitterly repent [ripent]. (one's heart) to palpitate [pe:lpiteyt]. to slam the door [sle:m]. to strike a rock [strayk]. Our boat struck a rock and split. to be affected by charcoal fume [fyu:m]. çarptırmak 148 yerden yere çarpmak yüreği çarpmak çarptırmak, çarpmaya yol açmak anlamında: cezaya...: para cezasına...: cüzdanını...: Cüzdanını çarptırdığını söylüyor. çat etmek çatallanmak güç duruma gelmek anlamında: işler çatallaştı. ikiye ayrılmak anlamında: Yol ileride çatallaşıyor. çatallaşmak, ikiye ayrılmak anlamında: karışık bir duruma gelmek: ses için: çatıklaşmak çatılmak, eleştirilmek anlamında: silahlar için: birbirine tutturulmak: yük hayvanı için: çatırdamak, , dişler için: çatırdama sesi: çatışmak, genel anlamda: aynı zamana rastlamak anlamında: Maç toplantı saatiyle çatışıyor, çelişmek anlamında: Bu, planlarımızla çatışıyor, çekişmek anlamında: karşı karşıya gelmek anlamında: Neden çıkarlarımız daima çatışıyor? köpek vs. için çiftleşmek: çatıştırmak çatlak olmak, çatlamış eşya için: çelişki bakımından: ses bakımından: çatlamak, aşırı öfke gibi duygular için: aşırı kıskançlık sözkonusu ise: aşırı yemek veya içkiden dolayı: Biraz daha yersem çatlarım, boru, kemik vs. için: cilt ve deri için: Soğuk havalarda ellerim çatlıyor. dalga için: Kıyıda çatlayan dalgaların sesi geliyordu, yarıklar oluşmak anlamında: Ateşe koyarsanız çatlar. Depremde bütün duvarlar çatladı. to discredit. (one's heart) to palpitate [pedpiteyt]. to cause to collide [kilayd]. to inflict a punishment on [panismrnt]. to inflict a fine on [fayn]. to have one's wallet stolen [wolit]. He says he had his wallet stolen. to make a knocking noise. to bifurcate [bayfirkeyt]. to get complicated [komplikeytid]. Things have got complicated. to fork. Further ahead the road forks. to fork [fo:k], to gel complicated. to become cracked [kre:kt]. to look cross. to be criticized [kritisayzd]. to be stacked [ste:kt], to be fastened [fa:smd], to be loaded (on both sides). to chatter [ce:ti]. to make a crackling noise [noyz], to clash [klesj. to clash with. The match clashes with the time of the meeting. to conflict [konflikt]. This conflicts with our plans. to quarrel [kwonl]. to collide [kilayd]. Why do our interests always collide? to mate [meyt]. to set people at odds [odzj. to be cracked [kre:kt], to be discordant [disko:dint]. to be hoarse fho:s]. to burst with [bo:st], to be consumed with jealousy [ce:hsi]. to burst from (overeating). I'll burst if I ate a little more [eyt]. to fracture [fre:kgi]. to chap [ce:p]. My hands chap in cold weather. to break [breyk]. We could hear the waves breaking on the beach. to crack [kre:k]. It will crack if you put it on the fire. All the walls cracked during the earthquake. çatlatmak 149 |birleşikler ve deyimler] Çatlayası! Taş çatlasa dört milyondan fazla etmez. alnının damarı çatlamak, canı çıkmak anlamında: yüzsüz olmak anlamında: Bu insanların alnının damarı çatlamış. ar daman çatlamış olmak Onun ar daman çatlamış. başı çatlamak Başım çatlayacak. göbeği çatlamak hasetten çatlamak hırsından çatlamak kasığı çatlamak kıskançlıktan çatlamak Arkadaştan kıskançlıktan çatladı. meraktan çatlamak öfkesinden çatlamak şahrem şahrem çatlamak, cilt ve deri için: kumaş için: çatlatmak, bir şeyin çatlamasına yol açmak: Sen boruyu çatlattın. Camı çatlatacaksın. aşırı ölçüde kızdırmak anlamında: Sen bizi çatlatacaksın. [birleşikler ve deyimler | atı çatlatmak başını çatlatmak (birinin) düşman çatlatmak meraktan çatlatmak (birini) sinirden çatlatmak (birini) çatmak, başa bağlamak anlamında: bir araya getirmek: iki yanlı yüklemek anlamında: parçaları birbirine tutturmak: rastlamak anlamında: sert sözler sarfetmek: Bakan yine basına çattı. silahlar için: teyel veya seyrek dikiş için: [ birleşikler ve deyimler [ Çattık! adamına çatmak Tam adamına çattın. alnını çatmak başına çatmak belaya çatmak birisine çatmak çehre çatmak Damned fellow [de:md].' It can't possibly be over four million. to wear oneself out [we:]. to be utterly shameless [seymlis]. These people have lost all sense of shame. to be utterly shameless [seymlis]. He has lost all sense of shame. to have a splitting headache [hedeyk]. I feel as though my head is going to split. to exert oneself to the limit [igzo:t]. to be consumed with jealousy [ce:hsi], to burst with anger [bo:st]. to get hernia [ho:nyi]. to be green with envy. Her friends were green with envy. to burst with curiosity [kyu:riositi]. to burst with anger [e:ngi]. to chap [ce:p]. to be much torn [to:n]. to fracture. You've fractured the pipe [fre:kgird]. to crack. You're going to crack the window pane [peyn], to have smb burst with anger. (You're driving us crazy [kreyzi].) to ride a horse to death [rayd]. to make one's head ache [eyk]. to spite one's enemies [spayt]. to have smb worry [wan], to drive smb crazy [kreyzi]. to tie smth around one's head [tay]. to fit together. to load on both sides. to join together [coyn]. to bump against [bamp], to lash at [le:§]. The Minister lashed out at the press again. to stack [ste:k]. to tack up together [te:k ap]. We're up against it. to meet one's match [me:c]. You've met your match. to frown [fraun]. to tie a cloth around one's head. to run into trouble [trabil]. to seek a quarrel with [kwonl]. to make a sour face [sau]. cavlanmak 150 çöp çatmak derde çatmak gelip çatmak kaşlarını çatmak keyif çatmak sağa sola çatmak silahları çatmak cavlanmak çavmak, amaçtan sapmak: güneş için: koku vs. ile yayılmak anlamında: çayırlamak çayırlanmak çayırlaşmak çayırlatmak çehre etmek çekelemek çekememek, hoş görmemek anlamında: katlanamamak anlamında: Artık bunları çekemem. kıskanmak anlamında: Onu çekemiyorlar, çünkü zengindir. çekici olmak Yasak olan şeyler çekici olur. çekiçle mek çekik gözleri olmak çekilmek, genel anlamda: Dili ensesinden çekilsin! bir görevden ayrılmak anlamında: Barış Gücünden çekilmeliyiz. Yararı olacaksa çekilmeye hazırım. bir işten ayrılmak anlamında: Anlaşmadan son dakikada çekildiler. kendini geri çekmek anlamında: kendini yana çekmek anlamında: film için: Sahne İspanya'da çekilecek. gerilemek anlamında: hükümet için: katlanılmak anlamında: bir yerden uzaklaşmak: Başa gelen çekilir. [ birleşikler ve deyimler | geri çekilmek, su vs. için: ordu vs. için: Ölüleri taşıyarak geri çekildiler. Asiler çekilip, ormanda saklandılar. geriye çekilmek Geriye çekilme zamanı değil. to arrange a marriage [me:ric], to run into trouble. to come round. to frown [fraun]. to enjoy oneself. to seek a quarrel [kwonl]. to stack arms [ste:k]. to become the object of gossip. to deviate [dkvieyt]. to beat down on. to spread (spred]. to get bloated [bloutid]. to graze [greyz]. to turn into a meadow [medou]. to put out to pasture [pa:sci]. to make a wry face [ray]. to pull over and over again. to be intolerant [intohnnt]. to be unable to stand. I can't stand it any more. to be jealous [celis]. They are jealous of her because she's rich. to be attractive [itre:ktiv]. (Forbidden fruit is sweet.) to hammer [he:mi]. to have slanting eyes [ayz]. to be pulled [puld]. May his tongue be pulled out! to pull out from. We should pull out from the Peace Keeping Force. to step down. I'm ready to step down, if it helps. to back out. They backed out of the deal at the last minute. to draw back. to stand aside [isayd]. to be filmed. The scene is to be filmed in Spain [si:n]. to retreat [ritrkt]. to resign [rizayn], to endure [indyu:]. What one cannot cure must be endured. to withdraw. to recede [risi:d]. to wihtdraw [withdro:]. They withdrew carrying their dead. to retreat [ritrkt]. The rebels retreated and took cover in the forest. to back away. It's no time to back away. çekilmez olmak 151 halvete çekilmek inzivaya çekilmek kabuğuna çekilmek bir kenara çekilmek Yapabileceğimiz en iyi şey kenara çekilmektir. kızağa çekilmek köşeye çekilmek suyu çekilmek (kuyu) sütü çekilmek yana çekilmek Lütfen yana çekilin. yoldan çekilmek çekilmez olmak dayanılmaz anlamında: Bu işin kahrı çekilmez. çekimlemek çekimsemek çekingen olmak çekinmek Ona yapacaklarından mı çekiniyor? Ruslar bir tuzaktan çekmiyorlardı. Oraya tek başına gitmekten çekinmiyor. Onları çekinmeden vururum. çekinmemek, bir şey yapmaktan çekinmemek: Planı eleştirmekten çekinmeyin, hiçbir şeyden çekinmemek: Amacını gerçekleştirmek için hiçbir şeyden çekinmez. çekirdeklenmek çekişmek, çaba harcamak: ağız kavgası etmek: karşılıklı çekmek: kavga etmek: *can çekişmek *kura çekişmek çekiştirmek, ayrı yönlere çekmek: dedikodu yapmak: yermek anlamında: çekmek, genel anlamda asılmak: Her iki ucundan tutup çekmelisiniz. ağırlık bakımından: Bu bagaj çok ağır çeker. 50 kilo kadar çeker. baca ve boru için: Baca yazın iyi çekmiyor. aileden birine benzemek: Oğlan dayıya, kız halaya çekermiş. Bu çocuk babasına çekti. to withdraw into seclusion [siklu:jrn]. to retire into solitude [solityu:d]. to withdraw into one's shell, to stand aside [isayd]. The best thing we could do is to stand aside. to be drawn up on the slipways. to retire to one's comer [ritayi], to dry up [dray]. to stop lactating [le:kteyting]. to stand aside [isayd]. Please stand aside. to move out (of the way). to be unbearable [anbeynbil]. to be intolerable [intohnbil], (It's not worth putting up with.) to conjugate [koncigeyt]. to refrain from [rifreyn]. to be shy [§ay]. to be afraid of [ifreyd]. Is she afraid of what they'll do to her? to fear [fi : ]. The Russians feared a trap [tre:p]. to hesitate [heziteyt]. She doesn't hesitate to go there alone. I'll shoot them without hesitation. to make no bones about doing smth. Make no bones about criticizing the plan. to stick at nothing. He'll stick at nothing to accomplish his purpose [po:pis]. to form seeds [si:dz]. to try hard, to bicker [biki]. to pull in opposite directions [dayrek§in], to quarrel [kwonl]. to be in the throes of death [throuz]. to draw lots [dro:]. to pull at both ends, to gossip. to backbite [bekbayf]. to pull. You should pull it from both ends. to weigh [wey]. That baggage weighs heavy [be:gic]. It weighs about 50 kilos. to draw [dro:]. The chimney doesn't draw well in summer. to take after. Boys take after the maternal uncle, girls after the paternal aunt [a:nt]. That child has taken after his father. çekmek 152 boya ve badana için: Buraya yalnız bir tek çekeceksin. gerilmek anlamında: Bu bantları kolayca çekebilirsin. cel betine k anlamında: Daha fazla müşteri nasıl çekebiliriz? dikiş makinasında... : dilbilgisi bakımından: a) fiiller için: b) kelimeler için: duvar, çit vs. için: emmek anlamında: Sünger suyu çekecektir. enfiye vs. için: giymek anlamında (çizme, pantolon): hayvanları çiftleştirmek anlamında: hoşa gitmek anlamında: içine çekmek anlamında: Şu pis dumanı içine çekme. kap vs.'den...: katlanmak anlamında: Bu kadından çok çekeceğimiz var. Neler çektiğimi bir ben bilirim, bir de Allah. Bülbülün çektiği hep dili belasıdır. Kendi hatası yüzünden çekiyor. Bütün bunları neden çekeyim? Yaptıklarını çekmelisin. kısalmak anlamında: Bu kumaş çekmez. Yıkanınca çeker mi? kablo vs. döşemek anlamında: Oraya kadar bir hat çekmek gerek, kuyudan su...: Suyu kuyudan çekmeniz gerekecek. perde için: Perdeyi çek de dışarıyı görelim. pompa ile...: silah., bıçak vs. için: söküp çekmek anlamında: sürmek anlamında: Otobüsle bir gün çeker. sürüklemek anlamında: bir yere taşımak anlamında: Çuvalları depoya çekiniz, taşıtlar için bir yere...: Buraya park edersem, arabayı çekerler mi? tulumba ile suyu...: yorumlamak anlamında: Söz dediğin yaş deridir, nereye çekersen oraya gider, yön bakımından, - aşağıya doğru: to paint. Give it one coat of paint. to stretch [strec]. You can easily stretch these bands. to attract [itre:kt]. How can we attract more customers? to sew up [sou ap]. to conjugate [koncigeyt]. to decline [diklayn]. to build [bild], to absorb [ibso:b]. A sponge will absorb the water [spanc]. to sniff. to pull on. to mate [meyt]. to appeal [ipi:l]. to inhale [inheyl]. Don't inhale these foul fumes [fyu:mz]. to draw off. to go through. (We'll have a lot of trouble with that woman.) Only God knows what I've been through. to suffer [saft]. The nightingale suffers because of its tongue. He is suffering through his own fault [fo:lt]. to endure [indyu:]. Why should I endure all this? You have to pay for your doings. to shrink. This cloth won't shrink. Will it shrink when washed [wo:sfJ? to install [insto:l]. We must install a line up to there. to draw [dro:]... You'll have to draw the water from the well. to draw. Will you draw back the curtain so we could see the outside [ko:tm]? to pump out [pamp aut], to draw [dro:]. to extract [ikstre:kt]. to take. It will take a day by bus. to drag [dre:g]. to carry [ke:ri]. Carry the bags to the warehouse [we:haus]. to remove [rimu:v]. Will they remove the car, if I park here? to pump out [pamp]. to interpret [intd:prit]. Words can be interpreted any way one wants to. to pull down. çekmek (acemilik) 153 - içeriye doğru: - içinden: - kendine doğru: Altına bir iskemle çek otur. - öteye beriye: - yan tarafa: - yerinden: Mantar şişeden nasıl çekilir? - yukarı doğru: - üstüne, çorap, çizme vs.: - üzerine, battaniye vs.: zaman bakımından: Yol üç saatten fazla çeker. j birleşikler ve deyimler | Çek arabanı! Para parayı çeker. Tereyağından kıl çeker gibi. acemilik çekmek acı çekmek, duyu bakımından: Hiçbir acı çekmeyeceksiniz. çile bakımından: Yetimhanede çok acı çekti. acısını çekmek Bunun acısını sen çekersin. açlık çekmek ad çekmek ağı çekmek ağzının koşusunu çekmek Ben herkesin ağzının kokusunu çekemem. ah çekmek ahım çekmek (birinin) akıntıya kürek çekmek Bu, akıntıya kürek çekmek gibi olur. annesine çekmek Kız annesine çekti. asıl sıkıntıyı çekmek Krizin asıl sıkıntısını neden biz çekelim? ayağını çekmek (bir yerden) ayağını elini çekmek (-den) ayaza çekmek ayrı baş çekmek azap çekmek babasına çekmek Yüzmeye olan ilgisi ile babasına çekmiş. baş çekmek baş ağrısı çekmek başı çekmek bayrak çekmek belasını çekmek besmele çekmek beyaza çekmek bıçak çekmek to pull in. to pull out. to pull up. Pull up a chair and sit down. to pull about. to pull aside [isayd]. to pull out. How do you pull the cork out of a bottle? to pull up. to pull on. to pull over oneself. to take. The journey will take over three hours. Off with you! Money begets money [bigets]. It's as easy as can be. to suffer from inexperience [inikspi:ryins]. to feel pain [peyn]. You won't feel any pain. to suffer [safi]. He suffered a lot in the orphanage [o:fimc]. to pay the penalty [pemlti]. You'll pay the penalty for it. to go hungry [hangri]. to draw lots. to draw the net [dro:]. to put up with smb's whims. / can't put up with everyone's whims. to sigh [say]. to suffer as a result of smb's curse [ko:s]. to waste one's effort [efit]. (It would be like rowing against the stream.) to take after one's mother. The girl has taken after her mother. to bear the brunt of [brant]. Why should we bear the brunt of this crisis? to stop going (somewhere). to stop going to (a place). to turn cold. to go one's own way. to suffer torments [to:mints]. to be a chip of the old block. With his interest in swimming, he is a chip of the old block. to head (a movement). to suffer from headaches [hedeyks]. to head (a movement). to hoist the flag [hoyst]. to suffer from [safi]. to pronounce the "In the name of God" formula, to make a fair copy, to draw a knife [nayf]. çekmek (birisine) 154 birisine çekmek Oğlu babasına çekmiş. bokunu çekmek boya çekmek boynuz Çekmek burnunu çekmek canı çekııiek Şu anda bir şey yapmayı canım çekmiyor. cefa çekmek Cefayı çekmeyen safanın kadrini bilmez. cehennem azabı çekmek ceremesini çekmek Neden ceremesini ben çekeyim? ceza çekmek hapis cezası için: miistehakıın bulmak: cezasını çekmek Onun halalarının cezasını biz çekiyoruz. Akılsız başın cezasını ayak çeker. hapis için: çetele çekmek çile çekmek çırpı çekmek çit çekmek çizgi çekmek, çizmek anlamında: banka çeki için: Çekin üstüne çizgi çekmeyi unutma. damarına çekmek Her şey damarına çeker. deftere çekmek dem çekmek, kuş için: içki için: derdini çekmek (birinin) Neden derdini ben çekeyim? desteğini çekmek Hükümet bu konuda desteğini çekmeyecektir. dikkat çekmek Dikkat çekmemeye çalış. (bir şeye) dikkat çekmek dikkati başka tarafa çekmek Dikkatimizi başka tarafa çekmeye çalışıyor. dikkati üzerine çekmek Dikkati üzerine çekmene gerek yok. (birinin) dikkatini çekmek Sadece dikkatimi çekti. (birinin) dikkatini bir şeye çekmek Dikkatinizi bu konuya çekmek isterim. dilinin belasını çekmek dilinin cezasını çekmek Şimdi dilinin cezasını çekiyor. to take after smb. The son has taken after his father. to suffer the evil consequences of [konsikwinsiz]. to give smth a coat of paint, to cup [kap]. to sniff. to feel like doing. / don't feel like doing anything at the moment. to suffer [safi]. One can't appreciate the value of happiness unless one has suffered [ipri:§yeyt], to suffer the torments of hell [to:mints]. to suffer for. Why should 1 suffer for it? to serve a sentence [sentins]. to get one's deserts [dizd:ts]. to pay the penalty for [pemlti]. We are paying the penalty for his mistakes. The feet will suffer for the foolish head. to serve a prison sentence [sentins]. to keep tally [te:li]. to suffer greatly [safi]. to mark a line with a chalk-line. to put a fence round [fens]. to draw a line [dro:]. to cross [kros]. Don't forget to cross the cheque. to take after. Everything takes after itself. to copy into a notebook [noutbuk], to sing long and sweetly. to drink wine [wayn], to suffer for [safi]. Why should I suffer for it? to withdraw one's support [sipo:t]. The government won't withdraw its support in this matter. to attract attention [itengin]. Try not to attract any attention. to draw attention to. to distract smb's attention from. He's trying to distract our attention. to stick one's neck out. There is no need to stick your neck out. to strike one's attention [strayk]. It just struck my attention [iten§in], to draw smb's attention to. I'd like to draw your attention to this issue. to suffer because of one's tongue [tang]. to suffer from the inability to hold one's tongue. (He is suffering now for his thoughtless words.) çekmek (diş) 155 diş çekmek Tek çare, o dişi çekmektir. diş ağrısı çekmek Beş yıldan beri diş ağrısı çekiyorum. divana çekmek dizgini çekmek (birinin) doğum sancısı çekmek İki saatten beri doğum sancısı çekiyor. dolu çekmek domuzdan kıl çekmek dona çekmek duvar çekmek dünyadan elini çekmek dünyadan elini eteğini çekmek el çekmek (bir şeyden) el ense çekmek elem çekmek elini eteğini çekmek (bir şeyden) ellerini çekmek Onun üzerinden ellerini çek. enfiye çekmek esrar çekmek eteği çekmek (bir şeyden) eziyet çekmek falakaya çekmek fenaya çekmek (bir şeyi) fener çekmek film çekmek filme çekmek filmini çekmek (röntgen) fişi çekmek fotoğraf çekmek gam çekmek geri çekmek, genel anlamda: elçi için: ordu için: gönlü çekmek göze mil çekmek gurbet çekmek güçlük çekmek Uygun personel bulmakta güçlük çekiyorlar. (bir şey yapmakta) güçlük çekmek Yürümekte güçlük çekiyorum. gümrükten mal çekmek günahını çekmek (birinin) halat çekmek halay çekmek hasret çekmek Burada bir fincan çayın hasretini çekiyorum. hasretini çekmek (bir şeyin) hat çekmek Giriş kapısına bir hat çekmek lazım. havuza çekmek (gemi için) to extract a tooth [ikstre:kt]. The only way is to extract that tooth. to suffer from tooth ache [eyk]. (My tooth has been aching for five years.) to summon to one's presence [samin]. to restrain smb's behaviour [biheyvye]. to be in labour [Ieybi], She's been in labour for two hours. to draw a winner. to get smth out of a stingy person [stinci], to freeze [fri:z]. to set up a wall. to retire from active life [ritayi]. to cut oneself from the world, to give up smth. to pinion one's opponent [lpounmt]. to suffer [safi], to be through with [thru:]. to take one's hands off smb. Take those hands off her. to take snuff [snaf]. to smoke hash/marijuana [me:riwa:ni]. to give up. to suffer [safi]. to subject smb to a bastinado [sabcekt]. to take smth in a bad sense [sens], to light the way with a lantern [le:ntm]. to film, to film. to x-ray [eksray]. to pull out the plug, to take a fotograph. to grieve [gri:v]. to draw back. to call back. to withdraw. to desire [dizayi]. to blind [blaynd], to feel homesick [houmsik]. to have difficulty (in). They have difficulty finding the right staff. to have difficulty doing smth [difikilti]. (/ find it difficult to walk.) to clear goods (through the customs). to suffer for smb's sin [safi]. to have a tug-of-war. to perform the 'halay' folk dance. to long for. / long for a cup of tea here. to miss. to install a line [instod]. We should install a line to the entrance. to put (a ship) into dry dock. çekmek (hazımsızlık) 156 hazımsızlık çekmek hesaba çekmek hırkayı başına çekmek hu çekmek huyuna çekmek ıstırap çekmek iç çekmek içi çekmek içine çekmek Sigara dumanını içine çekmek zararlı mı? içini çekmek ilgi çekmek Ne kadar ilgi çekici! ilgisini çekmek Boks hiç ilgili çekmedi. imbikten çekmek imtihana çekmek ipe çekmek Bu gibilerini ipe çekmek lazım. iple çekmek iplik çekmek kabak çekmek kabızlık çekmek kabir azabı çekmek kablo çekmek kafayı çekmek kahrını çekmek Bütün bunların kahrını çekmek zorunda değilim. kahve çekmek kalafata çekmek kalıba çekmek kan çekmek kam çekmek kantara çekmek kasavet/kasvet çekmek kat çekmek (boya için) kapıyı çekmek karaya çekmek kayışa çekmek keder çekmek kendi tarafına çekmek Kendi taraflarına çekmek için ona bir şeyler teklif etmiş olmalılar. kendini naza çekmek kılıç çekmek kırk kapının ipini çekmek kızağa çekmek gemi için: görev bakımından: kopya çekmek Kopya çekmelerine meydan vermeyiniz. kötek çekmek kulağını çekmek gerçek anlamda: mecazi anlamda: to suffer from indigestion [indicesgin], to call smb to account [lkaunt], to withdraw from society [sisayiti], to chant "hu". to take after smb. to suffer. to sigh [say]. to long for. to inhale [inheyl]. Is it harmful to inhale cigarette smoke? to sigh [say]. to arouse interest [irauz]. How interesting! to appeal [ipi:l]. Boxing has never appealed to me. to distill. to examine smb's knowledge [nolic]. to hang. We must hang those sort of people. to look forward to. to spin yarn. to smoke hash [he:sj. to suffer from constipation [konstipey§m]. to suffer greatly. to string out a cable [keybil]. to get drunk. to put up with. / don't have to put up with all this. to grind coffee [graynd]. to careen (a ship), to mold, to cup. to resemble a parent [rizembil]. to weigh with a steelyard. to be distressed [distrest]. to paint [peynt]. to shut the door. to haul a boat on shore [§o:]. (razor) to strop [strap], to suffer from grief. to win over. They must have offered him something to win him over. to make a show of reluctance [rilaktins]. to draw one's sword [so:d]. to apply to a lot of places. to lay on the stocks, to kick smb upstairs, to cheat [girt]. Don't give them the chance to cheat. to give smb a beating. to pull smb's ear. to give smb a rebuke [ribyu:k]. çekmek (kur'a) 157 kur'a çekmek kuyruk çekmek (gözüne) kürek çekmek Bütün gün kürek çekmekteydik. makara çekmek (ötücü kuş için) makine çekmek makinede çekmek Onu makinemde beş dakikada çekerim. masrafı çekmek meşakkat çekmek meşale çekmek meydan dayağı çekmek mihnet çekmek mihnetini çekmek mil çekmek (birinin gözlerine) müşkülat çekmek naza çekmek (kendini) nazarı dikkatini çekmek (birinin) nazını çekmek (birinin) Korkarım onun nazmı çekmek zorundayız. nedamet çekmek nefes çekmek, sigara için: esrar için: niyet çekmek nutuk çekmek, genel anlamda: vaaz vermek anlamında: kötümseyici anlamında: odun çekmek of çekmek oh çekmek okka çekmek özlemini çekmek pala çekmek para çekmek Banka hesabımdan para çekmem gerek. parasızlık çekmek peklik çekmek perde çekmek gizlemek anlamında: peşkeş çekmek piyango çekmek protesto çekmek resmi: rastık çekmek resim çekmek Resim çekmek yasaktır. Birkaç resim çeker misiniz? -nin resmini çekmek rest çekmek, oyunda paranın tümünü ortaya koymak: kesin olarak son sözünü söylemek: röntgen çekmek to draw lots. to draw a line (from the corner of the eye), to row. We have been rowing all day. to warble [wo:bil]. to sew [sou], to sew up on a sewing machine [mi§i:n]. (I'll run it up on my machine in five minutes.) to see to the expenses [ikspensiz], to endure hardship [indyu:]. to be the leader for. to give smb a beating. to suffer [safi]. to put up with smth. to blind smb (with a hot iron) [blaynd]. to meet with difficulties [difikiltiz]. to make a great show of reluctance [rilaktms]. to attract smb's attention. to put up with smb's whims [wimz]. I'm afraid we have to put up with him. to regret [rigret]. to take a puff [paf], to smoke hash. to draw one's fortune (from a slip of paper). to make a speech [spi:c]. to preach [pri:cj. to give a long drawn out speech [spi:g]. to weigh wood [wey], to heave a sigh [say]. to rejoice over smb's misfortune [misfo:cin]. to weigh heavy [wey]. to long for. to wield a scimitar [wi:Id]. to draw money. / must draw on my bank account. to lack money. to be constipated [konstipeytid]. to curtain off [kd:tm]. to conceal [kinsid]. to make a present of smth one doesn't own. to draw a lottery ticket. to draw up a protest. to lodge a formal protest [loc], to put kohl on the eyebrow [aybrau]. to take a photograph/picture. Taking pictures prohibited. Could you take some pictures? to take a picture of. to stake all one's money [steyk]. to set forth one's opinion in final terms, to x-ray [eks-rey]. çekmek (sap) 158 sap çekmek sefalet çekmek sehpaya çekmek set çekmek, kurmak anlamında: engellemek anlamında: sevda çekmek sıkıntı çekmek Sıkıntıyı halk çekiyor. Bu sıkıntıları neden çekeyim? Krizin asıl sıkıntısını biz çekiyoruz. sıkıntısını çekmek (bir şeyin) nakit sıkıntısı için: Şu anda nakit sıkıntısı çekiyorlar. personel sıkıntısı için: Maalesef personel sıkıntısı çekiyoruz. yakıt sıkıntısı için: Yakında yakıt sıkıntısı çekeriz. yer sıkıntısı için: yiyecek sıkıntısı için: zaman sıkıntısı için: siklet çekmek sıla hasreti çekmek sınava çekmek sır çekmek (-in üzerine) ' çömlek için: ayna için: sıygaya çekmek sifonu çekmek silah çekmek sineye çekmek Onun huyunu sineye çekmek zorundasın. sinyal çekmek sopa çekmek sorguya çekmek genel anlamda: polis sorgulaması: mahkemede: soya çekmek Soy asma, soyuna çeker. Soydur, çeker. Katrandan şeker olmaz, olsa da soyuna çeker. su çekmek, emmek anlamında: kuyudan...: pompa ile: suyunu çekmek, kaynayıp buhar olmak: para bakımından: Paramız suyunu çekti. sünger çekmek Adet üzerine, yine üzerine sünger çekecekler. sürme çekmek to take the grain to the threshing floor, to suffer extreme poverty [poviti], to hang. to set up a barrier. to prevent. to be deeply in love. to go through hard times. (It's the people who endure the hardship.) Why should I go through all this? (We are bearing the brunt of the crisis.) to be short of. to be short of cash [ke:§]. They are short of cash at the moment. to be short of staff. Unfortunately we are short of staff. to be short of fuel [fyuwil]. We'll be short of fuel soon. to be short of place [pleys]. to be short of food. to be short of time. to bear weight [weyt]. to feel homesick. to test. to glaze [gleyz]. to silver. to cross-examine [igzermin]. to flush the toilet [toylit]. to draw a weapon [wepin]. to put up with. You have to put up with his temper. to give a signal [sigml]. to cudgel [kacil]. to interrogate [interigeyt]. to grill. to cross-examine [igze:min]. to take after one's ancestors [e:nsesti]. What's in the traits will come out. A person will resemble his ancestors for good or ill [e.msestiz]. You can't make a silk purse out of a sow's ear. to absorb [ibso:b]. to draw water out of a well. to pump up [pamp ap]. to boil away, to run out. Our money has ran out. to pass the sponge over [spanc]. (As usual, they'll sweep it under the carpet.) to tinge with kohl [tine]. çekmek (süt) 159 süt çekmek şimşekleri üstüne çekmek şişe çekmek şut çekmek tabanca çekmek bir tarafa çekmek tasa çekmek tasasını çekmek (birinin) taşa çekmek tedavülden çekmek tel çekmek, telgraf için: çit için: telgraf çekmek teleks çekmek temize çekmek teslim bayrağını çekmek tespih çekmek Bütün gün tespih çekmekten başka iş yapmaz. tetiği çekmek tırtıl çekmek tombala çekmek tövbe çekmek tulumba çekmek Suyu kuyudan tulumba ile çektik. tutup çekmek Yol boyunca, çocuk, elbisemin kolunu tutup çekti. uyku çekmek üstüne perde çekmek vantuz çekmek varlıkta darlık çekmek vebalini çekmek vicdan azabı çekmek ya sabır çekmek yabancılık çekmek yağ çekmek (birine) yalnızlık çekmek yana çekmek (arabayı) yaptığının cezasını çekmek yedeğe çekmek yedekte çekmek yıldırımları üstüne çekmek yokluk çekmek yoksulluk çekmek yuh çekmek yukarı çekmek, yukarı kaldırmak: Çoraplarını yukarı çek. ani çekiş olarak: Pantolonu yukarı çekmem gerek. genel anlamda: yüzünden çekmek (birinin) zahmet çekmek Akılsız başın zahmetini ayak çeker. to take after one's family. to attract criticism [itre:kt]. to apply a cupping glass [kaping]. to kick the ball. to draw/pull a pistol (on). to draw aside [isayd]. to worry. to suffer grief for smb. to sharpen on a whetstone. to withdraw from circulation [so:kyuley§in], to send a cable [keybil], to enclose with wire [inklouz]. to send a telegram, to telex. to make a fair copy [fe:]. to throw in the towel [taul]. to tell one's beads [bi:dz]. He does nothing but finger worry-beads. to pull the trigger. to serrate [sereyt]. to draw a lotto number [lotou]. to ask repeatedly God's forgiveness. to pump [pamp]. The water was pumped out from a well. to pluck at [plak]. The child plucked at my sleeve all the way. to sleep deeply. to cover up [kavir ap], to apply a cupping glass [kaping]. to live in poverty despite one's wealth. to suffer the consequences [konsikwmsiz]. to suffer pangs of remorse [rimo:s]. to call on God to grant one patience [peysms]. to be unfamiliar with. to butter smb up [ban], to feel lonely [lounli]. to pull up. to stew in one's own juice [styu], [cu:s], to set smth aside [isayd]. to take in tow [tou]. to draw a lot of criticism upon oneself. to live in poverty [poviti]. to live in destitution [destityu:§m]. to boo [bu:]. to hike up [hayk]. Hike up your socks [soks]. to hitch up [hie]. I must hitch up my trousers. to pull up. to suffer at the hands of. to suffer trouble [safi]. It's the feet that suffer for the unwise head. çektirmek 160 ziyafet çekmek (kendine) bir ziyafet çekmek zorluk çekmek Parayı bulmakta zorluk çekiyormuş. çektirmek (sıkıntı için) Neden halka bu kadar çektiriyorlar? | birleşikler ve deyimler | acı çektirmek Aynı acıyı ben de ona çektireceğim. çarka çektirmek dişini çektirmek Şu dişini çektirmelisin. Yemek yiyemem, dişimi çektirdim. el çektirmek fotoğraf çektirmek fotokopi çektirmek işten el çektirmek niyet çektirmek resmini çektirmek röntgen çektirmek çelermek çeliklemek çelikleşmek, çelik duruma gelmek: > çelik gibi sağlam olmak: çelimsiz olmak çelişik olmak çelişkili olmak çelişmek Rapor, söyledikleriyle çelişiyor. çelmek, çapraz kesmek anlamında: düşürmek anlamında: bir şeyle örtünüp bağlamak anlamında: birbirine ters düşmek anlamında: top için: yolundan çevirmek anlamında: | birleşikler ve deyimler | aklını çelmek ayağını çelmek gönlünü çelmek zihnini çelmek çelmelemek çelınelenmek çemberlemek, çember geçirmek anlamında: kuşatmak anlamında: çemberlenmek çemkirmek çemremek çengellemek çengeli takmak anlamında: çengellenmek to give a banquet [beinkwit]. to treat oneself to a good meal [mi:l]. to have trouble [trabil]. It seems he's having trouble finding the money. to make smb suffer. Why make the people suffer so much? to make smb suffer [safi]. I'll make him suffer just the same way. to put to the grindstone [grayndstoun]. to have a tooth pulled out. You should have that tooth pulled out. to have a tooth extracted [ikstre:ktidj. / can't eat, I had a tooth extracted. to remove from office frimu:v]. to have one's photo taken [teykin]. to have smth photocopied [foutokopid]. to remove smb from office. to have (an animal) draw one's fortune. to have one's picture taken. to have one's x-ray taken. to die of indigestion [indicescm]. to plant tree cuttings. to become steel [stir]J. to become as strong as steel. to be in poor condition [kindism]. to be ambivalent [e:mbivilint]. to be contradictory [kontndiktiri], to contradict. The report contradicts what he's saying. to cut on the bias [bayis]. to trip smb. to wrap a cloth over one's head. to be in contradiction with [kontndik§in]. to swerve [swd:v]. to divert [dayvckt]. to lead astray [istrey]. to cause smb to trip. to charm [5a: m]. to muddle smb up [madil]. to trip smb with one's foot. to be tripped [tript]. to fit with a hoop [hu:p]. to encircle [insokil]. to be hooped [hu:pt]. to answer rudely. to tuck one's sleeves/clothes [tak]. to hang on a hook [huk]. to hook. to be hung on a hook. çenilemek 161 çenilemek çentiklemek çentilmek çentmek çepellemek çepellenmek çerçevelemek çerçevelenmek çerezlenmek, çerez türünden birşey yemek: fırsattan faydalanmak: çeşitlemek çeşitlenmek çeşnilenmek çetin ceviz olmak çetinleşmek çetinleştirmek çetrefilleşmek çevik olmak çeviri yapmak çevirmek, değiştirmek anlamında: Bunları dolara çevirebilir misiniz? Haklı söz, haksızı Bağdat'tan çevirir. bir dilden bir dile tercüme etmek: Bunu Ingilizceye çevirebilir misiniz? döndürmek anlamında: dürüst olmayan hareket için: geri göndermek anlamında: dönüştürmek anlamında: O günlerde, okulları hastaneye çevirmişlerdi. giyecek için: sayfa ve yaprak için: 95. sayfayı çeviriniz. telefon için: Bilinmeyen numaralar için 005'i çeviriniz. bir yeri sarmak anlamında: Burasını duvarla çevireceğiz. yolundan alıkonmak anlamında: yönetmek anlamında: \ birleşikler ve deyimler | ahıra çevirmek alavere dalavere çevirmek aleyhine çevirmek Bu, herkesi aleyhine çevirmeye yeter. arka(sını) çevirmek baş çevirmek (birisinden) başaşağı çevirmek başında değirmen çevirmek başını çevirmek başka yöne çevirmek birkaç işi birden çevirmek O adam birkaç işi aynı zamanda çeviriyor. to howl [haul], to notch. to be notched [noct]. to make a notch, to spoil [spoyl]. to get spoiled, to frame [freym]. to be framed. to eat appetizers [e:pitayziz], to take advantage of an opportunity [opityu:niti]. to increase the variety [virayiti]. to increase in variety [inkri:s]. to be flavoured [fleyvid]. to be a hard nut (to crack). to get hard. to make a situation hard, to get complicated, to be nimble [nimbil], to translate [treinsleyt]. to change [ceync]. Can you change these into dollars? The right warning will make a wrongdoer change his ways [rongdu:wi], to translate [tre:nsleyt]. Could you translate this into English? to rotate [routeyt]. to hatch [he:5]. to turn down. to turn into, to convert into [kinvo:t]. Those days, they had turned the schools into hospitals. to turn (a garment) inside out. to turn over. Turn over to page 95. to dial [dayil]. Dial 005 for directory inquiries [inkwayrriz]. to surround [siraund]. We shall surround this place with a wall. to hold up. to manage [me:nic]. to make a shambles of [se:mbilz]. to play a dirty trick, to alienate [eyliineyt]. It's enough to alienate everyone against you. to turn one's back on. to turn away from. to face down [feys]. to torment. to turn away from. to divert [dayvo:t]. to have many irons in the fire. That man has many irons in the fire. çevirmek (curcunaya) 162 curcunaya çevirmek çark çevirmek çekip çevirmek Eşi, onu istediği gibi çekip çeviriyor. ev için: iş yeri için: çember çevirmek dalavere çevirmek dikkati başka yere çevirmek Dikkatinizi konudan başka tarafa çevirmeye çalışıyorlar. dilinin altında evirip çevirmek Dilinin altında neyi evirip çeviriyorsun? dirsek çevirmek dolap çevirmek Sen ne dolaplar çeviriyorsun? durumu tersine çevirmek Yakında bu durumu tersine çevireceğiz. dümen çevirmek entrika çevirmek etrafım çevirmek Etrafını duvarla çevireceğiz. evirip çevirmek fırıldak çevirmek film çevirmek geri'çevirmek Böyle bir teklifi geri çeviremezdik. Binlerce futbolseveri kapıdan çevirdik. Bunların hepsini geri çeviriniz. gizli işler çevirmek Muhalefet, sanayicilerle gizli işler çeviriyor. harman çevirmek ığrıp çevirmek içini dışarıya çevirmek iskelete çevirmek Yoksulluk onu bir iskelete çevirmiş. iş çevirmek kalbura çevirmek kuzu çevirmek lafı çevirmek manevra çevirmek maskaraya çevirmek maymuna çevirmek muma çevirmek bir noktaya çevirmek numara çevirmek Acaba, arkadaşın bir numara mı çeviriyor? omuz çevirmek (birine) ortalığı çorbaya çevirmek pabuçlarını çevirmek (birinin) paçavraya çevirmek paraya çevirmek to raise an uproar [apro:]. to wander around. to lead by the nose [nouz]. His wife leads him by the nose [li:dz]. to run a house. to manage (a business) [me:nic]. to roll a hoop [hu:p], to hatch a plot [he:c]. to distract attention from. They are trying to distract your attention away from the issue [isju:]. to wish to say smth but be unable to. What are you trying to say? to turn one's back on smb. to be up to some mischief [misfit]. What are you up to? to turn the tables on smb. We shall soon turn the tables on them. to intrigue [intri:g]. to scheme [ski:m], to enclose [inklouz]. We shall enclose it with a wall. to turn over and over. to intrigue [intrkg]. to make a film. to turn down. We couldn't turn down such an offer. to turn away. We turned away thousands of fans from the gate. to send back. Send all these back. to intrigue with [intri:g]. The opposition is intriguing with the industrialists. to go around in circles [so:kilz]. to take advantage of smth through lies. to turn inside out. to reduce to a skeleton [ridyu:s]. Years of privations have reduced him to a skeleton. to be up to smth. to riddle with holes. to roast a lamb on a spit [roust]. to change the subject [sabcikt]. to manoeuvre [minu:vi]. to make smb look foolish. to make smb look ridiculous [ridikyulis]. to render smb submissive [sibmisiv]. to concentrate [konsmtreyt], to be up to smth. / wonder if your friend is up to something. to give one the cold shoulder [§ouldi]. to stir a commotion [kimousm], to hint that someone is not wanted, to make a mess of smth. to convert smth into money [kinvo:t]. çevirtmek 163 parmağın ucuyla çevirmek pedal çevirmek, bisiklet için: makine isletmek için: pestile çevirmek piliç çevirmek sayfalan çevirmek Eski dergilerin sayfalarını çevirmeye bayılırım. serseme çevirmek sırt çevirmek Kendi kardeşi sonunda ona sırt çevirdi. Yardımına muhtaç olanlara nasıl sırt çevirirsin? soyup soğana çevinnek sözü çevirmek şaşkına çevirmek Sözleri beni şaşkına çevirdi. tersine çevirmek topaç çevirmek üstüne çevirmek (birinin) viraneye çevirmek voli çevirmek yaz boz tahtasına çevirmek yüz çevirmek (birisine) Sonunda hepimiz ona yüz çevirmiştik. yüzüğü geri çevirmek yüzünü çevirmek O manzara karşısında yüzümü nefretle geri çevirdim. çevirtmek, geri göndermek anlamında: tercüme ettirmek anlamında: çevrelemek çevrelenmek iplerle çevrele(n)mek: Bombalanan binayı polisler iplerle çevreledi. çevrilmek, yer bakımından: tercüme olarak: çeyizlemek çeyizlenmek çeyreklemek çıban başı olmak *Sivilceyi kurcalama çıban edersin. çıfıtlık etmek çığırmak (türkü için) çığırtmak çığrışmak çıkagelmek çıkar yolu olmak Bunun çıkar yolu yok gibi. Beklemekten başka çıkar yolu yok. çıkarı olmak (bir işte) to do smth with ease and skill [i:z], to pedal [pedil], to treadle [tredil]. to tire out [tayi], to roast chicken on a spit [roust], to thumb [tham], / enjoy thumbing through old magazines. to daze [deyz], to turn one's back on. His own brother finally turned against him. How can you turn your back on those who need your help? to strip smb of everything. to change the subject [sabcikt]. to take by surprise[siprayz]. His words took me by surprise. to turn smth inside out. to spin a top. to turn over to smb. to ruin [ruwin]. to fish with a cast net [ka:st]. to keep changing and countermanding orders. to turn away from. We all finally turned away from him. to break off an engagement [ingeycmint]. to turn away. / turned away at the sight with disgust. to have smth turned down, to have smth translated, to enclose [inklouz]. to be surrounded [siraundid], to rope off [roup]. The bombed out building was roped off by the police. to be surrounded. to be translated [tre'.nsleytid]. to equip with a trousseau [ikwip]. to be equipped with a trousseau [tru:sou]. to bend and stretch a baby's limbs [limz], to be/become a serious problem. Don't dwell too much on small problems or else you'll make them bigger. to deceive [disi:v]. to sing a folk song. to have smb called [ko:ld]. to cry out against one another. to turn up suddenly [sadinli]. there to be a way out. There seems to be no way out. There's nothing to do but wait. to have an axe to grind [graynd]. çıkarılmak 164 çıkarılmak, dışarı almak anlamında: İskemleler dışarı çıkarılmamalıdır. bir şeyden...: Bu listeden on kalem çıkarıldı. [birleşikler ve deyimleri açığa çıkarılmak çürüğe çıkarılmak (asker için) işten çıkarılmak çıkarmak, (ayrıca bak: çıkarmamak) dışarı almak anlamında: Bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış. dışarı atmak: Onu oradan çıkarmaya çalışıyorlar. fırça ile...: gibi göstermek anlamında: giysi için: belirli hastalıklar için: Kızamık çıkarıyor. hatırlamak anlamında: Onun kim olduğunu çıkaramıyorum, işten anlamında: Personelin bir kısmını çıkarmamız gerek. leke için: Bütün lekeleri çıkarır. kayıt için: Listeden bazı isimleri çıkaracağım. Metinden birkaç cümle çıkarmışlar. kavramak anlamında: kusmak anlamında: Yediği kahvaltıyı çıkardı. misil olarak: a) iki misline çıkarmak: h) üç misline çıkarmak: Teklif edileni iki misline çıkarıyorum. matematik bakımından: silmek anlamında: Adını listeden çıkarmışlar. sürenin sonunu getirmek anlamında: Bu parayla bir haftayı zor çıkarırız, ürün bakımından: Bu hafta, yeni bir ürün çıkarıyorlar, yayımlamak anlamında: Yeni bir dergi çıkanyorlarmış. yerinden...: Tatlı dil yılanı delikten çıkarır. bir yerden atmak anlamında: yıkayarak...: Yıkarsan çıkar. Bu marka kan lekelerini çıkarır mı? to be taken out. Chairs are not to be taken out. to be removed from [rimu:v]. Ten items were removed from the list. to be removed from office [rimu:vd]. to be invalidated out of the army, to be dismissed [dismist]. to take out [teykaut]. A fool threw a stone into a well, and forty wise men couldn't get it out. to expel [ikspel]. They are trying to expel him from there. to brush off [brasj. to expose smb as [ikspouz]. to take off. to catch. She has caught the measles [mi:zilz]. to place [pleys]. I can't place him. to dismiss. We have to dismiss some of the staff. to remove [rimu:v]. // will remove all stains. to cross out. I'm going to cross out some of the names on the list. to delete [di:li:t]. They've deleted a few sentences from the text [sentinsiz]. to make out. to throw up. She threw up her breakfast. to double [dabil], to triple. I'm doubling what has been offered. to subtract [sibtre:kt]. to strike off [strayk]. They've striken off your name from the list. to last. This money will last hardly a week. to bring out. They're bringing out a new product this week. to bring out. It seems they're bringing out a new magazine. to extract [ekstre:kt]. (Kindness does more than harshness.) to expel. to wash off. It will wash off. Does this brand wash off blood stains? çı karmak (acısını başkasından) 165 zorla...: Polis onu salondan zorla çıkardı. ; birleşikler ve deyimler | Kötü söz insanı dininden çıkarır. Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır. acısını başkasından çıkarmak acısını birisinden çıkarmak Ben, bunun acısını ondan çıkarırım. acısını çıkarmak açığa çıkarmak, konu için: mevki için: adet çıkarmak af çıkarmak ağzındaki baklayı çıkarmak ahkâm çıkarmak aklından çıkarmak Sen bunu aklından çıkar. Bu fikri aklından çıkarabilirsin. anlam çıkarmak Bundan, böyle bir anlam çıkarmak doğru değil. Bundan ne anlam çıkarıyorsun? arabasını düze çıkarmak aradan çıkarmak asker çıkarmak askıya çıkarmak ayağını çıkarmak ayakkabı çıkarmak Ayakkabılarınızı çıkarmak zorundasınız. aynını çıkarmak baklayı ağzından çıkarmak başına dert çıkarmak başına iş çıkarmak (birinin) baştan çıkarmak bela çıkarmak belaya davet çıkarmak Sen neden belaya davet çıkarıyorsun? beyaza çıkarmak itham bakımından: bir çırpıda çıkarmak (bir işi) boğazını çıkarmak böcek çıkarmak bulup çıkarmak Kısa olanı bulup çıkarmak çok kolay. gizli ve saklı şeyler için: canını çıkarmak cebinden çıkarmak (birini) cıcığını çıkarmak çayıra çıkarmak çekip çıkarmak Fişi prizden çekip çıkar. (çamurdan) çekip çıkarmak çıban çıkarmak to drag out of. The police dragged him out of the hall. Harsh words will arouse a man's anger. Sweet words will charm a snake. to take it out on smb. to make smb pay for. I'll make him pay for it. to take revenge for [rivenc]. to bring out (a matter) in the open. to remove from office. to innovate [imveyt]. to decree a general pardon [pa:din], to spill the beans [bi:nz]. to draw arbitrary conclusions [kinklu:jm]. to forget all about it. You'd better forget all about it. You can put this idea out of your head. to put an interpretation to it. It is not right to put such an interpretation to it. to infer from. What do you infer from this [infö:]? to put matters straight [streyt]. to get smth out of the way. to disembark troops [disimba:k]. to post the banns. to take off one's shoes. to take one's shoes off. You have to take your shoes off. to make a copy of. to let the cat out of the bag. to cause trouble to [trabil]. to make difficulties for [difikiltiz]. to seduce [sidyu:s]. to cause trouble [ko:z]. to invite trouble [trabil]. (You'd better let sleeping dogs lie [lay].) to make a clean copy (of). to clear one's character [ke:rikti]. to do a job easily. to earn just enough for one's food. (silkworms) to hatch [he:ç]. to find out. It's very easy to spot the short one. to ferret out. to wear out. to be far superior to. to wear out [weraut]. to put out to pasture [pa:sçı]. to pull out. Pull out the plug from its socket. to raise from the dunghill, to have a boil [boyl]. çıkarmak (çıngar) 166 çıngar çıkarmak çiçek çıkarmak Hepimiz çocukken çiçek çıkardık. çile çıkarmak çileden çıkarmak çürüğe çıkarmak Bu çok eski gemiyi çürüğe çıkaracaklar. askerlik bakımından: dağarcığmdakini çıkarmak dedikodu çıkarmak deveyi düze çıkarmak dırdır çıkarmak dırıltı çıkarmak dışarı çıkarmak Başınızı dışarıya çıkarmayınız. dilini çıkarmak dininden çıkarmak Kötü söz insanı dininden çıkarır. diş çıkarmak duman çıkarmak ekmeğini çıkarmak ekmeğini taştan çıkarmak Er olan ekmeğini taştan çıkarır. elden çıkarmak, , kurtulmak anlamında: satmak anlamında: Bu malı bugünlerde elden çıkarmak zor. Şu anda onları elimden çıkarmak istemiyorum. vazgeçmek anlamında: Bu belgeleri elden çıkaramayız. engel çıkarmak evden çıkarmak fesat çıkarmak, insanları birbirine düşürmek: ortalığı karıştırmak anlamında: fetva çıkarmak fotokopi çıkarmak foyasını çıkarmak gazete çıkarmak geceyi çıkarmak Bu geceyi çıkarırsa mucize olur. göklere çıkarmak Yeni öğretmenini göklere çıkardı. görevden çıkarmak göz çıkarmak Fazla mal göz çıkarmaz. Kaş yapalım derken göz çıkarmayalım. gözden çıkarmak gözlüğünü çıkarmak gözünü çıkarmak (bir şeyin) güçlük çıkarmak to start a quarrel [kworil], to have smallpox. We all had smallpox as a child. to pass through a severe trial [trayil], to infuriate [infyu:rieyt], to scrap. They're going to scrap this very old ship. to discharge smb as unfit for service. to say what one has in one's mind. to tell tales about [teylz]. to overcome difficulties [difikiltiz]. to have a slight quarrel. to kick up a squabble [skwobil]. to stick out. Don't stick your head out. to put out one's tongue [tang]. to infuriate [infyu:rieyt]. Harsh words infuriate people. to cut a tooth. to give off smoke. to earn enough to get along [6:n]. to make a living under any circumstances. (A brave man will earn his livelihood from anything.) to get rid of. to dispose of [dispouz]. It's difficult to dispose of these goods nowadays. I don't want to part with them at the present [prezmt]. to dispense with. We can't dispense with these documents. to raise difficulties [reyz]. to evict. to set people against one another. to plot mischief [miscif]. to lay down the "canonical" law. to photocopy. to expose [ikspouz], to publish a newspaper [pablisj. to live through the night. It'll be a miracle if he lives through the night to praise to the skies [preyz]. He praised his new teacher to the skies. to discharge [discax]. to be a sore [so:]. A little extra of a good thing does no harm. Let's not spoil the lot while trying to better things [spoyl]. to sacrifice [se:krifays]. to take off one's glasses. to do great harm. to make difficulties (for) [difikiltiz]. çı karmak (gümrükten) 167 gümrükten çıkarmak gün ışığına çıkarmak günah çıkarmak gürültü çıkarmak, ses bakımından: tartışma bakımından: haç çıkarmak Maçtan önce daima haç çıkarır. hadise çıkarmak haklı çıkarmak haklı çıkarmak (birini). haksız çıkarmak (birini). haraca çıkarmak hatırından çıkarmak hesap çıkarmak hıncını çıkarmak (birisinden) hır çıkarmak hırsını birisinden çıkarmak hiçten bir mesele çıkarmak hisse çıkarmak (-den) hizmetten çıkarmak hülâsasını çıkarmak hurdaya çıkarmak ıcığını cıcığını çıkarmak ıskartaya çıkarmak istavroz çıkarmak icat çıkarmak içini dışına çıkarmak iki katına çıkarmak Üretimi iki katına nasıl çıkarabiliriz? iş çıkarmak iş bitirmek anlamında: zorluk anlamında: işin içinden iş çıkarmak işten iş çıkarmak işten çıkarmak geçici olarak: Birkaç işçiyi geçici olarak işten çıkaracaklar. yol vermek anlamında: Bu hafta dört yüz işçiyi işten çıkardılar. İşten çıkarmadan özelleştirme. Personelin bir kısmını çıkarmamız gerekecek. iyi bir döğüş çıkarmak kabahatli çıkarmak kadastrosunu çıkarmak kafasından çıkarmak kalıbını çıkarmak kamburunu çıkarmak kanun çıkarmak Kim çıkardı bu kanunu? kâr çıkarmak (bir şeyden) karaları çıkarmak to clear through the customs [kastimz]. to bring to light. to confess one's sins. to make a noise. to kick up a fuss [fas]. to cross oneself. He always crosses himself before the game. to provoke an incident [pnvouk]. to justify [castifay]. to prove smb right [pru:v]. to prove smb to be wrong. to put up to auction [o:k§in]. to forget. to make out the accounts [lkaunts], to take revenge on [nvenc]. to kick up a row [rou]. to wreak one's wrath on smb [ri:k]. to make a fuss about nothing. to take offence at [lfens]. to dismiss from service [sovis]. to extract [ikstre:kt]. to scrap. to examine thoroughly [igze:min]. to discard. to cross oneself. to start unnecessary innovations. to turn smth inside out. to double [dabil]. How can we double the output? to do some work. to create difficulties [krieyt]. to keep raising difficulties. to raise unnecessary objections. to dismiss. to lay off. They're going to lay off a few workers. to send off. Four hundred men were sent off this week. to discharge. Privatization without discharging workers. to dismiss. We'll have to dismiss some of the staff. to put up a good fight [fayt]. to put the blame on [bleym]. to make a cadastral survey of [so:vey]. to put smth out of one's head. to make a mold of. to arch [a:cj. to pass a law [lo:]. Who passed that decree [pa:st]? to profit by. to come out of mourning [morning]. çı karmak (karaya) 168 karaya çıkarmak kargaşa çıkarmak karışıklık çıkarmak kaş yapayım derken göz çıkarmak kavga çıkarmak Herkesle kavga çıkarma huyu var. kazıp çıkarmak kendine şeref payı çıkarmak kepazelik çıkarmak kesip çıkarmak Modelleri kesip çıkarsınlar. keyfini çıkarmak (-yin) keyfini çıkarmak İstanbul'da son günümüz, dolayısıyla keyfini çıkarmaya karar verdi. kınından çıkarmak kıssadan hisse çıkarmak kışı çıkarmak Bu ceket kışı çıkarır. Üç ton odun kışı çıkarmaz. kıyıya çıkarmak kızamık çıkarmak kirli çamaşırlarını ortaya çıkarmak koku çıkarmak Çok kötü bir koku çıkarıyor. . kopyasını çıkarmak kulaktan pamuğu çıkarmak lakırdı çıkarmak leke çıkarmak leşini çıkarmak mana çıkarmak (bir şeyden) masrafını çıkarmak, geri almak anlamında: Masrafımızı ancak çıkarabileceğiz. karşılamak anlamında: Proje masrafını çıkaracaktır. maskarasını çıkarmak (birinin) mesele çıkarmak meydana çıkarmak mezata çıkarmak moda çıkarmak müşkülat çıkarmak nafakasını çıkarmak netice çıkarmak sonuca varmak anlamında: Sözlerimden ne gibi bir netice çıkarıyor? olay çıkarmak Bir grup, olay çıkarmak için çok uğraştı. ortaya çıkarmak Gazeteci, onunla ilgili yeni gerçekler ortaya çıkardı. Araştırma, unutulmuş gerçekleri ortaya çıkardı. to land. to cause confusion [kinfyu:jin]. to stir up trouble [trabil]. to make matters worse while trying to better things. to pick a quarrel [kwonl]. He has the nack of picking a quarrel with everyone. to dig out. to take credit for. to make a scene [si:n]. to cut off/out. Let them cut out the models. to enjoy oneself. to make the most of it. It's our last day in Istanbul, so we've decided to make the most of it. to unsheathe [an§i:th]. to draw a lesson from. to last the winter. This coat will last the winter. (Three tons of wood won't see us through winter.) to land. to have the measles [mi:zilz]. to show up smb's misdeeds, to give off a smell. It gives off a very bad smell. to copy. to become attentive [itentiv]. to spread gossip. to remove a stain [steyn]. to beat the tar out of. to interpret wrongly. to recover one's expenses. We'll just be able to recover our expenses. to pay for itself. The project will pay for itself. to make smb a laughing-stock. to make a fuss [fas]. to bring smth to light. to put smth up for auction [o:k§in]. to bring into fashion [fe:§in]. to raise difficulties [reyz]. to earn one's living [6:n]. to draw a conclusion [kinklu:jm]. to infer [info:]. What does he infer from my remarks? to stir trouble. A group tried hard to stir up trouble. to dig up. The journalist dug up new facts about him. to reveal [rivkl]. The investigation revealed long forgotten facts. to bring out. çıkarmak (oyun) 169 Tüm kirli çamaşırları ortaya çıkaracağız. İncelemeler bir sürü yasadışı faaliyeti ortaya çıkardı. oyun çıkarmak, sahne sözkonusu ise: spor sahasında: öfkesini birinden çıkarmak ölüyü mezardan çıkarmak örneğini çıkarmak özet çıkarmak paçavrasını çıkarmak para çıkarmak parasını çıkarmak pastırmasını çıkarmak (birinin) patırtı çıkarmak pazara çıkarmak Herkes aklını pazara çıkarmış, yine kendi aklını beğenmiş. pestilini çıkarmak posasını çıkarmak, çok dövmek anlamında: son damlasına kadar kullanmak: sonuna kadar sömürmek: postunu çıkarmak, hayvan sözkonusu ise: birinin...: rehinden çıkarmak resmini çıkarmak rezalet çıkarmak Herkesin önünde rezalet çıkarmanın anlamı ne? rızkını çıkarmak rölövesini çıkarmak satılığa çıkarmak satışa çıkarmak Devlet tüm fabrikalarını satışa çıkarıyor. ses çıkarmak sesini çıkarmak Neden sesinizi çıkarmıyorsunuz? sırtından çıkarmak (birinin) sızıltı çıkarmak silip çıkarmak sinekten yağ çıkarmak Bu, sinekten yağ çıkarmak gibi şey. sonuç çıkarmak Bundan birçok sonuç çıkarabilirim. Bu yazıdan ne sonuç çıkarıyorsun? sonucu çıkarmak Bundan, haksız olduğum sonucunu çıkarıyorum. Bu sonucu nereden çıkardın? Söylediklerinden arkadaşın olduğu sonucunu çıkarabilir miyiz? sorun çıkarmak Sorun çıkaracaksa, onu geri gönderirim. We'll bring out all their dirty linen. to bring to light. Investigations brought to light a number of illegal activities [e:ktivitiz]. to put on a performance [piftxmins]. to play a game. to vent one's anger on smb [e:ngi]. to exhume [ekshyu:m], to make a copy of. to make an outline [autlayn]. to leave smb drained of strength [dreynd]. to issue money [isyu:]. to pay its own cost. to give smb a good thrashing. to kick up a row. to put smth up for sale [seyl]. Everyone in the end would rather keep his own point of view. to beat smb to a jelly. to beat the tar out of smb. to make the fullest possible use of smth. to exploit smb/smth to the full. to skin. to beat the daylights out of smb. to take out of pawn, to have one's picture taken, to make a scene [si:n]. What's the point of making a scene in public? to earn one's daily bread [o:n]. to determine the original design [dizayn]. to offer for sale. to put up for sale [seyl]. The state is putting up for sale all the factories. to speak, to speak up. Why don't you speak up? to get smth at smb's expense [ikspens]. to give rise to murmuring [momiring]. to rub off/out [rab], to skin a flint. (It's like being on a fool's errand.) to draw a conclusion [kinklu:jin]. / can draw a lot of conclusions from this. What conclusion do you draw from this writing? to deduce [didyurs], / deduce from this that I was wrong. Where did you deduce it from? May we deduce from what you're saying that he was your friend? to cause trouble [ko:z]. I'll send her back, if she's going to cause trouble. çıkarmamak 170 sucuğunu çıkarmak suçlu çıkarmak suçsuz çıkarmak suret çıkarmak suretini çıkarmak (bir şeyin) suyunu çıkarmak şapka çıkarmak (birine) tadını çıkarmak Buranın tadını çıkarmaya bakın. Hayatın tadını çıkarmaya çalışın. tahta çıkarmak taş çıkarmak taşın suyunu çıkarmak Taşı sıksa suyunu çıkarır. tatsızlık çıkarmak tedavüle çıkarmak tekeden süt çıkarmak temize çıkarmak Arkadaşını temize çıkarmaya çalışıyorsun, adını temize çıkarmak: Adını temize çıkarmak istemiyor musun? kendini temize çıkarmak: temizleyip çıkarmak toprağından çıkarmak Yerlileri topraklarından çıkardılar. tulum çıkarmak, hayvan bakımından: seçim bakımından: DP'nin, bölgede tulum çıkarması bekleniyor. üstünü çıkarmak Üstünüzü çıkarıp istirahat ediniz. yalan dolan çıkarmak yalancı çıkarmak yalanını çıkarmak (birinin) yangın çıkarmak yanlışını çıkarmak yasa çıkarmak yazıyı çıkarmak yıkayarak çıkarmak yırtıp çıkarmak Kim bu rehberden bir sayfayı yırtıp çıkardı? yorgunluğunu çıkarmak yüzünü ak çıkarmak yüzünü kara çıkarmak zevkini çıkarmak zmltı çıkarmak zıvanadan çıkarmak zorluk çıkarmak çıkarmamak, | birleşikler ve deyimler j çıt çıkarmamak hatırından çıkarmamak Çıt çıkarmamaya çalış. to beat the living daylights out of smb. to find smb guilty [gilti], to exonerate [igzomreyt], to make a copy. to make a copy of. to extrat juice from [cu:s]. to raise one's hat to smb. to get the most of. See that you make the most of it while here. Try to enjoy life fully. to put smb on the throne [throun]. to be far superior to [syu:piriyi]. to be extremely strong. He is incredibly strong. to create unpleasantness [anplezintnis]. to put (money) into circulation [sö:kyuleyşın]. to be clever at obtaining the impossible. to clear. You're trying to clear your friend. to clear one's name. Don't you want to clear your name? to clear oneself of. to clean off. to uproot [apru:t] smb from their land. The natives were uprooted from their land. to skin. to win all the seats. DP is expected to win all the seats in the region. to take off one's things. Take off your things and get some rest. to weave a web of lies [layz], to prove smb to be a liar [layı]. to give the lie to smb [lay]. to start a fire [fayı], to find smb's mistake [misteyk], to enact laws [ine:kt], to decipher a handwriting [disayfi]. to wash off [wo:ş]. to tear out [teraut]. Who tore out a page from this guide book? to rest from one's fatigue [fiti:g]. to be a source of pride [prayd], to embarrass smb greatly [imbe:ris]. to enjoy smth to the full. to squabble [skwobil]. to make smb go insane [inseyn]. to make things difficult. to keep silent [saylint]. Try not to make any sound [saund]. to keep in mind [maynd]. çıkartmak 171 ses çıkarmamak, ağzını açmamak anlamında: göz yummak anlamında: görmemezlikten gelmek: sesini çıkarmamak ihraz etmemek anlamında: çıkartmak, ettirgen anlamda: Bunları buradan çıkartınız. Kiracıyı bu şekilde çıkartamazsınız. etken anlamda: bak çıkarmak Bunu da nereden çıkartıyorsun? Şimdiye kadar iki dergi çıkarttılar. Listeden iki isim çıkartmışsın. | birleşikler ve deyimler | Fazla mal göz çıkartmaz. boşa çıkartmak diş çıkartmak göklere çıkartmak Bu adamı neden göklere çıkarttınız? güçlük çıkartmak günah çıkartmak hesap çıkartmak kamburunu çıkartmak kanun çıkartmak Hükümet böyle bir kanun çıkartamaz. kaşıkla yedirip sapıyla gözünü çıkartmak kesip çıkartmak Dergilerden resim kesip çıkartsınlar. kiracıyı çıkartmak resmini çıkartmak sorun çıkartmak Durup durup sorun çıkartıyor. şapka çıkartmak Buna şapka çıkartılır. taş çıkartmak (birine) Sen ona taş çıkartırsın. çıkılamak çıkılmak Buradan yukarı çıkılır mı? çıkın etmek çıkın yapmak çıkınlamak çıkıntı yapmak Bu kısım açıkça bir çıkıntı yapıyor. çıkış yapmak, gitme bakımından: konuşma bakımından: çıkışmak, boy ölçüşmek anlamında: azarlamak anlamında: para bakımından: Param çıkışmadı. not to say anything. to condone [kmdoun]. to overlook. to keep quiet [kwayit]. to raise no objection [obcek§m], to have smth removed. Have these removed from here. to have smb evicted. You can't have the tenant evicted this way. How do you make that out? They've published two magazines so far. You've deleted two names from the list. One can't have too much of a good thing. to cause smth to come to nothing. to have a tooth extracted [ikstrerktid], to praise smb to the sky [preyz]. Why did you praise this man to the sky? to raise difficulties [difikiltiz]. to confess [kinfes]. to make out the accounts [ikaunts]. to hunch one's back [hang]. to pass a law [lo:]. The government can't pass such a law. to spoil a good deed by a bad one. to cut out. Let them cut out pictures from magazines. to evict a tenant. to have one's picture taken. to create problems. He is always creating problems. to take one's hat off. You can take your hat off to that. to be far superior to smb. You're far superior to him. to wrap smth into a bundle [bandil]. to go out/up. Could one go up from here? to bundle [bandil], to make a bundle, to tie up in a bundle, to stand out. This part clearly stands out. to check out. to scold. to enter into rivalry with [rayvilri]. to scold [skold]. to be sufficient [sifisint]. My money wasn't sufficient. çıkıştırmak 172 çıkıştırmak çıkmak, (ayrıca bak: çıkmamak) bir yerden ayrılmak, girmek: Ben oradan çıkalı yıllar oldu. Biraz önce çıktılar. Lütfen buradan çıkınız. Rüşvet kapulan girince, insaf bacadan çıkar. Zor kapıdan girince, şeriat bacadan çıkar. Siz daireden saat kaçta çıkarsınız? Hastalık kantarla girer, miskalle çıkar. Sudan çıkmış balık gibiyim. bir yerden gelmek anlamında: İmam evinden aş, ölü gözünden yaş çıkmaz. Dayak cennetten çıkmıştır. başlamak anlamında: Yangın nasıl çıktı? İkinci dünya savaşı neden çıktı? Yangın çıkarsa paniğe kapılmayın, başvurmak anlamında: Bizi es geçip direkt müdüre çıkamazsın. Ben müdüre kadar çıkacağım, bir yerden dışarı: Hazır çıkmışken, bir şeyler alalım. Çıkmak üzereydim. Bir kulağından girip, öbür kulağından çıktı, diş için: elde edilmek anlamında: Bu üzümden çıkar. matematik bakımından: ev için: flört etmek anlamda: O kız her erkekle çıkmaz, gerçekleşmek, doğrulamak: Söylediklerim bir bir çıktı. Rüyalarım doğru çıktı. Dediğin çıktı. gizlice...: Toplantıdan gizlice çıkabilir misin? görünmeden...: Kimseye görünmeden arka kapıdan çıktım, içinden çıkmak anlamında: Kutudan bu oyuncaklar çıktı. kaynak olarak: Bütün bunlar nereden çıktı? Yangın ilk önce nerede çıktı? Bu fikirler kimden çıktı? İki eğriden bir doğru çıkmaz. karaya ayak basmak anlamında: Atatürk 1919'da Samsun'a çıktı. to make money suffice for [sifays]. to leave. / left that place years ago. They left a moment ago. Please leave this place. (When bribes are given and taken, justice goes by the board [castisj.j (There can be no justice where the law of force prevails [privelyz].) What time do you leave office? (Illness comes on horseback but goes away on foot.) I'm like a fish out of water. to come out. (It's no use looking for something where it isn't.) (Corporal punishment is an element of education [ecukeysm].) to start. How did the fire start? to break out. Why did W.W. II break out? If fire breaks out don't panic [pe:nik]. to go/see. You can't ignore us and go straight to the manager. I shall go and see the manager. to leave, to go out. Seeing that we are out, let's buy a few things. I was about to leave. It went in one ear and out of the other. to erupt [irapt]. to be produced from [prodyu:st]. It's produced from grapes [greyps], to be subtracted from [stbtre:ktid]. to move out [mu:v]. to go out. That girl won't go out with just any boy. to come true. (I predicted all these correctly). My dreams have come true. to turn out. It turned out as you said. to sneak out [sni:k]. Could you sneak out of the meeting? to slip away. / slipped away through the back door. to come out. These toys came out of the box. to originate [iricineyt]. Where did all this originate from? Where did the fire originate? Where did these ideas originate with? (Two wrong deeds do not make a rightful one.) to land. Ataturk landed at Samsun in 1919. çıkmak 173 leke için: Bu lekenin kolay çıkacağını sanmıyorum. Mürekkep lekeleri öye yıkamakla çıkmaz. Bu leke gerçekten çıkar mı? Yıkarsan çıkar. meydana çıkmak anlamında: Babamın seyahati çıktı, (beklenmedik anda) meydana çıkmak: Yine ne çıktı? Sürekli problem çıkıyor. Hangi taşı kaldırsan, altından o çıkar. Bunların alıcısı çıkmazsa, ben alırım. Karamanın koyunu, sonra çıkar oyunu. Karpuz kabak çıktı. mezun olmak anlamında: Bu fakülteden çıkanlar iş bulamıyor. netice olarak: Beklediğimiz gibi çıkmadı. Vermişsem ne çıkar? Bundan bir şey çıkmaz. Bunun neticesi dediğime çıkar. An beni bir kozla, varsın çürük çıksın, niteliğini kaybetmek anlamında: Arpa ektim, darı çıktı. Bunlar insanlıktan çıktı, pay düşmek anlamında: Kur'a kime çıktı? Ne çıkarsa bahtına. Kısmetinde olan kaşığına çıkar, işini kış tut, yaz çıkarsa bahtına. piyasada görünmek anlamında: Bezelye çıktı. sonuca ulaşmak anlamında: Temiz iş altı ayda çıkar. bir şeye çıkmak: Biz yarın ava çıkacağız. tuvalete gitmek anlamında: ulaşmak anlamında: Bu yol nereye çıkar? yayılmak anlamında: Delikten pis kokular çıkıyor. Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Eğri bacanın dumanı doğru çıkar. yayımlamak anlamında: Bu dergi yılda iki defa çıkar. yerinden çıkmak anlamında: eşya için: Etiket yerinden çıktı. Ok yaydan çıktı. Çivi çıkar ama yeri kalır. bacak ve kemik için: to wash out. / don't think this stain will wash out easily. Ink stains don't just wash out. come out. Will this stain really come out? (You can wash it off.) to turn up. My father's travel has turned up. to crop up. What has cropped up again? Problems keep cropping up. to turn up. He always turns up everywhere. I'll buy them if no buyer turns up. (Not to be as innocent as one looks.) to turn out. The water-melon turned out to be tasteless. to graduate from [gre:cyu:wit]. The graduates of this faculty can't find a fob. to come up. It didn't come up as we expected [ikspektid]. If I've given it, what of it? It won't make any difference. (It all adds up to what I've said.) Even a trifle as a gift strengthens ties. to lose [lu:z]. (7 was bitterly disappointed.) These people have lost all sense of humanity. to fall to one's lot. Who did the lot fall upon? (Don't expect too much.) One gets what fate brings one. Hope for the best but be prepared for the worst. to appear on the market [ipi:]. Peas have appeared on the market [pi:z]. to take time. It takes time to do a job well. to go. We'll go hunting tomorrow. to go to the toilet [toylit]. to lead [li:d]. Where does this road lead to? come out. A foul smell is coming out of the hole. (There is no smoke without fire.) to rise [rayz]. Smoke will rise straight from a crooked chimney. to come out. This magazine comes out twice a year. to come off. The label has come off. (The die is cast [day].) (A broken heart never quite heals.) to dislocate [dishkeyt]. çıkmak (acısı tepesinden) 174 yetecek ölçüde olmak: Bu kumaştan bir etek çıkar mı? Bundan bir palto çıkmaz. Bir koyundan iki post çıkmaz. yolculuk için: Saat kaçta çıkacağız? yükseklik bakmandan: Beşinci kata çıktılar. Merdiven ayak ayak çıkılır, yükselmek anlamında: Ateşi kırk dereceye çıktı. Fiyatı bu hafta çıktı. |birleşikler ve deyimleri Arpa ektim, darı çıktı. Balık kavağa çıkınca. Artık çok geç, ok yaydan çıktı. Ne doğrarsan çanağına, o çıkar kaşığına. acısı tepesinden çıkmak açığa çıkmak, mevki bakımından: meydana çıkmak bakımından: açığı çıkmak adam içine çıkmak adı çıkmak ' Adamın adı çıkacağına canı çıksın. Adın çıkacağına çanın çıksın. adı -ye çıkmak adı deliye çıkmak Böyle birşey yapmaya kalksam, adım deliye çıkar. adı fenaya çıkmak adı kötüye çıkmak ağzından çıkmak Ağzından çıkanı kulağın işitsin. Özür dilerim, ağzından çıkıverdi. ağzından girip burnundan çıkmak Ağzından söz dirhemle çıkıyor. ahi çıkmak Alma mazlumun ahım çıkar aheste aheste. aklı zıvanadan çıkmak aksilik çıkmak Bir aksilik çıktı. altından çıkmak Altından ne çıkacak bilinmez. altından girip üstünden çıkmak anlaşmazlık çıkmak Aramızda anlaşmazlık çıkmadı. aradan çıkmak arka çıkmak ateşi çıkmak ava çıkmak Belki de ava çıkarız. to be sufficient for [sifijmt]. Will this cloth be sufficient for a skirt? This is not enough for a coat. You can't get two hides out of a sheep. to set out/off. What time shall we set out? to go up. They went up to the fifth floor [flo:]. (Success is achieved step by step.) to rise [rayz]. His fever has gone up to forty degrees. Its price has risen this week. (I was bitterly disillusioned [disilu:jind].j When pigs have wings. The die is cast, it's too late now. What you put in your pot will come into your spoon. to feel sorry about. to be removed from office [rimu:vd], to become known. to have a shortage in one's account [lkaunt]. to mix with people. to get a bad reputation [repyuteygm]. It's better to lose one's life rather than lose one's good reputation [lu:z], (Give a dog a bad name and hang him.). to have a bad reputation for. to get the reputation for being mad. /// were to do such a thing, I would be thought as being mad [tho:t], to get a bad name. to get a bad reputation. to slip out of one's mouth. Do you realize what you're saying [rkyilayz]? I'm sorry, it just slipped out of my mouth. to get around smb by tricks. It's hard to get anything out of him. (one's curse) to take effect [ifekt]. Don't ever provoke the curse of the oppressed. to go crazy [kreyzi]. to go wrong. Something has gone wrong. to come out from under. (The outcome is uncertain [anso:tin].) to squander a fortune [forcin], (misunderstanding) to arise [irayz]. There was no misunderstanding between us. not to interfere [intifi:]. to back smb up. to have one's fever go up [fi:vi]. to go hunting. Maybe we could go hunting. çıkmak (aynı kapıya) 175 aynı kapıya çıkmak Aynı kapıya çıkar. aynı yola çıkmak Hepsi aynı yola çıkar. balığa çıkmak baltası kütükten çıkmak baskın çıkmak Bu işten baskın çıkmalıyız. baş köşeye çıkmak başa çıkmak Biz beklenmedik her durumla başa çıkabiliriz. Bu adamla ancak ben başa çıkabilirim. başabaş çıkmak Galiba bu yıl başabaş çıkacağız. başına çıkmak Bir gün başımıza çıkacak. Bu adam başımıza çıktı. başına iş çıkmak Başımıza iş çıkacak. başının altından çıkmak Bütün bunlar onun başının altından çıktı. baştan çıkmak, kandırılmak anlamında: kontrolden...: bildik çıkmak bir kapıya çıkmak ikisi de bir kapıya çıkar. bir yola çıkmak birinci çıkmak boku çıkmak borç gırtlağa çıkmak borçlu çıkmak boş çıkmak piyango söz konusu ise: burnuna çıkmak canı çıkmak, ölmek anlamında: yıpranmak anlamında: İnsanın adı çıkacağına canı çıksın. Can çıkmayınca huy çıkmaz. Çıkmadık candan umut kesilmez. Altta kalanın canı çıksın! Canı çıkasıca! Canı çıksın! cılız çıkmak cılk çıkmak, boş anlamda: bozuk anlamda: yumurta için: cinleri başına çıkmak çarşıya çıkmak çığırından çıkmak Durum çığnndan çıkıyor. çırpıdan çıkmak to amount to the same thing [imaunt]. It all amounts to the same thing. to lead to the same result [rizalt]. It all leads to the same result. to go out fishing. to be rid of trouble. to get the upper hand (over). We must get the upper hand of this. to put oneself in the place of honour. to cope with [koup]. We can cope with any unforseen situation. Only I can cope with this man. to come out just right. (I think this year we'll break even.) to take liberties with. One day he'll start taking liberties with us. This man is becoming a nuisance [nyusms]. to get oneself into trouble [trabil]. (You're in for trouble.) to be at the bottom of. He is at the bottom of all this [batim]. to be seduced [sidyuist]. to get out of control [kintroul]. to turn out to be an old acquaintance [lkweyntins]. to come to the same thing. Both amount to the same thing. to amount to the same thing [imaunt]. to be first. to have one's ugly side revealed [rivi:ld]. to be up to the ears in debt [det]. to end up as a debtor [deti]. to come to nothing. to hit a blank [ble:nk], to become unbearable [anbembil]. to die [day]. to be exhausted [igzo:stid]. It's better to die than get a bad name. A habit will last a life time. While there's life there's hope. May the devil take the hindmost [hayndmoust]/ May he die, the rogue! May the devil take him! to be puny [pyu:ni], to come to nothing, to be spoiled [spoyld]. to be addled [e:dild]. to get furious [fyuryis]. to go shopping, to get out of hand. The situation is getting out of hand. to get out of line. çıkmak (çileden) 176 çileden çıkmak çizmeden yukarı çıkmak Çizmeden yukarı çıkmayınız. çürük çıkmak çürüğe çıkmak dağa çıkmak dalıp çıkmak dediği çıkmak Her şey dediğim gibi çıktı. denetimden çıkmak Sokak gösterileri denetimden çıkmıştır. dinden imandan çıkmak dışarı çıkmak büyük aptes için: -den...: fek sıra ile: ucu...: dışarıya çıkmak doğru çıkmak Dışarıya çıkmayınız, olmaz mı? Söylediklerimin hepsi doğru çıktı. Rüyalarım doğru çıktı. döne döne çıkmak düzlüğe çıkmak eksik çıkmak iki adet eksik çıktı. On milyon eksik çıktı. elden çıkmak elinden kaza çıkmak Elimden bir kaza çıkacak. engel çıkmak evci çıkmak feraha çıkmak ferman çıkmak ferz çıkmak (satrançta) fırsat çıkmak Böyle fırsatlar her gün ortaya çıkmaz. fırtına çıkmak Fırtına çıkacak. fos çıkmak foyası meydana çıkmak galip çıkmak gerçek çıkmak Hikaye gerçek çıktı. geziye çıkmak girip çıkmak görücüye çıkmak gözden çıkmak gözü çıkmak Gözü çıkacası! Yalan söylüyorsam, gözüm çıksın. gün ışığına çıkmak Bu, birçok bilinmeyen gerçeği gün ışığına çıkaracaktır. to be infuriated [infyu:riyeytid]. to meddle with things one doesn't understand. Don't meddle with things you don't understand. to prove to be unsound [ansaund]. to be discharged [discaxd]. to take to the hills. to take a quick dip. to turn out as one said. Everything has turned out as I said. to get out of control [kintroul]. The street protests have got out of control. to lose all patience [peysms]. to go out. to go to the toilet. to get out. to file out [fayl]. to stick out. to go out. Don't go out, will you? to prove to be right. Everything I said proved to be true. to come true. My dreams have come true. to ascend in a spiral [spaynl]. to get out of difficulties. to be short [§o:t]. There were two short. It's ten million short. to be out of one's hands. to be in a murderous mood [mu:d]. I'm in a murderous mood [mo:dins]. (for obstacles) to emerge [i mox]. (for boarding students) to go home on weekends. to begin enjoying prosperity. to be decreed [dikri:d]., to queen a pawn [po:n]. (for an opportunity) to arise [irayz]. Such an opportunity does not arise every day. (for a storm) to break out. (There's going to be a storm.) to fizzle out [fizil]. to give oneself away. to come out victorious [viktoryis]. to turn out to be true. The story turned out to be true. to go on a trip. to get in and out. to appear before a match-maker [ipi:]. to fall from favour [feyvi].. (for eyes) to come out. May he get stricken blind [strikin].' Strike me blind if I'm lying [strayk]. to come to light [layt]. It will bring to light many unknown facts. çıkmak (haklı) 177 haklı çıkmak haksız çıkmak hatırından çıkmak huzuruna çıkmak (birinin) Papanın huzuruna çıktık. Kimse mahkemenin huzuruna bu kıyafetle çıkamaz. ıskartaya çıkmak içi dışına çıkmak içinden çıkmak ihramdan çıkmak insan içine çıkmak insanlıktan çıkmak ipliği pazara çıkmak işi çıkmak işin içinden çıkmak Onun sorunu deyip, işin içinden çıkıverdi. işin içinden çıkmaya çalışıyoruz. işten çıkmak izine çıkmak izinli çıkmak kabahatli çıkmak kabak çıkmak Karpuz kabak çıktı. kabuğu çıkmak Bu meyvenin kabuğu kolay çıkıyor. kaburgaları çıkmak kadidi çıkmak kaleminden çıkmak (birinin) kamburu çıkmak kampa çıkmak kan beynine çıkmak kan çıkmak Bu böyle giderse kan çıkar. kan tepesine çıkmak karaya çıkmak tayfalar vs. için: Tayfalar karaya çıkmak istiyor. karlı çıkmak karşı çıkmak karşılamaya çıkmak karşısına çıkmak kat çıkmak kavga çıkmak Kavga elinin köründen çıkar. Kavga sen ben demekle çıkar. kemiği çıkmak kemikleri çıkmak kerevetine çıkmak Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. kırkı çıkmak Loğusanın kırkı çıkmadı. kısmeti çıkmak to be justified [castifayd]. to turn out to be in the wrong. to slip one's memory [memiri]. to have an audience [o:diyins]. We had an audience with the Pope [poup]. to come before. No one can come before the court in such an attire [itayı]. to be discarded [diska:did]. to be nauseated [no:sieytid]. to settle out things [setil]. to take off the pilgrim's garment [ga:mmt]. to mix with others. to become bestial [bestyil]. to be shown up. (for a problem) to come up. to cope with a problem [problim]. Saying it was his problem, he got out of the difficulty. We're trying to cope with the problem [koup]. to leave one's job. to take a vacation [vıkeyşm]. to have a day off. to be found in the wrong. to turn out to be unripe [anrayp]. The water-melon turned out to be unripe. to peel off [pi:l]. This fruit peels off easily. to be all skin and bones. to be all skin and bones [bounz]. to be written by (smb). to become hunchbacked [hançbekt]. to go camping [ke:mping]. to make one's blood boil [boyl]. to spill blood [blad]. If this goes on like that, there'll be blood. to blow one's top. to land [le:nd]. to go ashore [ışo:]. The men want to go ashore. to come out the gainer [geym]. to oppose [ıpouz]. to go to meet smb. to appear suddenly in front of [ipi:]. to add a floor to a building [bilding]. (for a fight) to break out [fayt]. A trifle may be the cause of a fight [trayfil]. It takes two to start a quarrel [kwonl]. to have a bone dislocated [dishkeytid]. to be all skin and bones [bounz]. to live happily ever after. And they lived happily ever after. (for forty days) to pass. Forty days haven't passed since she gave birth. (for a girl) to receive a marriage proposal. çıkmak (kıvrıla kıvnla) 178 kıvnla kıvnla çıkmak kıyıya çıkmak Yolcular kıyıya çıkacaklar mı? kimliği açığa çıkmak kof çıkmak kokusu çıkmak kolaçana, çıkmak komadan çıkmak kontrolden çıkmak Yangın kontrolden çıkmıştı. Olaylar onun kontrolünden çıktı. bir kulağından girip, öbüründen çıkmak kundaktan çıkmak laf çıkmak mahkemeye çıkmak Belki de mahkemeye çıkmayabiliriz. mânâ çıkmak Sözlerinden o mânâ çıkıyor. merdiven çıkmak Merdivenden çıkmanız gerekecek. meydana çıkmak Bütün kirli çamaşırları meydana çıktı. Güvenilmez biri olduğu meydana çıktı. modası çıkmak nöbete çıkmak omuzu çıkmak ortaya çıkmak, beklenmedik bir şekilde: Bu sorunlar zaman zaman ortaya çıkacak, meydana gelmek anlamında: Bu garip gelenek nasıl ortaya çıktı? oluşmak anlamında: Böyle bir durum nasıl ortaya çıkar? bir yerde: Cüzdanın bir yerden çıkacağını ümit ederim. kendini göstermek anlamında: meydana çıkmak anlamında: Bir fırsatın ortaya çıkmasını bekleyeceğiz. Zamanla bu önlemlerin faydası ortaya çıkacak. Yalan söylediği ortaya çıktı. Yaptığı bütün kötülükler soruşturmada ortaya çıktı. öfke topuklanna çıkmak ölüsü çıkmak to wriggle one's way out [rigil], to go ashore [i§o]. Will the passengers go ashore? (for one's identity) to come to light [aydentiti], to turn out to be worthless [wo:thlis], to come to light. to wander about with an eye to pilfering. to come out of a coma [komi]. to be/get out of control [kintroul]. The fire had gone out of control. Things are out of his hands. to go in at one ear and out of the other. to quit the swaddle [swodil]. (for rumours) to go around. to stand trial [trayil]. We may not stand trial after all. to be implicit [implisit]. It's implicit in your remarks. to walk up the stairs [ste:z]. You'll have to walk up the stairs. to come to light. All his dirty linen came to light. to prove [pru:v]. It proved to be a great mistake [misteyk], to turn out. He turned out to be untrustworthy. to be in. to mount guard [ga:d]. to dislocate one's shoulder [dishkeyt]. to crop up. These problems will crop up from time to time. to come into being. How did that strange custom come into being? to develop. How could such a situation develop? to turn up. I hope your wallet will turn up somewhere. to show oneself, to turn up. We'll wait for an opportunity to turn up. to prove [pru:v]. In time these measures will prove their usefulness. to emerge [i mox]. A very grave situation has emerged. That's another element to emerge from the situation [sityueysm]. to turn out. It turned out that he was actually lying. to come to light [layt]. All his misdeeds came to light during the investigation [investigey§in], to fly into a rage [reyc]. to be carried out feet first. Büyük bir hata olduğu meydana çıktı. Çok vahim bir durum ortaya çıkmıştır. Bu da durumdan ortaya çıkan diğer husus. çıkmak (önüne) 179 önüne çıkmak (birinin) pahaya çıkmak paradan çıkmak pestili çıkmak, hamur haline gelmek: yorgun anlamında: piyango çıkmak piyasaya çıkmak, mal için: Kitaplar bu yıl piyasaya çıkmaz. yürüyüş anlamında: raydan çıkmak rayından çıkmak reklamlara çıkmak rezalet çıkmak Rezalet çıkmasını istemiyorum. rüyası çıkmak Rüyalarım çıktı. sabaha çıkmak sadetten dışarı çıkmak sahneye çıkmak, tiyatro bakımından: ortaya çıkmak anlamında: sahip çıkmak, koruyucu olarak: kontrol altına almak anlamında: Lütfen çocuklarınıza sahip çıkınız. sahip olmak anlamında: sandıktan çıkmak Sandıktan ne çıktı? satışa çıkmak Resim ne zaman satışa çıkacak? savaştan çıkmak selam verip borçlu çıkmak selamete çıkmak, esenliğe kavuşmak anlamında: kurtulmak anlamında: ses çıkmak Her kafadan bir ses çıkıyordu. sesi çıkmak sesi ayyuka çıkmak seyahate çıkmak seyire çıkmak seyrana çıkmak sıyrılıp çıkmak (bir şeyden) Güçlüklerden nasıl sıyrılıp çıkacağını bilir. sokağa çıkmak Annem sokağa çıktı. Bu nezle ile sokağa çıkmamalı. sonuç çıkmak Bundan bir sonuç çıkmaz. söz ağızdan dirhemle çıkmak su üstüne çıkmak şirazeden çıkmak to appear suddenly before smb [ipi:]. to rise in price [rayz], to be obliged to spend money [lblaycd]. to be crushed to pulp [kra§t]. to be worn out. to win a lottery [lotiri], to come out on the market. The book will not be out this year. to go out for a stroll. to go off the rails [reylz]. to go awry [iray]. to appear on advertisements [e:dvitayzmint]. (for a scandal) to occur [iko:]. / don't want any scandal to come out. (one's dream) to come true. My dream has come true. to make through the night. to stray from the subject [sabcikt]. to appear in a play [ipi:]. to come on the scene [si:n]. to stand as the protector of [pntekti]. to get smb under control [kintroul]. Please get your children under control. to lay claim [kleym]. to be elected [ilektid]. (What's the result of the elections?) to be put up for sale [seyl]. When will the picture be put up for sale? to come out of war. to make a suggestion and get landed with the job. to turn out well. to reach safety [seyfti]. (sound) to come out. Everyone was talking at the same time. to speak up. to shout. to go on a trip: to make an excursion [iksko:§m]. to go for a trip. to wriggle out of [rigil]. He knows how to wriggle out of difficulties. to go out. My mother has gone out. He shouldn't go out with that cold. to result [rizalt]. (This will get us nowhere.) to be sparing in one's speech [spi:c]. to come out. to lose one's mental balance [bedins]. çıkmak (şirazesinden) 180 şirazesinden çıkmak işler şirazesinden çıktı. şeytanları tepesine çıkmak Şeytanlar tepeme çıktı. tahta çıkmak talip çıkmak, istekli olmak anlamında: evlenme teklifi almak: evlenme teklifi yapmak: tanıdık çıkmak Tanıdık çıktılar. tanışık çıkmak (-den) tarafa çıkmak tatile çıkmak Bu yaz tatile çıkacaktık. Yaz aylan olsa, tatile çıkardık. O, tatile çıktı. tayini çıkmak televizyona çıkmak temaşaya çıkmak temize çıkmak Temize çıkmak istemiyor mu? tepesine çıkmak (birinin) tiriti çıkmak turneye çıkmak turşusu çıkmak Maçtan sonra hepimizin turşusu çıkmıştı. ucuza çıkmak Bu kutu bize çok ucuza çıktı. umut edildiği gibi çıkmak üst çıkmak üste çıkmak üstün çıkmak üstüne çıkmak vezir çıkmak yalan çıkmak yalancı çıkmak yana çıkmak (birinden) Onlardan yana çıktığını duydum. yanlış çıkmak Senin hesap yanlış çıktı. yazlığa çıkmak yerinden çıkmak yola çıkmak bir yere varmak üzere: Telefonunuzu alır almaz yola çıktılar. Yarın erkenden yola çıkıyoruz, belirli bir niyetle: Galiba bunlar sistemi değiştirmek üzere yola çıktılar, gemi ile...: Biz cuma günü gemiyle yola çıkıyoruz, yolda olmak anlamında: Arkadaşlar yola çıktı bile. to get out of hand. Things have got out of hand. to lose one's temper. / lost my temper. to ascend the throne [isend]. to aspire to [ispayi]. to have a suitor [syu:ti]. to be a suitor. to turn out to be an acquaintance [lkwentms]. It turned out they were people we were acquainted with. to turn out to be an acquaintance. to side with [sayd]. to go on (a) holiday. We were supposed to go on holiday this summer. If it were summer we would go on a holiday. He's away on holiday. to be appointed to [lpoyntid]. to appear on television [ipi:]. to go out for a walk. to be cleared [kli:rd]. Doesn't he want to be cleared? to presume on smb's good nature [neyci]. to become very old and be unable to move. to be on tour [tu:]. to be worn out. We were all worn out after the match. to cost little to produce [pndyu:s]. This box cost us very little to produce. to come up to one's expectation, to overcome [ouvikom]. to pretend to be innocent [imsint]. to top. to come to the top. to queen [kwi:n]. to prove false [fo:ls]. to turn out to be a liar [layi]. to side with [sayd]. / hear that you're siding with them. to come out wrong. Your calculation has come out wrong. to go out to one's summer house, to get loose [lu:s]. to set out. to set out on a journey [co:ni], to leave. On receiving your call, they left at once. We are leaving early tomorrow. to set out to. It seems they have set out to change the system. to set sail [seyl]. We'll set sail on Friday. to be on the way. Our friends are on the way. çıkmamak 181 aynı yola çıkmak: Hepsi aynı yola çıkar. yolculuğa çıkmak Gelecek hafta dış yolculuğa çıkıyorum. yoldan çıkmak, araba için: tren için: doğru yoldan...: yoluna çıkmak yorgunluktan canı çıkmak yukarı çıkmak yumurtadan çıkmak Çıktığı yumurtayı beğenmiyor. yurt dışına çıkmak yürüyüşe çıkmak Yemekten sonra yürüyüşe çıkacağım. Şöyle biraz yürüyüşe çıkacağım. yüz akı ile çıkmak Bu işten yüzümüzün akıyla çıkmamız gerek. yüze çıkmak yüzsüz!ük bakımından: yağ gibi yüze çıkmak yüzeye çıkmak zararlı çıkmak Bu işten çok zararlı çıkarsın. Bu işten zararlı çıkmazsın. Sonunda sen zararlı çıkarsın. zeytinyağ gibi suyun üstüne çıkmak zıp diye çıkmak zıvanadan çıkmak ziyanlı çıkmak Biz bu işten ziyanlı çıktık. zorluk çıkmak çık(a)mamak aklından çıkmamak Bu olay aklından çıkmıyor. başa çıkamamak Bütün bu işlerle başa çıkamam. Bu işte bu adamla kimse başa çıkamaz. beklendiği gibi çıkmamak Beklediğimiz gibi çıkmadı. çıt çıkmamak Çıt çıkmıyordu. dediğinden çıkmamak Eşinin dediğinden dışarı çıkmıyor. düşünce aklından çıkmamak Bu düşünce aklımdan hiç çıkmadı. elinden iş çıkmamak haber çıkmamak hatırından çıkmamak, aklından çıkmamak anlamında: Hatırımdan hiç çıktığı yok. hatırını kırmamak anlamında: to lead to the same result [li:d]. It all leads to the same result. to take a trip. I'm taking a trip abroad next week. to get off the road [roud]. to get off the rails [reylz]. to go astray [istrey]. to appear before smb. to be worn out with fatigue ' fiti:g], to go upstairs. to emerge from an egg [i mox]. (He has become too big for his boots.) to go abroad [ibro:d]. to take a walk. /'// take a walk after the meal [mi:l], (I'll just stretch out my legs a bit.) to come out of smth with honour [om]. We must come out of this job with honour. to surface [so:fis], to be insolent. to extricate oneself (from) [ekstrikeyt]. to come up. to stand to lose. You stand to lose a lot from this. You stand to lose nothing. (You'll end up the loser [baize].) to outwit one's accusers [ikyu:zirz]. to pop out. to fly into a rage [reyc]. to come out the loser [lu:ze]. We've come out the losers out of this. to have difficulties [difikaltiz]. to stick in one's mind [maynd]. (He is obsessed by the incident.) to be unable to cope with [koup]. I can't cope with all this work. Nobody can cope with this man in this. to fall short of. // fell short of our expectations. there to be no sound [saund]. There wasn't a sound to be heard [hb:d]. not to disobey smb's orders. He doesn't disobey his wife's order. (for a thought) not to leave one's mind. The thought never left my mind. to be incapable of finishing a job. not to hear anything from. to keep coming to one's mind. It keeps coming to my mind [maynd]. not to want to offend smb. çıkmazda olmak 182 işin içinden çıkamamak Bu işin içinden bir türlü çıkamadım. konunun dışına çıkmamak Lütfen konunun dışına çıkmayalım. kokusu çıkmamak Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış. sabaha çıkmamak ses çıkmamak sesi çıkmamak Onun sesi soluğu hiç çıkmaz. sözünden çıkmamak umduğu gibi çıkmamak Maalesef umduğumuz gibi çıkmadı. yataktan çıkmamak çıkmazda olmak Görüşmeler yine çıkmazda. çıldır çıldır etmek çıldırmak Çıldırmak işten bile değil. Sevinçten çıldırmış gibiydiler. Bir gün çıldıracağım. çıldırtmak Bu, insanı çıldırtır. çılgın olmak , İnsan bunu yapması için çılgın olmalı. çılgınlaşmak çılgınlık etmek Bunu söylemekle çılgınlık ediyor. çıngırdamak çınlamak Kulakları çınlasın! Kulaklarım çınlıyor! Bu sabah kulaklarınız çınladı mı? çınlatmak *kulağını çınlatmak (birinin) Bugün büroda kulağını çınlattık. *kubbeleri çınlatmak çıplak olmak, giysi bakımından: bitki, eşya vs. için: çıplaklaşmak çıplaklaştırmak çırak etmek çıraklık etmek çıralamak çırılçıplak olmak çırpılmak çırpınmak, bataklıkta: kanatlar için: çaba harcamak anlamında: Bir çok firma ayakta kalmak için çırpınıyor. çırpışmak to be unable to work out a solution. (I just can't make head or tail of it.) to keep to the point. Please let's keep to the point. not to smell. (The flaws in somebody's character become apparent only after some time has passed.) not to live until morning. there to be no news. not to say anything. (He always keeps quiet.) not to go against smb's wishes. to fall short of one's expectation. Unfortunately, it fell short of our expectation. to stay in bed. to bog down. The negotiations have bogged down again. to flash [fle:s]. to go out of one's mind. This is enough to drive one crazy [kreyzi]. They were wild with joy [coy]. One day I'll go mad. to drive smb crazy [kreyzi]. (This is maddening.) to be insane [inseyn]. One must be insane to do such a thing. to become insane. to act like a lunatic [lu:mtik]. It's crazy of him to say so. to make a rattling sound [saund]. to ring. (May his ears be burning!) (My ears are burning!) (Did your ear burn this morning?) to make smth ring. to make smb's ears ring. (We were talking about you at the office this morning.) to raise the roof [reyz]. to be nude [nyu:d]. to be bare [be:], to become bare, to denude [dinyu:d]. to set up smb as an apprentice [lprentis]. to serve as an apprentice [so:v]. to kindle a fire [kindil]. to be stark naked [neykid]. to be beaten. to flounder [flaundi], to flutter [flati]. to struggle [stragil]. Many firms are struggling to survive. to flutter [flati]. çırpıştırmak 183 çırpıştırmak, bir işi üstünkörü yapmak: değnekle hafifçe vurmak: çırpmak, çalmak anlamında: hafifçe vurmak anlamında: kanat için: yumurta vs. için: silkelemek anlamında: ucundan kesmek anlamında: | birleşikler ve deyimler | çalıp çırpmak çırpı çırpmak el çırpmak kanat çırpmak çıt etmek Etrafta çıt yoktu. çıtır çıtır etmek çıtırdamak çıtlamak çıtlatılmak çıtlatmak, ses olarak: Herkes sakız çiğner fakat çıtlatmasını bilmez. sezdirmek anlamında: çıvdırmak çıvmak çıyanlık etmek çiçeklemek, dikmek anlamında: donatmak anlamında: çiçeklenmek çiftelemek, at için: gemi için: çiftlemek, çift duruma getirmek anlamında: hayvanları çiftleşmek: çiftlenmek çiftleşmek hayvan için: sayı bakımından: çiftleştirmek çiğleşmek, göze batmak anlamında: kaba davranmak anlamında: çiğnemek, araba ile ezmek: Bir kamyon yaşlı bir kadını çiğnedi. ayakla ezmek: öğütmek anlamında: saymamak anlamında: Bizi çiğneyip müdüre doğrudan çıkamazsın. to do a job carelessly. to strike lightly with a small stick. to pinch, to tap [te:p]. to flutter [flati]. to beat [bi:t]. to beat, to trim. to pilfer. to mark a line with a chalk line [go:k]. to clap hands [kle:p]. to flap the wings [fle:p], to make a crackling sound [saund]. There wasn't a sound to be heard [ho:d]. to crackle [krekil]. to crackle. to make a crackling sound, to be hinted. to crack [krek]. Anyone can chew gum but not everyone knows how to crack it. to hint, to drop a hint, to deflect [diflekt]. to be deflected, to treat smb badly. to plant with flowers [flawiz]. to decorate with flowers [dekireyt]. to blossom [blosim]. to lash out. to cast a second anchor [e:nki]. to pair [pe:]. to mate [meyt]. to become a pair. to mate. to become a pair, to mate [meyt]. to catch one's eyes. to behave crudely [kru:dli]. to run over. A truck has run over an old lady [trak]. to tread under foot [tred]. to chew [cu:]. to ignore [igno:]. You can't ignore us and go straight to the manager [me:nici]. çiğnenmek 184 Ibirleşikler ve deyimler) ağızda sakız gibi çiğnemek kanunları cipne.mek to keep repeating smth over and over, to break the law [breyk]. kuralları çiğnemek to ignore the rules [igno:]. lafı çiğnemek to beat around the bush. lâkırdıyı ağzında çiğnemek to mumble [mambil]. sözü çiğnemek to beat around the bush. sakız çiğnemek to chew gum [gu:]. çiğnenmek, ezilmek bakımından: to be run over. hiçe sayılmak anlamında: to be ignored [igno:d]. öğütme bakımından: to be chewed [gu:d]. siyasi haklar için: to be trampled. Bu insanları» anayasal haklan çiğnenmiştir. The Constitutional rights of tl been trampled. çilemek to sing. çillenmek to freckle [frekil]. çimdiklemek to pinch. çimdiklenmek to get pinched [pingt]. çimentolamak to cement [siment]. çimentolaşmak to cement [siment]. çimlemek to plant with grass. çimlendirmek to cover with grass. çimlenmek to germinate [co:mineyt]. azar azar yemek: to nibble [nibil]. çimmek' to duck under water. çingeneleşmek to become stingy [stinci]. çipilleşmek (for the eyes) to get bleary. çirişlemek to smear with glue. çirkinleşmek to become ugly [agli]. çirkinleştirmek to deface [difeys]. çirkinsemek to find smth ugly. çirozlaşmak to spawn [spo:n]. çiselemek to drizzle. çiş etmek to urinate [yu:rineyt]. çiti yapmak to rub clothes while laundering çitilemek to rub while laundering. çitilenmek to be scrubbed [skrabd]. çitilmek to be scrubbed. çitişmek to mesh. çitlemek to crack seeds. çitmek, birleştirmek anlamında: to put together. örmek anlamında: to darn [da:n]. çitilemek anlamında: . to scrub while laundering. çivi gibi olmak (for feet and fingers) to freeze. çivilemek to nail [neyl]. çivilenmek, bir yerde kalmak anlamında: to be glued to a spot [glu:d]. çivi ile tutturulmak anlamında: to be nailed. çiviletmek to have smth nailed. çivitlemek to treat the laundry with blue. çivitlenmek to be blued [blu:d]. çivmek to miss the mark. çizdirmek 185 çizdirmek çizgilemek çizgilemek çizgili olmak çizik olmak çiziktirmek çizilmek çizmek, berelenmek anlamında: çizgi olarak: Bize birkaç örnek çizebilir misiniz? iptal eden çizgi olarak: Lütfen adımı listeden çiziniz. işaret olarak: resim olarak: Bunlar, çocuklar için çizilmiş. taslak olarak: |birleşikler ve deyimler] altım çizmek çizgi çizmek işten yan çizmek kabataslak çizmek sınır çizmek (bir şeye) yan çizmek yol çizmek zikzak çizmek çocuğu olmak Onun çocuğu olmaz. çocuk olmak çocuk oyuncağı olmak Bizim için bunlar çocuk oyuncağıdır. çocuk yapmak çocuklaşmak çocukluk etmek Çocukluk ediyorsun. çoğalmak çoğaltmak nüsha bakımından: çoğunlukta olmak çok gelmek çok olmak, haddini aşmak anlamında: miktar veya sayı bakımından: Varsa da pek çok yoktur. Bin dost az, bir düşman çok. çoklaşmak çolak olmak çoraklaşmak çoraklaştırmak çorba etmek çöğmek çöğünmek çökel(t)mek to have smth drawn [dro:n]. to lineate [linieyt]. to mark with lines [laynz]. to be lined [laynd]. to be scratched [skreift]. to scribble [skribil]. to be marked [ma:kt]. to scratch. to trace out [treys]. Could you trace out some patterns for us? to cross out. Please cross out my name from the list. to mark out. to draw [dro:]. These have been drawn for children. to sketch [ske:c]. to underline [andilayn]. to draw a line, to shrink one's work, to outline [autlayn]. to draw the line, to sneak off [sni:k]. to blaze a trail [treyl]. to zigzag. to have a child [gayld]. She can't have a child. to become childish. to be a child's play. These are a child's play for us. to bear a child [be:]. to behave like a child. to act childishly. You're being childish. to multiply [maltiplay]. to increase [inkri:s]. to make copies. to be in the majority [rmcoriti]. to be too much. to go too far. to be a lot. There isn't much, if any at all. One enemy can do more harm than a thousand friends can do good. to become numerous [nyu:miris]. to be crippled in one arm. to get arid. to make the land arid [e:rid]. to make a mess of. to get down gradually [gre:dyuli]. to seesaw [si:so:]. to precipitate [prisipiteyt]. çökermek 186 çökermek *diz çökermek çökertmek, di: üzerine...: moral bakımından: xikihs bakımından: çökmek, çömelmek anlamında: içeri doğru..: Bütün bu binalar depremde çöker. duman vs. için: bir yere kendini bırakmak: Yorgunluktan bir koltuğa çöktüm. parçalanarak: Duvarlar çökmeye başladı. sağlık bakımından: toplumlar için: tortu için dibe inmek anlamında: yapılar için: Bina ha çöktü, ha çökecek. yanaklar için: Yanakları çökmüştü. Acısı içime çöktü. | birleşikler ve deyimler | acısı yüreğine çökmek avurtları çökmek beli çökmek dibe çökmek diz çökmek gönlü çökmek külçe gibi çökmek manen ve maddeten çökmek rehavet çökmek çökmekte olmak çöktürmek *diz çöktürmek çöküvermek, bir sandalyaya...: birden yıkılmak anlamında: çölleşmek çömelmek çöpçatanlık etmek çöplenmek, kendine çıkar sağlamak: yiyecek artıkları için: çöreklenmek çözdürmek, problem vs. için: bağlı bir şeyi: çözmek, bağlı veya sarılı bir şeyi...: düğme iliğinden: to make (an animal) kneel [ni:l], to make smb kneel. to make smb kneel. to demoralize [dimonlayz]. to cause smth to collapse [kile:ps]. to crouch [krauc]. to cave in fkeyv]. During an earthquake all these buildings will cave in. to fall. to tumble into [tambil]. / tumbled into an armchair, exhausted. to crumble [krambil]. The walls began crumbling. to break down, to collapse [kile:ps]. to settle [setil]. to collapse. The building is on the brink of collapse. to sink. His cheeks were sunken [sankm], to suffer bitterly [safi]. / still suffer bitterly from it. to have sunken cheeks [ci:ks]. to become stooped [stu:pt]. to sink to the bottom [botim]. to kneel (down) [ni:l]. to be demoralized [dimonlayzd]. to collapse from fatigue [fiti.'g]. to collapse in body and in spirit [kile:ps]. to be overcome by lassitude [le:sityu:d]. to be on the decline [diklayn]. to make smth collapse [kila:ps], to bring smb to their knees [ni:z]. to flop in to a chair. to suddenly collapse. to become desert [dezit]. to squat (down) [skwot]. to arrange a marriage [irenc]. to get pickings (from), to pick up scraps [skre:ps]. to coil oneself up [koyl]. to have a problem solved. to have smth unfastened [anfa:smd]. to untie [antay]. to unbutton [anbatm]. çözülmek 187 düğüm vs. için: Bu düğümü bir türlü çözemiyorum. güç bir mesele için: Bu meseleyi çözmek zorundayız. kemer vs için: matematik ve fen için: saç için: sorunlar için: Hala sorunu çözemediniz mi? Daha çözülmesi gereken birkaç sorun var. sökmek anlamında: Buradan ne olduğunu çözemiyorum. | birleşikler ve deyimler | ayağının bağını çözmek, bir kişi için: evlilikte: bilmece çözmek harama uçkur çözmek ipini çözmek şifreyi çözmek Alman ordusunun şifrelerini çözmüşlerdi. çözülmek, beraberliğini yitirmek anlamında: buzlar için: bağlı olan bir şey: sorun için: *dili çözülmek *dizlerinin bağı çözülmek çözümlemek, analiz etmek anlamında: çözmek anlamında: Burada oturarak hiçbir şey çözümleyemeyiz. çözümlenmek Çözümlenmeyecek sorun yoktur. analiz bakımından: çözünmek çözüşmek çubuklamak çukurlaşmak çullamak, at için: deniz için: çullanmak, birini bezdirmek anlamında: birinin üstüne abanmak çuvallamak çürük içinde olmak Her yerim çürük içinde. çürümek, genel anlamda: Onu çürümeye terk etmek için satın almadık. bere bakımından: Tırmanırken kollarım çürüdü. bozulmak anlamında: to unravel [anre:vil]. Somehow I can't unravel this knot [not]. to settle [setil]. We have to settle this matter. to unfasten [anfa:sin], to solve, to undo [andu:]. to work out. Haven't you worked out the problem yet? There are still some difficulties to iron out. to make out. / can't make out what it is from here. to free smb. to divorce one's wife [divo:s]. to do a puzzle [pazil]. to commit adultery [idaltiri]. to severe one's connection with [sivi:]. to decode [dikoud] to break the code. They had broken the German army code. to break up. to thaw [tho:]. to be untied [antayd]. to be solved. to recover one's speech [spkcj. to feel one's knees giving way. to analyze [emilayz]. to solve. We won't solve a thing just sitting here. to be solved. There are no problems without a solution. to be analyzed, to dissolve. to dissociate [disousieyt]. to beat a carpet (with a stick), to become concave [konkeyv]. to cover with a horsecloth [kavi]. to break over a ship. to pester. to pounce [pauns] on. to put in sacks [se:ks]. to be black and blue. I'm black and blue all over [o:louvi]. to rot. We didn't buy it to leave it to rot. to become bruised [bru:zd]. My arms got bruised while climbing. to go bad. çürütmek 188 diş vs. için: kokuşmuş et vs. için: *hapiste çürümek Hayatin sonuna kadar hapislerde çürürsün. *paslanıp çürümek Cihazlar açık havada paslanıp çürüdü. çürütmek, düşünceler ve iddialar için: İddialarını çürütmeye çalışacağım, bere bakımından: Bu şekilde dizlerini çürüteceksin, genel yumuşama olarak: diş vs. için: | birleşikler ve deyimler [ dirsek çürütmek minder çürütmek ömür çürütmek çürütülmek, düşünceler için: cürüme bakımından: to decay [dikey], to putrify [pyiKtrifay]. to languish in prison [lemgwisj. You'll languish in prison for the rest of your life. to rust away [rast]. The equipment rusted away in the open. to refute [rifyu:t]. / shall try to refute his allegations. to bruise [bru:z]. You're going to bruise your knees like this. to cause smth to rot [ko:z]. to cause to decay [dikey]. to wear out the elbows. to spend years working at a desk. to waste one's life. to be refuted [rifyu:tid]. to suffer decay [safi]. dadandırmak dadanmak, bir şeyin tadım almak: bir yere sık sık uğramak: dağılmak, birliği bozulmak: Üçüncü golden sonra defans dağıldı, bölünmek anlamında: Ortaklığın dağılması beklenmiyor, kalabalık için: Çarpışmadan sonra ormana dağıldılar. İlk ikazdan sonra kalabalık dağılıverdi. parçalanmak anlamında: sis için: bulutlar için: Bulutların dağılmasını bekleyeceğiz. | birleşikler ve deyimler | çil yavrusu gibi dağılmak dikkati dağılmak etrafa dağılmak uykusu dağılmak zihni dağılmak dağınık olmak, düşünceler için: Şu anda kafam çok dağınık. düzensiz anlamında: Kızların odası çok dağınık, yayılma bakımından: dağıtılmak, birbirinden uzaklaştırmak: düzeni bozulmak: pay edilmek anlamında: Çocuklara dağıtılması için biraz gönder. Bunlar bedava dağıtılacak. Kazazedelere battaniye ve gıda dağıtıldı. Bildiri her yerde dağıtılacaktı. dağıtmak, bölüştürmek anlamında: Bunları bayramda dağıtalım. ceza olarak: to cause smb to make free use of [ko:z]. to acquire a taste for [lkwayi]. to haunt a place [ho:nt]. to disintegrate [disintigreyt]. After the third goal the defence disintegrated. to break up [breyk ap]. The partnership isn't expected to break up. to scatter [ske:ti]. After the battle they scattered in the wood. to disperse [dispo:s]. After the first warning the crowd dispersed. to fall to pieces. to dissipate [disipeyt]. to clear away. We have to wait for the clouds to clear away. to scatter like a covey of partridges, (for one's attention) to wander, to scatter around [ske:ti]. (for one's sleep) to pass off. (for one's mind) to wander. to be scattered [ske:tird]. My brain is scattered at the moment. to be untidy [antaydi]. The girls' room is very untidy. to be dispersed [dispo:st]. to be dispersed. to be made untidy [antaydi]. to be distributed [distribyu:tid]. Send some to be distributed to the children. These will be distributed free of cost. (Food and blankets were handed out to the victims.) The manifesto was to be circulated everywhere. to distribute [distribyu:t]. Let's distribute these during the Feast. to mete out [mi:t]. dağlamak 190 elle dağıtılmak için: Bunları toplantıdan önce dağıtmalıyız, iskambil kağıtları için: kalabalık ve yürüyüş için: • Polisin, kalabalığı dağıtması gerekiyordu, odanın düzenini...: ordu ve örgütler için: Rusya savaştan sonra ordusunu dağıtmamıştı. parçalamak anlamında: Sonunda polis toplantıyı dağıttı. Ölümünden sonra oğulları şirketi dağıttılar. posta için: Postacı mektupları yalnız sabahleyin dağıtır. sadaka ve iane için: sis için: Yakında güneş sisi dağıtır. yiyecekler için: Lütfen çayı dağıtır mısınız? [ birleşikler ve deyimler | ağzını dağıtmak ağzını burnunu dağıtmak beynini dağıtmak çenesini dağıtmak dikkatini dağıtmak Uzun bir konuşma dikkatlerini dağıtır. efkâr dağıtmak kâğıt dağıtmak Kağıtları dağıtmak sırası sende miydi? kesip dağıtmak Eti kim kesip dağıtacak? kucak kucak dağıtmak soğukluğu dağıtmak Soğukluğu dağıtmak için her şeyi denedik. dağlamak, acısı içine işlemek anlamında: deriye kızgın damga vurmak: vücudu kızgın demirle yakmak: dağlanmak dağlatmak dâhi olmak dahil etmek dahil olmak, içinde olmak anlamında: Bakım, bu fiyata dahil değil. katılmak anlamında: Beni dahil etmeyin. karıştırılmak anlamında: daim etmek daim olmak daktilo etmek dalamak, böcek vs. için: köpek vs. için: kaşındırmak anlamında: to hand out. We should hand these out before the meeting. to deal out [di:l]. to disperse [dispo:s]. The police should have dispersed the crowd. to clutter [klati]. to disband. Russia didn't disband its army after the war. to break up. The police finally broke up the meeting. The sons broke up the company after his death. to deliver. The postman delivers the letters only in the morning. to dole out [doul]. to dissipate [disipeyt]. The sun will soon dissipate the fog. to serve out. Could you please serve out the tea? to hit smb hard on the face [feys]. to beat up smb [bi:t ap]. to blow one's brain out [breyn]. to hit smb hard on the chin. to distract [distre:kt]. A long talk will distract them. to cheer oneself up [ci;r], to deal cards [ka:dz]. Was it your turn to deal the cards? to carve [ka:v]. Who is going to carve the meat? to hand out by the armful. to break the ice [ays]. We tried everything to break the ice. to grieve [gri:v], to brand. to cauterize [ko:tirayz], to be branded, to have an animal branded, to be a genius [ci:nyis], to include [inklu:d]. to be included. Maintenance is not included. to join [coyn]. (Leave me out.) to be involved. to perpetuate [pipetyueyt]. to be constant [konstint], to type [tayp]. to sting. to bite [bayt]. to chafe [ceyf]. dalaşmak 191 dalaşmak, alışmak anlamında: çekişmek anlamında: Köpekle dalaşmaktansa çalıyı dolaşmak yeğdir. ısırmak anlamında: dalaştırmak atla arpayı dalaştırmak daldırılmak daldırmak toprağa gömmek anlamında: dalgalandırmak, dalga için: bayrak söz konusu ise: dalgalanmak, bayrak için: Parti bayrakları her yerde dalgalanıyordu. dalga için: deniz için: fiyat vs. için: dalgalı olmak, deniz için: oluklu anlamında: saç için: dalgın olmak Öğretmen bugünlerde çok dalgın. dalgınlaşmak dalkavuklaşmak dalkavukluk etmek dallandırmak, dallanmasına yol açmak: karışık duruma getirmek: dallanmak, dal vermek: karışık duruma gelmek: yayılmak anlamında: dalmak, kendini bir şeye kaptırmak: İşinize tamamen dalmıştınız. Birisiyle tartışmaya dalmıştı. kendini bilmez duruma gelmek: suyun içine...: uyumak anlamında: bir yere...: Polisi itip salona daldılar. atılmak anlamında: [birleşikler ve deyimler] çifte dalmak derin bir uykuya dalmak Hepsi derin bir uykuya dalmıştı. derinlere dalmak düşüncelere dalmak Kendi düşüncelerine dalmıştı. to bicker [biki]. to wrangle [re:ngil]. (It's better to go through the bush than to contend with a dog.) to bite one another [bayt]. to pit people against one another. to sow discord [sou]. to be plunged [planed]. to immerse [imo:s]. to layer [leyi]. to undulate [andyuleyt], to wave [weyv]. to fly [flay]. The party flags were flying everywhere. to undulate [andyuleyt]. to get rough [raf]. to fluctuate [flaktyueyt]. to be rough [raf]. to be corrugated [korugeytid]. to be wavy [weyvi], to be absent-minded [e:bsint mayndid]. The teacher is very absent-minded these days. to be lost in thought [tho:t]. to turn into a flatterer. to flatter [fle:ti]. to cause smth to ramify [re:mifay]. to complicate [komplikeyt]. to ramify [re:mifay], to become complicated [komplikeytid]. to branch out. to be engrossed in [ingroust]. You were completely engrossed in your work. He was engrossed in an argument with somebody. to become unconscious [ankonsis]. to dive [dayv]. to doze off [douz]. to burst into [bo:st]. Pushing the policeman aside, they burst into the hall. to plunge [plane]. to dive for the opponent's legs. to be fast asleep. They were all fast asleep. to be deeply engrossed in smth [ingroust]. to be deep in thought [tho:t]. He was plunged into his own thoughts. damgalamak 192 düşünceye dalmak gözü dalmak hayale dalmak hülyaya dalmak içeri dalmak Bu şekilde içeri dalmakla kabalık etti. içine dalmak işe dalmak Bakıyorum işe dalmışsın. lafa dalmak Öğretmenle lafa dalmıştım. lakırdıya dalmak murakabeye dalmak okumaya dalmak Bütün gün eski metni okumaya dalmıştım. tefekküre dalmak uykuya dalmak damgalamak, birinin adını kötüye çıkarmak: dağlamak anlamında: damga vurmak anlamında: damgalanmak, adı kötüye çıkmak anlamında: damga vurulmak anlamında: damgalı olmak, / ad bakımından: dağlama bakımından: damga bakımından: damıtılmak damıtmak damlamak, tane tane akmak anlamında: birden girmek anlamında: Damlaya damlaya göl olur. *yüzünden kan damlamak Çocuğun yanağından kan damlıyor. damlatılmak damlatmak Bunu sabahleyin gözünüze damlatın. dangıldamak danışıklı olmak danışmak Bize danışmadan kontratı imzaladı. Bu işi kime danışsak? Bin bilsen de bir bilene danış. Hükümet bu konuda sanayicilere danışacak. *akıl danışmak dank etmek (kafasına) Gerçekler kafama birden dank etti. dans etmek *yanak yanağa dans etmek to be lost in thought. to gaze vacantly [geyz veykmtli]. to daydream [deydrkm]. to daydream. to barge in [ba:cj. It was rude of him to barge in like that. to plunge into [plane]. to be engrossed in one's work [ingroust]. You seem engrossed in your work. to become lost in conversation. / became lost in conversation with the teacher. to be lost in conversation [konviseyfin]. to be lost in contemplation [kontempley§in]. to poie over [po:]. / pored over the old text the whole day. to be lost in thought, to fall asleep. to stigmatize [stigmitayz], to brand [bre:nd], to stamp [ste:mp]. to be stigmatized. to be stamped [ste:mpt]. to be stigmatized [stigmitayzd]. to be branded. to be stamped. to be distilled [distild]. to distill. to drip, to turn up. (Many a little makes a mickle.) to be rosy-cheeked [rouzy ci:kt]]. (The child's cheek is radiating health.) to release drop by drop [rili:s]. to drop. Drop this in your eyes in the morning. to shout [saut]. to be prearranged [priareyncd]. to consult [kinsalt]. He has signed the contract without consulting us. Who should we consult about this? Even if you know a lot do consult someone who knows. to confer [kinfo:]. The government will confer with the industrialists about the subject. to consult smb. to dawn upon one [do:n]. The truth suddenly dawned on me. to dance. to dance cheek to cheek [ci:k]. dar etmek (dünyayı birinin başına) 193 dar etmek (dünyayı birinin başına) dar gelmek Elbiselerim dar gelmeye başladı. dar olmak, elbise için: yer için: "Yerim dar demiş"; yerini genişletmişler, "yenim dar demiş". zaman için: Zaman çok dar. Maalesef, şu anda zamanımız çok dar. | birleşikler ve deyimler [ dar fikirli olmak vakti dar olmak yüreği dar olmak dara gelmek Şu anda vaktim dar. Ben dara gelemem. daralmak, azalmak anlamında: dar duruma gelmek anlamında: a) giysi için: b) yer bakımından: güçleşmek anlamında: küçülmek anlamında: [birleşikler ve deyimleri gönlü daralmak içi daralmak nefesi daralmak vakit daralmak Ne yazık ki, vakit daralıyor. daraltılmak daraltmak, yer bakımından: giysi için: sınır bakımından: darda olmak *eli darda olmak Bu günlerde elimiz biraz darda. dargın olmak O gün bugün dargınız. darılmak, gücenmek anlamında: görüşmez olmak: Bunda darılacak ne var? darıltmak darlaşmak giysi için: darlaştırmak darlatmak darlık içinde olmak darmadağın etmek darmadağın olmak to make life unbearable for [anbe:nbıl]. to grow out of (one's clothes). I've started to grow out of my clothes. to be tight [tayt]. to be narrow. Some people will go to any length so as not to admit their ignorance [igmnns]. to press. Time is pressing. Unfortunately we are pressed for time at the moment. to be narrow-minded [narou mayndid]. to be short of time. I'm short of time at the moment. to be impatient [impeyşınt]. to be rushed [rast]. / won't be rushed. to decrease [dikrks]. to get tight [tayt]. to get narrow, to get hard, to shrink. to be bored [bo:d], to be depressed [diprest]. to be short of breath [breth], to run short. Unfortunately time is running short. to be made narrow. to make smth narrow. to take in. to restrict. not to have enough. to be hard pressed [prest]. We are a little hard pressed these days. not to be on speaking terms. We haven't been on speaking terms since then. to get cross/angry [e:ngri]. to fall out with. What is there to be angry about? to make smb angry [e:ngri]. to get narrow, to get tight [tayt]. to make smth narrow, to make smth narrow, to be in dire straits [dayı], to disorganize [diso:ginayz]. to be disorganized. dava etmek 194 dava etmek davacı olmak davet edilmek Biz açılışa davet edilmedik. davet etmek, genel anlamda: Onları davet etmeyi düşünüyor musun? çağırmak anlamında: Şimdi Alman delegeyi kürsüye davet ediyorum. Herkesi sükûnete davet ediyorum, neden olmak anlamında: Bu, misillemeyi davet edecektir, yol açmak anlamında: davetli olmak Biz davetli değildik. davranmak, bir şeye girişmek anlamında: Birbirinize kardeşlik zihniyeti ile davranmalısınız. hazırlanmak anlamında: muamele etmek anlamında: Sana nasıl davranmalarını istiyorsan, başkalarına öyle davran. Bize çok iyi davrandılar, tavır takınmak anlamında: Başka türlü davranamazdı. Ibirleşikler ve deyimleri âdil davranmak Konu satış olunca, şirket âdil davranmıyor. ağır davranmak akıllı davranmak akılsız davranmak atak davranmak cömert davranmak dikkatli davranmak doğal davranmak Daima doğal davranmaya çalışınız. çekimser davranmak çekingen davranmak dürüst davranmak Bize dürüst davranmadılar. gafil davranmak gevşek davranmak ...gibi davranmak Bana çocukmuşum gibi davranıyorlar. Bunlara köpek gibi davranamazsınız. ihtiyatlı davranmak İhtiyatlı davranıp yerlerimizi ayırttık. imsakli davranmak isteksiz davranmak iyi davranmak Bize çok iyi davrandılar. Bu insanlara iyi davranın. to sue [su:]. to lodge a complaint (against). to be invited [invaytid]. We haven't been invited to the opening. to invite [invayt]. Are you thinking of inviting them? to call, to summon [samm]. / now call upon the German delegate. I call everyone to order [o:di]. to bring about. It will bring about retaliation [ritetlieysm], to provoke [provouk]. to be invited [invaytid]. We have not been invited. to act. You should act towards one another in a spirit of brotherhood. to get ready to act. to treat [tri:t], (Do to others as you would wish them to do to you.) They treated us very well. to behave [biheyv]. He couldn't have behaved differently. to play fair [fe:]. When it comes to sales the firm doesn't play fair. to act slowly, to act wisely [wayzli]. to act foolishly, to act rashly. to act generously [ceninsli]. to act carefully. to be oneself. Try always to be yourself. to abstain [lbsteyn]. to behave timidly. to treat smb fairly [fe:li]. They did not treat us fairly. to act unwarily [anweyrili], to be lax [leks], to treat smb like... They are treating me like a child. You can't treat these people like dogs. to be on the safe side. To be on the safe side, we booked our seats. to be moderate [modirit], to act reluctantly [rilaktmtli], to be nice to smb [nays]. They were very nice to us. to be kind to [kaynd]. You should be kind to these people. davul gibi olmak 195 kaba davranmak hor anlamında: katı davranmak Onlara çok katı davranıyorsun. müsamahalı davranmak Onlara müsamahalı davranmakla hata ettin. nâzik davranmak Bana daima çok nâzik davrandılar. ölçülü davranmak sabırlı davranmak sert davranmak Öğrencilerinize bu kadar sert davranmayınız. silaha davranmak soğuk davranmak Neden bu kadar soğuk davranıyor? sorumsuz davranmak tedbirli davranmak Tedbirli davranıp yerlerinizi ayırmalısınız. tetik davranmak Tetik davranmakla akıllılık etti. tez davranmak yavaş davranmak Yavaş davranmanın zamanı değil. davul gibi olmak dayaklamak dayalı olmak Bütün bunlar aslı olmayan bir söylentiye dayalı. dayamak, bekletmeden vermek anlamında: desteklemek anlamında: merdiven vs. için: [birleşikler ve deyimleri altmışa merdiven dayamak Altmışa merdiven dayadık. başına tabanca dayamak duvara dayamak döşeyip dayamak istifayı dayamak merdiven dayamak (yaş için) O, yetmişe merdiven dayadı. semerini dayamak sırtını dayamak dayanağı olmak dayanağı olmamak dayanamamak Artık daha fazla dayanamıyorum. dayandırılmak dayandırmak, istinat ettirmek anlamında: Fikirlerini daima gerçeklere dayandırır, oturtmak anlamında: yaslandırmak anlamında: dayanıklı olmak, güçlü anlamında: to behave rudely. to be rough with [raf], to be hard on. You are very hard on them. to be tolerant towards. It was wrong of you to be tolerant towards them. to treat kindly. They always treated me very kindly. to behave prudently [prurdintli]. to have patience with. to be hard upon [ipon]. Don't be too hard upon your students. to reach for one's weapon [wepin]. to be aloof [ilu:f]. Why is he so aloof? to act irresponsibly [irisponsibli]. to play it safe [seyf]. You should play it safe and book your seats. to act fast/quickly. It was clever of him to act quickly. to be prompt in. to dillydally. This is not the time to dillydally. to be swollen [swouhn]. to prop up. to be based upon [beyst ipon]. It's all based upon a false rumour [ru:mi]. to present without delay [diley]. to shore up [so:rap]. to lean smth against. to be nearing sixty. I'm nearing sixty. to hold a pistol to smb's head. to lean smth against. to furnish fully [fo:nisJ. to present one's resignation [rezigney§in]. to be nearing. She's nearing seventy. to stable an animal [steybil]. to depend upon smb. to have a basis [beysis], to have no basis. to be unable to stand. / can't stand it any more. to be based on. to base on [beys]. He always bases his opinion on facts. to rest on. to make smth lean on. to be tough [taf]. dayanıksız 196 kolay hastalanmayan için: sağlam anlamında: uzun kullanılış süresi olan: dayanıksız, güçsüz anlamında: kolay hastalanan anlamında: zayıf veya çürük anlamında: dayanılmak dayanılmaz olmak Bu acıya dayanılmaz. dayanışmak dayanmak, çekici bir şeye karşı: destek almak anlamında: dayanıklı olmak anlamında: Bu bitki soğuğa dayanmaz, bir durumu kaldırabilmek: Bu sıcağa kar mı dayanır? Hazıra dağlar dayanmaz. Buna can dayanmaz. bir şeye katlanmak: Buna daha fazla dayanmam mümkün değil, bir noktaya gelmek anlamında: Mesele gelip oraya dayandı. , saldırıya karşı koymak: Garnizon daha ne kadar dayanabilir? Yalnız bir hafta daha dayanabilirler, temeli teşkil etmek anlamında: Bunlar neye dayanıyor? Geleceğimiz, ziraatimizin gelişmesine dayanıyor. Her şey yapacağına dayanıyor, uzun süre idare etmek anlamında: Stoklar birkaç ay daha dayanır. Yeni ayakkabılarım bir ay dayanmadı. Bu elbise sana uzun zaman dayanır, bir kimseye yaslanmak: bir şeye yaslanmak anlamında: Ayaklarını aç ve duvara daya. Şu kitaplık neden duvara dayanmıyor? yetmek anlamında: I birleşikler ve deyimler | acıya dayanmak Çocuğunun ölüm acısına dayanamadı. arkasına dayanmak arkasını dayanmak bıçak kemiğe dayanmak Bıçak kemiğe dayandı. duvara dayanmak ısıya dayanmak kanuna dayanmak kapıya dayanmak Yumurta kapıya dayanmadan. Yumurta kapıya dayanınca. to be resistant [rizistint]. to be strong, to last long. to be weak [wi:k]. to lack resistance [rizistms]. to be flimsy [flimzi], to be based on [beyst], to be unbearable. This pain is unbearable [anbeynbil]. to be in solidarity. to resist the temptation [tempteysm]. to rely on [rilay]. to withstand. This plant will not withstand the cold. to withstand. No fortune can withstand that sort of spending. (One can't go on living on one's savings.) to bear [be:]. Flesh and blood can't bear it any longer. to stand. This is more than I can possibly stand. to rest. The matter rested there. to hold out. How long can the garrison hold out [ge:risin]? They can hold out just another week. to be based on [beyst]. What are these based on? to lie [lay]. Our future lies in developing our agriculture. (Everything hinges on what you'll do.) to last. The stocks will last a few more months. My new shoes did not last out a month. This dress will last you for a long time. to rely on [rilay], to lean on/against [li:n], to stand. Open your legs and lean against the wall. Why doesn't that bookshelf stand against the wall? to be enough. to bear up [be:]. She couldn't bear up the loss of her child. to lie back [lay]. to rely on [rilay]. to reach the limit [ri:c]. This is the limit. to lean against the wall. to resist heat [rizist]. to be based on the law. to pound on the door. (While there is still time.) (At the last minute.) dayanmamak 197 mahkemeye dayanmak sıkıya dayanmak sırtım dayanmak bir şeye: birisine: ...yaşma dayanmak Yetmiş yaşına dayandı. yüreği dayanmak Buna yürek dayanmaz. dayanmamak Buna can dayanmaz. Hazıra dağlar dayanmaz. Zora dağlar dayanmaz. dayatmak, dayandırmak anlamında: kişi için: bir şey için: istediğini yaptırmakta direnmek: bir isteğe karşı direnmek: "Ben bunu giymem" dedi, dayattı. "Ben o parayı ödemem" diye dayattı. dazlamak debelenmek, çırpınmak anlamında: çırpınıp tepinmek anlamında: günah vs. için...: debriyaj yapmak dedikodu yapmak dedirmek dedirtmek Böyle bir şeyi dedirtmem. | birleşikler ve deyimler | aman dedirtmek gık dedirtmemek illallah dedirtmek pes dedirtmek defedilmek defetmek savuşturmak anlamında: defnedilmek defnetmek defolmak Defol! defolu olmak, bozuk veya sakat anlamında: Bu malların hepsi defolu. defosu olmak anlamında: kusurlu anlamında: deforme olmak değdirmek değeri olmak Bir değeri var mı? değeri olmamak Bu yazının değeri yok. to end up in court, to stand hard work. to lean one's back against smth. to rely on the protection of smb. to be nearing. She is nearing seventy. to be unable to bear [be:]. (It's heartbreaking.) to be unable to standAast. It's more than flesh and blood can stand. Ready money won't last long. (Determination will overcome all obstacles.) to have smb lean on smth [li:n]. to have smth leaned on. to insist on having one's own way. to insist on. He insisted on not wearing it. He insisted that he would not pay. to find fault [fo:lt]. to thrash about. to struggle and kick about [stragil]. to welter [welti]. to declutch [diklac]. to gossip. to have people say. to make one say. / won't let anyone say such a thing. to make one yield [yi:ld]. not to give smb a chance to speak. to make smb get fed up. to make smb give in. to be driven away. to drive away [drayv]. to repel [ripel]. to be buried [berid], to bury [beri]. to go away. (Beat it!) to be faulty [fo:lti]. All these goods are faulty. to be defective. to be flawed [flo:d]. to be deformed. to have smth touch [tag]. to be worth [wo:th]. Is it worth anything? to be worthless. This writing is worthless. değerinde olmak 198 önem taşımamak anlamında: Bu konudaki düşüncelerinin bir değeri yok. değer taşımamak: Bir değeri yok mu? değerinde olmak Bu ülkede bir teneke su altın değerindedir. Bu, üç puan değerindedir. altın değerinde olmak: değerlendirmek, özünü belirtmek anlamında: Rapor, sanayinin karşılaştığı sorunları çok iyi değerlendiriyor. yararlı bir yolda kullanmak: Vaktinizi en iyi biçimde değerlendirmelisiniz. kıymetlendirmek: üstünde düşünmek anlamında: Başvurunuzu değerlendireceğiz. | birleşikler ve deyimler] bir bakışta değerlendirmek Genel durumu bir bakışta değerlendirebildi. durumu değerlendirmek Durumu, bizim için değerlendirebilir misiniz? fırsatı değerlendirmek Ele gelen bu fırsatı değerlendirmelisiniz. Bir çok turist bu eşsiz teklifi değerlendirdi. bir ihbarı değerlendirmek Bir ihbarı değerlendiren polis önemli miktarda silaha el koydu. değerlenmek Buradaki gayrimenkuller çok değerlendi. değerli olmak Benim için çok değerlisin. O, hepimiz için değerlidir. Onun vakti çok değerlidir. değersiz olmak, değeri olmayan için: önemsiz anlamında: değinmek (kısaca) İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Ülkenin durumuna da kısaca değinmek istiyorum. Son siparişinize değinmek isteriz. değiş etmek değiş tokuş etmek değişik olmak Bunlar o kadar değişik değil. değişiklik yapmak Birkaç değişiklik yapacağım. Değişiklik olsun diye dağa çıkalım. değişken olmak to be of no account [lkaunt]. Her opinion is of no account on this subject. to have no value. Hasn't it any value [ve:lyu:]? to be worth [wo:th]. In this country a can of water is worth its weight of gold. It's worth three points [poynts]. to be worth its weight in gold [weyt]. to evaluate [iveilyueyt]. The report evaluates very well the problems facing the industry. to make profitable use of. You should make the most of your time. to add value to [ve:lyu:]. to think over. We shall think over your application. to size up [sayz ap]. He was able to size up the general situation in a second. to sum up the situation [samap]. Could you sum up the situation for us? to take advantage of [ldvarntic]. You must take advantage of this opportunity. Many tourists have taken advantage of this unique offer [yu:ni:k]. to act on an information [info:meygm]. Acting on an information, the police seized important quantities of arms [si:zd]. to appreciate [rprisieyt]. Real estates here have greatly appreciated. to be valuable [vedyubil]. (You mean so much to me.) (He is dear to us all.) His time is very valuable. to be worthless, to be insignificant, to touch on [tag]. / want to make a few remarks on two important points. I also want to touch on the state of the country. (We would like to refer to your last order.) to exchange [iksceync]. to barter. to be different. These are not so different. to make changes. /'// make a few changes. (Let's go up the mountain for a change.) to be variable [veriyibil]. değişmek 199 değişmek, başkalaşmak anlamında: Bu yıl ne kadar da değişti! Zaman değişiyor, biz de. Burada hiçbir şey değişmez, başka biçime gelmek anlamında: Menii daha sık değişmeli. Sıcaklık derecesinin, saatten saate değişmemesi gerek. Bu, herkesin kaprisi ile değişemez. karşılıklı alıp vermek: aynı kalmamak anlamında: Adresimiz değişmedi. Alın yazısı değişmez. [birleşikler ve deyimler | külahları değişmek Sonra külahları değişiriz. sahibi değişmek Restoranın sahibi geçen yıl değişti. suratı değişmek Suratı birden değişti. değiştirilmek takas anlamında: Dereden geçerken at değiştirilmez. Defolu mallar derhal değiştirilir. değiştirmek, değişikliğe uğratmak: Üstünde anlaşılan hiçbir şeyi değiştiremem. Bu kararlar ülkedeki siyasi durumu değiştirecektir. Siyasetimizi ikinci defa değiştiremeyiz. Menüyü ara sıra değiştirmeye çalış. Dağıtım hızını dilediğiniz gibi değiştirebilirsiniz, başka bir görünüme sokmak: Para onu çok değiştirmiş. Kurt huyunu değiştirmez, tüyünü değiştirir, eski bir şeyi yenisiyle...: Ad değiştirerek Türkiye'den ayrıldı. Eski arabasını yenisi ile değiştirdi, gözden geçirip...: Yeni bilgiler ışığında planı değiştirmeliyiz. iyiye doğru bir değişim sağlamak: Tutumunu ne zaman değiştireceksin? yerine başkasını getirmek: Müdürümüzü neden değiştirdiler? Girişi değiştirmemiz gerek. Onu başka bir şeyle değiştirmeniz mümkün. | birleşikler ve deyimler j ağız değiştirmek çamaşır değiştirmek to change [ge:nc]. How she has changed this year! Time changes and so do we. Nothing changes here. to vary [ve:ri]. The menu should vary more often [menyu:]. The temperature should not vary from hour to hour [temprigi]. It can't vary with everyone's whim. to exchange smth for smth [iksgeync]. to change [ge:nc]. Our address hasn't changed. No one can change their fate. to fall out with. Otherwise we'll fall out [athiwayz]. to change hands. The restaurant changed hands last year. to change expression [ikspre§in]. The expression on his face changed suddenly. to be changed [ge:ncd]. to be exchanged. (You don't swap horses in midstream.) Faulty goods are immediately exchanged. to change [geync]. / can't change anything agreed upon. to alter [o:lti]. These decisions will alter the political condition in the country. We can't alter our policy a second time. to vary [ve:ri]. Try to vary the menu once in a while. You can vary the speed of delivery at will. to change. Money has changed him a lot. (Evil-doers will always remain evil-doers.) to trade in [treyd]. He has left Turkey under an assumed name. He traded his car in for a new one. to revise [rivayz]. In the light of the new information, we should revise the plan. to modify [modifay]. When are you going to modify your attitude? to change. Why did they change our headmaster? We must modify the entrance. to replace [ripleys]. You can always replace it with something else. to change one's tune [tyu:n]. to change one's linen [ge:nc]. değiştirtmek 200 din değiştirmek el değiştirmek Mülk, bir ayda üç defa el değiştirdi. Bu resim kaç defa el değiştirdi? fikrini değiştirmek Yaşlandıkça fikrini değiştirecektir. Satış konusunda yine fikrini değiştirdi. Fikrimi değiştirmeye çalışma! gömlek değiştirmek, yılan için: fikir için: Gömlek değiştirir gibi fikir değiştiriyor. gönül değiştirmek hava değiştirmek kararını değiştirmek Kararını değiştiren ne oldu? Hiçbir şey kararımı değiştiremez. kılıf değiştirmek kılık değiştirmek Kılık değiştirerek halk arasında dolaşmayı severdi. kıyafet değiştirmek kıyafetini değiştirmek lafı değiştirmek nağmeyi değiştirmek rotayı değiştirmek gemi için: kişi için: seyrini değiştirmek O karar, savaşın seyrini değiştirdi. taraf değiştirmek üstünü değiştirmek Resmi kabul için üstümü değiştirmeliyim. vites değiştirmek yer değiştirmek yerini değiştirmek yön değiştirmek değiştirtmek biçim ve görünüm bakımından: başkasını edinmek anlamında: değmek, a) değerinde olmak Doğrusu değdi. hoşa gitmek anlamında: Değdi doğrusu! eş değer olmak: Geçmiş zaman olur ki, hayali, cihan değer. b) temas etmek anlamında: Açık kaba it değer. Perdeler yere değiyor. Biraz değdi, o kadar. Az kaldı değecekti. to change one's religion [rilicin], to change hands. The property has changed hands three times in one month. How many times has this picture changed hands? to change one's mind. She'll change her mind as she gets older. She has changed her mind again about the sale. Don't try to change my mind! to shed skin. to change one's opinion. She's very inconstant [inkonstrnt]. to change sweethearts. to move to another climate. to alter one's decision [o:lti]. What made her alter her decision [disijin]? Nothing will alter my decision [disijin]. to alter one's behaviour [biheyvyi:]. to disguise oneself [disgayz]. (He enjoyed to mix among the people incognito.) to disguise oneself. to change one's clothes [klouthz]. to change the subject [sabjikt]. to adopt a softer line/tone [toun]. to change course [ko:s]. to take a different task. to turn the tide [tayd]. That decision turned the tide of the war. to go over. to change. Vd better change for the reception. to shift gears [ci:z]. to exchange places, to shift. to change direction. to have smth changed, to have smth exchanged. to be worth [wo:th]. It was all worth it. to please [pli:z]. It was quite enjoyable. to be worth. (The memory of the past will seem most alluring [ilyu:ring].,) to touch [tag]. (One should not leave one's things unattended.) The curtains are touching the floor. It only touched it a little, that's all. (It was very close [klous].) değmemek 201 |birleşikler ve deyimler] başı göğe değmek başı taşa değmek canına değmek eli değmek Elin değmişken... göz değmek nazar değmek Bu bebeğe nazar değdi. Nazar değmesin! (birine) nazarı değmek zahmete değmek Zahmete değdi mi? değmemek Değmez. Okunmaya değmez. Vaktimi harcamaya değmez. Aldığı aptes ürküttüğü kurbağaya değmez. | birleşikler ve deyimler | ayaklan yere değmemek dişine değmemek Dişe değmedi. günahına değmemek Bu, günahına değmez. habbe değmemek zahmete değmemek Zahmete değmez. değneklemek dehlemek dejenere etmek dejenere olmak dejenereleşmek deklare etmek Deklare edecek bir şeyim yok. delâlet etmek, yol göstermek anlamında: belirtmek anlamında: Bu, bir tek şeye delâlet edebilir. deldirmek deli etmek deli olmak Deli olmak işten bile değil. Bir adama kırk gün deli dersen deli olur. *bir şeye deli olmak *bir şey/kişi için deli divane olmak delik olmak Bu tencere delik. *cebi delik olmak Onun cebi deliktir. *kulağı delik olmak delik deşik etmek delik deşik olmak delilik etmek to be overjoyed [ouvicoyd], to realize the hardship of life [riyilayz]. to please one greatly. to find time to do smth. While you're about it... to be affected by the evil eye. (for the evil eye) to be cast [ka:st]. The evil eye has been cast upon that baby. (Touch wood!) to cause smb misfortune by the evil eye. to be worth it. Was it worth the trouble? not to be worth. It's not worth while [wayl]. It's not worth reading. It's not worth my while. He has done more harm than good. to be walking on air. to be very little of. There was so little of it. not to be worth. The game is not worth the candle [ke:ndil], to be worthless. not to be worth it. It's not worth the trouble. to cane [keyn]. to urge on [o:c] (an animal). to make smth degenerate [dicemreyt]. to become degenerate [dicemrit]. to degenerate [dicemreyt]. to declare [dikle:]. I have nothing to declare. to guide [gayd]. to indicate. That can only indicate one thing. to have smth pierced [pirst]. to drive smb mad [drayv]. to be mad/crazy [kreyzi]. It drives one crazy. If you call a man mad long enough he will become one. to be crazy about. to be madly in love with. to have a hole. This saucepan has a hole in it. to be penniless. Money burns a hole in his pocket. to be alert [ilo:t]. to riddle with holes [ridil]. to be riddled with holes. to act foolishly. delilik yapmak 202 delilik yapmak delinmek Sakın bir delilik yapmayın. delik oluşmak anlamında: akmak anlamında: Göğün dibi delinmiş. Kazan delindi. delirmek delirtmek Bu, insanı delirtmeye yeter. Sözlerin onu delirtmeye yetti. delisi olmak (bir şeyin) Bu çocuk futbol delisidir. delişmenlik etmek delmek, sivri uçlu bir şeyle: delik açmak anlamında: Bu, sıçan olmadan çuval delmeye benzer. Aç köpek fırın deler, ufak delikler dizisi olarak: delerek açmak anlamında: Buradan bir tünel delmemiz gerekecek, matkapla...: *bağnnı delmek *suyu mızrakla delmek demagoji yapmak demek, (ayrıca bak: dememek) düşünmek, sanmak anlamında: Bu işe ne dersin? Sisten gecikmiş olabilir mi dersiniz? Anlaşabilecekler mi, dersin? Gitsek mi? Ne dersin? Artık gelmez diyorduk. Ne dersin, kabul eder mi? Boğaza gezintiye ne dersiniz? Pazartesi mümkün değilse, Salıya ne dersiniz? ad vermek anlamında: Buna yemek denebilirse. Tencere tencereye dibin kara demiş. Bana ne cesaretle hırsız dersin? Ona konserve açacağı denir. Sporcu dediğin disiplinli olmalı. Buna dur demek gerek. İşte ben sorumsuzluk diye buna derim. Hükümet dediğin, böyle olmaz. Türkçede buna ne denir? Ona bizim kalemiz diyebilirsiniz. Biz buna gül deriz. Olmaz, olmaz deme. söylemek anlamında: Ne mutlu Türküm diyene! Ona bir diyeceğiniz var mı? Ne dese beğenirsin? to commit an insane act [inseyn]. Avoid committing any insane acts [ivoyd]. to be pierced [pirst], to leak [l i : k], (It's raining dogs and cats.) The boiler is leaking [boyh]. to go mad. to drive one mad. It's enough to drive one crazy. Your remarks were enough to drive him mad. to be crazy about/over. That boy is crazy about football. to behave wildly. to pierce [pirs], to make a hole in. It's like doing sophisticated work while still an apprentice. A starving person will do everything. to perforate [po:fireyt]. to bore fbo:r]. We shall have to bore a tunnel through here. to drill, to be upset. to pierce the water with a lance [la:ns]. to engage in demagogy [demigoji]. to think. What do you think of that? Do you think he may have been delayed by the fog? Do you think they'll be able to agree? Shall we go? What do you think? We were thinking she wouldn't come any more. Will he accept, do you think? What about a trip to the Bosphorus? If Monday isn't possible, how about Tuesday? to call [ko:l]. //you could call that a meal [mi. l]. It's the case of the pot calling the kettle black. How dare you call me a thief? It's called a tin opener. Sportsmen should have some discipline. We must call it a halt [ho:lt]. That's what I call irresponsibility. That's not what one calls a government. What do you call that in Turkish? You can call if our fortress [fo.tris]. We call it a rose [rouz]. (Don't rule out the impossible.) to say smth, to tell smb smth. How happy is the person who can say he or she is a Turk [to:k]/ (Have you got any message for him?) You'll never guess what he said. demek 203 Ne dersin? Ben, çok yaşlı derim. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Burada onun dediği olur. 'Helva' demesini de bilirim 'lıalva' demesini de. "İmkansız" der gibi başını salladı. Sana faydası olmayacağını demedim mi? Ne derlerse desinler! Değil mi ki, "Giderim" dedi, mutlaka gider. Siz, ne diyorsunuz? Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma. "Yoğurdum ekşidir" diyen olmadı. "Evet" desek, ne olur? Ne derseniz deyin, bu doğru değil, anlamına gelmek: Bu, "hayır" mı demek? Demek oluyor ki... Sen ne demek istiyorsun? Ne demek "yok"? Bunu yapmak ölüm demek olur. Bu, ne demek şimdi? Bütün bunlar ne demek oluyor? Ödevi yapmamak, ne demek? Desenize zengin olduk! Bu, şunu demeye gelir... | birleşikler ve deyimler | Aman derim! Allah'ın dediği olur. Allah birine "yürü kulum" deyince. What can one say? She's too old, I should say. I don't know what to say. What he says goes here. I can speak politely but I also can speak very harshly when necessary [pilaytli]. I'll tell you what... What did father use to say to that? I told you so! The hungry will eat anything, the suffering will say anything. He shook his head as if to say impossible. I told you it won't work. They may say what they like. Since he said he would go, he's sure to do it. What are you saying? Do what the hodja says, not what he does. No one criticizes their own goods [kritisayziz]. Suppose we said yes. You may say what you please, it isn't right. to mean [mi:n]. Does that mean no? That means... What do you mean? What do you mean, "There isn't any"? To do so would mean death. What does that mean now? (What's all this about?) Just what do you mean by not doing the homework? That means we are rich! (It all boils down to...) You'd better not do anything like that. (God does what He wills.) When it's God's will that somebody shall make great progress. They were about twenty, maybe thirty. Let bygones be bygones [baygo:nz]. In the country of the blind the one-eyed is king. Treat a boor with respect until you get what you want. To be able to read smb's thoughts [tho:ts]. Don't look back on your past success, look forward to the future. You just can't find it on the spur of the moment. Everyone was shouting 'thieves' [thi:vz]. Tactlessly and brusquely [braskli]. At first it looked like a joke, now it's a reality. Really [ r i : l i ] / By saying repeatedly. What he says goes here. So you're not coming. Things have got complicated. Ben yirmi diyeyim, siz deyiniz otuz. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu derler. Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler. Leb demeden leblebiyi anlamak. Ne oldum dememeli ne olacağım demeli. Ha deyince bulunmaz. "Hırsızlar" diyen diyene. Selamünaleyküm demeden. Şaka maka derken gerçekten oldu. Deme! Diye diye. Burada dediği dediktir. Demek gelmiyorsun. Desene, işler karıştı. Bak sana ne diyeceğim... Baba, buna ne derdi? Ben sana demedim mi? Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. demek (ah deyip ah işitmek) 204 ah deyip ah işitmek Ah deme ki düşman oh demesin. aka ak, karaya kara demek aman demek armudun sapı, üzümün çöpü var demek Armudun sapı, üzümün çöpü var diyeceksen bu işi bırakalım. bir dediğini iki etmemek Bir dediğini iki etmezdi. bir dediği iki olmamak Bismillah demek canına tak demek dediği dedik olmak Dediği dediktir. dediğine gelmek demek olmak Bunu yapmak, ölüm demek. Bütün bunlar ne demek oluyor? demeye gelmek demeye getirmek Hayır demeye getirdi. diyeceği olmamak Diyeceğin bir şey yok mu? doğruya doğru, eğriye eğri demek elveda demek Bütün hayallerine elveda diyebilirsin. eyvallah demek Her şeye eyvallah demen mi gerek? gık demek (bir şeyden) höt demek illahlah demek iyiye i yi , kötüye kötü demek kafasına dank demek/etmek Kafama dank dedi. kör kadıya körsün demek oh demek rahatlama belirtisi olarak: beğenme belirtisi olarak: olmayacak duaya âmin demek Olmayacak duaya âmin denmez. Olmayacak duaya âmin dememi istiyorlar. paydos demek pes demek sap derken, saman demek tavşana kaç, tazıya tut demek uf puf demek dememek Selamünaleyküm demeden. Dört çocuk annesi demezsin. Ah deme ki düşman oh demesin. Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. Para diyor, başka bir şey demiyor. Deme! to be alone and helpless. Don't sigh lest your enemies rejoice [say]. to call a spade a spade [speyd]. to ask for mercy [mo:si]. to find fault with everything. If you're going to find fault with everything let's leave it at that. to fulfill smb's every wish. He never refused her anything. to be highly esteemed. to invoke the name of God. to be fed up. to be very obstinate [obstimt]. He is an obstinate fellow. to come around to one's point of view. to come to mean [mi:n]. To do so would mean death. (What's all this about?) to imply. to imply [implay]. (He as good as told us no.) to have nothing to say. Don't you have anything to say? to call a spade a spade. to bid good-bye. You can bid good-bye to all your dreams. to accept [iksept]. Must you agree with everything that is said? to be sick of smth. to bark at [ba:k]. to be fed up. to be forthright [fo:thrayt]. to dawn upon [do:n]. The truth dawned upon me. to call a spade a spade [speyd]. to sit back and take it easy [i:zi], to breathe a sigh of satisfaction [say]. to say amen for a futile prayer [fyurtayl]. It's no use saying amen for a futile prayer. (They want me to agree to an unrealistic scheme [ski:m].) to stop work. to give in. to talk nonsense. to run with the hare and hunt with the hounds. to sigh [say], not to say, not to think. Tactlessly and brusquely [braskli]. You wouldn't suspect she is a mother of four. Don't sigh lest your enemies rejoice. The hungry will eat anything, the suffering will say anything. He thinks of nothing but money. You don't say! demetlemek 205 Kar kış demeden çalışır. Büyükanne demezsin. Belâ geliyorum demez. Duyduk duymadık demeyin. Kimse ayranım ekşi demez. "Ne oldum?" dememeli, "Ne olacağım?" demeli. Nuh der peygamber demez. Yaparsam bana da adam demesinler. Ibirleşikler ve deyimler] az çok dememek bana mısın dememek gece gündüz dememek gık dememek Bana mısın demedi. Gık bile demedi. gözü üstünde kaşı var dememek paraya para dememek tıs dememek ses bakımından: itiraz bakımından: demetlemek çiçek vs. için: demetlenmek demirlemek, gemi için: Donanma istanbul önlerine gelip demirledi. Gemi iç limanda demirlemiş. kapı için: kol demirini takmak: demirleşmek demlemek demlendirmek demlenmek demokratikleşmek demokratikleştirmek demokratlaşmak demokratlaştırmak denemek, sınamak anlamında: Denemeden bir zarar gelmez. Denenmişi denemek olmaz. Onu açmayı hiç denemedim. Giyip denemeliyim. bir konuda denemek: Zannedersem, deneyeceğim. Nasıl çalıştığını bilmiyorum, fakat deneyeceğim. yeni bir şey için: kalkışmak anlamında: Kaçmayı deneme! deney olarak: Satın almadan makineyi denememiz gerek. Motoru iyice denedik. He always works whether it be summer or winter. You wouldn't suspect she's a grandmother. Misfortune gives no warning. Do not claim later you were not aware of it. No one will run down their own goods. Don't look back on your past successes, look forward. He is as stubborn as a mule [myu:l]. I'll be damned if I do it [de:md]. to be satisfied with what one gets. to have no effect [ifekt]. It had no effect at all. to take no account of the time of the day. not to object [obcekt]. He accepted without any objection [obceksin], not to raise any objection, to spend money lavishly. not to make the slightest noise. not to raise the slightest objection. to tie in bundles [bandil]. to tie in bunches [bang]. to be tied in bundles [bandilz], to anchor [e:nki]. The fleet anchored before Istanbul [e:nkid]. The ship is lying at anchor in the inner harbour. to bolt, to bar. to turn into iron [ayirn]. to brew [bru:]. to brew. to be infused [infymzd]. to become democratic [dimokratik]. to democratize [dimokntayz]. to become democratic. to democratize. to try [tray]. There is no harm in trying. There is no need to try that which has been tried. I've never tried to open it. I should try it on. to have a try. / think I'll have a try. to have a go. / don't know how it works but I'll have a go. to try out. to attempt [itempt]. Don't attempt to escape [iskeyp]. to test, to put to the test. We must put the machine to the test before buying it. We have thoroughly tested the engine [encin]. denenmek 206 | birleşikler ve deyimler | bir denemek şansım denemek Rekoru kırmak zor ancak şansımı deneyeceğim. Birkaç tane alıp şansını dene. bir şey yapmayı denemek Yayıncılık yapmayı bile denedi. bir şeyi denemek denenmek denetimsiz olmak denetlemek, kontrol etmek anlamında: Firmaların faaliyetlerini kim denetledi? nezaret etmek anlamında: Çocukları kim denetliyor? teftiş etmek anlamında: denetlenmek denetmek deney yapmak deneyimli olmak deneyimsiz olmak dengelemek dengelenmek Enflasyon nihayeten dengeleniyor. dengeli olmak Her iki taraf iyi dengeliydi. dengesiz olmak Bu rapor tamamen dengesiz. dengi olmak Bu insanlar senin dengin değil. denilmek, Bu kız bu gencin dengi olamaz. Böyle denilebilir. Raporda şöyle deniliyor:... Buna da oyun denilmez. denk etmek denk olmak Sakal bıyığa denk olmayınca, berber ne yapsın? denk yapmak denklemek, balya için: denk duruma getirmek anlamında: eşit yapmak anlamında: denklenmek denkleşmek denkleştirmek, denk duruma getirmek anlamında: Bütçeyi denkleştirmekte zorluk çekiyoruz. to have a shot/crack at it. to take one's chance. (It's hard to break the record but I'll have a crack at it.) Buy a few and take your chance. to try one's hand at. He even tried his hand at publishing. to put smth to the test, to be tried [trayd]. to be without supervision [su:pövijm]. to control [kintroulj. Who has controlled the activities of the firms? to supervise [su:povayz]. Who is supervising the children? to inspect [inspekt]. to be inspected. to have smb try smth. to experiment [iksperimint]. to be experienced [ikspiriymst], to be inexperienced [inikspiriymst], to balance [be:lins], to level off. Inflation is finally leveling off. to be balanced [bedinst]. Both sides were well-balanced. to be unbalanced [anbe:hnst]. This report is completely unbalanced. to be one's equal [i:kwil]. These people are not your equal. to be a match [me:cj. This girl can't be a good match for that young man. to be said. (You could say so.) The report runs as follows:... to be called [ko:ld]. (You can't call that a game.) to make into bales [beylz]. to be equal [i:kwil]. (You can't expect first class work from inferior material [mitiryil].) to make a bundle. to tie smth in a bundle [bandil]. to balance [be:hns], to make equal [i:kwil]. to be tied up in bundles [bandilz]. to be balanced [be:lmst]. to balance. We have great difficulty in balancing the budget [bacit]. denmek 207 gereken miktarı sağlamak: Arabanın parasını bir türlü denkleştiremedik. denmek, denilmek anlamında: İşte otel diye buna denir. Buna ne denir? Bu alete balyoz denir. Bunlara pek el çantası denmez, söylenmek anlamında: Doğru söze ne denir? Yok denecek kadar az arkadaşı var. Yok denecek kadar az var. Yeni denebilir. Öyle denebilir. densizlenmek densizleşmek densizlik etmek denşirmek depo etmek depolamak Onları serin bir yerde depolamanız gerek. depolanmak Sıcak bir yerde depolanabilir mi? depolitize etmek deprenmek depreşmek depreştirmek canlandırmak anlamında: Bunların derdini depreştirmeyelim. derç etmek, içine sokmak anlamında: kaydetmek anlamında: derdest etmek derdi olmak Evladın var, derdin var. Büyük başın büyük derdi olur. Derdi ne imiş? derdinde olmak (bir şeyin) Kasap et derdinde, koyun can derdinde. derecelemek derecelendirmek derilenmek derinleşmek, derinlik bakımından: bilgi bakımından: ses bakımından: derinleştirmek derinletmek derk etmek derlemek, bir araya getirmek: sözlük vs için: to manage to find, to put together. Somehow we couldn't put together the money for the car. to be called [ko:ld]. (That's what one could call a hotel.) What is this called? This tool is called a sledge hammer [slec]. One can hardly call this a hanbag. to be said. What more can one say? (He has few friends.) (There is little, if any.) (It's as good as new.) One could say so. to act tactlessly [te:kthsli], to get tactless. to be tactless. to adulterate [idaltireyt]. to store [sto:]. to store [sto:]. You must store them in a cool place. to be stored [sto:d]. Could they be stored in a warm place? to depoliticize [dipilitisayz]. to struggle to get free [stragil]. to recur [riko:]. to cause a relapse [rile:ps], to renew [rinyu:]. Let's not awaken their sorrow [lweykin]. to insert [inso:t]. to inscribe [inskrayb], to seize [si:z]. to have trouble [trabil]. To have children is to have trouble. The bigger the head the bigger the trouble. What's his trouble? to be preoccupied with [prkokyupayd]. Everyone will view things from their point of view. to grade [greyd]. to be graded. (for the skin) to heal up [hi:l]. to become deep [di:p]. to deepen [di:pin]. to deepen, to deepen, to deepen. to understand [andistemd]. to collect [kilekt]. to compile [kimpayl]. derlenmek 208 derlenmek, toplanmak anlamında: düzene girmek anlamında: derman olmak dermanı olmak dermansız olmak dermek derpiş etmek ders olmak Dermanım yok. Bu sana ders olsun. Bu, onlara iyi bir ders olur. Bu ceza sizlere iyi bir ders olsun. dersi olmak dert etmek (bir şeyi) *başma dert etmek dert olmak Dert etme! Dert değil! Bu çocuğun derdi ne? Devasız dert olmaz. | birleşikler ve deyimler] başı dertte olmak başına dert olmak (birinin) içine dert olmak yüreğine dert olmak Bu hakaret yıllarca yüreğimde dert oldu. dertlenmek dertleşmek İki satır dertleştik, karşılıklı dertlerini anlatmak: dertli olmak dertop etmek dertop olmak dertsiz olmak deruhte etmek desen yapmak destanlaşmak destek olmak Ona daima destek olmuşum. desteklemek, arka çıkmak anlamında: Gümrük Birliği konusunda hükümeti desteklemeye karar verdiler. Planı destekliyorlar mı, desteklemiyorlar mı? Hepimiz sizi destekleyeceğiz. Adamımızı mutlaka desteklemeliyiz. Kriz sürecinde, eşini daima desteklemiştir. Hepimizin, seni destekleyeceğinden emin olabilirsiniz. Her zaman başkanımızı destekleriz. to be compiled. to get organized [o:gmayzd]. to be a remedy [remidi]. to have the strength. I haven't got the strength. to be feeble [fi:bil]. to gather [ge:thi]. to bear in mind [maynd]. to learn one's lesson [lesin]. / hope you've learned your lesson. to serve one right [rayt]. It will serve them right. This punishment will serve you light. to have a lesson. to occupy oneself with [okyupay]. Don't give it another thought! to brood over [bru:d]. to be a bother to [bothi]. It's no bother. to be eating smb. What's eating that child? (There's a remedy for every trouble.) to be in trouble [trabil]. to be a thorn in smb's side, to be a thorn in one's flesh, to rankle [re:nkil]. That insult has rankled in my mind for years. to feel troubled [trabild]. to have a heart to heart talk with. We had a friendly chat. to air one's grievances to each other. to be sorrowful [sorouful]. to gather together. to curl oneself up [ko:l]. to be carefree [ke:fri:]. to undertake [anditeyk]. to draw [dro:]. to become legendary [lecindiri]. to stand by smb. I've always stood by him. to back, to back up [be:k]. They've decided to side with the government on the question of the Customs Union. Are they backing the plan or not? We shall all back you up. We must back up our man without fail [feyl]. to stand by. She always stood by her husband during the crisis [kraysis]. You can be sure we shall all stand up for you. We'll stand by our chairman any time. destelemek 209 bir kararı...: Alacakları her kararı destekleyecek miyiz? onaylamak anlamında: Böyle bir programı desteklememiz mümkün değil, payanda vurmak anlamında: savunmak anlamında: Kadın haklarını daima desteklemişimdir. spor ve diğer faaliyetler için: Şirketimiz bu gibi faaliyetleri desteklemelidir, tarafını tutmak anlamında: İlle de bir partiyi desteklememiz mi gerek? yardım sağlamak anlamında: Terörist örgütlerini neden destekliyorlar? yıkılmak üzere olan bir şeyi: Bu duvarı yıkılmadan desteklememiz gerek. destelemek destelenmek deşarj olmak deşelemek deşifre edilmek Mesaj şimdiye kadar deşifre edilmemiştir. deşifre etmek deşifre olmak deşilmek deşmek, yara için: konuyu yeniden kurcalamak: | birleşikler ve deyimier | geçmişi deşmek Geçmişi deşmenin zamanı değil. karnını deşmek yarasını deşmek yarayı deşmek devalüasyon yapmak devam etmek, araba söz konusu ise: Lütfen yolunuza devam ediniz. Ne olursa olsun sürmeye devam ediniz, bırakılan yerden...: Bizim bıraktığımız yerden devam edin. çalgı söz konusu ise: Lütfen çalmaya devam ediniz, iş söz konusu ise: İşimize devam etmek zorundayız. İşimize devam edelim. kurs, toplantı vs. için: Derslere muntazaman devam ediyor musun? sürmek/sürüp gitmek anlamında: Devam edeceği kadar eder. Bu hep böyle devam etmeyecek. Havalar sıcak olmaya devam edecek. En büyük sorunumuz olmaya devam ediyor. to uphold [aphould]. Shall we uphold every decision they take? to endorse [indo:s]. We can't possibly endorse such a program. to prop up. to champion [ce:mpiym]. I've always championed the rights of women. to sponsor [sponsi]. Our firm should sponsor such activities. to side with [sayd]. Must we side with one party? to support [sipo:t]. Why do they support terrorist organizations? to shore up [so:]. We must shore up that wall before it collapses. to tie in sheaves [§i:vz]. to be tied in sheaves. to pour out one's feelings [po:]. to scratch up [skre:c]. to be decoded [dikoudid]. The message hasn't been decoded up to now. to decipher [disayfi]. to be decoded [dikoudid]. to be pierced [pkrst]. to lance [la:ns]. to open up. to rake up the past [reyk]. This is no time to rake up the past. to disembowel [disimbawil]. to touch a sore spot [so:]. to open a wound [wu:nd]. to devaluate [di:ve:lyueyt]. to drive on [drayv]. Please drive on. Just drive on, no matter what. to take up [teyk ap]. Just take up from where we left. to play on. Please play on. to get on with one's work. We have to get on with the work. Let's get on with it. to attend [itend]. Do you attend the courses regularly? to last. It will last as long as it does. This won't last forever. to continue [kmtinyu]. The weather will continue to be hot. It's continuing to be our biggest problem. devam ettirmek 210 Bu böyle devam edemez. Lütfen işinize devam ediniz. Haydi devam et. B/z kararlaştırdığımız gibi devam edeceğiz. bir şey yapmaya...: Aynı hatayı yapmaya devam ediyorlar. yoluna...: Lütfen yolunuza devam ediniz. yön bakımından: yürüyüş söz konusu ise: Biz durduk, fakat diğerleri devam ettiler. devam ettirmek, sürdürmek anlamında: Bu sevimli geleneği devam ettiriyorlar. devamsız olmak bir aradan sonra: Görüşmeleri devam ettirmeye karar verdik. devamı olmak devamlı olmak Bunu uzun zaman devam ettirebileceğimi sanmıyorum. deve yapmak devede kulak olmak , Onun katkısı, devede kulaktır. devindirmek devinmek devirmek, ağaç için: altını üstüne getirmek: bütünüyle içmek anlamında: kitap için: rüzgar için: Rüzgar caddedeki ağaçları devirdi, oburca yemek anlamında: Bir butu tek başına devirdi, yere yıkmak anlamında: yönetimi elinden almak: Hükümeti devirmeye kararlıydık. | birleşikler ve deyimler | çam devirmek Bakan konuşmasında büyük bir çam devirdi. Anlamadığın şeylerden bahsedersen büyük çamlar devirirsin. dağları devirmek gözlerini devirmek (birisine) hükümeti devirmek kesip devirmek vurup devirmek devleşmek mecazi anlamda: to keep/go on. This can't go on like that. to carry on [ke:ri]. Please carry on with your work. to go ahead [med]. Go ahead. We shall go ahead as we've planned. to keep (on) on doing smth. They keep doing the same mistake. to move on [mu:v]. Would you move on, please? to keep straight on [ki:p streyt]. to walk on. We stopped but the others walked on. to keep up [ki:p ap]. They keep up this charming custom. to be irregular at work [iregyuh]. to resume [rizyu:m]. We have decided to resume the talks. to be continued, to be permanent [po:mimnt]. / don't think I can keep it up for long. to acquire fraudulently [fro:dyulmtli]. to be a drop in the bucket [bakit]. His contribution is a drop in the bucket. to put in motion [mousin]. to move [mu:v]. to fell a tree. to overturn [ouvitom]. to drink down. to finish reading a book. to blow down. The wind blew down the trees on our streets. to devour [divaur]. He devoured a rump by himself [ramp], to knock down [nok]. to overthrow. We were determined to overthrow the government. to blunder [blandi]. The minister blundered badly in his speech. If you talk about things you don't understand you'll make bad blunders. to succeed in doing hard things [siksi:d]. to roll one's eyes. to look daggers at [de:giz]. to overthrow the government [gavinmint]. to fell. to fell. to grow enormously [ino:misli], to show prodigy [prodici]. devletleştirmek 211 devletleştirmek devleştirilmek devralmak Gelecek yıl görevlerini kim devralacak? Ben orada değildim, görevi saat altıda devraldım. devretmek Bakan iş ilişkilerini devretmek zorunda. yetki için: Yetkini kimseye devredemezsin. nesilden nesile...: Bu ilkeleri gelecek nesillere devretmeliyiz. havale etmek anlamında: devrilmek, alabora olmak anlamında: Tekne birden devrilip, ters döndü. araç vs. için: Araba bariyere çarpıp devrildi. Araba devrilince, yol gösteren çok olur. hükümet vs. için: 1972'de askeri bir darbe ile devrilmişti, iskambil vs. için: İskambil kağıdı gibi devrildi, yatay hale gelmek anlamında: Kâse devrildi ve şekerler etrafa saçıldı. Boyu devrilsin! devrolmak devşirilmek, toplanmak anlamında: katlanmak anlamında: devşirmek, toplamak anlamında: Kızlar mı pamuğu devşirecek? Yakında meyveleri devşirecekler. Elim armut devşirmiyor ya! katlamak anlamında: deyimleşmek dezenfekte etmek dıngıldatmak dır dır etmek dırdırlanmak dırıltı etmek dırlanmak dışarıda olmak Sürekli dırdır eden bir karısı var. Dırlanacak ne var? Sözüm meclisten dışarı. dışında olmak *alışılagelmişin dışında olmak Bu istekler oldukça alışılagelmişin dışındaydı. vazife dışında olmak dışlamak parçalamak anlamında: karıştırarak aramak anlamında: to nationalize [ne:§inilayz], to get nationalized, to take over. Who will take over your duties next year? I wasn't there I took over duty at six. to turn over [to:nouvi].. The minister has to turn over his business interests. to hand over. You can't hand over your authority to anyone. to hand down. We must hand down these ideals to our posterity. to transfer [tre:nsfo:]. to capsize [ke:psayz]. The boat suddenly capsized. to overturn [ouvito:n]. The car hit the barrier and overturned. (It's easy to be wise after the event [ivent]). to be overthrown [ouvithroun]. It was overthrown by a military coup in 1972. to tumble down [tambil]. It tumbled down like a house of cards. to tip over [tipouvi]. The bowl tipped over and the sweets were scattered around [ske:tud]. May he drop dead! [ded]. to be transferred [tre:nsfo:d]. to be gathered [ge:thid]. to be folded up. to gather [ge:thi]. Will the girls gather the cotton? to pick up [pikap]. They'll pick the fruit soon. (Don't worry, I can fend for myself.) to fold. to become an idiom [idyim]. to disinfect [disinfekt]. to clang [kle:ng]. to nag. He has a wife who is always nagging him. to grumble [grambil]. to nag. to grumble. What is there to grumble about? to be out. (Excuse the term [to:m].) to be outside of [autsayd], to be unusual [anyu:juwil]. These demands were quite unusual. to be off duty [dyu:ti]. to exclude [iksklu:d], to pull to shreds [sredz]. to turn a place upside down. didiklemek 212 didiklemek, parça parça etmek anlamında: aramak anlamında: didilmek didinmek Bütün gün didinip durduk. didişmek dik başlı olmak dik kafalı olmak İyi bir elemandır fakat biraz dik kafalı. dik sözlü olmak diken diken olmak (tüyleri) diken üstünde olmak O zamana kadar hepimiz diken üstündeydik. dikili olmak, bitkiler için: dikiş bakımından: Bunlar, küçük parçalardan dikili olur. Senin ağzında torba dikili değil ya! taş vs. için: dikili ağacı olmamak Bu zavallı adamın dikili ağacı yoktur. dikilmek, anıtlar için: Atatürk heykelleri her yerde dikilmiştir, ayakta durmak anlamında: Öyle dikilip durma. bitki için: dikim bakımından: dimdik olmak anlamında: Beni görünce oturduğu yerde dikildi. göz için: meydan okumak anlamında: tüyler için: at için: I birleşikler ve deyimler | baş ucuna dikilmek başına dikilmek dikili ağacı olmamak Onun dikili ağacı yok. ensesinin dibine dikilmek karşısına dikilmek Hiç düşünmeden hırsızın karşısına dikildi. tepesine dikilmek dikizlemek dikkat etmek, dikkatli olmak anlamında: ilgisini çekmek anlamında: Burada olup bitenlere hiç dikkat etmez. uyarı anlamında: Hareketlerine dikkat et! Boyaya dikkat edin! to tear to shreds [te:]. to turn a place upside down. to be picked to shreds [§redz], to toil up [toyl]. We toiled up all day long. to pick on each other. to be obstinate [obstinit]. to be hard-headed [ha:dhe:did]. He's a good staff member, if a bit hard-headed. to be outspoken. (for one's hair) to stand on end. to be on pins and needles [nkdilzj. We were all on pins and needles until that time. to be planted. to be stitched [stict]. They are made up of small patches stitched together. (Why don't you speak openly?) to be erected [irektid]. not to have a cent to one's name. That poor man owns nothing. to be erected [irektid]. Statues of Ataturk have been erected everywhere. to stand (still). Don't just stand there. to be planted, to be sewn [so:n], to be upright. On seeing me, he sat upright. to be fixed on [fikst]. to be defiant [difayint]. to bristle [brisil]. to j i b [cib], to pester. to breathe down smb's neck [bri:th]. to own nothing. He doesn't own anything. to breathe down smb's neck [bri:th]. to plant oneself in front of. Without thinking, he planted himself in front of the thief [thi:f]. to breathe down smb's neck [bri:th]. to spy on [spay]. to be careful [ke:ful]. to pay attention to [itensin]. He never pays attention to what is going around here. to mind [maynd]. Mind your manners! Mind the fresh paint [peynt].' dikkat etmemek (bir şeye) 213 İşte senin dikkat edeceğin adam budur. Dikkat et! Kilona dikkat etmen gerek. "Dikkat et", diye bağırdım, fakat onu kurtaramadım. dikkat etmemek (bir şeye) dikkate değer olmak dikkate şayan olmak dikkatli olmak Her an gelebilirler, dikkatli olun. dikkatsiz olmak dikkatsizlik etmek İnanılmaz derecede dikkatsizlik ettiler. diklenmek, dik duruma gelmek: kafa tutmak anlamında: karşı gelmek anlamında: dikleşmek, vaınaç bakımından: inatçılık etmek anlamında: diklik etmek dikmek, bitkiler için: Biz onları sonbaharda dikeriz. dikine durdurmak anlamında: dikine havaya atmak: direk vs. için: dikiş için: Terzi kendi söküğünü dikemez. Bu düğmeyi dikebilir misiniz? dikiş atmak anlamında: Bu küçük parçaları bir arada dikebilirsin. içki için: kurmak, inşa etmek anlamında: yara için: Doktor biraz sonra yarayı dikecek. (top vs için) yere koymak | birleşikler ve deyimler | ağaç dikmek başına dikmek (birinin) basma taş dikmek boynuz dikmek cevabı dikmek dikiş dikmek Terzi kendi dikişini dikemez. direk dikmek göz dikmek Başkasının ekmeğine neden göz dikiyorsun? gözünü dikmek heykelini dikmek kadehi dikmek to watch out [woe]. That's the man for you to watch. Watch out! You've got to watch your weight [weyt]. to look out [luk aut]. I yelled 'look out' but couldn't save him. to take no account [tkaunt], to be noteworthy [noutwo:thi]. to be worthy of notice [noutis]. to be on the look out. They may come any moment now, be on the look out. to be careless [ke:lis]. to be careless. They were unbelievably careless. to stand erect [irekt], to be defiant [difaymt]. to challenge [ce:linc]. to become steep [sti:p]. to get stubborn [stabm]. to be obstinate [obstinit]. to plant. We plant them in autumn [o:tim]. to erect [irekt]. to throw up [throu]. to put up. to sew [sou]. We do not often use our knowledge for our own benefit. Could you sew this button on? to stitch [stij]. You can stitch these small pieces together. to drink in one swing. to set up. to stitch [sticj. The doctor will stitch the wound in a moment. to set down a ball (for playing). to plant trees. to assign smb to supervise smb [isayn]. to erect a tombstone over. to cuckold [kakild]. to give a decisive reply [disaysiv]. to sew [sou]. (The cobbler's son usually goes barefoot.) to put up (a pole) [poul], to covet [kavit]. Why do you covet someone else's job? to gaze fixedly [geyz], to erect smb's statue [ste:tyu:]. to drain the cup [dreyn]. dikte etmek 214 kenarını dikmek (elbisenin) kisvesini kendi dikmek kulaklarım dikmek kuyruk dikmek nalları dikmek nöbetçi dikmek Yabancı banka şubelerine nöbetçi dikilmiştir. ocağına incir dikmek şişeyi dikmek taş dikmek tüy dikmek üstüne tüy dikmek dikte etmek Bu, hepsine tüy dikti. Bu, her şeyin üzerine tüy dikti. Bir mektubu dikte ederken oturamam. diktirmek, anıt için: bitkiler için: dikiş için: dil ebesi olmak dile gelmek, dile düşmek anlamında: konuşma yeteneği bakımından: dilediğini yapmak dileği olmak dilemek Allahım, ancak senden yardım dileriz. Annene iyi geceler dile. Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Size acil şifalar dilerim. Başarılı bir ders yılı dilerim. Size bol şans dilerim. Hoş vakit geçirmenizi dilerim. Bize katılmanızı candan diliyorum. Size mutluluklar dilerim. Daha nice mutlu yıllar dilerim. Size ve eşinize ömür boyu mutlu bir evlilik dilerim. Evliliğinizde uzun ve mutlu yıllar dilerim. Ömür boyu mutlu bir evlilik dilerim. Yakında sıhhatinize kavuşmanızı dilerim. Bol şanslar dilerim. Gelecek sefer daha şanslı olmanızı dilerim. Size acil şifalar dilerim. Taziyelerimi kabul etmenizi dilerim. Büyük kaybınız dolayısıyla, taziyemi kabul etmenizi dilerim. Yarışmada üstün başarı sağlamanızı dilerim. Verimli çalışmalar dilerim. Hayırlı yolculuklar dilerim. to bind the edge of a garment [baynd]. to paddle one's own canoe [kmu:]. to prick up one's ears. to take to one's heels [hi:lz]. to die [day]. to post/station a guard [steyşın]. Guards were posted at branches of foreign banks. to break up smb's home. to drink straight from the bottle. to erect a stone. to cap it all [kep]. That caps it all. to make a situation worse. (This was the last straw). to dictate [dikteyt]. / can't sit when dictating a letter. to have smth erected [irektid]. to have smth planted, to have smth sewn [soun]. to be talkative [toıkıtiv]. to become object of gossip. to start to talk [to:k]. to do what one wishes [wisiz]. to have a wish. to beg. 0 Lord, we beg assitance of You alone. to bid. Bid your mother good night. to wish. Wish prosperity to others so that you may prosper too. Best wishes fora speedy recovery [rikaviri]. / wish you a successful school year. 1 wish you the best of luck [lak]. (Enjoy yourself.) (You are cordially invited to join us.) I wish you every happiness. Many happy returns of the day [ritö:nz]. / wish you and your wife/husband a happy married life [me:rid]. / wish you a long and happy married life. I wish you a happy married life. Best wishes for a speedy recovery [rikaviri]. / wish you the best of luck [lak]. / wish you better luck next time. Best wishes for a speedy recovery. Please accept my sympathy [sımpıthi]. Please accept my sincere condolences in your great loss [ktndoulmsiz]. My best wishes for success in the competition. With sincere wishes for your future success. Best wishes for a good voyage [voyic]. dilencilik yapmak 215 |birleşikler ve deyimleri af dilemek affını dilemek Af finizi dilerim. aman dilemek Savaşçılar ne aman dilediler, ne de verdiler. baş sağlığı dilemek Baş sağlığı dilerim. Ona tarafımdan baş sağlığı dileyiniz. ecir sabır dilemek hacet dilemek iyi şanslar dilemek özür dilemek Gidip ondan özür dilemeliyiz. Hatadan dolayı özür dileriz. Özür dilemek için artık çok geç. Bunun için çok özür dilerim. Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim. Çok özür dilerim. Sizi beklettiğim için özür dilerim. Gecikmeden dolayı özür dileriz. Hatadan dolayı özür dileriz. şans dilemek Sınavlarınızda bol şanslar dilerim. Size bol şans dilerim. dilencilik yapmak dilendirmek dilenmek, sadaka söz konusu ise: istemek anlamında: dili uzun olmak dilim dilim etmek dilimlemek dilimlenmek dilinin altında bir şey olmak Dilinin altında bir şey olsa gerek. dilinin ucunda olmak diline pelesenk etmek dillenmek dillere destan olmak dilleşmek dilmek dilsiz olmak dimdik olmak dinamitlemek dinç olmak dinçleşmek dinçleştirmek dindar olmak dindaş olmak to apologize [ipolicayz]. to beg one's pardon [pa:din], / beg your pardon. to ask for quarter [kwo:ti]. The fighters neither gave nor asked for quarter. to offer one's condolences [kindoulmsiz], (Please accept my condolences.) to sympathize [simpithayz]. (Please convey to him my sympathies.) to offer one's condolences. to pray for smth. to wish smb good luck [lak]. to apologize [ipolicayz]. We should go and apologize to her. Please accept our apology for the error. It's too late to apologize. to be sorry. I'm terribly sorry about that. Sorry to trouble you. I'm awfully sorry. Sorry to have kept you waiting. to regret, to express regret. We much regret the delay [diley]. We express our regret for the error [ e n] . to wish smb good luck [lak], / wish you the best of luck in your exams. I wish you the best of luck. to go around begging. to reduce smb to begging. to beg (for), to ask for. to be insolent [insihnt]. to slice (slays), to cut into slices, to be sliced [slayst]. to hold smth back. You must be holding something back. to be on the tip of one's tongue [tang]. to keep on bringing up a subject [sabcikt], to begin to talk [to:k]. to become a byword [baywo:d]. to chat (with) [ce:t], to cut in strips. to be dumb [dam]. to be erect [irekt]. to dynamite [daymmayt]. to be full of vigour [vigi]. to become vigorous [vigins]. to invigorate [invigireyt]. to be pious [payis], to be devout [divaut]. to be co-religionist [kourilicinist]. dindirmek 216 dindirmek, kesmek anlamında: teskin etmek anlamında: *ağrısım dindirmek Bu, ağrılarınızı bir müddet dindirecektir. *kan dindirmek *susuzluğunu dindirmek dingildemek, korkmak anlamında: sallanmak anlamında: takırdamak anlamında: dinginleşmek dinlemek Hiçbir şey dinlemeyecek kadar yorgunum. Bizi nezaketen dinledi. Söyleyeceklerini dinleyelim bakalım. Ne söylesen, dinleyen olmuyor. (tıpta) kulağını dayamak sureliyle: radyo için: Dinleyici istekleri programını dinliyorsunuz. [ birleşikler ve deyimler | Hocanın söylediğini dinle, gittiği yola gitme. Kendi söyler, kendi dinler. başım dinlemek can kulağıyla dinlemek dümen dinlemek gizlice dinlemek kaçak dinlemek (konuşmaları) kafasını dinlemek kalbinin sesini dinlemek kana kana dinlemek (birini) koyun kaval dinler gibi dinlemek kös dinlemek lâf dinlemek nasihat dinlemek Kimsenin nasihatini dinlemez. öğüt dinlemek pür dikkat dinlemek radyoyu dinlemek söz dinlemek Söz dinlemeyen birine ne söylenir? Söz dinlese yüreğim yanmaz. itaat etmek anlamında: sözünü dinlemek Sözümü dinle, kabul etme. Sakalım yok ki, sözüm dinlensin. yarım kulakla dinlemek dinlememek aman zaman dinlememek ferman dinlememek Gönül ferman dinlemez. to stop. to quieten [kwaytin]. to relieve one's pain [peyn]. It will relieve your pain for some time. to stem the blood [blad]. to quench one's thirst [kwenc]. to tremble with fear [fi : ]. to sway. to rattle [retil]. to calm down [ka:m]. to listen [lisin]. I'm too tired to listen to anything. He listened to us out of politeness. to hear [hi:]. Let's hear what she has to say. to pay attention. Whatever you say nobody pays attention. to auscultate [o:skilteyt]. to tune in [tyu:n]. You're tuned in to the listeners' choice program [coys]. Do what the hodja says, not what he does. He mumbles incoherently to himself. to rest. to listen with rapt attention [iten§m]. to answer the helm, to eavesdrop [kvzdrop]. to tap (a telephone), to rest oneself. to obey the dictate of one's heart. to hang on smb's lips. to listen without understanding. not to pay any attention [iten§in]. to listen to what one is being told. to listen to advice [ldvays]. He never listens to anyone's advice. to take smb's advice. to be all ears. to listen in. to listen to reason [ri:zin]. What do you tell someone who refuses to listen to reason? If only he listened it wouldn't grieve me. to obey [oubey]. to take one's advice [ldvays]. Take my advice, don't accept. Nobody would listen to me because of my age. not to pay any attention to what is said. not to listen. to be implacable [imple:kibil]. to do as one pleases [pli:ziz]. The heart obeys no law or decree [dikri:]. dinlendirmek 217 kimseyi dinlememek söz dinlememek Aç insan, söz dinlemez. Çocuklar, birden söz dinlemez oldular. Çocukların söz dinlememelerinden bıktım. dinlendirmek, raiıar ettirmek anlamında: yorgunluğunu gidermek: Bu buzlu çay sizi dinlendirecektir. şarap için: arazi için: kafasını dinlendirmek: dinlenmek, rahat etmek anlamında: Şu anda oyuncular dinleniyor. söz geçirmek anlamında: şarap için: dinletmek Sözümü dinletmesini bilirim. Ne yaptımsa, laf dinletemedim. dinmek, hastalık için: ağrı için: fırtına için: Ağrı yavaş yavaş diniyor. Fırtına yakında diner. rüzgar vs. ıçııı: duygu için: yağmur, kar vs. için: Bu kar hiç dineceğe benzemiyor, genel anlamda: Yarına kadar yağmur dinmiş olur. dipçiklemek dipçiklenmek dipdiri olmak dirayetli olmak dirayetsiz olmak diremek, dayamak anlamında: karşı koymak anlamında: ısrar etmek anlamında: *ayak diremek dirençli olmak dirençsiz olmak direnlemek direnmek Netice ne olursa olsun direneceğiz. Bu adama karşı hepiniz direnmelisiniz. Direnmeden teslim olmaya niyetim yok. Artık daha fazla direnemezler. to heed no one. not to listen to reason, to be perverse. A hungry person will not listen to reason. The children suddenly became perverse [pivo:s]. I'm tired of the children not listening. to let rest. to refresh (oneself). This iced tea will refresh you [ayst], to mature [mityu:]. to let fallow [fe:lou], to rest oneself. to take a rest, to get some rest. The players are having a rest at the moment. to be listened to. to mature [mityu:]. to make smb listen to. / know how to make myself listened to. No matter what I did, I couldn't convince him. to abate [ibeyt]. to pass off. The pain is slowly passing off. to blow over [blou]. The storm will soon blow over. to subside [stbsayd], to subside, to let up. It doesn't seem this snow is going to let up. to stop. It will have stopped raining by tomorrow. to club with a rifle butt [klab]. to be clubbed with a rifle butt [rayfil]. to be full of life [layf]. to be capable [keypibil], to be incapable [inkeypibil]. to support [sipo:t]. to resist [rizist]. to insist. to put one's foot down. to be resistant [rizistmt]. to have no resistance [rizistms]. to winnow [winou]. to resist [rizist]. We sliall resist whatever the outcome. to stand up. You must all stand up to that man. to put up a fight [fayt]. I'm not going to surrender without putting up a fight. They won't be able to hold out for long now. diretmek 218 diretmek, dirilmek, inal etmek anlamında: ısrar etmek anlamında: görüşünde...: Şirket bu konuda görüşünde diretiyor. diri' duruma gelmek: ölümden sonra...: yeniden canlanmak: Gamlı yürek ölmese de ditilmez. *öiüp ölüp dirilmek çok acı çekmek anlamında: ölüm tehlikesi geçirmek: diriltmek, diri duruma getirmek anlamında: hayata döndürmek: Yeniden canlandırmak: dirseklemek disiplinli olmak Öğrenci dediğin, biraz disiplinli olmalı. disiplinsiz olmak diskalifiye etmek diskalifiye olmak dişine göre olmak dişlemek dişlenmek dişli olmak ditmek, lime lime etmek anlamında: küçük parçalara ayırmak: (yün ve pamuk için) taramak: divane olmak divanesi olmak dizdirmek, dizgi bakımından: ipliğe geçirmek anlamında: sıralatmak anlamında: dize gelmek dizginlemek, at için: frenlemek anlamında: dizginlenmek, dizgin takılmak: frenlenmek anlamında: dizi dizi olmak dizilemek dizilmek, sıraya girmek anlamında: Halk kralı görmek için sokaklara dizildi. Mescid yapılmadan körler dizildi, sıraya konmak anlamında: Oyun, ancak bütün pullar dizildikten sonra başlar. to insist. to persist [pisist]. to stand by one's view. The firm stands by its view on this matter. to return to life [rito:n]. to resurrect [rezirekt], to revive [rivayv]. The grieved heart will not die but won't recover either [rikavi]. to go through great pains [peynz]. to have a close brush with death [bra§]. to set smth on its legs again. to resuscitate [risasiteytjl. to revive [rivayv]. to elbow. to have discipline. Students should have some sort of discipline. to lack discipline [le:k]. to disqualify [diskuolifay]. to be disqualified [diskuolifayd]. to be to one's taste [teyst]. to nibble [nibil]. to become powerful [pau:ful]. to be powerful. to shred. to tear up [te:]. to tease [ti:z]. to go crazy [kreyzi]. to be infatuated with [infe:tyueytid]. to have smth typeset [taypset]. to have smth strung on a cord. to have smth arranged in order [ireyncd]. to fall on one's knees [ni:z]. to bridle [braydil]. to curb [ko:b]. to be bridled [braydild]. to be curbed [ko:bd], to line up [layn ap]. to arrange in a row [ireync]. to line up [layn ap]. The crowd lined up the streets to see the King. (Some eager people are taking it for granted.) to be lined up. The play begins only after all the pieces have been placed on the board. dizlemek 219 ipliğe geçirilmek anlamında: sıralanmak anlamında: Bütün bu kitapların yeniden dizilmesi gerek. I birleşikler ve deyimler | kurşuna dizilmek O, şafakta kurşuna dizilecek. saf saf dizilmek dizlemek dizmek, düzenlemek anlamında: ipliğe geçirmek anlamında: sıralamak anlamında: yazı için: *boncuk dizmek *kurşuna dizmek Kaçarken yakalanan asker, kurşuna dizilir. doğmak, dünyaya gelmek anlamında: Fakir bir köylü anneden doğdu. Bütün insanlar özgür ve haklar bakımından eşit olarak doğar. çıkmak anlamında: Kan davası küçük bir kavgadan doğmuştu. Merhametten maraz doğar. Doğacak sonuçlara katlanmalısın. Birlikten güç doğar. Korku, bilgisizlikten doğar. güneş, ay vs. için: Öksüz hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş. ortaya çıkmak anlamında: İhtilâf doğarsa... gun için: Gün doğmadan, neler doğar. Gün doğuyor. | birleşikler ve deyimler | Doğma büyüme İstanbullu idi. evlilik dışında doğmak fırsat doğmak Bize altın bir fırsat doğdu. gönlüne doğmak gün doğmak Bankacılara gün doğdu. Karaborsacılara gün doğdu. hayata yeniden doğmak içine doğmak Kabul edeceği içime doğdu. Birşeylerin yanlış gittiği, içime doğdu. içinden doğmak kadir gecesi doğmak Sen kadir gecesi doğmuşsun. to be strung (on). to arrange [ireync]. All these books must be re-arranged. to be shot. He is to be shot at dawn [do:n]. to stand in rows [rouz]. to be lined up like peas in a pod. to sink up to one's knees [ni:z]. to lay out [ley], to string/thread, to line up. to set. to thread beads [thred] [bi:dz]. to execute by firing squad [eksikyu:t], A soldier caught running away is shot. to be born [bo:n]. He was born from a poor peasant mother. All human beings are born free and equal in rights. to originate [iricineyt]. The blood feud originated in a petty quarrel. to breed [bri:d]. Misplaced compassion breeds evil [i : vi l ]. (You'll have to bear the consequences.) (Union makes strength [yu:nym].j Fear springs from ignorance [igmrms]. to rise [rayz]. If one is born unlucky, anything one does is doomed to failure [feylyi]. to arise from [irayz]. Should a disagreement arise... to break [breyk]. Before the day breaks a lot might happen. Day is breaking. He was a native of Istanbul, born and bred. to be born out of wedlock. to arise (for an opportunity). A golden opportunity has arisen for us. to have a presentiment [prizentimmt]. to be a great day for. It's a great day for the bankers. It's a great chance for the black marketeers. to take a new lease of life [li:s]. to have a hunch [hang]. / had a hunch that he would accept. to have a presentiment [prizentimmt]. / had the presentiment that something was amiss. to have a sudden impulse to [impals]. to be born under a lucky star [laki]. You're a very lucky person. doğramak 220 kalbine doğmak sakat doğmak sezaryenle doğmak şanslı doğmak üstüne güneş doğmak yeniden doğmak Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. doğramak, keserek: dilim şeklinde: kıymak anlamında: küçük küpler biçiminde: soğan vs. için: Soğanın acısını yiyen bilmez, doğrayan bilir. tahta için: | birleşikler ve deyimler] Ne doğrarsan aşına, o çıkar kaşığına. bol doğramak kanına ekmek doğramak ufak ufak doğramak sonrasını soğan doğramak Sonrasını, soğan doğra! doğranmak, ağrı bakımından: kesilmek anlamında: tahta için: doğru olmak, dürüst anlamında: gerçeğe uygun anlamında: Bu saat doğru mu? kurala uygun veya hatasız: Hesap doğru değil. Sen bunu gerçekten doğru mu buluyorsun? yalan olmayan için: Doğru! Bu doğru olamaz. | birleşikler ve deyimler] doğru olanı yapmak Sen doğru olanı yaptın. doğru yolda olmak Polis doğru yolda olduklarını sanıyor. özü sözü doğru olmak Özü sözü doğrudur. doğrulamak Deliller, polis raporunu doğrulamıyor. Bu, bize söylediklerini doğruluyor. Zaman ve olaylar beni doğruladı. doğruluğunu araştırmak: doğrulanmak to have a presentiment [prizentimmt]. to be bom disabled [diseybild]. to be bom by Caesarean section [sizeriyin] [sek§in]. to be bom under a lucky star. to rise up very early. to be bom again [lgeyn]. (I feel like a new man.) to cut up [kat ap], to cut into slices [slaystz], to hash [he:sj. to dice [days], to chop up [cop]. It's the one who chops the onion, not the one who eats it who knows how bitter it is. to carve [ka:v]. What you put in your pot will come into your spoon. to make great promises. to cause and benefit from smb's misfortune. to shred. not to pursue a matter [pisyu]. Don't pursue the matter. to ache painfully [eyk], to be chopped [copt]. to be carved [ka:vd]. to be honest [onist]. to be accurate [e:kyurit]. Is that clock accurate? to be correct [kirekt]. The calculation is not correct. Do you really consider it correct? to be true. That's true. It can't be true. to do the right thing [rayt]. You did the right thing. to be on the right tract [tre:k]. The police think they are on the right track. to be honest. He is an honest person. to bear out [be:]. The evidence doesn't bear out the police report. to confirm [kinfo:m]. This confirms what she has told us. to prove right [pru:v]. Time and events have proved that I was right. to verify [verifay], to be confirmed [kmfd:md]. doğrulmak 221 doğrulmak, düz duruma gelmek: düzelmek anlamında: toparlanmak anlamında: doğrultmak, doğru duruma getirmek: düzeltmek anlamında: yön bulmak anlamında: yöneltmek anlamında: Tüfeğini kalabalığa doğrulttu. *belini doğrultmak doğrultusunda olmak Karar, parti politikası doğrultusundadır. doğum yapmak doğurmak, doğum yapmak anlamında: Ona yedi çocuk doğurdu. Anası Kadir Gecesi doğurmuş, neden olmak anlamında: yol açmak anlamında: sebep olmak: | birleşikler ve deyimler | Ala keçi her zaman püsküllü oğlak doğurmaz. Anan seni bugün için doğurdu. Dağ doğura doğura bir fare doğurdu. dokuz doğurmak doğurtmak dokumak, bez ve kumaş bakımından: meyveleri vurarak indirmek: *ince eleyip sık dokumak O, ince eleyip sık dokur. *mekik dokumak Bir tramvay Taksim Galatasaray arası mekik dokuyor. dokunaklı olmak dokundurmak *laf dokundurmak *kılına dokundurtmamak dokunmak, bez ve kumaş için: Bunlar burada artık dokunmuyor, bozmak anlamında: değinmek anlamında: Konuşmasında, yine mevcud düşmanlığa dokundu. değmek anlamında: Sana taşla vurana, sen ekmekle dokun. el sürmek anlamında: karıştırmak anlamında: sataşmak anlamında: Şu adamcağıza dokunmayınız. tesir etmek: Bu kadının sözleri bana çok dokundu. to be straightened [streytind]. to be put right [rayt]. to sit up. to straighten [streytin]. to put right [rayt]. to find one's way. to direct [dayrekt]. He directed his gun towards the crowd. to recover [rikavi], to be in line with [layn]. The decision is in line with the policy of the party [disijm]. to give birth [bö:th] to. to give birth [bö:th]. (She has borne him seven children.) He is a very lucky person [laki]. to engender [incendi]. to breed [bri:d], to lead to [li:d]. A well-done task doesn't always give a good result. (This is the day you were born for.) The mountain has given birth to a mouse. to fret with impatience [impeyşms]. to assist a mother to give birth [bö:th]. to weave [wi:v]. to knock down fruit (from a tree). to split hairs [he:z]. (He is very meticulous [mitikyuhs].) to shuttle [satıl], to travel back and forth. A tram shuttles between Taksim and Galatasaray. to be touching [taçing]. to hint at. to make a barbed remark about, not to let anyone lay a finger on. to be woven [wouvm]. These are not woven here any more. to disturb [disto:b]. to point out to. In his speech he pointed out again to the existing enmity. to touch [taç]. (Answer injury with kindness [kayndnis].) to touch [taç]. to meddle with [medil]. to tease [ti:z]. Don't tease that poor fellow. to affect, to be touched [tact]. I was deeply touched by that woman's words. dokunmamak 222 yiyecek için: Biber bana dokunuyor. \ birleşikler ve deyimler | asabına dokunmak bamteline dokunmak can alıcı noktaya dokunmak faydası dokunmak Bunun, kimseye faydası dokunmaz. Belki de diğerlerine faydası dokunabilir. Gerçeği saklamanın, kimseye bir faydası dokunmaz. gayretine dokunmak hassas teline dokunmak hayrı dokunmak iyiliği dokunmak kalbe dokunmak kanma dokunmak kılına dokunmak kibirine dokunmak midesine dokunmak namusuna dokunmak onuruna dokunmak sinirine dokunmak Bu kadının her hali sinirime dokunuyor. Şu program artık sinirime dokunmaya başladı. Bu pazarlamacı sinirime dokunuyor. tetiğe dokunmak ucu dokunmak ucu birine dokunmak Bu işin ucu bana dokundu. yararı dokunmak yarasına dokunmak yardımı dokunmak zararı dokunmak Bunun, bize çok zararı dokunur. Bunun, kimseye zararı dokunmaz. zülfü yâre dokunmak dokunmamak Yerinizde olsam bunlara dokunmazdım. Sigortaya dokunma, yangın çıkarmak mı istiyorsun? Dokunma! Dokunmayın! Su içene yılan bile dokunmaz. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın. | birleşikler ve deyimler | faydası dokunmamak Kimseye faydası dokunmaz. kılına dokunmamak suya sabuna dokunmamak dokunulmak Buraya hiç dokunulmadı. dokutmak not to agree with [lgri]. Pepper doesn't agree with me. to get on one's nerves [novz]. to touch one on a sore spot [so:]. to touch the right chord [ko:d]. to be of benefit to. This won't be of benefit to anyone. It might well be of service to the others. to help smb to. It won't help anyone to hide the truth. to stimulate to greater effort [stimyuleyt]. to touch smb on their tender spot. to be of help to. to be of use to [yu:s]. to hurt smb's feelings [fklingz]. to make one's blood boil [boyl]. to lay a finger on [ley]. to wound smb's pride [prayd]. to upset one's stomach [stamik]. to touch smb's honour [oni]. to hurt smb's pride [prayd]. to get on one's nerves [novz]. Everything about this woman gets on my nerves. This program is beginning to get on my nerves. (This salesman gives me a pain in the neck.) to squeeze the trigger [skwi:z]. to cause smb damage [ko:z]. to affect smb [lfekt]. (In the end, I was the one who suffered.) to benefit smb. to touch smb on his tender spot. to be of some help. to do harm [ha:m]. It will do us a lot of harm. It would do no one any harm. to step on a bigwig's toe [tou]. to leave alone. //1 were you I would leave these alone. Leave that fuse alone, do you want to start afire here? Hands off! Keep your hands off! You don't attack even an enemy who is drinking. Let the snake that does me no harm live. to be to no one's advantage [idvamtic]. It's to no one's advantage. not to injure smb in any way. to avoid taking sides [saydz]. to be touched [tact]. Nothing was touched here. to have smth woven. dolamak 223 dolamak, iplik için: kollar irin: [birleşikler ve deyimler| başına dolamak diline dolamak parmağına dolamak dolandırılmak dolandırmak, aldatmak anlamında: Bu insanlar hükümeti dolandırıyorlar. Halkı dolandırmanıza izin veremeyiz. Korkarım, sizi dolandırdılar. dolaştırmak anlamında: dolanmak, çevresinde dönmek anlamında: gelişigüzel gezmek: (iplik için) karışmak anlamında: saıılmak anlamında: \ birleşikler ve deyimler | ayağına dolanmak, engel olmak anlamında: geri tepmek anlamında: ortalıkta dolanmak Bütün gün ortalıkta dolanıp durdu. dolaşık olmak, dolambaçlı anlamında: içinden çıkılmaz anlamında: (ip, saç vs. için) karışık: yol için: dolaşılmak Burada dolaşılmaz. dolaşmak, başka yönden gitmek anlamında: Köpekle dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak yeğdir, haber, söylenti vs. için: Fabrikanın kapanacağı haberi dolaşmaya başladı. (iplik vs. için) birbirine karışmak: yürüyüşe çıkmak: (kan vs. için) akmak anlamında: otomobille...: Otomobille şöyle bir dolaşacağız, bir yerleri gezmek anlamında: Akşama kadar şehri dolaştık, hastalıktan sonra: Çok yakında ayağa kalkıp dolaşabilecektir, gezinmek anlamında: Biz şöyle dolaşıyorduk. Şehrin şurasını burasını şöyle dolaştık, parti işleri için: Parti üyeleri kapı kapı dolaşarak yeni bilgi topladılar. kötü bir amaçla: to wind into a spool [waynd], to wrap one's arms (around). to saddle smb with [se:dil], to repeat smth constantly. to be excessively concerned about. to be swindled. to defraud [difro:d]. These people are defrauding the government. to swindle. We can't let you swindle the people. Vm afraid you've been swindled. to show smb around. to go round. to wander about. to get entangled [intemgild], to wind round [waynd]. to obstruct [lbstraktj. to boomerang [bunnremg]. to hang around. He's been hanging around all day. to be sinuous [sinyus]. to be intricate [intrikit], to be entangled [inte:ngild], to be tortuous [to:tyu:s]. to wander [wondi], to loiter [loyti]. (No loitering here) [loytiring], to walk around. It's worth going around a bush to avoid a dog. to go around. The word went around that the factory was to close [klouz], to get entangled [inte:ngild]. to take a walk [wo:k]. to circulate [so:kyuleyt]. to go for a drive [drayv]. We'll just go for a drive. to walk about. We walked about in the city until the evening. to get about. He'll be able to get about very soon. to wander about, to stroll about. We were just wandering about. We just strolled the city. to canvass [ke:nvis]. Party members have canvassed from door to door to secure new information. to be on the prowl [praul]. dolaşmak (ağızdan ağıza) 224 | birleşikler ve deyimler | ağızdan ağıza dolaşmak arkasında dolaşmak avare dolaşmak Bütün gün avare dolaşıyor. avare avare dolaşmak Arkadaşlarıyla avare avare dolaşıyor. ayağı dolaşmak ayağına dolaşmak geri tepmek anlamında: vapılan kötülük başına gelmek: Ettiği kötülük ayaklarına dolaştı. ayağında dolaşmak ayak altında dolaşmak Lütfen, ayak altında dolaşma! ayakları birbirine dolaşmak ayaklarına dolaşmak (birinin) aylak aylak dolaşmak çarşı pazar dolaşmak çevresini dolaşmak dere tepe dolaşmak dili dolaşmak dillerde dolaşmak söylenti için: Evliliği ile ilgili bir söylenti dillerde dolaşıyor. ' Çirkin bir dedikodu dillerde dolaşıyor. dolaşıp durmak dönüp dolaşmak dört dolaşmak eli ayağı dolaşmak elden ele dolaşmak eteği ayağına dolaşmak geçinip dolaşmak hastaları dolaşmak 5u anda doktor hastalan dolaşıyor. haymana beygiri gibi dolaşmak kapı kapı dolaşmak Kapı kapı dolaşmana gerek yok. O kapı senin, bu kapı benim, dolaştık. kucaktan kucağa dolaşmak kulaktan kulağa dolaşmak orası senin, burası benim, dolaşmak önünde ardında dolaşmak ötede beride dolaşmak peşinde dolaşmak semt semt dolaşmak sinsi sinsi dolaşmak o sokak senin, bu sokak benim, dolaşmak şurada burada dolaşmak tebdili kıyafet dolaşmak Padişahlar sık sık tebdili kıyafet dolaşırlardı. sürre devesi gibi dolaşmak tepe bayır dolaşmak to circulate [so:kyuleyt], to chase after [geys], to hang about [he:ng]. He just hangs about all day. to fool around [fu:l]. He fools around with his friends. to trip over one's feet. to backfire [be:kfayi]. to pay for. She paid very dearly for her misdeeds. to be in the way. to get in smb's way. Please do not get in the way. to stumble over one's feet [stambil]. to be a hindrance [hindnns], to saunter about [so:nti], to go shopping. to go round about. to wander over hill and dale. to be tongue tied [tayd], to be in the limelight [laymlayt]. to go about. There is a rumour going about her marriage. There's an ugly rumour going about. to hang about [he.ng]. to walk back and forth. to be in a quandary [kwondiri]. to be unable to do anything right. to pass from hand to hand. to get clumsy [klamzi]. to ramble [re:mbil], to go round the patients. At the moment the doctor is going round the patients. to wander about [wondi], to go from door to door. You don't have to go round from door to door. We wandered everywhere. to be promiscuous [promiskyu:s]. to secretly pass on. to saunter [so:nti] about. to follow smb everywhere. to stroll around. to go around with smb. to wander around every neighbourhood. to be on the prowl [praul]. to walk about from street to street. to roam here and there. to travel incognito [inkognitou]. The sultans very often used to travel incognito. to loaf about with an air of being busy. to go up hill and down dale [deyl]. dolaştırmak 225 üç aşağı, beş yukarı dolaşmak ülkeyi dolaşmak yükseklerde dolaşmak dolaştırmak, tabak ve yemek için: Lütfen sandviçleri dolaştırın, bir yeri gezdirmek anlamında: Sekreterim size etrafı dolaştıracaktır, yürüyüşe çıkarmak anlamında: Köpeği biraz dolaştırır mısın? (ip vs. için) birbirine karıştırmak: *elden ele dolaştırmak Lütfen pastaları elden ele dolaştırınız. dolaştırılmak Burada köpek dolaştırılmaz. '•'•elden ele dolaştırmak: Bu, öyle elden ele dolaştırılacak bir şey değil. doldurmak, dolu duruma getirmek: Küçük çocuk ceplerini şekerle doldurdu. Annen sepeti yiyecekle doldurmuş. ağzına kadar...: Depoyu doldurunuz. akü için: ateşli silah için: Silahını doldur ve sakin ol. benzin deposu için: çukur için: dolma için: Daima pirinçle doldurulur. dilekçe, fiş vs. için: Bunları üç nüsha olarak doldurunuz. Adayların dolduracağı dilekçe yok mu? bir kabı...: Şişeleri bir makine dolduruyor. bir kimseyi (iyi duygularla): Gençlerin kafalarını sevgiyle dolduralım. bir kimseyi (başkası için kötü düşüncelerle): tamamlamak anlamında: yaş için: Kızı yirmi yaşını doldurdu. |birleşikler ve deyimler] ağzına kadar doldurmak ağız ağıza doldurmak Şu bardakları ağız ağıza doldurmayınız. armayı doldurmak boğaz doldurmak (bitkiler için) boş bir yeri doldurmak boşluğu doldurmak boşlukları doldurmak cebini doldurmak to pace back and forth [peys], to travel around the country [kantri], to aim high [eym], to pass on. Please pass on the sandwiches. to show smb around. My secretary will show you around. to take smb for a walk. Could you take the dog for a little walk? to entangle [intemgil]. to pass round/down. Please pass the cakes round. to be taken for a walk, to walk. Walking of dogs forbidden [f i bi di n]. That is not something that could be passed from hand to hand [pa:st], to f i l l . The little boy filled his pockets with sweets to load [loud]. Your mother loaded the basket with food. to fi l l up. Fill it up. to charge (a battery) [fax], to load [loud]. Just load your gun and keep quiet. to fi l l the tank [te:nk]. to fi l l up. to stuff [staf]. It's always stuffed with rice [rays], to fi l l in. Fill these in triplicate [triplikit]. Isn't there any application for candidates to fill in [kemdideyts]? to f i l l . A machine fills the bottles [misi:n]. to imbue with [imbyu:]. Let's imbue the mind of the young with love. to turn smb against [lgeynst]. to complete [kimplkt]. to turn [to:n]. Her daughter has turned twenty. to fi l l up. to fi l l to the brim. Don't fill these glasses to the brim. to tauten the rigging [tortin]. to heap up earth [hi:p]. to fi l l a vacancy [veykinsi]. to fi l l the gap. to f i l l in the blanks. to line one's pockets [layn]. doldurmamak 226 çile doldurmak denizi doldurmak dilekçe doldurmak diş doldurmak eksiği doldurmak göz doldurmak gününü doldurmak hüküm bakımından: bir'süre için: vadesi gelmek anlamında: kafasını doldurmak (birinin) Bu saçma masallarla kafasını doldurma. kesesini doldurmak kulağını doldurmak (birinin) küpünü doldurmak Yağmur yağarken küpünü doldurmak. postuna saman doldurmak Güvenme dostuna, saman doldurur postuna. tepeleme doldurmak testiyi doldurmak Su akarken testiyi doldur. tıka basa doldurmak Çocuk ceplerini şekerle tıka basa doldurdu. tüfeği doldurmak İnsan temizleyeceği tüfeği doldurmaz. yerjni doldurmak zaman doldurmak doldurmamak Ceviz kabuğunu doldurmaz. Kimse kimsenin çukurunu doldurmaz. Bunlar incir çekirdeğini doldurmaz. Kimse kimsenin mezarını doldurmaz. doldurulmak Bunlar üç nüsha olarak doldurulacak. Daima pirinçle doldurulur. Bizde hâlâ elle dolduruluyor. dolmak, dolu duruma gelmek anlamında: Bugün salon dolmadı. Salon çok erkenden dolmuştu. Depo hâlâ dolmadı mı? Yılların ihmali sonucu Haliç çamurla doldu. Dilencinin torbası dolmaz. koku, ses vs. için: süre için: tamamlanmak anlamında: Süre doldu. I birleşikler ve deyimler | Doluya koydum olmadı, boşa koydum dolmadı. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Bir tepe yıkılır, bir dere dolar. çilesi dolmak to undergo a period of severe trial [trayil]. to reclaim land from the sea [rikleym]. to fi l l in an application [e:plikey§in]. to fill/stop a tooth, to fi l l the gap. to look good. to complete one's sentence [sentms]. to finish a term [to:m], to fall due [dyu:]. to stuff smb's head. Don't stuff his head with these silly tales. to feather one's own nest [fethi]. to prime smb [praym]. to line one's pockets [layn]. (Make hay while the sun shines [§aynz].j to betray a friend [bitrey]. Know the people you befriend very well. to heap [hi:p]. to fi l l one's coffer [kofi]. Fill the pitcher while the water is flowing. to cram [kre:m]. The boy crammed the sweets into his pockets. to load a gun. One doesn't load a gun one is going to clean. to fi l l a post, to fi l l the time, not to f i l l . It's quite unimportant. Everyone is to fill his own grave [greyv]. These are trifling [trayfling]. No one will ever fill the grave of another. to be filled, to be stuffed [staff]. These are to be filled in triplicate. It's always stuffed with rice [rays]. They are still filled by hand here. to fi l l (up). The hall hasn't filled today [ho:l]. The auditorium had filled up very early. to get full. Hasn't the tank got full yet? As a result of years of neglect the Golden Horn has filled up with mud. A beggar's bag never gets full. to fi l l up. to be up [ap]. Time is up. to be over/up. (I was unable to find a solution.) (However hard you try, it just doesn't work.) (One man's loss is another man's gain.) to have one's suffering come to an end. dolu olmak 227 dolup taşmak Merkez bütün gün ziyaretçilerle dolup taştı. gözleri dolmak kulakları dolmak miadı dolmak kontrat vs. için: eşya için: pabucuna kum dolmak süresi dolmak vadesi dolmak vakti dolmak Vakit doldu. dolu olmak, dolmuş durumda anlamında: Ağzın dolu iken konuşma. Elim dolu, görmüyor musun? Depo hemen hemen dolu. boş vakti olmamak: Onun her dakikası doludur, boş yeri olmamak: Bu akşam bütün masalar dolu. sayıca çok anlamında: Bunlardan piyasada dolu. ateşli silahlar için: Tabanca dolu olsa gerek. - ile dolu olmak: Bazı fıçılar şarapla dolu idi. Sokaklar, silâhlı askerlerle dolu idi. Gazeteler Zeki Müren'in ölüm haberiyle dolu idi. Hayat sürprizlerle dolu. Yazın güney sahillerimiz turistlerle dolu olur. Bu nehirler bir zamanlar balıklarla doluydu. Ev haşaratla doluydu. Mesele zorluklarla dolu. Tehlikelerle dolu bir yolculuktu. Onun görevi güçlüklerle doluydu. Biz zorluklar ve tuzaklarla dolu bir yolu seçtik. | birleşikler ve deyimler] ağız ağıza dolu olmak (bir şeyle) ağzına kadar dolu olmak dopdolu olmak eli kolu dolu olmak gözleri dolu olmak to be packed with [pe:kt]. The Centre was packed with visitors all day long [vizitiz]. to have one's eyes full of tears [ti:z], to be fed up with hearing the same thing. to expire [ikspayi]. to become worn out [wo:n aut]. to be very uneasy [ani:zi]. to expire [ikspayi]. to be due [dyu:], to fall due. to be up [ap]. Time is up. to be full. Don't talk with your mouth full. Can't you see my hands are full? The tank is almost full. to be busy [bizi]. He is a very busy man. to be full. All the tables are full tonight. to be plenty. There are plenty on the market. to be loaded [loudid]. The gun must be loaded. to be filled with [fild]. Some barrels were filled with wine [wayn]. to be full of. The streets were full of armed soldiers. The newspapers were full of news about Zeki Miiren's death [deth]. Life is full of surprises [siprayziz]. to be crowded with [kraudid]. Our southern cities are crowded with tourists in summer. to abound with [ibaund]. These rivers used to abound with fish. to be infested with. The house was infested with insects. to bristle with [brisil]. The problem bristles with difficulties. to be fraught [fro:t]. It was a voyage fraught with danger. to be beset [biset]. His was a task beset with difficulties. We have chosen a road beset with difficulties and traps. to be brimful of smth. to be full to the brim. to be filled to the brim. to have one's hands full. to have one's eyes fi l l with tears. doluşmak 228 güçlüklerle dolu olmak hayat dolu olmak hıncahınç dolu olmak nefretle dolu olmak İçleri nefretle doluydu. sevgiyle dolu olmak şevkle dolu olmak O gün hepimiz şevkle doluyduk. tepeleme dolu olmak tıka basa dolu olmak yiyecek bakımından: kişiler için: Salon tıka basa doluydu. tıklım tıklım dolu olmak ümitle dolu olmak O gün hepimiz ümitle doluyduk. üzüntü ile dolu olmak yüreği dolu olmak zorluklarla dolu olmak doluşmak domalmak çıkıntı yapmak anlamında: çömelmek anlamında: domaltmak domuzlaşmak , hainlik bakımından: inatçılık bakımından: domuzluk etmek donakalmak *dehşetten donakalmak *korkudan donakalmak Hepimiz donakaldık. Manzara karşısında donakaldım. donamak donanmak, bezenmek anlamında: giyinip kuşanmak anlamında: ışıklarla bezenmek: teçhizat bakımından: donatdmak giyim bakımından: süs bakımından: teçhizat bakımından: donatmak, bezemek anlamında: gemi için: giydirmek anlamında: ışık bakımından: garnitür olarak: sağlamak anlamında: Sizi ihtiyacınız olan her şeyle donatacağız, sofra için: süs bakımından: teçhizat bakımından: to be fraught with difficulties [fro:t], to be full of life [layfj. to be overcrowded [ouvikrawdid]. to be filled with hate [heyt]. They were filled with hate. to be filled with love. to be filled with enthusiasm [inthyu:ziye:zm]. We were all filled with enthusiasm that day. to be up to the hilt. to be replete [ripli:t] with. to be packed with [pe:kt]. The hall was packed out. to be full to overflowing. to be filled with hope [houp]. We were all filled with hope that day. to be full of sorrow [sorou]. to be full of bitterness (over). to be fraught with difficulties. to crowd into [kraud]. to bulge [bale]. to squat down in a humped position, to make smth bulge. to act maliciously [miligisli]. to be obstinate [obstimt]. to behave like a pig. to be petrified [petrifayd]. to be petrified with horror [hon]. to be petrified with fear [fi : ]. We were all petrified. (I was aghast at the scene [iga:st].) to decorate [dekireyt]. to be decorated [dekrreytid]. to dress up. to be illuminated [ilyu:mineyt]. to be equipped [ikwipt]. to be dressed up [drest ap]. to be adorned [ido:nd]. to be equipped [ikwipt]. to deck out. to rig. to dress, provide smb with clothes [pnvayd]. to illuminate [ilyu:mineyt]. to garnish [garnisj. to furnish [fo:nisJ. We shall furnish you with everything you need. to set a table lavishly, to decorate [dekireyt]. to equip [ikwip]. donattırmak 229 *gemi donatmak * sofra donatmak donattırmak dondurmak, donmasını sağlamak: (içecek için) buz gibi soğutmak: jile, yağ vs. için: katılaşmasını sağlamak: bir seviyede tutmak anlamında: ücret, fiyat vs. için: *fiyatlan dondurmak Bakanlık tüm fiyatları üç ay için dondurdu. *ücretleri dondurmak Kimse ücretleri dondurmaya cesaret edemez. donmak, buz tutmak anlamında: Havuzdaki su dün gece dondu. hava için: Dışarısı donuyor. katılaşmak anlamında: a-çimento vs. için: Bu havada çabuk donar. b- yağ vs. için: Tabağınızdaki yağ donmaya başladı. soğuktan ölmek anlamında: Bu havada, insan yolda donar, çok üşümek anlamında: Ayaklarım ve ellerim donuyor. Donuyorum. | birleşikler ve deyimler | iliklerine kadar donmak kam donmak korkudan kanı donmak Korkudan kanım dondu. soğuktan donmak takır takır donmak donuk olmak, donmuş anlamında: canlılığı olmayan anlamında: cilâsız anlamında: parlaklığı olmayan: renkler için:. donuklaşmak, cilâ bakımından: renk bakımından: donuna etmek donuna yapmak mecazi anlamda: dopdolu olmak doping yapmak doping etkisi yapmak Hükümetin açıklaması doping etkisi yapacaktır. doruklamak to rig a ship. to spread a lavish table [le:vi§], to have smth equipped [ikwipt]. to freeze [fri:z]. to chill [gil]. to congeal [kmci:l]. to let set. to fix [fiks]. to freeze [fri:z]. to freeze prices [praysiz]. The ministry has frozen all prices for three months. to freeze wages [weyciz]. No one will dare to freeze the wages. to freeze (over) [fri:z]. The water in the pond froze last night. to freeze. It's freezing outside. to set. It will quickly set in this weather. to congeal [kinci:!]. The fat in your plate has started to congeal. to freeze to death. You'll freeze to death on the way in this weather. to freeze. My feet and hands are freezing. (I feel very cold.) to be frozen to the bone [boun]. to be horrified [horifayd]. to make one's blood run cold. It made my blood run cold. to be blue with cold, to freeze solid. to be frozen [frouzin]. to be lifeless [layflis]. to be lusterless [lastilis], to be mat [me:t]. to be dull [dal]. to become lusterless. to get dull. to soil one's underwear [andiwe:]. to soil one's underwear [soyil]. to be very frightened [fraytind]. to be chock-full [cokful], to dope [doup]. to have the effect of a shot in the arm. The government's declaration will have the effect of a shot in the arm. to fi l l to overflowing. doruklaşmak 230 doruklaşmak dost edinmek dost olmak Ben Evren'lerin bir dostuyum. Eski düşman dost olmaz. Atasına düşman olan evladına dost olamaz. Düşenin dostu olmaz. Mal, adamın hem dostu, hem düşmanıdır. Ölen ile gidenin dostu olmaz. | birleşikler ve deyimler] can dostu olmak i yi gün dostu olmak kara gün dostu olmak dostluk etmek dosyalamak dosyalanmak Bütün bu mektupların dosyalanması gerek. doygun olmak doymak, yemek bakımından: Teşekkür ederim, ben doydum. Acıkan doymam, susayan kanmanı sanır. Orada doyuncaya kadar yemek yiyebilirsin. Doğduğun yere bakma, doyduğun yere bak. kanmak anlamında: Bu insanlar doymak bilmez. tatmin olmak anlamında: [birleşikler ve deyimler | gözü doymak karnı doymak Çocukların karnı doydu mu? Abdalın karnı doyunca gözü kapıda olur. İnsanın, bunlarla karnı doymaz ki! doymamak [birleşikler ve deyimler| duvağına doymamak gençliğine doymamak tadına hiç doymamak insan bu keyfin tadına hiç doymuyor. doyulmak Hiç iki sandviçle doyulur mu? doyulmamak doyum olmamak (bir şeye) Size doyulmaz. Tadına doyum olmaz. Oranın güzelliğine doyum olmaz. Size doyum olmaz. doyurmak, açlığını gidermek: Birkaç sandviç beni doyurmaz. to reach a peak [pi:k]. to make friends. to be/become friends. I'm a friend of the Evrens. An old enemy will never be a true friend. An enemy to the forefathers will never be a friend to the son. People in trouble have no friends. Wealth can be one's best friend as well as one's worst enemy. Dead men and the absent are always in the wrong. to be a sincere friend [sinsi:]. to be a fair weather friend [fe:]. to be a friend in need [ni:d]. to be friends (with). to file [fayl]. to be filed [fayld]. All these must be filed away. to be satiated [sey§ieytid]. to eat/have one's f i l l . Thank you, I had my fill. The hungry think they'll never have enough to eat, the thirsty not enough to drink. You can eat there to your heart's content. Home is where one is fed not where one is born. to be satiated [seysjeytid]. These people are insatiable [inseysj:bil]. to be satisfied [se:tisfaydj. to be quite satisfied, to eat one's f i l l . Have the children eaten their fill? After an opportunist gets what he wants he'll move somewhere else. You can't satisfy your hunger with these. to be unsatiated [anseysieytid]. to be widowed young [widoud]. to die young [day]. not to pall on one [po:l]. This delight never palls on one [dilayt]. to satisfy one's hunger [se:tisfay]. Is it possible to satisfy one's hunger with two sandwiches? not to have enough of [inaf]. One can't have enough of your company. not to have enough of. One can't have enough of it. (You never get tired of the scenery.) One can never have enough of your company. to fi l l up. A few sandwiches won't fill me up. doyurucu olmak 231 beslemek anlamında: geçindirmek anlamında: inandırıcı olmak: tatmin etmek anlamında: yaşamını sağlamak anlamında: yeterli olmak: kimya bakımından: (birleşikler ve deyimler | gözünü doyurmak (birinin) Gözünü toprak doyursun! insanın gözünü bir avuç toprak doyurur. karın doyurmak karnını doyurmak Kuru lâf katın doyurmaz. Boş lâf karın doyurmaz. Boş söz karın doyurmaz. Bu parayla biz ancak karnımızı doyurabiliriz. doyurucu olmak, yemek bakımından: tatminkâr anlamında: Bu cevap doyurucu olmaktan çok uzak. inandırıcı anlamında: dökmek, gözyaşı için: (bir kaba) boşaltmak anlamında: Elime biraz su döker misiniz? bir kabı boşaltmak anlamında: Kül tablasını dökebilir misiniz? bir kalıba döküm yapmak: kaza ile dökmek anlamında: Gazetenin üzerine sütü kim döktü? kızamık için: teninde kırmızı lekeler çıkmak: (saç için) salmak anlamında: sınıfta bırakmak anlamında: Hoca sınıfın yarısını döktü. sivilce için: tüy veya deri değiştirmek: ağaç yaprakları için: yılanın derisi için: [birleşikler ve deyimler [ alın teri dökmek ayağına su dökmek Ayağına sıcak su mu dökelim, soğuk su mu? bakla dökmek çıban dökmek çiçek dökmek dem dökmek denize dökmek Ucuza satmaktansa, elmaları denize döktüler. Nanköre iyilik etmek, gülsuyunu denize dökmektir. to nourish [narisj. to feed [fi:d]. to convince [kinvins], to satisfy [setisfay]. to support [sipo:t]. to satiate [seygieyt], to saturate [se:crreyt], to give a lot just to satisfy smb. (What a greedy person!) A handful of dust will satisfy the greedy in the grave [greyv]. to fi l l one's stomach [stamik]. Empty promises won't fill one's stomach. Empty words do not fill a stomach. (Fair words butter no parsnips [pa:snips].) to eat one's f i l l . (We can live only from hand to mouth with this money.) to be filling. to be satisfactory [setisfektiri]. This answer is far from being satisfactory. to be convincing [kmvinsing]. to shed. to pour [po:]. Could you pour some water on my hands? to empty [emti]. Could you empty the ashtray? to cast [ka:st]. to spill. Who has spilt the milk on the newspaper? to get measles [mi:ziz], to have spots break out [breyk aut]. to let the hair hang freely. to flunk [flank]. The teacher has flunked half of the class. to erupt [irapt]. to moult [moult], to shed, to cast off. to work hard. (How nice of you to come and see us!) to tell fortunes by throwing beans [fo:cmz], to be covered with boils [boylz]. to have small pox. to menstruate [menstru:eyt]. to dump into the sea [damp]. Rather than sell them cheap, they have dumped the apples into the sea. Kindness to ungrateful people is wasted kindness [kayndnis]. dökmek (derdini birine) 232 derdini dökmek (birine) dert dökmek dil dökmek diller dökmek ecel teri dökmek eline su dökmemek O sizin elinize asla su dökemez. göz nuru dökmek gözyaşı dökmek sahte gözyaşları dökmek harman dökmek helme dökmek hesaba dökmek içini dökmek Uzun süredir içimi dökmek istiyordum. işi -e dökmek işi alaya dökmek işi oyuna dökmek işi resmiyete dökmek işi şahsiyete dökmek kağıda dökmek Bütün bunları kağula dökmek gerek. kalıba dökmek kan dökmek kırıp dökmek kirlj çamaşırları ortaya dökmek köküne kibrit suyu dökmek kor dökmek kurşun dökmek kurt dökmek kurtlarını dökmek küçük su dökmek lokma dökmek lokmasını dökmek (birinin) mayın dökmek meydana dökmek ortaya dökmek para dökmek Bu projeye dünyanın parasını döktük. remil dökmek resmiyete dökmek (işi) sahte gözyaşı dökmek sayıp dökmek Karşılaştıkları tüm sorunları sayıp döktü. sevinçten gözyaşı dökmek soğuk ter dökmek sokağa dökmek halkı: para için: su dökmek büyük su dökmek: to pour out one's grief to smb [gri:fj. to talk about one's trouble [trabil]. to blandish [ble:ndisj. to try to persuade smb [pisweyd], to be in mortal fear [fi : ]. not to hold a candle to [kemdil]. He can't possibly hold a candle to you. to engage in eye-straining work [ingeyc]. to shed tears [ti:z]. to shed crocodile tears [kroktdayl]. to thresh. to become thick or jelly-like. to write out the financial aspect [fine:n§il]. to get it off one's chest [cest]. / wanted to get it off my chest for a long time. to turn smth into. to turn the matter into a joke [couk]. to take it as a game [geym]. to make it official [ifi§il]. to turn a matter into an attack on personalities. to put down in black and white. We must put down all this on paper. to cast [ka:st]. to shed blood [blad]. to destroy. to wash one's dirty linen in public [pablik]. to exterminate [iksto.nineyt]. to fashion a bed of glowing coal [koul]. to pour molten lead into cold water to break an evil spell. to pass worms [wb':mz]. to sow one's wild oats. to urinate [yurineyt]. to make pieces of fried batter for distribution. to make and distribute pieces of sweet fried batter in memory of a dead person. to lay mines [mayns]. to make smth public [pablik]. to disclose [disklouz]. to pour out money [po:]. We've poured out a lot of money into this project [procekt]. to tell fortune in sand [ftxcin]. to adopt an official attitude [e:tityu:d]. to shed crocodile tears [krokidayl]. to spill it out. He spilled out all the problems he faced. to weep for joy. to break out in a cold sweat [swet]. to cause the public to take to the streets. to throw money away. to urinate [yurineyt]. to empty the bowels [bawilz]. döktürmek 233 süt dökmüş kedi gibi olmak şahsiyete dökmek şakaya dökmek ter dökmek didinmek anlamında: tüy dökmek, kuşlar için: dört ayaklılar için: yaş dökmek yazıya dökmek Tekliflerini resmen yazıya dökmelerini istedik. yem dökmek yüzsuyu dökmek döktürmek, . 5/ vı için: döküm bakımından: yazı vs. için: *soğuk terler döktürmek dökülmek, akarsular için: çok eskimiş anlamında: döküm söz konusu ise: harap durumda olmak: meyve için: Fırtınada meyvelerin çoğu döküldü, perişan durumda olmak: saç için: Saçları üstten çok döküldü. sınav için: Bütün sınıf sınavda döküldü. sıvı için: taşmak anlamında: yaprak için: yemek ve gıda için: Okulda çok fazla yemek dökülüyor. |birleşikler ve deyimleri ağzından dökülmek Ağzından dökülüyor. başından aşağı kaynar sular dökülmek Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. denize dökülmek dişleri dökülmek Dişlerinin yarısı dökülmüş. kırılıp dökülmek, kibar görünmeye çalışmak: çok eskimek anlamında: kırıklık duymak: ortaya dökülmek pul pul dökülmek saçı dökülmek saçılıp dökülmek sapır sapır dökülmek to keep quiet with a guilty conscience [konsins] to personalize (a discussion) [po:smalayz], to turn smth into a joke [couk], to sweat [swet], to toil [toyl], to moult, to shed. to shed tears [ti:z], to put into writing [rayting]. We asked them to put their proposals down officially in black and white. to make empty promises. to humiliate oneself [hyuimilieyt], to have smth poured [po:d], to have smth cast [ka:st], to write /speak well and easily. to make smb break out in a cold sweat. to empty into [empti]. to fall apart [ipa:t]. to be cast [ka:st]. to be in ruin, to drop off. Most of the fruit dropped off in the storm. to be miserable [miznbil]. to thin out. His hair has become very thin at the top. to fail, to flunk [flank]. The whole class flunked the exam [flankt]. to be poured [po:d]. to spill over. to be shed. to be thrown away. Too much food is thrown away at school. to talk unwillingly. He is saying it half-heartedly [ha:f ha:tidli]. to have a terrible shock. / got a terrible shock. I felt very ashamed and ill at ease [i:z]. to run into the sea. to lose one's teeth [lu:z]. He has lost half his teeth. to act in a refined way [rifaynd]. to fall apart [ipa:t]. to ache all over [eyk], to be revealed [rividd], to flake off [fleyk], to lose one's hair [lu:z], to spare no expense [spe:]. to fall in great quantities. dökümünü yapmak 234 sokağa dökülmek işaret verilince, halk sokağa döküldü. tepesinden aşağı kaynar sular dökülmek tohumu dökülmek üstü başı dökülmek üstünden dökülmek yollara dökülmek Bu palto üstünden dökülüyor. O gece hepimiz yollara döküldük. dökümünü yapmak Kartlardaki tüm adların dökümünü yapın. dökünmek *soyunup dökünmek döllemek döllenmek döndürmek, dönmesini sağlamak: eksen el rafın da...: geri çevirmek anlamında: içi dışına çevirmek: kararından...: yönetmek anlamında: Bu işi tek başına döndürüyor. | birleşikler ve deyimler] başını döndürmek Bu gürültü başımı döndürüyor. Başarısı, başını döndürdü. curcunaya döndürmek çorbaya döndürmek dalavere döndürmek fırıl fırıl döndürmek fırıldak döndürmek ırgat pazarına döndürmek döneklik etmek dönelmek dönenmek dönmek, andırmak, benzemek anlamında: Burası anaokuluna döndü. Bu iş karnavala döndü. Sudan çıkmış balığa döndüm. Mal bulmuş mağribiye döndü, ara verilen bir şeye...: çekip çevirmek anlamında: Taşıma suyla değirmen dönmez. Bu ev acaba nasıl döner, bilen var mı? değişmek anlamında: Hava döndü. din değiştirmek anlamında: dolan, dalavere söz konusuysa: Burada neler dönüyor? Burada bir şeyler dönüyor. Ortada bir şeyler dönüyor. Burada neler döndüğünü pekala biliyoruz. to rush out into the streets. At the signal, the people took to the streets. to be left stunned [stand]. to reach menopause. to be in tatters. (for clothes) not to suit well [syu:t]. This overcoat is too big for you. to come out into the streets. That night everyone came out into the streets. to list. List all the names on the cards [ka:dz]. to throw water over oneself, to change with comfortable clothes [kamfitibl]. to inseminate [insemineyt]. to be inseminated [insemineytid]. to turn round, to rotate [routeyt]. to send back, to turn inside out. to make smb reverse their decision [desijin], to run. He runs the business by himself. to make one's head spin. This noise is making my head spin. to go to one's head. His success went to his head. to raise an uproar [apro:]. to make a mess of smth. to intrigue [intri:g]. to spin. to intrigue against, to mess up. to go back on one's word, to begin to decline [diklayn]. to mi l l around. to turn into [to:n], to become. This place has turned into a nursery school. This thing has turned into a carnival [kamivil]. (/ feel like a fish out of water.) (He was overjoyed [ouvijoyd].) to return to [rito:n]. to run. Mills will not run on carried water. Does anyone know how this house is run? to change [ceync]. The weather has changed. to convert to [kinvo:t]. to be afoot [ifu:t]. What's afoot here? Something is afoot here. (There is something going in the air.) We know pretty well what's going on here. dönmek 235 etrafında hareket etmek: geri çevrilmek anlamında: geri gelmek/gitmek anlamında: Ben oraya katiyyen dönmem. Bunlar tekrar işlerine dönemezler mi? Yakında dönerim. Şimdi burada değil, saat 4'te döner. Saat beşten önce dönmez. Cuma'ya kadar dönmezler. Bir polis memuru ile birlikte döndü. Kimse yaya dönmek istemiyor. Erken yol alan, çabuk döner. Yanlış hesap Bağdat'tan döner. kendi ekseni üzerinde...: Çok hızlı dönüyor. Hikaye bir CIA ajanı etrafında dönüyor. Dökme su ile değirmen dönmez. sapmak anlamında: söz, anlaşma vs. için: Bir anlaşmadan, dönmeniz mümkün değil. kişiler için: yön bakımından: Işıklarda sağa dönünüz. yol için: Üst geçitten sonra yol sağa dönüyor. |birleşikler ve deyimleri Ölmek var dönmek yok. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Dönüp dönüp aynı şeyi tekrarlıyorsun. adama dönmek aleyhine dönmek arapsaçına dönmek arkasını dönmek Arkamı döner dönmez... birisine arkasını dönmek başı dönmek başladığı yere dönmek Başladığımız noktaya döndük. beyninden vurulmuşa dönmek bostan beygiri gibi dönmek yürüyüş bakımından: iş bakımından: cin çarpmışa dönmek çeteleye dönmek çorbaya dönmek çılgına dönmek çöle dönmek çöpe dönmek davula dönmek to turn round [to:n]. to be sent back, to come/go back. never go back there. Can't they go back to work? to be back. I'll be back soon. He's out, he'll be back at four. He won't be back before five. to get back. They won't get back before Friday. to return [rito:n]. He returned accompanied by a police officer. Nobody wants to walk back. (The sooner you start the sooner you finish.) (An error will sooner or later come to light.) to spin. It's spinning too fast. to revolve. The story revolves around a CIA agent[eycm\]. (You can't turn the wheel of a mill with water from pails [peylz].) to swerve [swo:v]. to back out. You can't possibly back out of an agreement. to turn into/to become, to turn [to:]. Turn right at the lights. to bend. The road bends to the right after the overpass. There's no turning back even if it means death. We shall go about our task, come what may. You keep repeating the same thing. to become presentable [prizentibil]. to turn to one's disadvantage [disidvamtic]. to turn into a mess. to turn one's back. The moment I turned my back... to turn one's back on. to feel giddy/dizzy. to be back where one was. We are back just where we were. to be thunderstruck [thandistrak]. to walk aimlessly round and round. to get caught in a routine job [ko:t]. to be overwhelmed (by one's troubles). to be very nicked and cut. to become a mess. to be enraged [inreycd]. to turn into waste land [weyst]. to get very thin. to swell. dönmek (deliye) 236 deliye dönmek Annesi, üzüntüsünden deliye dönmüştü. denizden çıkmış balığa dönmek dili dönmek Dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. dininden dönmek Hâlâ dininden dönen insanlar var. dolap beygiri gibi dönüp durmak dolap dönmek Burada bir dolap dönüyor. dönüp durmak dört dönmek dut yemiş bülbüle dönmek eli boş dönmek eski alışkanlıklarına dönmek eski haline dönmek etrafında dört dönmek fırıl fırıl dönmek geri dönmek, Atılan ok, geri dönmez. Baktın deli, dön geri. Önde bir bariyer var, geri dönün. araba ile: yürüyerek: Yaya dönmek zorunda kaldık. tersyüz geri dönmek: gözleri dönmek gözleri kan çanağına dönmek gözü dönmek halvete dönmek havraya dönmek hiddetten çılgına dönmek iğne ipliğe dönmek ikrardan dönmek kadınlar hamamına dönmek kafası dönmek kalbura dönmek Zavallı adam kalbura dündü. kefekiye dönmek kömürcü çırağına dönmek köşeyi dönmek kuşa dönmek mahalle kahvesine dönmek mal bulmuş mağribiye dönmek maymuna dönmek gülünç duruma düşmek: uslanmak anlamında: mezbahaya dönmek muma dönmek to be beside oneself [bisayd]. His mother was beside herself with grief. to feel like a fish out of water. to be able to explain one's aim well. / tried to explain as best as I could. to abjure one's religion [rilicm]. People still abjure their religion [ibeur]. to be caught in a monotonous routine. to be afoot [ifu:t]. There's something afoot here. to mi l l around. to search everywhere for [so:c]. to be tongue-tied [tangtayd]. to return empty-handed. to fall back to one's old habits. to revert to [rivckt]. to hover around smb [hovi]. to spin like a teetotum. (What's done cannot be undone [andan].) Avoid crazy people [kreyzi]. to be back [be:k]. The manager will be back soon. to return [rito:n]. One day we shall return to see these beautiful places again. to turn back [to:n]. There's a roadblock ahead, turn back. to drive back. to walk back. We had to walk back. to return empty-handed. to be furious with anger [e:ngi], to have bloodshot eyes. to be blind with anger [blaynd]. to become very hot. to become crowded and noisy. to be mad with rage [reyc]. to become skin and bones [bounz]. to withdraw one's promise. to become very noisy. to feel dizzy. to be riddled [ridild]. The poor fellow was riddled with bullets. to become riddled with holes. to get black with grime [graym], to turn the corner [ko:ni]. to be messed up while being shortened. to become disorderly [diso:diIi]. to be overjoyed [ouvicoyd]. to become ridiculous [ridikyulis]. to become tame [teym]. to become a scene of carnage [kamic]. to become subdued [sibdyu:d]. Müdür birazdan geri döner. Bir gün bu güzel yerleri yeniden görmek için geri döneceğiz. dönmek/dönmemek 237 nişandan dönmek öfkeden deliye dönmek papaza dönmek para dönmek Burada büyük paralar dönüyor. postekiye dönmek sadete dönmek sağa/sola dönmek sıçana dönmek sözünden dönmek Hayatta sözümden dönmemişim. Artık sözünden dönemezsin. sudan çıkmış balığa dönmek suyu çekilmiş değirmene dönmek şansı dönmek talihi iyiyken kötü olmak: talihi kötüyken iyi olmak: şaşkın şaşkın dönmek şaşkına dönmek tersi dönmek tersine dönmek tersyüzüne dönmek topaç gibi dönmek verilen sözden dönmek Verdiğim sözden dönmeyeceğim. Hükümet, işçilere verdiği sözden dönemez. virajı dönmek yatakta dönüp durmak Bütün gece yatakta dönüp durdum. yaya dönmek Korkarım, yaya dönmek zorundayız. yangın yerine dönmek yemininden dönmek yıldırımla vurulmuşa dönmek yüzgeri dönmek dönmemek [birleşikler ve deyimleri dediğinden dönmemek Delillere rağmen dediklerinden dönmediler. dili dönmemek, amacını anlatamamak anlamında: telâffuz edememek anlamında: sözünden dönmemek Biz sözümüzden dönmeyiz. İnşallah sözlerinden dönmezler. dönülmek, geriye doğru: Zararın neresinden dönülse kârdır. sağa veya sola doğru: Sağa dönülmez. Buradan sola dönülmez. to break off an engagement [ingeycmint], to be beside oneself. to be badly in need of a hair cut. (for bribes) to be given. Huge bribes are given here [braybz]. to become battered [be:ttrd]. to return to the point. to turn to the right/left. to get soaked to the skin [soukt]. to go back on one's word. / have never gone back on my word. to retract [ritre:kt]. You can't retract now. to be like a fish out of water. to become completely useless. (one's luck) to take a turn for the worse, (one's luck) to take a turn for the better, to mill around. to be dumfounded [damfaundid]. to lose one's bearings [be:ringz]. to take a bad turn [tb:n]. to turn back, to spin like a top. to back down. I'm not going to back down on my promise. The government can't draw back from what it promised the workers. to go round a bend. to roll and toss in bed. / tossed in bed all night long [tost]. to walk back. I'm afraid we have to walk back. to turn into a madhouse. to break a vow [vau]. to be thunderstruck [thandistrak]. to face about [feys]. to stick to one's guns [ganz]. They stuck to their guns in spite of the evidence. to be unable to explain one's aim well. to be unable to pronounce [pnnauns] a word. to stand by one's word. We shall stand by our word. to keep one's word. / hope they will keep their word. to go back. (It's never too late to mend.) to turn. No right turn. You can't turn left from here. dönüm noktasında olmak 238 dönüm noktasında olmak Türkiye bugün dönüm noktasındadır. dönüş yapmak Ringden uzak birkaç yıldan sonra, bir dönüş yapmak istiyor. Bu merhaleden sonra, hükümet artış dönüş yapamaz. *kesin dönüş yapmak Birçok işçi kesin dönüş yapma hazırlığı içindedir. *U dönüşü yapmak dönüşmek *altma dönüşmek *etrafmda fır dönüşmek dönüştürmek dönüştürülmek Eski saray bir otele dönüştürülüyor. dört köşe olmak dörtlemek döşemek, genel anlamda kaplamak: boru vs için: halı vs. için: bir evi gerekli eşya ile: kaldırım taşı için: 1 yaymak anlamında: | birleşikler ve deyimler j boru döşemek çakıl döşemek dayayıp döşemek demiryolu döşemek döşek döşemek halı döşemek kablo döşemek kaldırım döşemek karo döşemek muşamba döşemek parke döşemek döşenmek, azarlamak anlamında: genel anlamda: ev için: halı vs. için: döşetmek, bir yeri: birisine: dövdürmek dövdürtmek dövme yapmak dövmek, dalgalar için: halı, çamaşır vs. için: bir kişiyi: Onu karanlık bir sokakta fena halde dövdüler. to be at a turning-point. Turkey is at a turning-point today. to make a comeback. After years of absence from the ring, he wants to make a comeback. to draw back. The government can't draw back after this point. to make a definite comeback. Many workers are getting ready to make a definite comeback. to make/take a U-turn [yu:to:n]. to turn into. to turn to gold. to hover around [hovi], to transform smth into. to be converted into [kinvo:tid]. The old palace is being converted into a hotel. to be extremely pleased [pli:zd]. to make four. to cover [kavi]. to lay [ley], to spread [spred]. to furnish [fb:nisj. to pave [peyv]. to lay [ley]. to install plumbing [insto:l]. to pave with pebbles [pebilz]. to furnish a house completely. to lay down a railway. to spread a bed [spred]. to lay a carpet [ka:pet]. to lay a cable [keybil]. to lay down paving stones [peyving]. to pave with tiles [taylz]. to lay linoleum. to parquet [pa:kit]. to scold [skold]. - to be laid down [led], to be furnished [fo:ni§t]. to be spread [spred]. to have smth furnished, to have smb furnish smth. to have smb beaten [bi:tin]. to have smb beat smb [bi:t]. to tattoo [te:tu:]. to pound [paund]. to beat [bi:t]. to beat up. They beat him up badly in a dark street [bi:t]. dövülmek 239 metal için çekiçle vurmak: tahıl için: topa tutmak anlamında: Toplar bütün gün surları dövüp durdu. toz durumuna getirmek: sopa ile...: yumurta vs. için çırpmak: Ibirleşikler ve deyimleri Eşeğe gücü yetmeyen, semerini döver. Kedinin kabahatim önüne koyarlar, öyle döverler. Eli bağlı olanı kim olsa döver. başım dövmek demir dövmek dizlerini dövmek Kızını dövmeyen, dizini döver. evire çevire dövmek harman dövmek Harman dövmek keçinin işi değil. havanda su dövmek Onun tek yaptığı, havanda su dövmektir. eşek sudan gelinceye kadar dövmek kahve dövmek öldüresiye dövmek tepesinde havan dövmek dövülmek Demir tavında dövülür. dövünmek *boşuna dövünmek dövüşmek İnsan kardeşiyle dövüşür mü? | birleşikler ve deyimler | kıran kırana dövüşmek kıyasıya dövüşmek Kıyasıya dövüşmeye kararlıyız. sonuna kadar dövüşmek teke tek dövüşmek dövüştürmek *atla arpayı dövüştürmek dramatize etmek dua etmek Yatmadan önce her gece dua ederim. Allah'a..: Savaşın bitmesi için Allah'a dua ettik. yemekten önce şükran duası: işlerin iyi gitmesi için: Dua edelim ki, eczane açık olsun. *hayır dua etmek duba gibi olmak dublaj yapmak duble etmek (giysiler için) duçar olmak to forge [fox], to thresh [thre:§]. to shell, to pound at. All day long the guns pounded at the walls. to pound [paund]. to flog. to beat [bi:t]. He that cannot beat his donkey will take his revenge on the saddle [sedil]. (One should know exactly why one is being punished [pani§t].j Anyone will hit a person whose hands are tied. to pound one's head in despair [dispe:]. to work iron [ayin]. to repent bitterly. (Spare the rod and spoil the child.) to thrash soundly [saundli]. to thresh grain [greyn]. (Important jobs need qualified people.) to beat the air [e:]. All he is doing is merely beating the air. to give smb a good thrashing, to pound up coffee, to beat to death. to remind smb constantly of smth. to be beaten [bi.hn]. Strike the iron while it is hot. to beat one's breast [brest]. to cry over spilt milk. to have a fight, to fight [fayt]. Does one fight against a brother? to fight with all one's might [mayt], to fight to the bitter end. We are determined to fight it out to the bitter end. to fight to a finish. to fight man to man. to pit fighters against each other. to set friends at loggerheads. to dramatize [dra:mitayz]. to pray [prey], / pray every night before going to bed. to pray to God. We prayed to God that the war might end. to say grace [greys]. to keep one's fingers crossed [krost]. / hope the pharmacy is open, let's keep our fingers crossed [krost]. to bless. to be/become very fat. to dub [dab]. to line [layn] (a garment), to be exposed to [ikspouzed]. duldalamak 240 duldalamak duldalanmak dumanlamak, duman salmak anlamında: balık, et vs. için: dumanlı duruma getirmek: dumanlanmak, dumanlı duruma gelmek: et ve balık için: gözler için: *gözü dumanlanmak *kafası dumanlanmak dumanlı olmak, bulanık anlamında: dumanla örtülü olarak: sisle örtülü olarak: *gözü dumanlı olmak duraklamak, arada bir durmak anlamında: duraksamak anlamında: kısa bir süre için: Konuşmacı biraz durakladı, sonra sözlerine devam etti. durma noktasına gelmek: Bu bölümde iş, hiçbir zaman duraklamaz. duraklatmak duraksamak Görevimi gerektiği gibi duraksamadan yaptım. duralamak, arada bir durmak anlamında: kısa bir süre için durmak: durma noktasına gelmek: durdurmak, genel anlamında: Bu kanamayı mutlaka durdurmalıyız. Durdurun şunu. akış bakımından: Kazandaki sızıntıyı nasıl durdurabildiniz? Hükümet göçmen akınını durdurmaya kararlıdır. geçici olarak: Hükümet tüm ithalatı durdurmuştur. ödemeler vs. için: Tüm ödemeleri durdurun. trafik için: *işi durdurmak Kimse işi böyle durduramaz. Korkarım, yarın işi durduruyoruz. durmak beklemek anlamında: Durdu durdu, istediğini aldı. birinde veya bir yerde olmak: O bende duruyor. Kova, küçük dolapta durur. to shelter. to take refuge [refyux]. to smoke [smouk], give out smoke. to cure [kyu:]. to f i l l (a place) with smoke. to get smoky [smouki]. to be smoked [smoukt]. to become cloudy. to be blind with rage [reyc]. to become confused [kinfyu:zd]. to be turbid [tö:bid], to be smoky [smouki]. to be misty. to be blind with rage [blaynd] [reyc]. to stop once in a while [wayl]. to falter [fo:lti]. to pause [po:z]. The speaker paused for a while, then went on with his speech. to come to a stop/standstill. There is never a stoppage of work in this section. to bring smth to a stanstill. to hesitate [heziteyt]. I've carried out my task without hesitation [heziteyşın], to stop once in a while [way)], to pause [po:z]. to come to a stop. to stop. We must absolutely stop that bleeding. Stop it. to check [çek]. How were you able to check the leak in the boiler? The government is determined to check the flow of immigrants. to suspend [sispend]. The government has suspended all imports. to suspend. Suspend all payments. to hold up. to walk out. Nobody can just walk out like that. I'm afraid we are walking out tomorrow. to wait [weyt]. He got what he wanted after waiting long. to keep [ki:p]. I'm keeping it. The pail is kept in the small cupboard. durmak (bir şeyi yapıp) 241 bulunmak anlamında: O eski ev, orada hâlâ duruyor. dinmek anlamında: Rüzgar durdu. Deniz biraz durdu. Bu yağmurun duracağı yok. görünmek anlamında: Bu daha koyu gibi duruyor, hareketsiz kalmak anlamında: Annelerinin mezarının başında uzun müddet durdular. işlemez olmak anlamında: Tüm faaliyet durmuş durumda, kalmak anlamında: Orada fazla durmayacağız. kısa bir süre için: Nefes almak için biraz durduk. saat için: Saat yine durdu. son vermek anlamında (eylem için) Bu adamın duracağı yok. Neden durduk? Dur! Yağmur durdu. Ona sataşmadan duramıyorsun, değil mi? varlığını sürdürmek anlamında: Dünya durdukça. taşıt için: Otelin önünde durur musun? Lütfen köşede durur musunuz? yoluna ara vermek anlamında: Benzincide kısa bir süre için duracağız. Otobüsün geçtiğimiz durakta durmasını mı istiyordunuz? Araba, yolun ortasında duruverdi. Bazen çay için orada dururuz. |devamlılık belirten şekli) Hep bir şeyler yer durur. bir şeyi yapıp durmak Durmadan şunu tekrarlayıp durma. ağlayıp durmak Bu çocuk bütün gün ağlayıp duruyor. bakıp durmak dolaşıp durmak dönüp durmak Bütün gün dolap beygiri gibi dönüp durdu. düşünüp durmak kıpırdayıp durmak Öyle kıpırdayıp durma! konuşup durmak yanıp durmak yazıp durmak Bütün gün yazdı durdu. to be. The old house is still there. to die down [day]. The wind has died down [dayd]. The sea has died down a bit. This rain is not about to die down. to look. This one looks darker. to stand. They stood beside their mother's grave for a long time. to be at a standstill. All activities are at a standstill. to stay. We shan't stay long there. to pause [po:z]. We paused a little for breath [breth]. to run down. The clock has run down again [lgeyn]. to stop. That man is not about to stop. Why did ve stop? Stop! to cease [si:s]. The rain has ceased [si:st]. (You can't help teasing her, can you?) to last. As long as the world lasts. to pull up. Could you pull up in front of the hotel? Could you please pull up at the corner? to stop. We'll slop for a short time at the petrol station. Did you want the bus to stop at the previous bus stop? The car suddenly stopped in the middle of the road. We sometimes stop therefor some tea. She is always eating something. to keep/go on doing smth. Don't keep repeating that continually. to keep on crying [kraying]. That child keeps crying all day long. to keep on looking. to hang about. to wander about. He spent the whole day wandering about. to brood over [bru:d], to fidget [ficit]. Don't fidget. to keep on talking. to burn away [bo:n]. to keep on writing. He spent the whole day writing. durmak (aç) 242 | birleşikler ve deyimler | Dur bakalım, sen neden bahsediyorsun? Arkadaşlar ne güne duruyor? Koşmak şöyle dursun, burada yürümek imkansız. Akacak kan, damarda durmaz. Hak deyince, akan sular durur. Doğru söze akan sular durur. Durup dururken neden ayrılmak istesin? Ingilizceyi şöyle dursun, Türkçeyi doğru dürüst konuşamaz. aç durmak aklı durmak ayak parmakları üzerinde durmak ayakta durmak başında durmak birdenbire durmak boş durmak işsiz kalmak anlamında: çalışmamak anlamında: yapacak bir şeyi olmamak canlı durmak dengede durmak dışında durmak Bu işin dışında durmanı tavsiye ederim. dik durmak ' Boş çuval ayakta dik durmaz. dimdik durmak divan durmak doğru durmak, dik anlamında: uslu anlamında: el pençe divan durmak Bu adamın önünde bütün gün el pençe divan durmak mümkün değil. eli boş durmak ferma durmak geri durmak kaçınmak anlamında: çekilmek anlamında: Lütfen geri durun! güzel durmak ham armut gibi boğazına durmak hareketsiz durmak Çocukların mağazada hareketsiz durmaları zor. hazırol vaziyetinde durmak i ki ayağının üzerinde durmak iki ayağının üzerinde durmayı ne zaman öğreneceksin? kafası durmak karşı durmak kenarda durmak ortada durmak Kafam durdu. Yıllardır ortada duruyordu. Hold on! What are you talking about? What are friends for? It's impossible to walk here, let alone run. Blood fated to be shed will be shed. When truth has been expressed, there is nothing to add. It's useless to argue against truth. Why should he suddenly want to leave? He can't speak Turkish properly, let alone English. to go without food [fu:d]. to be dumbfounded [damfaundid]. to stand on tiptoe [tiptou]. to stand. to stand watch (over) [woe], to stop short. to be without a job/work, to remain idle [aydil]. to have no work to do. to be true to nature [neyci]. to balance [be:lms]. to keep out. / advise you to keep out of this. to stand upright [aprayt]. An empty sack cannot stand upright. to stand upright. to stand in a respectful position [pizisrn]. to stand upright [aprayt]. to keep quiet [kwayit], to be at the peck and call of smb. / can't possibly be at this man's peck and call all day. to remain idle [aydil]. to set. to abstain [lbsteyn]. to keep back. Please keep back! to become. to hinder smb's effort, to stand still. It is hard for children to stand still in a store [sto:]. to stand at attention [iten§in]. to stand on one's own feet. When are you going to learn to stand on your own feet? (one's mind) to be dead [ded]. My mind is dead. to resist [rizist]. to stand aside [isayd]. to lie around [lay iraund]. It has being lying around for years [laying]. durmak (put gibi) 243 put gibi durmak rahat durmak askerlikte: Rahat dur! hareketsiz anlamında: Lütfen rahat durunuz. uslu anlamında: sak durmak salta durmak selam durmak selama durmak sıkı durmak Sıkı durun! sırık gibi durmak sırt sırta durmak soğuk durmak sözünde durmak Ödeyeceğini söylediyse, sözünde durur. Sözlerinde durmaları önemlidir. su üzerinde durmak susta durmak, hayvanlar için: kişiler için: toy durmak tetikte durmak uslu durmak uzak durmak Bu garip insanlardan uzak dur. Belâdan uzak durmaya çalış. *dikkatlerden uzak durmak Bir müddet dikkatlerden uzak durmalısın. üstünde durmak üzerinde durmak Önemli değildi, ancak müdür bunun üzerinde durdu. Şu güven konusu üzerinde biraz duralım. Bu sorun üzerinde durursan, iyi edersin. *üzerinde uzun uzun durmak Bu konu üzerinde uzun uzun durmak isterim. vaadinde durmak yama gibi durmak to stand like a post [poust], to stand at ease [i:z]. At ease! not to fidget [ficit]. Please do not fidget. to behave oneself [biheyv], to be vigilant [vicihnt], to stand on its hind legs, to present arms. to rise respectfully [rispektfuli]. to hold fast. (Sit tight!) to stand like a post [poust]. to stand back to back. to keep/stand aloof [ilu:f]. to keep one's promise [promis]. If he said he would pay he'll keep his promise. to abide by one's word [ibayd]. Always abide by your word, come what may. to keep one's word. It's important that they keep their words. to keep one's head above water. to stand on its hind legs [haynd]. to stand to heel [hi:l]. to stand upright briefly [briifli]. to be vigilant [vicihnt]. to keep quiet [kwayit]. to steer clear of [kli:]. Keep clear of these strange people [streync]. to keep away. Keep away from the cages [keyciz]. to keep out of. Try to keep out of trouble [trabil]. to lie low [lay]. You should lie low for a while [wayl]. to give a matter a lot of thought [tho:t]. to insist. It wasn't important but the manager insisted on it. to stress on. This is the subject we should stress on. They lay too much stress on details [diteylz]. to stand on. Why does he stand so much on protocole? to concentrate on [konsintreyt]. We should concentrate more on function than on form [fanksm]. to dwell upon. Let's dwell a little on the subject of trust. You had better dwell on that problem. to enlarge upon [ Max] . I'd like to enlarge upon this subject. to fulfill one's promise [promis]. to look out of place [pleys]. Ne olursa olsun, daima sözünüzde durun. Kafeslerden uzak durunuz! Üzerinde durmanız gereken konu budur. Detaylar üzerinde çok duruyorlar. Protokol üzerinde neden bu kadar duruyor? Şekilden fazla, fonksiyon üzerinde daha fazla durmalıyız. durmamak 244 zınk diye durmak zihni durmak durmamak Ağrı hiç durmadı. [birleşikler ve deyimler] Bu çocuğun eli dursa, ayağı durmaz. Köpek bağlasan durmaz. Boş çuval ayakta durmaz. Yalan ile iman bir yerde durmaz. cebinde para durmamak Cebinde hiç para durmaz. bir dalda durmamak dili durmamak içi durmamak sözünde durmamak Bu ikinci defa sözünde durmadı. Ya sözünde durmazsa? Hiç bir zaman sözlerinde durmamışlardır. Neden sözünde durmadın? üstünde durmamak Üstünde durmaya değmez. üzerinde durmamak Muhalefet, skandal üzerinde durmadı. verilen sözde durmamak yerinde durmamak Öyle bir çocuk ki, yerinde durmaz. yüze duramamak duraksamak durulamak durulanmak durulaşmak durulmak, su vs. için: sükun bulmak anlamında: Ortalık duruldu. uslanmak anlamında: yağış, kar vs. için: dibe çökmek anlamında: durultmak durumda olmak Onları yargılayacak durumda değilim. Söyleyecek durumda değilim. Fiyatlar bu durumdayken, ucuz sayılır. Herkes yerini almış durumda. | birleşikler ve deyimler | avantajlı durumda olmak durmuş durumda olmak Başkentte hayat durmuş durumda. elverişsiz durumda olmak fena durumda olmak güç durumda olmak harap durumda olmak iyi durumda olmak to stop dead [ded]. (one's brain) to stop working. not to stop. The pain never stopped [stopt]. That child won't stay still for a minute. (It's not even fit for a dog to live in.) An empty sac will not stand upright. (Deceit and faith do not go together.) (for money) to burn a hole in one's pocket. Money burns a hole in his pocket [bo:nz]. to be fickle [fikil]. to talk incessantly [insesmtli]. to feel bound to do smth [baund]. to break one's promise [promis]. It's the second time he has broken his promise. (What if he doesn't keep his promise?) They have never abode by their promise [lboud]. to back down on one's promise. Why ever did you back down on your promise? to let it pass. It's not worth it, let it pass. to play down. The opposition played down the scandal. to break a promise [promis]. not to keep still. A boy who can't just keep still. to be unable to refuse [refyu:z]. to hesitate [heziteyt]. to rinse [rins]. to be rinsed [rinst]. to be clear [kl i : ]. to become clear and limpid. to quiet down, to become quiet [kwayit]. The situation has become quiet. to become calm. to subside [sibsayd]. to settle to the bottom [setil]. to make smth clear. to be in a position to [pizi§m]. I'm not in a position to judge them [cac]. I'm not in a position to say. (Prices being what they are, it's considered cheap.) (Everyone has taken their places.) to be in an advantageous position. to be at a standstill. Life is at a standstill in the capital. to be at a disadvantage [disidva:ntic]. to be in bad condition. to be in a jam [je:m]. to lie waste [lay weyst], to be in good condition [kmdi§in]. durumunda olmak 245 çok iyi durumda olmak kötü durumda olmak Ekonomi çok kötü durumda. daha kötü duruma gelmek: maddi durum bakımından: Bugün orta halli aileler daha kötü durumda. müşkül durumda olmak sıkışık durumda olmak şaşırmış durumda olmak zor durumda olmak para bakımından: durumunda olmak Bunu tartışacak durumunda değilsin. Hiçbir şey isteyecek durumunda değiller. Böyle bir şey yapacak durumunda değiliz. Bunu kabul etme veya reddetme yetki ve durumundadır. Senin durumunda olmak istemezdim. duruşmak duruvermek Otobüs yokuşta duruverdi. duş yapmak duşaklamak duvaklamak duvaklanmak duyarlı olmak Bu çocuklar çok duyarlı olurlar. duyarsız olmak Bu çocuk soğuğa karşı duyarsız. Bu insanlar hakarete karşı duyarsız. duyarsızlaşmak duyarsızlaştırmak duygulandırmak duygulanmak Sözlerinden çok duygulandım. iyiliğinden çok duygulandık. duygulu olmak *çelişik duygulu olmak duygusal olmak duygusu olmak Tuhaf bir duygum vardı. duygusuz olmak duymak, (ayrıca bak: duymamak) ses almak anlamında: Kedi en hafif sesi duyabiliyor. Bir çığlık duyar gibi oldum. Ben duymadan içeri girmiş, işitmek anlamında: Haberi duyunca surat astı. Kötü haberi duymuşsundur. Duyduklarıma göre, gelmeyecek. Senin hakkında kötü şeyler duyuyorum. to be in excellent state [eksilint]. to be in a sore state [so:]. The economy is in a sore state. to get worse, to be worse off. The middle class is worse off today. to be in a predicament [pridikimmt]. to be hard pressed [prest]. to be at a loss. to be in a difficult position [pizi§m]. to be hard up. to be in a position to [pizifin]. You're not in a position to argue about it. They are in no position to ask for anything. We are in no position to do such a thing. He is in a position to accept or refuse it. I wouldn't like to be in your position. to confront one another [kmfrant]. to stop suddenly [sadinli]. The bus suddenly stopped on the slope [sloup]. to have/take a shower [§awi]. to hobble [hobil]. to put the bridal veil on [braydil veyl]. to become a bride [brayd].. to be sensitive. These children are very sensitive. to be insensible [insensibil]. This child is insensible to cold. to be insensitive. These people are insensitive to insults. to be desensitized [disensitayzd], to desensitize [disensitayz]. to move [mu:v]. to be moved [mu:vd]. / was deeply moved by his remarks. to be touched [tact]. We were very touched by her kindness. to be emotional [imou§inil]. to be ambivalent [e:mbivihnt]. to be sentimental. to have a feeling [fi:ling]. / had a strange feeling. to be insensitive to. to hear [hi:]. The cat can hear the slightest sound. I thought I heard a scream [skri:m]. He went in without me hearing him. to hear. His face lengthened when he heard the news. You will have heard the bad news. From what I hear, he is not coming. I've been hearing things about you. duymak (acı) 246 öğrenmek anlamında: Bunu kimden duydun? Sağır sultan bile duydu. dokunma vs. duyularla ilgili: Hiç bir şey duymuyorum. sezmek anlamında: haber almak anlamında: idare bunu nasıl duydu? Bunu duyarsa, işimiz bitik. Bütün bu duyduklarım ne demek oluyor? I birleşikler ve deyimler | Duyduk duymadık demeyin! Bir elinin verdiğini öbür elin duymasın. acı duymak ağır duymak Kulakları ağır duyar. ağızdan çıkanı kulağı duymamak Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? alaka duymak endişe duymak Güvenliğinden bayağı endişe duyuyorum. gereksinme duymak Neden buna gereksinme duyuyorsun? gurur duymak ' Okulumla gurur duyuyorum. Başarımızla büyük gurur duyuyor. hayranlık duymak Ona büyük hayranlık duyuyoruz. haz duymak heyecan duymak hicap duymak huşu duymak Manzara karşısında büyük huşu duyduk. ıstırap duymak ihtiyaç duymak Bir çocuk, bir adamınki kadar yiyeceğe ihtiyaç duymaz. ilgi duymak istek duymak kıvanç duymak Talebelerimle kıvanç duyuyorum. kuşku duymak Onun hakkında neden kuşku duyuyorsun? Şirketin geleceğinden kuşku duymaktayım. memnunluk duymak minnet duymak nedamet duymak onur duymak özlem duymak Deniz kenarındaki kasabama özlem duyuyorum. Sakin bir hayata daima özlem duymuştur. övünç duymak to hear. Who did you hear it from? Everyone has heard and known about it. to feel [fi : l ]. / don't feel anything. to sense [sens], to get wind of. How did the management get wind of that? to hear. // he hears of this we have had it. What's all this I've been hearing? Do not claim later not to have heard. One should not talk about the help given. to suffer [safi]. to be hard of hearing. He is hard of hearing. not to realize what one is saying. Do you hear what you're saying? to be interested in. to be concerned for [kinso:nd]. I'm quite concerned for her safety [seyfti], to need. Why do you need it? to feel proud of [praud]. / feel proud of my school. to take pride in [prayd]. He takes great pride in our achievement. to feel admiration for [e:dmirey§m]. We admire him very much [ldmayi]. to feel great pleasure [pleji]. to get a kick out of [kik]. to feel ashamed [íseymd]. to be in awe [o:]. We were all awed by the sight. to suffer [safi]. to feel the need for. A child doesn't need as much food as a man. to be interested in. to feel a desire for [dizayi]. to take pride in [prayd]. / take pride in my students [styu.'dmts]. to feel suspicious [sispi§is]. Why do you feel suspicious about him? to take a dim view of. / take a dim view of the company's future. to take pleasure [pleji] in. to feel an obligation [obligey^in]. to regret. to feel honoured [omd]. to long for. / long for my town on the sea coast. She has always longed for a quiet life. to feel proud of [praud]. duymak/duymamak 247 pişmanlık duymak Yaptıklarımdan dolayı pişmanlık duymuyorum. rahatsızlık duymak sahne korkusu duymak saygı duymak Bu hükümete hiç saygı duymuyorum. Hepimiz ona saygı duyardık. sempati duymak yakınlık anlamında: şükran duymak utanç duymak Bir Alman olarak utanç duyuyorum. üzüntü duymak Yaptıklarından dolayı üzüntü duymuyor mu? Yardım edememekten üzüntü duyarım. vicdan azabı duymak yakınlık duymak yokluğu duymak zevk duymak Golf oynamaktan zevk duymuyorum. duymamak Ben bunu duymamış olayım. Sağırdır, sizi duyamaz. Sağır duymaz, uydururmuş. * ağzından çıkanı kulağı duymamak Ağzından çıkanı kulağın duymuyor. *ruhu bile duymamak Ruhları bile duymaz. duymamazlıktan gelmek duyulmak, işitilmek anlamında: Şimdiye kadar böyle bir şey duyulmuş değil. Bu ne duyulmuş ne de görülmüş. Onun birine küfretmesi duyulmuş değil. meydana çıkmak: Kara haber tez duyulur. Kötü haber çabuk duyulur. duyurmak *sesini duyurmak Sonunda sesimi duyurabildim. duyurulmak Bu, kimseye duruyulmayacak. düello yapmak *söz düellosu yapmak düğmelemek düğüm olmak düğümlemek düğümlenmek sorunlar bakımından: Maalesef görüşmeler düğümlendi. *boğazı düğümlenmek Mektubu okurken boğazım düğümlendi. düğün etmek to feel regret. I feel no regret for what I have done. to feel i l l at ease [i:z], to feel stage fright [frayt]. to feel respect for [rispekt]. / don't feel any respect for this government. We all respected him. to feel sympathy for [simpithi]. to feel attracted to [itre:ktid], to feel grateful [greytful], to feel ashamed [iseymd]. As a German I feel ashamed. to feel sorry for. Doesn't he feel sorry for what he has done? I'd hate not to be able to help [heyt]. to feel remorse [rimo:s]. to feel close to [klous]. to miss. to enjoy. / don't enjoy playing golf. not to hear [hi:]. I'll pretend not to have heard it [hd.d]. He is deaf, he can't hear you [def]. What a deaf person will say is what he or she thinks he or she has heard. not to realize what one is saying [riyilayz]. You don't realize what you're saying. not to notice anything [noutis]. They won't even notice a thing. to turn a deaf ear. to be heard [ho.d]. Such a thing has never been heard of up to now. This is unheard of [anho:d]. He was never heard cursing anyone [ko:sing]. to transpire [tremspayi]. (Bad news travels fast.) (Bad news spreads fast.) to announce [inauns]. to make oneself heard. / managed finally to make myself heard. to be announced [maunst]. Nobody is to hear of this. to have a duel [dyu:wil]. to have a duel of words. to button up [batin]. to become knotted [notid]. to knot [not]. to become knotted. to be tangled [temgild]. Unfortunately the negotiations became tangled. to have a lump in one's throat [throut]. As I read the letter I had a lump in my throat. to rejoice [rijoys]. düğün bayram etmek 248 düğün bayram etmek Kambersiz düğün olmaz. dümdüz etmek dümtek yapmak dürmek dürüm dürüm dürmek dürtmek, hafifçe itmek anlamında: tahrik etmek anlamında: dirsekle...: para için: Para onu dürttü. *şeytan dürtmek dürtüklemek harekele geçirmek anlamında: dürtülmek, itilmek anlamında: tahrik edilmek anlamında: dürtüşmek dürtüştürmek dürülmek dürüst olmak Eski düşman dost olmaz, olsa da dürüst olmaz. Kendine karşı dürüst olmaya çalış. düşeyazmak düş kırıcı olmak düşkün olmak Korkarım arkadaşınız uyuşturucu maddeye düşkündür. Çocuklarına çok düşkündür. Kızımız bebeğine çok düşkündür. İçkiye düşkündür. [birleşikler ve deyimler] boğazına düşkün olmak canına düşkün olmak fırsat düşkünü olmak içkiye düşkün olmak kadın düşkünü olmak kıyafetine düşkün olmak kumara düşkün olmak nefsine düşkün olmak tatlıya düşkün olmak Aşırı derecede tatlıya düşkündür. düşkünleşmek düşlemek düşman olmak Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Silah, sahibine bile düşmandır. Mal, adama hem dost, hem düşmandır. Eski dost düşman olmaz. Atasına düşman olan, evladına dost olmaz. to feast [fi:st]. We can't possibly leave him out. to flatten [fletin]. to keep time, to roll smth up. to roll smth up. to prod [prod], to incite [insayt], to elbow. to burn a hole in one's pocket. Money burnt a hole in his pocket. to be tempted to do smth [temptid]. to prod continually [kmtinyuwih]. to goad [goud]. to be prodded [prodid]. to be incited [insaytid], to prod one another [inathi]. to keep goading smb. to be rolled up. to be honest [onist]. Do not trust an old enemy who has become a friend. Try to be true to yourself. to be on the verge of falling [vo:c]. to be disappointing [disipoynting]. to be addicted to [e:diktid]. I'm afraid your friend is addicted to drugs. to be attached to [ite:ct]. She is very attached to her children. to be in love with. Our daughter is in love with her doll. to be given to. He's given to driking. to be fond of good food. to take a great care of oneself. to be an opportunist [opityu:nist]. to be addicted to drink [erdiktid]. to be a womanizer [wuminayzi]. to be particular about one's dress [pitikyuli]. to be addicted to gambling [ge:mbling], to be self-indulgent [indalcint]. to have a sweet tooth [swi:t tu:th]. He indulges too much in sweet things [indalciz]. to fall upon hard times [taymz]. to dream of [dri:m]. to be/become an enemy [enimi]. (People hate what they can't understand.) A weapon can be the enemy even of its owner. Wealth can be one's best friend as well as one's enemy. Once a friend, always a friend. An enemy to the forefathers cannot be a friend to the son. düşmek 249 Bu çocuk, bir gün sana düşman olacaktır. Hükümdar bu ulusal savaşın amansız bir düşmanı oldu. [birleşikler ve deyimleri birbirlerine düşman olmak Sakın aldanma, bu ikisi birbirlerine düşmandır. can düşmanı olmak Bu iki aile birbirinin can düşmanı. pilav düşmanı olmak düşmek, aşağıya doğru inmek anlamında: Çatıdan bir şey düştü. Kapıdan atsalar, bacadan düşer. Armut, dalının dibine düşer, iğne atsan, yere düşmez. Armut piş, ağzıma düş. Damdan düşen, damdan düşenin halini bilir. ateş, basınç için: Ha düştü, ha düşecek. Ateşi düştü. birden düşmek anlamında: Bildiriden sonra araba fiyatları birden düştü. bebek için: fiyat için: Şu anda bütün fiyatlar düşüyor. güçsüz ve yoksul düşmek anlamında: Düşmez kalkmaz bir Allah var. Kendi düşen ağlamaz. hapishane vs. gibi yerlere: hesaptan çıkarmak anlamında: Masraflar düştükten sonra... hızlı ve ani bir düşüş için: Bu sabah borsada fiyatlar birden düştü. hükümet sözkonusu ise: kelime için: eksik kalmak Burada üç kelime düşmüştür. kayık vs.den düşmek: Kayıktan nasıl düştü? iktidardan...: payına denk gelmek anlamında: Herkese iki defter düşüyor. Dazlayan daza düşer, kel başlı kıza düşer. sarkmak anlamında: Bu pantolon devamlı düşüyor. satışlar için: Bu mevsim nedense satışlar çok düştü. sıcaklık vs. için: One day that boy will turn against you. The sovereign became the inexorable enemy of the national struggle [ineksmbil]. to hate each other [heyt]. (Don't be deceived, there is no love lost between these two.) to be mortal enemies. These two families are bitter enemies. to be a great rice eater. to fall down [fo:l]. Something fell from the roof [ru:f]. (You can't get rid of this man.) (A child will resemble his ancestors.) (It's very crowded.) To expect things to fall into one's lap. Only those who have suffered similar misfortunes will understand. It may fall any moment [moummt]. to go down. His fever is down. to slump [slamp]. After the announcement prices of cars have slumped. to be aborted [ibo:tid]. to fall, to go down. All the prices are going down at the moment. to fall on hard times. God alone is immune from the vicissitudes of life [visisityu:d]. Everyone has to bear the consequence of their acts [konsikwms]. to end up in. to deduct [didakt]. After deducing the expenses... [didyu:sing], to tumble down [tambil]. Prices on the stock exchange have tumbled down this morning. to be brought down [bro:t]. to be left out. Three words have been left out here. to fall out of. How did she fall out of the boat [bout]? to fall from power [pawi]. to fall to one's lot. (Everyone will get two books.) Fastidious people will end up getting what they have sought to avoid [ívoyd], to sag. These trousers keep falling. to drop off. Sales have dropped off dramatically this year. to decrease [di:kri:s]. düşmek (açmaza) 250 şehir, kale vs. için: tarih söz konusu ise: Cumaya düşüyor. yağmak anlamında: Buraya bir damla yağmur düşmedi. ver bakımından: Karakolun soluna düşüyor. Caddenin biraz aşağısına düşer. Balmumcu ne yana düşer? Yolun bu tarafına düşer. yere çakılmak anlamında: Geçen hafta aynı tipten bir uçak denize düşmüştü. yere yıkılmak anlamında: Ayağı kayıp düştü. Merkep bile bir düştüğü yere bir daha düşmez. Üflesen düşecektim. | birleşikler ve deyimler j Haddine mi düştü? Ne hale düştük? Suratından düşen bin parça. Tasası ona mı düştü? Ne yayacağımızı bilemez duruma düştük. Hık demiş burnundan düşmüş. Sana mı düşmüş? açmaza düşmek adamına düşmek Tam adamına düştün. ağma düşmek ağıza düşmek alacağı düşmek arda düşmek ardına düşmek arka üstü düşmek arkasına düşmek aşağı düşmek fiyatlar için: Fiyatlar çok aşağı düştü. aşağıya düşmek ateşi düşmek Ateşi düştü. ayağa düşmek ayakları üstüne düşmek aykırı düşmek başı derde düşmek başının derdine düşmek baygın düşmek ben düşmek birbirine düşmek birisine düşmek Haberi vermek bana düştü. Bunu söylemek size düşmez. to fall [fori], to fall on. It falls on Friday [fraydi]. to fall, to drop. Not a drop of rain fell here. to lie [lay]. It lies on the left of the police station. It's a little further down the street. Whereabouts is Balmumcu? It's on this side of the road. to crash [kre:sj. Last month an aircraft of the same type crashed into the sea. to fall. He slipped and fell [slipt]. The ass itself will not fall twice on the same spot. You could have knocked me with a feather. Who does he think he is? What has befallen us? She was very sour-faced [feyst]. Why should he worry? We were at a loss what to do. He is a chip of the old block. Is it incumbent on you [inkambmt]? to fall into a trap. to find the right man. You found the very man for the job [faund], to be trapped [tre:pt]. to be in everybody's mouth [mauth]. to begin to ripen [raypin]. to lag behind. to fall behind. to fall on one's back. to pursue [pisyu:]. to fall. to decline [diklayn]. Prices have declined sharply [praysiz]. to fall down. to have one's fever go down. His fever is down [fi:vi]. to get into the hands of the rabble [re:bil]. to fall on one's feet. to be contrary [kontnri]. to get into trouble [trabil]. to have enough trouble of one's own. to get very tired [tayid]. to develop. to start quarrelling. to fall on smb. It fell on me to announce the news. to be for smb to. It's not for you to say it. düşmek (bîtap) 251 Ne yapmaları gerektiğini söylemek bize düşmez. Başbakanınızı yargılamak bana düşmez. devralmak/devretmek suretiyle: Burasını idare etmek artık sizlere düşüyor. bîtap düşmek bitkin düşmek boğaz derdine düşmek bunalıma düşmek burnu düşmek (koklayanın) Bu öyle bir koku ki, koklayanın burnu düşer. burnundan düşmek Hık demiş, babasının burnundan düşmüş. Burnundan düşen bin parça. can derdine düşmek can kaygısına düşmek cansız düşmek cemre düşmek cup diye düşmek cüda düşmek çamura düşmek çaptan düşmek çarpıp düşmek Karanlıkta bir sehpaya çarpıp düştüm. çığ düşmek çiğ düşmek çukura düşmek (mecazi anlamda) dalâlete düşmek dara düşmek (başı) dara düşmek darasını düşmek darlara düşmek darlığa düşmek Güvenme varlığa, düşersin darlığa. değerden düşmek değeri düşmek dehşete düşmek Herkes dehşete düşmüştü. Silahlı adamlar karşısında çocuklar dehşete düştüler. denize düşmek Denize düşen yılana sarılır. derde düşmek derdine düşmek bir şeyin...: kendi...: dile düşmek dilinden düşmemek Vatan, Sakarya dilinden hiç düşmüyor. dillere düşmek to be incumbent [inkambint] on smb. It's not incumbent on us to tell them what they must do. It's not for me to judge your prime minister. to devolve on [divolv]. From now on it devolves on you to run this place. to get exhausted [igzoistid]. to get worn down [wo:n], to be concerned with food [kmsd'.nd]. to be in a state of depression [dipre§m]. to stink. It stinks awfully [o:fili]. She's the spitting image of her father. He is in the worst of moods [mudz], to struggle for one's life [stragil]. to fight for one's life [layf]. to be exhausted [igzo:stid]. to get warmer, to plop into. to get separated from [sepireytid]. to fall into adversity [idvo:siti], to decline [diklayn], to fall over smth. / fell over a stand in the dark. (for dew) to fall. to be improper. to find oneself in difficulties. to fall into error [en]. to fall on hard times. to find oneself in a difficult situation. to deduct the tare of [didakt] [te:]. to be in a destitute condition. to fall on hard times. Do not rely on wealth, one day you'll fall on hard times. to lose its value [vedyu]. to go down in value. to be horrified [horifayd]. Everyone was struck with horror [horo:]. to be terrified [terifayd]. The children were terrified at the sight of the armed men [sayt], to fall overboard. (A drowning person will clutch at a straw.) to fall into trouble [trabil]. to be taken up with [teykin]. to be occupied with one's own troubles. to become the subject of a scandal [sabcikt]. not to cease talking about [si:s]. He never ceases talking about that patriotic stuff [peytriotik staf]. to be on everybody's tongue [tang]. düşmek (dizine) 252 dizine düşmek (birinin) dört ayak üstüne düşmek kedi gibi...: Kedi gibi her zaman dört ayak üzerine düşüyor. döşeğe düşmek duruma düşmek Sokakta dilenecek duruma düştük. dünür düşmek (bir kıza) düşmanın eline düşmek Liman düşmanın eline düşmemeli. elden ayaktan düşmek eline düşmek İlk, kale ellerine düştü. birine muhtaç olmak anlamında: Yakında tefecilerin eline düşersin. pişmiş armut gibi eline düşmek: esir düşmek eteğine düşmek fakir düşmek Ülke çok fakir bir hale düştü. gaflete düşmek göbeği düşmek gölge düşmek gözden düşmek göze ak düşmek gurbet ellere düşmek gurbete düşmek güçten düşmek gülünç bir duruma düşmek halden düşmek halsiz düşmek hapse düşmek hasta düşmek hataya düşmek hayrete düşmek hesaptan düşmek hükümden düşmek hükümet kapısına düşmek içine ateş düşmek içine kurt düşmek ihtilafa düşmek ikinci plana düşmek iş düşmek (birine) iş başa düşmek iş dayıya düşmek İş dayıya düştü. iş medreseye düşmek işi düşmek (birisine) işin arkasına düşmek •işportaya düşmek itibardan düşmek kapana düşmek karasevdaya düşmek karıya kıza düşmek to trail smb [treyl]. to land on one's feet, to fall on all fours. He always emerges successfully from difficulties. to be bedridden. to be reduced to [ridyu:st]. We were reduced to begging in the streets. to ask for the hand of a girl on behalf of another. to fall to the enemy. The port should not fall to the enemy. to be crippled by old age [kripild]. to fall under one's control [kintroul]. First the fort fell under their control. to be at the mercy of [mo:si]. You'll soon be at the mercy of the loan sharks. to fall into one's lap. to be taken prisoner [prizm]. to entreat smb [intri:t]. to be reduced to poverty [ridyu:st]. The country was reduced to extreme poverty. to be heedless [hi:dlis] of. to develop an umbilical hernia [ho:nyi]. (for a shadow) to fall upon. to fail from favour [feyvi]. to get a cataract [ke:tire:kt]. to be in a foreign land [fo:rin]. to be in a foreign land. to get weak. to be covered with ridicule [ridikyu:l]. to fail in health [feyl] [helth]. to get weak [wi:k]. to land in prison [prizm]. to get i l l . to fall into error [en], to be astounded. to be deducted from an account [lkaunt]. to be no longer valid. to have some dealings with the government. to suffer emotionally [imou§mli]. to have a misgiving. to fall into disagreement. to become of secondary importance. (for a job) to fall to smb. to have to do smth oneself. (for smb) to take over. It's time for an expert to take over the job. to become the subject of endless discussions. to have recourse to smb [riko:s]. to follow up a matter [me:ti]. to lose value [ve:lyu:]. to be discredited [diskreditid]. to fall into a trap. to be hopelessly in love [houplisli]. to be a womanizer [wummayzi]. düşmek (kayıttan) 253 kayıttan düşmek kazdığı çukura kendi düşmek kendi derdine düşmek kendi kazdığı kuyuya düşmek kır düşmek kırağı düşmek kıymetten düşmek Altın çamura düşmekle kıymetten düşmez. kötü duruma düşmek kötü yola düşmek kredisi düşmek kucağına düşmek (birinin) kuşkuya düşmek kuvvetten düşmek küçük düşmek küme düşmek laf düşmemek ligden düşmek mahkemeye düşmek kişiler için: ihtilâf için: maskesi düşmek medreseye düşmek meydana düşmek münasebet düşmek nikâh düşmek ocağına düşmek (birinin) oltaya düşmek öne düşmek önüne düşmek (birinin) Saçı ak mı, kara mı, önüne düşünce görür. Düş önüme. ortalığa düşmek paçarız düşmek pahadan düşmek pat diye düşmek Adamcağız "pat" diye yere düştü. payına düşmek payına düşeni yapmak Kimse burada tam olarak payına düşeni yapmıyor. Herkes payına düşeni yapmalıdır. peresine düşmek peşine düşmek kişiler için: bir şeyin...: piyasaya düşmek pişmiş armut gibi eline düşmek pusuya düşmek rağbetten düşmek rahmet düşmek saçma ak düşmek safsataya düşmek sapa düşmek to delete an entry [di:li:t]. to fall into one's own trap. to be preoccupied with one's troubles. to fall into one's own trap [tre:p]. to go grey. to frost. to depreciate [dipri:sieyt]. Gold will lose nothing of its value by falling in the mud. to sink low. to stray from the straight [streyt]. to lose one's standing [lu:z]. to find oneself in the midst of one's enemies. to get suspicious [sispi§is]. to lose strength [lu:z]. to feel humiliated [hyu:milieytid]. to be relegated [religeytid]. not to get the chance to speak [ca:ns]. to drop out of the league [li:g]. to go to court [ko:t]. to be taken to court, to be unmasked. to become the subject of endless debate. to volunteer one's service [vohnti:]. (for an occasion) to arise [ikeyjin]. to be lawfully permissible [lorfuli]. to be at the mercy of [mo:si]. to take the bait [beyt]. to lead the way [li:d]. to show smb the way. He'll sure learn soon what's what. Come along with me. to become a whore [ho:]. to get entangled in smth [inte:ngild]. to fall in value [ve:lyu:]. to slump. The poor man slumped on to the floor [slampt]. to fall to one's lot. to do one's share [se:]. Nobody is here doing their full share [se:]. Everyone must do their share. to happen at the right time. to follow smb around. to try to get smth done. to be on the market everywhere. to fall into one's lap. to be ambushed [e:mbu§t]. to be no longer in demand. to rain. (for one's hair) to begin to turn grey, to use foolish arguments [a:gyu:mints], to be off the main road [meyn]. düşmek (sefalete) 254 sefalete düşmek sevdasına düşmek sığa düşmek sıkıntıya düşmek, zorluk bakımından: Merak etmeyin, sıkıntıya düşmez. para bakımından: sırası düşmek Şimdi sırası düştü. soğuk düşmek sokağa düşmek, bayağı anlamında: bir kadın için: söz düşmemek (birine) suya düşmek Bankayı kurtarma planları suya düştü. Parasızlıktan dolayı proje suya düştü. Bütün ümitlerim suya düştü. şanına düşmek şehit düşmek Çanakkale'de şehit düştü. din uğrunda: şüpheye düşmek telaşa düşmek tenakuza düşmek tepe taklak düşmek tepe üstü düşmek ters düşmek Bütün bunlar kendi prensiplerine ters düşüyor. Fikirleriniz neden birbirine ters düşüyor? Netice ümit ettiklerimize ters düştü. tezata düşmek tutsak düşmek tuzağa düşmek Tuzağa düşmeyecek kadar akıllıdır. Kurduğu tuzağa kendi düştü. umutsuzluğa düşmek Önemli olan, umutsuzluğa düşmemek. uygun düşmek uymak anlamında: Bu, partinin programı ile uygun düşmez, elverişli olmak anlamında: Her nedense o gaye için uygun düşmedi. Oraya bir kadın atanması pek uygun düşmüştür. yakışmak anlamında: uzak düşmek (birbirinden) to be reduced to poverty [poviti]. to develop a passion for [pe:§in]. to be driven into shallow water [§e:lou], to get into difficulties. Don't worry, he won't get into difficulties. to be hard up for money. to be the right time. Now is the right moment for it [moumint]. to be out of place. to become very common and cheap, to become a whore [ho:], not to be intitled to speak [intaytild]. to come to nothing. The plans to rescue the bank have come to nothing. to fall through [thru:]. The project fell through because of shortage of money [sp:tic]. to end in smoke [smouk]. All my hopes ended in smoke [smouk], to befit smb's dignity. to be killed in action [e:ksin]. He was killed in action at Gallipoli. to fall martyr [ma:ti]. to become suspicious [sispi§is]. to be alarmed. to contradict oneself. to fall on one's head. to topple over. to run counter to [kaunti]. All this runs counter to his own principles. to be opposed fipouzd]. Why are your ideas always opposed? to be contrary [kontnri]. The result has turned contrary to our expectations [ikspektey§in]. to contradict oneself [kontndikt]. to become a prisoner of war [prizim]. to fall into a trap [tre:p]. He is too wise to fall into that trap. He fell into his own trap. to lose heart [ha:t]. The important thing is not to lose heart [lu:z]. to be compatible with [kimpe:tibil]. This isn't compatible with the program of the party. to be suitable [syu:tibil]. Somehow it wasn't suitable for that purpose. to be appropriate [lproupriyit]. The appointment of a woman there is very appropriate. to agree/go with. to be a long way from (one another). düşük olmak 255 üstüne düşmek, ilgilenmek anlamında: ısrar etmek anlamında: iş bakımından: velveleye vermek anlamında: Üstüne düşmeye gerek yok. yön bakımından: Kediler daima dört ayak üstüne düşer. üstünden düşmek (bir şeyin) Bisikletinden düştü. üzerine düşmek, ilgilendirmek anlamında: Bu, tüm personelin üzerine düşen bir görevdir. Rejimi korumak görevi hepimize düşer. endişelenmek anlamında: bir şeyle uğraşmak: vazife düşmek İlk önce üzerinize düşen vazifeyi yapın. vücuttan düşmek yalancılıktan düşmek Yalancılıktan düştü. yanılgıya düşmek yanlış düşmek Yanlış düştü. yatağa düşmek yenik düşmek yere düşmek yoksul düşmek yola düşmek yollara düşmek Halk yollara düştü. yolu düşmek Oralara yolunuz düşerse... yoluna düşmek yorgun argın düşmek yüreğine od düşmek yüz üstü düşmek yüzü koyun düşmek Adamcağız yüzü koyun düştü. zayıf düşmek zevkine uygun düşmek zıt düşmek zora düşmek düşük olmak, sarkmış anlamında: az anlamında: Fiyatlar düşük. Basınç çok düşük. kalite vs için: Kalitesi muhakkak düşüktür. *çenesi düşük olmak *süngüsü düşük olmak to be interested in. to persist in [pisist]. to work hard at. to fuss over [fas]. There is no need to fuss over it. to land on. A cat will always land on its four feet. to fall off. He fell off the bicycle [baysikil], to be incumbent on [inkambmt]. This is incumbent on all our staff. It's incumbent on all of us to protect the regime [reyji:m]. to be very concerned [kinsdmd]. to press for. to be incumbent on [inkambint]. You should start first doing the duties incumbent on you. to grow thin. to pretend to fall. She pretended to have fallen. to be mistaken [misteykm]. to get the wrong number. You've got the wrong number. to take to bed. to be defeated [difi:tid]. to fall to the ground [graund]. to become impoverished [impovirift]. to set off/out. to set forth. (The people poured out on to the roads.) to happen/change on. (If you happen to go that way...) to set out for. to be dead tired [tayid]. to be deeply grieved [grkvd]. to fall flat on the face [feys]. to fall flat on one's face. (The poor man tumbled face down.) to get weak. to find smth to one's taste [teyst]. to be the opposite of [opizit]. to be in a difficult position [pozi§m]. to be sagging [se:ging]. to be low. Prices are low. The pressure is very low [pre§i], to be inferior [infiriyi]. The quality is certainly inferior. to be very talkative [to:ketiv]. to be crestfallen [krestfo:hn]. düşük yapmak 256 düşük yapmak düşünceli olmak, düşünceye dalmak anlamında: kaygılı anlamında: saygılı ve kibar anlamında: düşüncesi olmak düşüncesinde olmak Buradan taşınmak düşüncesinde değiliz. düşüncesiz olmak düşüncesizlik etmek O mektubu yazmakla düşüncesizlik etti. düşündürmek Bu olay beni uzun uzun düşündürdü. Asıl beni düşündüren, mesai değil. düşündürücü olmak Verdikleri cevap düşündürücü. düşünmek, bir şeyi, bir konuyu vs.: Bunu bir süredir düşünüyoruz. Biraz daha düşününce, gitmeye karar verdim. Bu konuyu artık düşünmek istemiyorum. Düşünmeden cevap verme, bir çare bulmaya çalışmak: Daha iyi bir çözüm düşünemiyorum. Onu geri almanın bir yolunu düşünüp bulurum, olmuş gibi addetmek: Sanki ona yardım etmeye mecburmuşuz gibi düşünüyor. görüşü taşımak anlamında: Kimse öyle düşünmeyecek. Yakında farklı düşüneceksin, hayalinde canlandırmak: Düşün bir kere, bu parayla ne yapabiliriz. Gerisini sen düşün. Şöyle bir düşün! Şimdi düşünüyorum da, o zaman çok toyduk. Doğacak fırsatları bir düşün! inanmak anlamında: Bu konuda neler düşündüğümü biliyorsun. O, öyle düşünmüyor, kafasından geçirmek anlamında: Onu satmayı düşünüyorsanız, şimdi satın. Ne düşünüyorsun? Doğrusu, hiç düşünmedim. Onları affetmeyi hiç düşündün mü? kaygılanmak anlamında: Sen beni düşünme. Bu kadar düşünme! sanmak anlamında: Bizi hatırlayacağını düşünmedim. İyi olacağını düşündüm. Düşündüğün gibi değil, tasarlamak anlamında: Yarını düşünmek zorundayım. Ne yapacağımı daha düşünmedim. to miscarry [miskerri]. to be lost in thought [tho:t]. to be worried [warid]. to be considerate [kmsidirit]. to have an idea [aydiyi]. to have the intention of [internum]. We have no intention of moving from here. to be inconsiderate [inkuisidirit]. to act tactlessly [teiktlisli]. It was tactless of her to write that letter. to set one thinking. This incident set me thinking [insidint]. It's not the working hours that makes me think. to give one pause to think [po:z]. Their answer gives one pause to think. to think. We've been thinking about it for some time. On further reflection I've decided to go. I don't want to think about this any more. Don't answer without thinking. to think. / can't think of a better solution. I'll think out a way of getting it back. to take it for granted. He takes it for granted that we would always help him. to think. Nobody will think so. You'll think differently soon. to think. Just think what we could do with this money. (Put that in your pipe and smoke it.) Just think about it! Come to think of it, we were too green then. Think of the opportunities we shall have. to feel about. You know how I feel about it. That's not how he thinks. to contemplate [kontempleyt]. //you're contemplating selling it, do it now. (A penny for your thoughts [tho:ts].) To tell you the truth, I haven't given it a thought. Have you thought of forgiving them? to worry about [wari]. (Don't bother about me.) You're worrying too much. to think. / didn't think he would remember us. I thought it would be good. It's not what you think. to plan, to decide [disayd]. / have to plan for the future. I haven't decided what to do. düşünmek/düşünmemek (-den başka bir şey) 257 Böyle bir şey düşünmemiştim. Oraya gitmeyi düşünmüyorum, tereddüt etmek anlamında: O kadar parayı verme hususunda düşünürüm, bir şey yapmayı: Yazı Londra'da geçirmeyi düşünüyorum. Bu parayla hisse senedi almayı düşünüyor. Bir araba almayı düşünüyordum. Onları affetmeyi düşünür müsün? Herhalde evi satmayı düşünmüyorsun, değil mi? Onları davet etmeyi hiç düşünmüyorum. birleşikler ve deyimler] -den başka bir şey düşünmemek derin derin düşünmek düşünüp taşınmak Bu konuyu düşünüp taşındım ve bir karara vardım. ilerisini düşünmek ilerisini gerisini düşünmek enikonu düşünmek Konuyu enikonu düşünmek istiyor. etraflıca düşünmek işkembesini düşünmek iyice düşünmek Parayı ona emanet etmeden önce, iyice düşün. Bu konuyu iyice düşünmem gerek. Bir karar vermeden önce, iyice düşün. kara kara düşünmek Talihsizliğini kara kara düşünüp duruyor. Bunun üzerinde kara kara düşünmeye gerek yok. bir kez daha düşünmek Yerinizde olsam, bu teklifi kabul etmeden önce bir kez daha düşünürdüm. kötü kötü düşünmek kukumav gibi düşünmek külahını önüne koyup düşünmek önünü, ardını düşünmek pis pis düşünmek sonrasını düşünmek sonunu düşünmek Bir işe başlamadan, sonunu düşün. tekrar düşünmek Bu işi tekrar düşününce, hiç de fena değil. tersini düşünmek Bir zamanlar tersini düşünürdüm. uzun uzadıya düşünmek uzun uzun düşünmek üstünde düşünmek Başvurunuz üstünde düşüneceğiz. to have in mind [maynd]. / didn't have in mind anything of the sort. to consider [kinsidi]. I'm not considering going there. to hesitate about doing smth [heziteyt], I would hesitate about giving that much money. to be thinking of doing smth. I'm thinking of spending the summer in London. He's thinking of buying shares with the money. I was thinking of buying a car [ka:]. Would you think about forgiving them? You're not thinking of selling the house, are you? I'm not thinking of inviting them [invayting]. to think of nothing but. to be immersed in deep thought [imo:st]. to think over. I've thought the matter over and I've reached a decision [disijin]. to look ahead. to weigh all considerations [kmsidireyfin]. to think over. He wants to think over the matter [me:ti]. to ponder. to think only of one's stomach [stamik]. to think twice [tways]. Think twice before you entrust him with the money. to think over. /'// have to think this matter over. You had better think it over before taking any decision [disijin]. to brood over [bru:d]. He's brooding over his misfortune [misfo:cin]. There is no need to brood over this. to think twice about [tways]. // J were you I'd think twice before accepting the offer [iksept]. to brood (over) [bru:d]. to brood unhappily. to think about a matter long and hard. to consider carefully before acting [kinsidi], to brood [bru:d]. to consider how things may end. to think of the consequences [konsikwinsiz]. Before you begin a task think of the end. to think again. Now that I come to think of it, it's not bad at all. to think the opposite [opizit]. / used to think the opposite. to think at great length. to ponder. to think over smth. We'll think over your application [e:plikey§m]. düşünmemek 258 üzerinde düşünmek düşünmemek | birleşikler ve deyimler | - den başka bir şey düşünmemek Sen paradan başka bir şey düşünemez misin? ilerisini gerisini düşünmemek önünü ardını düşünmemek düşünülmek Bir ödül olarak düşünülmemişti. Böyle bir iş için düşünülmedi. Biraz düşünülecek olursa, faydası olur. düşürmek, düşmesine yol açmak: Şapkanızı düşürdünüz. gebelik sö: konusu ise: hükümet söz konusu ise: Bu, altı ay içinde düşürülen ikinci hükümet. fiyat için: Fiyatı neden düşürelim? Faizleri aniden düşürmek ekonomik iyileşme getirmez. solucan söz konusu ise: ' uçak için: Sivil bir uçağı nasıl düşürebilirler? ucuza ele geçirmek: | birleşikler ve deyimler j ağına düşürmek birbirine düşürmek Âlemi birbirine düşürmek istiyor. Âlemi birbirine düşürmeyi iyi biliyorsun. çocuk düşürmek değerini düşürmek dehşete düşürmek Kafatasları turistleri dehşete düşürdü. Gördüklerim beni dehşete düşürdü. elden düşürmek fırsatını düşürmek fiyatı düşürmek Fiyatı fazla düşüremezler. gölge düşürmek Onun taraf tutan müdahalesi, toplantıya gölge düşürdü. hayrete düşürmek hesaptan düşürmek itibardan düşürmek izini düşürmek kapana düşürmek to consider [kınsidı]. to think of nothing but. Can't you think of anything but money? to be rash [re:§]. to act thoughtlessly, to be intended. It was not intended as a reward [riwo.d]. to be designed for [dizaynd]. It's not designed for such a use. to think of. Come to think of it, it could be of some use. to drop. You have dropped your hat [dropt]. to miscarry [miskeiri]. to bring down. This is the second government to be brought down in six months. to reduce [ridyu:s]. Why should we reduce the price? (A sudden drop in the interest rate will produce no economic recovery.) to pass. to shoot/bring down. How can they shoot down a civilian plane? to get smth at a bargain [ba:gin], to entrap. to set people at loggerheads [logihedz]. He wants to set people against one another. to play off one person against another. You know very well how to play off people against one another. to have a miscarriage [miske:ric]. to devalue [di:ve:lyu]. to strike terror into [ strayk]. The skulls struck terror into the tourists. to shock [§ok]. / was shocked by what I saw. to get a bargain. to seize an opportunity [opityumiti]. to lower the price [prays]. They can't lower the price too much. to cast a shadow [sedou]. His biased interventions cast a shadow on the meeting [bayist], to bewilder. to deduct [didakt]. to discredit. to project (a figure [figi].) to entrap. düşürmek/düşürmemek 259 kendini küçük düşürmek Kendinizi küçük düşürmeyin. küçük düşürmek Sizi resmen küçük düşürdüler. maskesini düşürmek bir münasebet düşürmek pusuya düşürmek sıra düşürmek solucan düşürmek şüpheye düşürmek tansiyonu düşürmek tarih düşürmek taş düşürmek böbrek için: safra kesesi için: tavına düşürmek telaşa düşürmek tereddüte düşürmek Sözleri bizi tereddüte düşürdü. tuzağa düşürmek umutsuzluğa düşürmek Bu insanları umutsuzluğa düşürüyorsunuz. vurup düşürmek düşürmemek *ağzından düşürmemek *dilinden düşürmemek Bu konuyu dilinden hiç düşürmez. O günleri dilinden hiç düşürmüyor. *elinden düşürmemek düşürülmek genel anlamda: fiyat vs. için: hükümet için: düz olmak, ayakkabı vs. için: kıvrımlı olmayan anlamında: yatay durumda olmak yüzeyinde çıkıntı olmayan: düzelmek Bir müddet sonra işler düzeldi. Sonunda her şey düzelecek. Merak etmeyin her şey yakında düzelecek. İşler düzeliyor gibi görünüyor. Sonunda herşey düzelivevdi. İşler düzelmeye başladı. I birleşikler ve deyimler j maneviyatı düzelmek morali düzelmek Morali düzeldi gibi görünüyor. to demean oneself [dimkn]. Do not demean yourself. to humiliate [hyu:milieyt]. They certainly humiliated you. to unmask. to find a suitable occasion [ikeyjin]. to ambush [e:mbu§]. to find a favourable opportunity [opityu:niti]. to pass a worm [wo:m]. to cast doubt on [daut]. to lower the blood pressure [pre§i]. to compose a chronogram [kimpouz]. to pass a kidney stone [kidni stoun]. to pass a gall stone [go:l], to find the right time for. to put smb in a flurry [flo:ri]. to make smb hesitate [heziteyt]. It was his words that made us hesitate. to entrap/trap. to drive to despair [dispe:]. You're driving these people to despair. to knock down [nok]. not to let smth fall [fed]. to constantly talk about smth. to bring up smth repeatedly [ripktidli]. He repeatedly brings up that subject. not to cease talking about [si:s]. He never ceases talking about those days. to use smth continually [kmtinyuili]. to be dropped [dropt]. to be decreased [dikrkst], to bring down. to be flat. to be straight [streyt]. to be level [levil]. to be even [i:vm]. to improve [impruiv]. After a while things improved. to come right. Everything will come right in the end. Don't worry, everything will be all right soon. to pick up. Business seems to be picking up. to work out all right. Everything just worked out all right in the end. to take a turn for the better. Things are taking a turn for the better. to recover one's morale [mora:l]. to recover one's morale. He seems to have recovered his morale. düzeltilmek 260 ortalık düzelmek düzeltilmek düzeltme yapmak Ortalık düzeldi gibi. Kelimelerde düzeltme yapmayınız. düzeltmek, ayar için: bozulduğunu gidermek anlamında: çıkıntılar için: düzgün duruma getirmek: İslah etmek anlamında: kıvrımlar için: kravat vs. için: Lütfen kravatınızı düzeltiniz. tanzim etmek anlamında: tashih (kitap vs.) için: ufak tefek değişiklikler için: yanlışlar için: yassı hale getirmek anlamında: [birleşikler ve deyimler| aralarını düzeltmek davranışlarını düzeltmek Burada kalmak istiyorsan, davranışlarını düzeltmen gerek. kesip düzeltmek Fitilin ucunu kesip düzeltmek gerek. tezkiyesini düzeltmek yanlışı düzeltmek yatağı düzeltmek düzenbaz olmak düzenlemek, baskın için: Polis depoya bir baskın düzenledi. çek için: Adıma iki çek düzenleyebilir misin? darbe vs. için: Darbeyi düzenleyenin kim olduğu bilinmiyor. düzen vermek anlamında: festival, oturum vs. için: gizlice ve sinsice anlamında: Görevleri, dost olmayan hükümetlerin devrilmesini düzenlemektir. müzik için: Bu parçayı bu şekilde kim düzenledi? plan için: Odalar çok iyi düzenlenmiş. program için: Onlar için bir program düzenlerim, tanzim etmek anlamında: Toplantı için bir gün düzenleyecektir, tertip etmek anlamında: Sendikalar, bir miting düzenlemeye karar verdiler. (for law and order) to return [ritd:n]. Law and order seems to have returned. to be corrected [kirektid], to correct [kirekt]. Do not correct any words. to adjust [icast]. to rectify [rektifay]. to smooth [smu:th]. to arrange [rreync]. to improve [impruiv]. to straighten [streytin]. to adjust [icast]. Adjust your tie, please. to arrange [rreync], to proof read [pru:f]. to alter [o:lti]. to correct [kirekt]. to level off. to reconcile [rekmsayl]. to mend one's ways. You should mend your ways, if you want to stay here. to trim. We had better trim the wick. to mend one's ways. to set right. to make the bed. to be an impostor [imposti]. to raid [reyd]. The police raided the storehouse. to make out. Could you make out two cheques in my name? to mastermind [marstimaynd]. It's not known who masterminded the coup [ku:]. to put in order. to hold. to engineer [encini:]. Their task was to engineer the overthrow of non-friendly governments. to arrange [rreync]. Who has arranged this piece this way? to lay out [ley aut]. The rooms are very well laid out [led], to draw up. I'll draw up a schedule for them [sedyurl]. to arrange [rreync]. She is going to arrange a day for the meeting. to organize [o:ginayz]. The trade unions have decided to organize a public meeting. düzenlenmek 261 düzenlenmek, tanzim edilmek anlamında: to be arranged [ireyncd]. Biri gizli, iki ayrı protokol düzenlendi. One regarded as confidential, two protocoles were drawn up. tertip edilmek anlamında: to be organized [o:ginazd]. düzenli olmak, yerli yerinde anlamında: to be in order [o:di]. muntazam olmak to be neat [ni:t]. düzensiz olmak, düzenli olmayan anlamında: to be in disorder [diso:di]. intizamsız anlamında: to be untidy [antaydi]. sistemi olmayan anlamında: to be irregular [iregyuli]. uyumsuz anlamında: to be out of tune [tyu:n]. düzgün olmak to be smooth [smu:th]. Yeni yapılan yol çok düzgün. The newly built road is very smoot *eli yüzü düzgün olmak to be fairly pretty [fe:li]. düzlemek, yassı hale getirmek anlamında: to level. çıkıntılar söz konusu ise: to smooth. düzleşmek, çıkıntılar için: to become smooth [smu:th]. kıvrımlar için: to become straight [streyt]. yassı hale gelmek anlamında: to become level. düzleştirmek, doğrultmak anlamında: to straighten [streytin]. yassı hale getirmek: to level. düzletmek to make level. düzmek, bir araya getirmek anlamında: to bring together. düzene sokmak anlamında: to put in order. oluşturmak anlamında: to make up. sahtesini yapmak to forge [fo:c]. sıralamak anlamında: to arrange [rreync]. uydurmak anlamında: to invent. | birleşikler ve deyimler | çeyiz düzmek to prepare a trousseau [tru:sou]. çulu düzmek to become well-dressed [drest]. sandık düzmek to gather things for the hope-chest. tüylerini düzmek kuş sözkonusu ise: to preen [pri:n]. dört ayaklılar için: to smooth its fur [fo:]. düzülmek, düzene sokulmak: to be put in order [o:di]. sıralanmak anlamında: to be arranged [ireyncd]. sahtesi yapılmak: to be forged [fo:cd]. *yola düzülmek to set out on a journey [cd:ni]. ebadında olmak ebelemek (oyunda) ebedî olmak ebedîleşmek ebedîleştirmek ebrulamak eda etmek, borç bakımından: görev bakımından: ededurmak Sen hesabı kontrol ededur, ben beklerim. edegelmek edememek, bir kimseyle edememek: O hiç kimseyle edemez. bir şeysiz edememek: Ben kahvesiz edemem. İnsan susuz edemez ki. yapmadan edememek: Sen ağlamadan edemez misin? Bunlar çocuk, oynamadan edemezler. Düşünmeden edemiyorum. edepsiz olmak edepsizleşmek edepsizlik etmek edilmek edinilmek edinmek, Arkadaş iyi günde kolay edinilir. kazanmak anlamında: sağlamak anlamında: |birieşikler ve deyimler] âdet edinmek amaç edinmek Bizi bölmeyi amaç edinmiş güçler var. arkadaş edinmek beğeni edinmek bilgi edinmek Bilgi edinmek o kadar kolay mı? Bilgiyi güvenilir kaynaktan edindim. Bizden daha çok bilgi edinmişler. to have the dimension of [dimensm]. to tag [te:g]. to be eternal [ito:ml]. to become immortal [imo:til]. to immortalize [imo:tilayz]. to marble [ma:bil]. to pay [pey]. to perform [pifo:m]. to go on doing smth. You go on checking the account, I'll wait. to do habitually [hibityuli]. not to get along well. He can't get along well with anyone. to feel lost without. I'll feel lost without coffee. to do without. You can't do without water. to be unable to do without [aneybil]. Can't you do without crying? (They are children, they must play.) (I can't help thinking.) to be rude [ru:d]. to get rude. to behave rudely [biheyv]. to be done/made. to be acquired [lkwayid]. Prosperity makes friendship easy. to acquire [tkwayi]. to obtain [ibteyn]. to form a habit, to aim at [eym]. There are powers whose aim is to divide us. to make friends. to acquire a taste for [tkwayi]. to acquire knowledge [nolic]. Is it that easy to acquire knowledge? to get/obtain information [info:mey§in]. / got the information from reliable sources. They have been better informed than we are. efelenmek 264 dert edinmek dost edinmek evlat edinmek Çocuğu evlat edinmeye karar verdik. fikir edinmek huy edinmek illet edinmek iş edinmek (bir şeyi) itiyat edinmek kendine iş edinmek mal edinmek, gerçek anlamda: zengin olmak anlamında: malumat edinmek meram edinmek meslek edinmek servet edinmek Parasını borsaya yatırarak bir servet edindi. tabiat edinmek zevk edinmek efelenmek efelik yapmak efkârlanmak efsaneleşmek efsaneleştirmek egemen olmak, bağımlı olmayan anlamında: mecazi anlamda: eğdirmek *baş eğdirmek *boyun eğdirmek eğelemek ğilimi olmak eğiliminde olmak Cevap vermek eğiliminde değilim. Konuyu unutmak eğiliminde. eğilimli olmak Bu grup genellikle sola eğilimlidir. eğilmek, eşya için: Ağaç yaşken eğilir. kişi için: öne doğru: üzerine: Biraz eğilirseniz denizi görürsünüz. eğri durum almak anlamında: konu üzerine...: mecazi anlamda: Eğilen baş kesilmez. *yerlere kadar eğilmek eğirmek Anadolu'da kadınlar yünü elle eğilirler. *iplik eğirmek to worry about [wari], to make friends, to adopt ftdopt]. We've decided to adopt the child. to form an opinion about [lpinytn]. to contract the habit of [ktntreikt]. to acquire a bad habit [ikwayi]. to make smth one's concern [konso:n]. to make a habit of [he:bit]. to make smth one's concern. to acquire wealth [welth]. to become rich. to get information [inftxmeysin]. to commit oneself to doing smth. to acquire a profession [pnfesin], to make a fortune [fo:cin]. He made a fortune by investing in the stock exchange. to make a habit of [he:bit]. to take pleasure in [pleji]. to become defiant [difaytnt]. to swagger [swe:gi]. to become anxious [e:nksis]. to become a legend. to make smb legendary [lecindiri]. to be sovereign [sovrin], to be dominant. to bring smb to heel [hi:l]. to bring smb to their knees [ni:z]. to file [fayl]. to tend to. to be inclined to. / don't feel inclined to answer back. He's inclined to forget the matter. to lean to [li:n]. That group usually leans towards the left. to bend. A tree should be bent when still young. {You can't teach an old dog new tricks.) to lean [li:n], to lean forward [fo:wid]. to lean over. If you lean over a bit you'll see the sea. to curve [kd:v]. to pore over [po:]. to bow [bau]. The head that bows will not get cut off. to bow excessively to show respect. to spin (wool into thread.) In Anatolia women spin the wool by hand. to spin yarn. eğirtmek 265 eğirtmek eğitilmek eğitmek, eğitim bakımından: meslek bakımından: spor için: özel olarak yetiştirmek: uygulama içeren eğitim: Ateşli silah kullanımında eğitiliyorlar. eğlemek * gönül eğlemek eğlenceli olmak eğlendirici olmak Çok eğlendiriciydi. eğlendirmek *gönül eğlendirmek eğlenmek, hoş vakit geçirmek anlamında: Soğuğa rağmen eğlendik. Herkes çok iyi eğlendi. Gayeleri iyi eğlenmekti. birisiyle alay etmek: eğleşmek, bir yerde oturmak: ikamet etmek anlamında: oyalanmak anlamında: eğmek Ağaç yaşken eğilir. | birleşikler ve deyimler | baş eğmek Baş eğmekle baş ağrımaz. başım öne eğmek Çocuklar başlarını sessizce öne eğdiler. Suçlu olmasan, başını öne eğmezdin. boyun eğmek Hiçbir zaman isteklerine boyun eğmeyeceğim. çehre eğmek kadere boyun eğmemek eğri olmak, çarpık anlamında: Deveye "Boynun eğri." demişler, "Nerem doğru ki?" demiş. Baca eğri de olsa duman doğru çıkar. eğik anlamında: yay gibi anlamında: *boynu eğri olmak eğri büğrü olmak eğrilmek, eğrilik bakımından: meyil bakımından: to have thread spun [span], to be educated [edyukeytid]. to educate [edyukeyt]. to train [treyn]. to coach [kouc]. to coach, to instruct. They are instructed in the use of fire arms. to delay [diley]. to dally with [de:li], to be amusing [imyu:zing], to be entertaining. It was very entertaining. to entertain, to amuse [imyu:z]. to amuse oneself. to enjoy oneself. We enjoyed ourselves inspite of the cold. to have a good time. Everyone had a great time. to have fun [fan]. Their aim was to have good fun. to make fun of. to stay. to reside [rizayd], to delay, to bend. A tree is best bent while it's green. to bow one's head [bau]. The head that bows does not ache [eyk]. to bend one's head. The children bent their heads in silence. You wouldn't hang your head if you weren't guilty [gilti]. to yield to. / shall never yield to her wishes. to show disapproval, to stand up to fate [feyt], to be crooked [krukid]. The Camel was told that its neck was crooked, "Which part isn't?", was the reply. The smoke of a crooked chimney will come out straight. to be bent. to be curved. to be destitute [destityu:t]. to be twisted. to become bent, to incline [inklayn]. eğriltmek 266 su veya ısı nedeniyle: Sıcak havada eğrilir. eğriltmek, basınç sonucu: ısı veya su sonucu: Isı, levhaları eğriltecektir. bükmek anlamında: eğri duruma getirmek: ehemmiyeti olmak Ehemmiyeti yok. ehemmiyetli olmak Ehemmiyetli değil. ehemmiyetsiz olmak ehil olmak *işinin ehli olmak ehlileşmek ehlileştirmek, evcilleştirmek anlamında: uysallık bakımından: ehliyetli olmak ehliyetsiz olmak ekelemek ekarte etmek ekili olmak ekilmek, bitki için: tohum için: Açık yaraya tuz ekilmez. ekip oluşturmak Diğerleri gibi sen de bir ekip oluştur. eklemek, birleştirmek anlamında: ek olarak: Kartımı mektuba ekliyorum. ilave olarak: Bir iki şey daha ekleyebilirsin. Önek ekleyerek anlamını değiştirebilirsin, sefer vs. için: Fazla trafiği karşılamak için ek seferler ekleyeceğiz. *sakaldan kesip bıyığa eklemek ekli olmak, ek olarak: Böyle bir rapor mektuba ekli değildi. birleştirmek suretiyle: takmak suretiyle: eklenmek Deniz kıyısına 5 kilometre daha eklendi. Diğer şirketler de eklenmeli. ekletmek ekmeğinden etmek ekmeğinden olmak Ekmeğinden olmanı istemiyorum. to warp [wo:p]. It will warp in hot weather. to buckle [bakil]. to warp [wo:p]. The heat will warp the boards. to twist, to bend. to have importance. (It doesn't really matter.) to be important. (It's of no consequence [konsikwins].) to be insignificant [insignifikmt]. to be competent [kompitmt]. to be qualified [kwolifayd]. to become tame [teym]. to domesticate [dimestikeyt]. to tame [teym]. to be qualified [kwolifayd]. to be incompetent [inkompitmt]. to sprinkle. to shove aside [§av]. to be planted. to be planted. to be sown [soun]. (You don't rub salt into an open wound.) to team up. Like the others, team up with someone. to join together [coyn]. to attach [ite:c], I'm attaching my card to the letter. to add [e:d]. You can add a thing or two more. You can change its meaning by adding a prefix. to put on. We shall put on extra flights to handle the extra traffic. to make good a shortage by using what is available [lveylibil]. to be annexed [inekst], to be appended. Such a report was not appended to the letter. to be joined [coynd]. to be affixed [erfikst]. to be added [e:did]. Another 5 kilometres was added to the coast. The other grievances, too, must be added. to have smth added. to cause smb to lose his job [lu:z]. to lose one's job [cob]. I'd hate you to lose your job. ekmek 267 ekmek, bitki için: tohum için: serpmek anlamında: atlatmak anlamında: | birleşikler ve deyimler j Arpa ektim, darı çıktı. Ne ekersen, onu biçersin. Olsa ile bulsayı ekmişler, yel ile yulaf bitmiş. Rüzgâr eken, fırtına biçer. Serçeden korkan, darı ekmez. Şeytan ile ortak eken, buğdayın samanını alır. dibine darı ekmek İki yıl içinde o kocaman servetin dibine darı ekti. kibrit suyu ekmek nifak tohumlan ekmek pabucuna tuz ekmek tuz ekmek tuz biber ekmek üstüne tuz biber ekmek üzerine tuz biber ekmek yaraya tuz biber ekmek eksik etmemek Başını acemi berbere teslim eden, cebinden pamuğu eksik etmesin. Allah eksik etmesin! eksik olmak Takımınızdan kim eksik? Ne eksik? 200 gram eksiktir. Bunun her şeyi eksik. Eksik olan var mı? yetersiz anlamında: tamam olmayan: [ birleşikler ve deyimler | Bir bu eksikti! Eksik olsun! Onun yardımı eksik olsun. aklının çivisi eksik olmak bir tahtası eksik olmak eksik olmamak (kişi için) [birleşikler ve deyimleri Eksik olmayın! Dağ başından duman eksik olmaz. Deniz kenarında dalga eksik olmaz. eksik gelmek eksikliği olmak Maalesef, bizim kardo eksikliğimiz var. Senden ne eksikliğim var? to plant. to sow [sou]. to sprinkle. to give smb the slip. It was a very bitter disappointment. One reaps what one sows [souz]. Wishful thinking begets nothing. He who sows the wind will reap the whirlwind. There can be no enterprise without risk. He who does business with the devil will get cheated [ci:tid]. to finish off. (He had run through the immense fortune within two years.) to exterminate [ikstb:mineyt]. to sow the seeds of dissension [disensm]. to send smb packing. to sprinkle salt [solt]. to make things worse. to be the last straw [stro:]. to add insult to injury [inciri]. to rub salt into a wound [wund]. to have always in stock. Do not expect good work from inexperienced workers [inikspi:ryinst]. May you never experience any want! to be missing. Who is missing in your team? What's missing? to be short. It's 200 grams short. to be lacking in. It is lacking in everything. to be absent [e:bsint]. Is anyone absent? to be deficient [difismt]. to be incomplete [inkimpli:t]. That's just what we needed! I can do without it! I can do without his help. to be cracked [krekt]. to have a screw loose [lu:s]. to always turn up at a place [pleys]. Thank you! Important people are never free from worry. Some places are never free from trouble. to be insufficient [insifisint]. to be short of. Unfortunately, we are short of staff. What have you got that I haven't got? eksiksiz olmak 268 Kimse ayranım ekşi demez. Süt ekşidi. eksiksiz olmak eksilmek eksiltmek ekşi olmak ekşilemek ekşimek *midesi ekşimek ekşitmek * suratını ekşitmek *yüzünü ekşitmek ektirmek el etmek elastik olmak elçilik etmek elde edilmek Üzümden elde edilir. Kömürden ne elde edilir? Ya sonunda başarı elde edilemezse? elde etmek, kazanmak anlamında: Bundan ne elde edeceksin? edinmek, sahip olmak anlamında: ihaleyi elde ettik gibi. ele geçirmek anlamında: Yılmaz bu belgeleri nasıl elde etti? | birleşikler ve deyimler j basan elde etmek Şimdiye dek hiçbir başarı elde edemediler. (yapmak) fırsatını elde etmek Onunla tanışmak fırsatım elde edeceğiz. istediğim elde etmek Biz, istediğimizi elde ettik. netice elde etmek Bir netice elde ettiler mi? şans elde etmek İnsan böyle bir şansı nadiren elde eder. elde olmamak Elde değil. elden gelmemek Elden bir şey gelmez. Elden ne gelir ki? elektriklenmek elektrilendirmek elemek, ayıklamak anlamında: elekten geçirmek anlamında: O kadar kumu elemeye gerek yok. Unu ilk önce elemek gerek. Unumuzu eledik, eleğimizi astık. seçmek anlamında: yumak yapmak anlamında: gözden geçirmek anlamında: *ince elemek to be complete [kımpliıt]. to decrease [dikri:s]. to reduce [ridyu:s]. to be sour [sau]. No one will run down their goods. to render sour [sau]. to go sour. The milk has soured. to have heartburn [ha:tbo:n]. to render sour. to put on a sour face [sau]. to make a wry face [ray feys]. to have (a field) sown [soun]. to beckon [bekin]. to be elastic [ile:stik]. to be a conciliator [kmsilieyti:]. to be obtained [ıbteynd]. It is obtained from grapes [greyps]. What is obtained from coal [koul]? What if it all should end in failure? to gain. What are you to gain from this? to get. We have as good as got the adjudication. to obtain [ibteyn]. (How did Yılmaz come by these documents?) to achieve success [sikses]. They have achieved no success so far. to have the opportunity to [opityumiti]. We'll have the opportunity to meet him. to get one's way. (We got what we wanted.) to get results [rizalts]. Did they get any result? to get a chance [cams]. Rarely do people get such a chance. to be unable to help. It can't be helped. to be unable to help. It can't be helped. What can one do? to be electrified [ilektrifayd]. to electrify [ilektrifay]. to eliminate [ilimineyt]. to sift. There's no need to sift all that sand. to sieve [si:v]. You must sieve the flour first. (I'm too old for that sort of thing.) to select [silekt]. to wind [waynd]. to screen [skri:n]. to pass through a fine sieve [si:v]. elenmek 269 elenmek, un vs. için: sınav, spor ve yarışına için: eleştirmek eleştirilmek eli açık olmak eli ağır olmak, vuruş bakımından: yavaş iş gören: eli balda olmak eli böğründe olmak eli darda olmak eli kulağında olmak eli olmak (bir işte) eli pek olmak eli sıkı olmak eli uzun olmak elinde olmak Onun bir eli yağda, bir eli balda. Zamın eli kulağında. Mutlu olmak elimizdedir. Elimde olsa vermezdim. sahip olmak anlamında: Elinde gizli belgeler varmış. Davul onun boynunda, tokmak başkasının elinde. | birleşikler ve deyimler | dizginler elinde olmak Dizginlerin kimin elinde olduğu belli değil. -in dümeni elinde olmak ipin ucu elinde olmak ipler elinde olmak -in ipleri elinde olmak kaderi -in elinde olmak elinde olmamak Bu, elimde değil. Gülmemek elimde değil. Elimde olmayarak oldu. Özür dilerim, elimde değil. elinden geleni yapmak Elinden geleni yap, gerisini bırak. Elinden geleni yapacaktır. Elimden geleni yaparım. Payını alabilmen için elimden geleni yapacağım. elinden gelmek Elimden geldiği kadar durumu izah ettim. Elimizden gelirse, tabii ki yardım ederiz. elinden gelmemek Elimden hiçbir şey gelmez. elinden iş gelmek elinden iş gelmemek elinin altında olmak to be sifted. to be eliminated [ilimineytid]. to criticize [kritisayz]. to be criticized [kritisayzd]. to be generous [cenins]. to be heavy fisted, to be slow. He is quite well-off. to be disheartened [disha:tind]. to be in straits [streyts]. to be imminent. (The price increase is just round the corner.) to have a finger in. to be stingy [stinci], to be tight-fisted [taytfisted]. to be light-fingered [laytfingid]. to be in one's power [pawi]. It's in our power to be happy. to be in one's hand. //it were in my hands, I wouldn't give it. to be in the possession of [pize§m]. Apparently he is in the possession of confidential documents [konfiden§il]. (Somebody else is pulling the strings.) to be in the saddle [se:dtl]. It's not clear who is in the saddle. to be in control (of) [kmtroul]. to be in control of things [kintroul]. to be in the saddle [sefdil]. to exercise control over [eksisayz]. to be at the mercy of [mo:si]. to be beyond one's power [pawi]. That's beyond my power. to be unable to help. I can't help laughing [la:fing]. / couldn't help it. I'm sorry, I just can't help it. to do one's best. Do your best and leave the rest. He'll do what he can. I'll do the best I can. I'll see to it that you get your share. to be within one's power [pawi]. (I explained the matter as well as I could.) (If we can help, of course we shall.) not to be in one's power. (There's nothing I can do about it.) to be skillful. to be a poor hand at. to be within easy reach [ri:c]. ellemek 270 ellemek, ellenmek elleşmek, sile dokunmak anlamında: Lütfen ellemeyiniz. eline almak anlamında: Bu şekilde ellenmez. Bu, ellenmeye gelmez. döğüşmek anlamında: el sıkarak anlaşmak anlamında: elle güç denemesi yapmak: itişmek anlamında: elveda etmek elverişli olmak Bu işler için yerimiz daha elverişli. Salı, toplantı için sizce elverişli mi? elvermek, yetmek anlamında: yetecek kadar olmak: Artık yaptıkların elverir. uygun olmak anlamında: elvermemek *gönlü elvermemek Ona gerçeği söylemeye gönlüm elvermedi. elzem olmak Bu şartlar bir banş anlaşması için elzem. Bunlar, projemiz için elzemdir. emanet etmek Bana parayı emanet etmediler. Anahtarı bu adama nasıl emanet edersin? At, avrat, kılıç emanet edilmez. Çocuklar yetimhaneye emanet edilecekler. Bu ülkeyi bana Tanrı emanet etti. *Allaha emanet etmek Atını bağla, sonra Allalıa emanet et. Allaha emanet olun. emdirmek emeklemek, dizler üzerinde yürümek: Bebeğimiz daha yürüyemiyor, emekliyor. acemilik geçirmek: emekli olmak emilmek emin olmak, emniyetli olmak anlamında: güvenilir olmak: şüphesi olmamak anlamında: Bundan emin olabilirsin. to touch [taç]. Please do not touch. to handle [handil]. That's no way to handle it. to be handled. It won't stand handling. to come to blows. to shake hands in a bargain. to try one another's strength by hand-grips. to tussle [tasil], to bid farewell [fe:wel]. to be convenient [kinvknymt]. Our place is more convenient for this thing. to be suitable, to suit [suit]. Would Tuesday suit you for the meeting? to suffice [sifays]. to be enough [inafj. What you've done is enough. to be convenient [kmvknyint]. to be impossible. not to have the heart to. / didn't have the heart to tell him the truth. to be essential [esinşıl]. These conditions are essential to any peace accord [tko:d]. to be indispensable. These are indispensable for our project. to trust [trast]. They didn't trust me with the money. How can you trust that man with the key? A woman, a horse and a sword cannot be trusted to others. to consign [kinsayn]. The children will be consigned to an orphanage. to entrust [intrast]. God has entrusted this country to me. to entrust to God. First tie up your horse then entrust it to God. Take care of yourself. to nurse [nö:s]. to go on all fours. Our baby can't walk yet, he goes on all fours. to falter [fo:lti]. to retire [ritayi], to be absorbed [ibso:bd]. to be safe [seyf]. to be trustworthy [trastwö:thi]. to be sure [şu:]. You may be sure of it. emin ellerde olmak 271 Artık hiçbir şeyden emin olamayız. Hepimiz neticeden oldukça emindik. Kabul edeceklerinden emin olabilirsin. Size yardım edeceğiz, ondan emin olabilirsiniz. Kapıların kilitli olduğundan emin olunuz. emin ellerde olmak Onlan sekretere teslim ettim, emin ellerdedirler. emlemek emmek, genel anlamda: Mahzenden suyu emmeniz gerekecek, sünger vs. için: Küçük bir sünger hepsini emer. içine çekmek (hava vs. için): kurutma kağıdı için: hi rl pş i l dpr wp Hpyi ml pr I kanını emmek 1 gerçek anlamda: mecazi anlamda: meme emmek parmağını emmek sülük gibi emmek süt emmek Bırak, parmağını emsin. Helâl süt emmiş, insan, çiğ süt emmiştir. emniyet etmek Çocukları bu adama emniyet edemeyiz. emniyetli olmak empoze etmek Size bir çözüm empoze etmek istemiyoruz. emre âmâde olmak Emrinize amadeyim. emretmek emrinde olmak emrivaki yapmak emsal olmak Bunun emsali var. Emsal olmamak şartıyla. emsali olmamak, eşi görülmemiş anlamında: emsalsiz anlamında: emsalsiz olmak eşsiz anlamında: görülmemiş anlamında: emzirilmek emzirmek *süt emzirmek emzirtmek enayi olmak We can no longer be sure of anything. We were all quite certain of the result. to depend on. You can depend on it that they'll accept. We'll help you, you can depend on it. to make sure of [§u:]. Make sure that the doors are locked. to be in good hands. / handed them to the secretary, they're in good hands now. to treat smb with medicine [medsin]. to suck [sak]. You'll have to suck the water out of the cellar. to absorb [ibso:b]. A small sponge will absorb it all. to take in [teyk]. to blot. to suck the blood of. to exploit thoroughly [iksployt]. to suck [sak], to suck one's thumb [tham]. Let it suck its thumb. to suck like a leech [li:c]. to suck milk [sak]. He's entirely trustworthy [trastwo.thi]. Man is ungrateful [angreytful]. to entrust smth to smb [intrast]. We can't entrust the children to this man. to be safe [seyf]. to impose on [impouz]. We don't want to impose a solution on you. to be at smb's service [so:vis]. I'm at your service. to order. to be at one's disposal [dispouzil], to present smb with a fait accompli. to be precedent [presidint]. There are precedents for this. Provided that it is not regarded as a precedent. to have no equal [i:kwil]. to be unprecedented. to be matchless [me:clis]. to be incomparable [inkompinbil]. to be nursed [no:st]. to suckle [sakil]. to breast-feed [brestfiid]. to suckle. to be a fool [fu:l]. enayilik etmek 272 enayilik etmek endaze olmak endişe etmek Mürüvvete endaze olmaz. Sonuçlardan endişe ediyorum. Endişe etmeye gerek yok. ' Yanlış anlaşılmasından endişe ediyorum. endişe içinde olmak endişelendirmek endişelenmek Benim için endişelenmeyi bırak. endişeli olmak Doğrusunu istersen, endişeliyiz. Çok endişeliyim. Hepimiz rehinelerin güvenliğinden endişeliyiz. Halk, savaşın sonucundan endişeli. endişesi olmak endüstrileşmek endüstrileştirmek enemek enenmek enezeleşmek enfes olmak engel olmak Buna engel olan biz miyiz? Engel olanların başında o gelir. Bana kimse engel olamaz. Konuşmana kim engel olmaya çalışıyor? Onu satmanıza kimse engel olmadı. Arabanız trafiğe engel oluyor. Dışarıya çıkmasına kim engel olacak? Bu, sınır ötesi operasyonuna engel olmaz. engel oluşturmak Bu, aramızda daima bir engel oluşturmuştur. engellemek Ne pahasına olursa olsun, su projesini engellemeye kararlıdırlar. Bu kulübe, deniz görünümünü engelliyor. engellenmek eniklemek ense yapmak enselemek enselenmek enterese etmek Beni enterese etmiyor. to behave foolishly. There is no limit to generosity [cenirositi]. to be concerned [kinso:nd]. I'm concerned about the consequences. to worry [wari]. There's no need to worry. (I'm afraid it would be misunderstood.) to be anxious [e:nkjis]. to disturb [disto:b]. to worry about [wari]. Stop worrying about me. to be worried [warid]. We are frankly worried. to be concerned [kmso:nd], I'm deeply concerned. We are all concerned about the safety of the hostages [hosticiz]. to be apprehensive. The people are apprehensive of the outcome of the war. to have misgivings. to get industrialized [indastrklayzd]. to industrialize [indastridayz], to castrate [ke:streyt], to be castrated. to become feeble [fi:bil]. to be delightful [dilaytful]. to stand in the way. Is it us who stand in the way? He heads those who are standing in the way. No one can stand in my way. to prevent [privent]. Who is trying to prevent you from speaking? No one prevented you from selling it. to block. Your car is blocking the traffic. to stop. Who is going to stop her from going out? to hinder. It won't hinder any operation across the border. to constitute an obstacle [obsttkil]. It has always constituted an obstacle between us. to block. They are determined to block the water scheme at any cost. to interfere with [intifi:]. This cabin interferes with the sea view. to be hindered, to whelp. to lead a lazy life [li:d]. to collar [koh]. to be collared, to interest. It doesn't interest me. enterne etmek 273 enterne etmek eprimek erdemli olmak erdirmek | birleşiklerve deyimler] akıl erdirmek akü erdirememek akıl sır erdirememek sona erdirmek Neden bir toplantı ansızın sona erdirilsin? ergen olmak ergimek erginlemek erginleşmek ergitmek erimek, bitkin hale gelmek anlamında: buzlar için: kumaş için: sıvı duruma gelmek anlamında: stoklar için: şeker vs. için: tereyağ için: | birleşikler ve deyimler | bağrının yağı erimek erim erim erimek içinin yağı erimek mum gibi erimek yüreğinin yağı erimek Çocuklar mum gibi eriyor. Yüreğimizin yağı eriyiverdi. zayıflayıp erimek erinmek Çağrılan yere erinme, çağrılmayan yere görünme. erişilmek Erişilmesi zor bir rekor. erişilmemek erişmek, ulaşmak anlamında: bir yere varmak: amaca ulaşmak anlamında: Gayelerine erişebilecekler mi? olgunluk duruma gelmek: |birleşikler ve deyimler) amacına erişmek gayesine erişmek hedefe erişmek erişememek Maalesef, özlediğimiz sonuca erişemedik. Eski ününe hiç erişememiştir. eriştirmek eritilmek to intern [intó:n], to wear thin [we:], to be virtuous [vo:cyis]. to cause to reach [ri:c]. to grasp. to be unable to understand [andistemd]. to find it incomprehensible [inkomprihensibil]. to bring to a close [klous]/to an end. Why should a meeting be suddenly brought to a close? to reach the age of puberty [pyu:biti]. to fuse [fyu:z]. to mature [mityu:]. to mature, to melt. to be exhausted [igzo:stid]. to thaw [tho:]. to wear out [we:]. to melt. to run out. to dissolve. to run. to suffer greatly [safi]. to be worn out. to be anxious [e:nk§is]. to waste away [weyst]. The children are wasting away. to be terribly upset. We were deeply grieved [gri:vd]. to waste away [weyst iwey]. not to feel doing smth. Do not fail to go where you are invited, stay away from where you are not. to be attained [iteynd]. A record hard to attain [reko:d]. to be out of reach [ri:c]. to reach [ri:cj. to arrive [irayv]. to attain [iteyn]. Will they be able to attain their goal? to mature [mityur]. to attain one's object [objikt]. to reach one's goal [goul]. to hit the mark, to fall short of. The results fell short of our expectations. He hasn't been able to live up to his old reputation. to enable smb to achieve [ici:v]. to be melted. eritmek 274 eritmek, çok yormak anlamında: harcamak anlamında: tüketmek anlamında: sırı haline getirmek: şeker vs. için: *buzlan eritmek *buzdolabı için: erkekleşmek erken olmak Vakit daha erken. ermek, bitkiler için: kavuşmak anlamında: ulaşmak anlamında: Sabreden derviş, muradına ermiş. Erdiğine erer, ermediğine taş atar. | birleşikler ve deyimler j aklı ermek Kendini savunmak için adam öldürmeye aklım erer. Akıl sır erecek gibi değil. ayaklan suya ermek başı göğe ermek buluğa ermek hidayete ermek hitama ermek keniale ermek muradına ermek nihayete ermek selamete ermek sona ermek Kemale eren meyve yere düşer. Sabreden derviş, muradına ermiş. Savaş başladığı gibi sona erdi. Şu siyasi çekişmeler bir sona erse! Maç sona erdiğinde, kimse yerinden kalkmadı. Tören saat onbir'den önce sona erecektir. Bu grev ne zaman sona erecektir? Oyun sona erdi, zaten çok fazla sürmüştü. Sigorta poliçeniz sona erdi. Kontrat martta sona eriyor. evlilik söz konusu ise: 25 yıl sonra evlilikleri sona ermişti. süresi sona ermek zevale ermek aklı ermemek Bu işe hiç aklım ermiyor. Buna aklım ermez. Çalışmadan sınıfını nasıl geçtiğine aklım ermiyor. eli ermemek to exhaust [igzo:st]. to squander [skwondi]. to deplete [diplit]. to melt down. to dissolve. to break the ice [ays]. to defrost [diyfrost]. to show sign of maturity [mityuriti]. to be early [o:li]. It is still early. to ripen [raypm], to attain [iteyn]. to reach [ri:c]. Everything comes to him who waits. He's a quarrelsome and uncouth person. to grasp. Killing for self-defence, I can understand. This is utterly incomprehensible. to come to one's senses [sensiz]. to be overjoyed [ouvicoyd]. to reach the age of puberty [pyu:biti]. to become a Moslem [mozlim]. to be completed. to reach perfection [po:fiksm]. (A mature fruit will fall to the ground.) to attain one's desire [dizayi]. He who shows patience will be rewarded. to come to an end. to reach safety [seyfti]. to come to an end. The war soon came to an end as it had started. to end. If only all this political bickering would end. When the match ended no one moved. to be over. The ceremony will be over by 11 o'clock. When will this strike be over [strayk]? to be up. The game is up, it has lasted too long anyway. to run out. Your insurance policy has ran out. The lease runs out in March [li:s]. to break up. Their marriage broke up after 25 years. to expire [ikspayi]. to disappear [disipi]. to be unable to understand [andiste:nd]. / can't for the life of me understand that. (That beats me.) I just can't understand how he manages to pass without working. not to have time for. ertelemek 275 ertelemek, /;//' müddet için askıda tutmak: Sizden haber alana kadar satışı erteleyeceğiz. dalıa sonra bir tarihe bırakmak: Sınavı yarına erteleyemez miyiz? maç, düğün gibi önemli olaylar için: Şu toplantıyı ertelersek iyi ederiz, geciktirmek anlamında: Kalkışı yine ertelememiz gerekebilir, duruşma vs. için son vermek: Toplantıyı ertelemeye gerek yok. ertelenmek Bu, ertelenmeyecek kadar önemli bir konu. esası olmamak esaslanmak esef etmek eseflenmek eselemek beselemek Eşeledi beseledi, bileti aldı. esenleme esenleşmek esermek esermek besermek esinlemek esinlenmek esir etmek, köleleştirmek anlamında: tutsak olarak: esir olmak esirgemek Allah esirgesin! Bizden hiçbir şey esirgemezdi. Memurlardan bir kaç lira esirgediler. Bunu onlardan esirgemeyiniz. Çocuklarından hiçbir şey esirgemezdi. Bu dava için hiçbir şey esirgemeyeceğiz. [birleşikler ve deyimler | selamını esirgemek gözünü daldan dudaktan esirgememek lâfını esirgememek Orada tabii ki lâfımı esirgemedim. sözünü esirgememek Sözünü esirgemeyen bir kişidir. esirgenmek Kaz gelen yerden tavuk esirgenmez. eski olmak eskileşmek *Okul artık eskisi gibi değil. Eski ise, at. to defer [difo:]. We shall defer the sale until we hear from you. to put off. Can't we put off the examination till tomorrow? to postpone [poustpoun]. We had better postpone that meeting. to delay [diley]. We may have to delay the departure again. to adjourn [ico:n]. There's no need to adjourn the meeting. to be postponed [poustpound]. It's too important a matter to be postponed. to be without foundation [faunde:§in]. to become established [iste:bli§t]. to be sorry. to feel regret [rigretj. to try all kinds of tricks to get smth. (He wangled a ticket.) to greet [gri:t]. to greet each other. to take care of [ke:]. to produce smth with effort [efit]. to inspire [inspayr]. to be inspired [inspayid]. to enslave [insleyv]. to take prisoner [prizm]. to be captured [ke:pcid]. to protect from [pntekt]. (Godforbid!) to begrudge smb smth [bigrac]. He never begrudged anything from us. They begrudged the employees a few liras. Do not begrudge them this. to deny smb smth [dinay]. He never denied anything to his children. to spare [spe:]. We shall spare nothing for this cause. to refuse to greet smb [rifyu:z]. to disregard danger [disriga:d]. not to mince one's words [mins]. Of course, I didn't mince my words there. not to mince one's words [mins]. (He's the person who'll call a spade a spade.) to be begrudged [bigracd], a) Don't grudge a penny to get a pound. b) You must lose a fly to catch a trout. c) Do not grudge a small fish to get a big one. to be old. The school is not what it used to be. Throw it away, if it is old. to become old. eskimek 276 eskimek, kullanarak yıpratmak: Giyile giyile paltonun kollun eskidi. yaşlanmak anlamında: eskitilmek eskitmek , Kunt gayret, çank eskitir. Bu işte bir iki ceket eskitirim. | birleşikler ve deyimler] dokuz yorgan eskitmek bir gömlek fazla eskitmiş olmak pabuç eskitmek eslemek esmek Rüzgâr bu sabah fazla esiyor. Rüzgâr esmeyince, yaprak oynamaz. |birleşikler ve deyimler] aklına esmek Aklına eseni yapıyor. başında kavak yelleri esmek püfür püfür esmek yerinde yeller esmek Yerinde yeller esiyor. esmerleşmek renk bakımından: ı güneş etkisiyle: esnemek, kumaş vs. için: levha için: uyku belirlisi olarak: Konserde esneyeceksen, gelme. esnetmek, can sıkmak anlamında: esnemesine sebep olmak germesine sebep olmak: espri yapmak esrimek, vecde gelmek anlamında: sarhoş olmak anlamında: esritmek estek köstek etmek estirmek *terör estirmek eş etmek eş olmak eşeklenmek eşekleşmek eşeklik etmek eşelemek, hayvanlar için: kurcalamak anlamında: eşelenmek eşi olmamak to wear out [we:]. The coat has worn out at the sleeves. to get old. to be worn out [wo:n]. to wear out [we:]. (Effort with no purpose is wasted effort.) I'll wear out a jacket or two on this job. to live to a great age [eye]. to have had more experience (than). to run here and there to get things done. to pay attention to [itensm]. to blow. The wind is blowing hard this morning. There must be a reason for everything. to come into one's head. She does whatever comes into her head. to be daydreaming. to blow gently [centli]. not to exist [igzist] any more. It no longer exists. to become brown [braun], to become sunburnt [sanbo:nt]. to stretch [strec]. to bend. to yawn [yo:n]. If you're going to yawn during the concert, don't come. to bore [bo:], to make smb yawn [yo:n]. to make smth stretch, to crack a joke [couk]. to go into ecstasy [ekstisi]. to get intoxicated [intoksikeytid]. to intoxicate. to make all sort of excuses [ikskyu:siz]. to make smth blow. to strike terror [ten]. to match [mec]. to be a match. to make an ass of oneself. to behave like an ass [e:s]. to behave like a fool [biheyv]. to paw [po:]. to rake up [reyk]. to scratch and scrabble [skre:bil]. to be matchless/unique [yuni:k]. eşiğinde olmak 277 eşiğinde olmak Ülke, çöküşün eşiğindedir. Banka iflâsın eşiğindedir. eşilmek eşinmek eşit olmak, denk anlamında: kanun bakımından: Kanun önünde herkes eşittir. eşit olmamak eşitlemek eşitlenmek eşlemek, benzer iki şey için: ses ve görüntü için: eşlenmek eşleşmek, eş olmak: çiftleşmek: eşleştirilmek eşleştirmek eşlik etmek eşmek, Dans için hanımlar ve baylar eşleştiler. Bu hafta sonu onlara kim eşlik edecek? Parka kadar ona eşlik ederim. Öğrencilere piyanoda kim eşlik edecek? toprağı kazmak anlamında: araştırmak anlamında: eşsiz olmak eştirmek, toprağı kazdırmak anlamında: araştırma söz konusu ise: eteklemek, etek öpmek anlamında: dalkavukluk etmek: etelemek betelemek etiketlemek etiketlenmek etki yapmak Sözleriniz, üzerlerinde etki yapmadı. Üstünde nasıl bir etki yaptı? Kamuoyu üzerinde kötü bir etki yapacak. etkilemek Bu, günlük yaşamın her yününü etkiliyor. Bu kararlar, ülkedeki ekonomik durumu etkileyecektir. Bütün bunlar, sağlığını etkilemiştir. to be on the verge of [vox]. The country is on the verge of collapse. to be on the brink of. The bank is on the brink of bankrupcy. to paw [po:]. to scratch and paw the ground [graund]. to be even fi:vin]. to be equal [i:kwil]. In the eyes of the law everyone is equal. to be unequal. to equalize [ikwilayz]. to be made equal. to match [me:c]. to synchronize [smkrinayz]. to be paired [pe:d]. to be partners [pa:tmz]. to mate [meyt]. to pair off [pe:]. to be paired off [pe:d]. The ladies and the gentlemen were paired off for the dance. to keep smb company [kampini]. Who will keep them company this week-end? to accompany [lkampini]. I'll accompany her as far as the park. Who will accompany the students at the piano? to scratch the soil [soyl]. to investigate [investigeyt]. to be unmatched [anmerct]. to have smb dig up smth. to have a thing investigated. to kiss smb's skirt [sko:t]. to flatter. to quarrel with [kwonl]. to label [leybil]. to be labelled. to have effect [ifekt]. Your remarks had no effect on them. to make an impression on [impresin]. What impression did it make on you? It'll produce a bad impression on public opinion. to affect [ifekt]. It affects every aspect of daily life. These decisions will affect the economic condition in the country. to influence [influwins]. All this has influenced his health. etkilenmek 278 Durumu hiç etkilemedi. Bu sizi fazla etkilemesin. etkilenmek Bu filmi görüp de etkilenmeyecek kimse yok. etkileyici olmak Pek etkileyici oldu. etkili olmak, etki-bakımındım: Etkili olabilmesi için bir şeyler aktarmalı. Haşerelere karşı özellikle etkilidir. nüfuz bakımından: etkimek etkilenmek Haberden hiç de etkilenmiş görünmüyor. O şarkıdan etkilendiklerini sanmıyorum. etkinleştirmek etkisi olmak Bugünkü gençliğin üzerinde etkisi yoktur. Böyle bir kararın, öğrencilerin üzerinde derin bir etkisi olacaktır. *yan etkisi olmak etkisiz olmak etkisizleştirmek etle tırnak gibi olmak etlenmek etmek, değer bakımından: Kaç para eder? Etse etse, yüz dolar eder. Muzlar ne kadar eder? Hepsi 50 dolar eder. ihtiyaç karşılamak anlamında: Bunlar konuşmadan edemezler. Biz içkisiz edemeyiz. İnsan gıdasız nasıl edebilir? işlemler için: Dört, iki daha, altı eder. Üç kere üç, dokuz eder. kötülükte bulunmak: Kişi ettiğini bulur. Edene ederler. Kişinin kendine ettiğini kimse edemez. [ birleşikler ve deyimler | Allah etmesin! kendine etmek Ne ettiysen, kendine ettin, insanın, kendine ettiğini, kimse edemez. Kişi ne ederse kendine eder. para etmek Beş para etmez. On para etmez. Kaç para eder ki? to have an effect [ifekt]. It had no effect on the situation. (Don't let it get you down.) to be affected [lfektid]. Nobody could see the film and not be affected. to be impressive. That was quite impressive. to be effective [ifektiv]. To be effective it has to convey something. It's especially effective against parasites. to be influential [influengil]. to act on [e:kt]. to be affected [lfektid]. He doesn't seem to be affected by the news. to be influenced [influwmst]. / don't think they've been influenced by that song. to activate [ektiveyt]. to have influence [influwins]. It has no influence on today's youth. to have an impact. Such a decision will have a profound impact on the students. to have side effect [ifekt], to be ineffective. to render ineffective. to be very close friends [klous]. to grow fat. to be worth [wo:th]. What's it worth? At most it is worth a hundred dollars. (How much do bananas cost?) (It all comes to fifty dollars.) to do without. These people cannot do without talking. We can't do without drinks. How can people live without food? to make. Four and two make six. Three times three make nine. One reaps what one sows [souz]. (Measure for measure [meji].) A man is often his worst enemy. Godforbid! to harm oneself. You have only harmed yourself in this. A man is sometimes his worst enemy. (As you sow you shall reap [ri:p].J> to be worth. It's not worth a farthing. It's utterly worthless |wo:thlis]. (What's the use?) ettirmek 279 bir şeyden etmek Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder. ettirmek etüt etmek, araştırmak anlamında: incelemek: ev işi yapmak ev sahipliği yapmak evcilleştirmek evde olmak Hanım evde mi? Hanım evde değil, 6'da gelir. evermek evhamlanmak evhamlı olmak evirmek evirtmek evlat edinmek evlendirilmek evlendirmek En büyük kızlarını evlendiriyorlar. evlenmek Her kadın ve erkek evlenmek hakkına sahiptir. *evlenmek barklanmak *üstüne evlenmek evli olmak eyerlemek eyerlenmek eylemek Etme, eyleme! Neylersiniz? Allah rahmet eylesin! Akılsız evladın varsa, malı neylersin? Tatsız aşa tuz neylesin, akılsız başa söz neylesin. ezberlemek iki satırı hâlâ ezberleyemediler. Ezberlemek, öğrenmek değildir. Önemli formülleri ezberlersen iyi edersin. ezberlenmek ezdirmek ezik olmak, genel anlamda: meyve için: ezilmek, baskı altında tutulmak: Atlar tepişir, eşekler ezilir. üstüne basılarak: Yılanın başı küçükken ezilir, vasıta tarafından: Ezilmemiş olmanız mucizedir. to deprive smb of smth [diprayv]. A little learning is a dangerous thing. to make smb do smth. to investigate [investigeyt]. to examine [igze:min]. to do the housework. to be host to [houst]. to domesticate [dimestikeyt]. to be at home, to be in. Is the lady in? The lady is out, she'll be back at 6. to give in marriage [me:ric]. to suspect the worst [sispekt], to be hypochondriac [haypoukondriak]. to alter [o:lti]. to invert [invo:t]. to adopt a child. to be married off [me:rid]. to marry off [me:ri]. They are marrying off their eldest daughter. to get married [me:rid]. (Women and men have the right to marry.) to get married and have a family. to marry again (while still married.) to be married [me:rid], to saddle [seidil]. to be saddled. to do/make. Don't! What is one to do about it? God's blessing on him! What's the use of amassing a fortune when you have foolish children? Trying to advise a fool is just as useless as salting insipid food. to learn by heart [ha:t]. They haven't been able yet to learn a few lines by heart. to memorize [memirayz]. Memorizing doesn't mean learning. You'd better memorize the important formulas. to be memorized [memirayzd]. to let smb be crushed [kra§t], to be crushed [krast]. to be bruised [bru:zd], to be oppressed [tprest]. The weak are always oppressed. to be crushed [kra§t]. (Destroy the viper while young [vaypi].) to be run over. It's a miracle you haven't been run over. eziyet etmek 280 |birleşikler ve deyimleri içi ezilmek midesi ezilmek yüreği ezilmek, açlık duymak anlamında: Yüreğim eziliyor, bir şeyler yiyeyim. duygulanmak anlamında: eziyet etmek, azap çektirmek anlamında: işkence etmek anlamında: kötü muamele etmek anlamında: rahat vermemek anlamında: eziyetli olmak Bu iş epey eziyetlidir. ezmek, baskı altında tutmak anlamında: Fakirleri ne zamana kadar ezebileceksiniz? inim inim inletmek anlamında: işçileri ezen ekonomik tedbirler. yok etmek anlamında: Hükümet her türlü muhalefeti ezecek güçte. püre vs. için: bir şey arasına sıkıştırmak: yassı hale getirmek anlamında: yara bere için: sinek vs. için vurup ezmek: vasıta ile çiğnemek: Maalesef, bir kediyi ezmek zorunda kaldık. Az kalsın, köpeği eziyordum, ayağı ile çiğnemek: | birleşikler ve deyimler | başını ezmek Yılanın başı, küçükken ezilir. çiğneyip ezmek orman dağ ezmek şerbet ezmek to feel hungry [hangri], to feel hungry. to feel hungry. / feel suddenly hungry, I'll have something. to be very moved [mu:vd]. to torment [to:mint], to torture [to:91]. to ill-treat [tri:t], to harry [he:ri]. to be trying [traying]. It's a very trying job. to oppress [ipres]. How long will you be able to oppress the poor? to grind [graynd]. Economic measures that grind the workers. to crush [krasj. The government is strong enough to crush all opposition [gavmmint], to mash [me:sj. to crush [krasj. to squash [skwosj. to bruise [bru:z]. to swat [swot], to run over. Unfortunately, we had to run over a cat. I almost ran over the dog. to trample [trempil]. to crash [krasj. You must crush the viper while still young. to trample [trempil], to walk over hill and dale [deyl], to make sherbet [50:bit]. F faça etmek fakir olmak fakirleşmek fakirleştirmek falso yapmak fanfin etmek fark edilmek fark etmek fark etmemek fark olmak farkında olmak Hükümetin bu tehlikeli planı ülkeyi fakirleştirecektir. Kırık olduğunu fark etmedim. Fark eder mi? Benim için fark etmez. Hiç fark etmez. Bizim için hiç fark etmez. Duvarla konuşsam, fark etmez. Biraz beklesem de fark etmez. Yeni olsun, eski olsun, fark etmez. Aralarında dağlar kadar fark var. Aralarında ne fark var? Konuşmaktan konuşmaya fark var. Bir değişiklik olsa, farkında olurdum. İçinde bulunduğun tehlikenin farkında değilsin. Bunun bize neye mal olacağının pekâla farkındayım. farklı olmak Makale, bir araştırmadan farklıdır. Diğerlerinden ne bakımdan farklıdır? Diğerlerinden farklı olarak, ona güvenmiyoruz. Senin tutumun, benimkinden çok farklı. Bu konuda benim fikrim, seninkinden farklı. *bir gömlek farklı olmak farklılaşmak farksız olmak to tack [te:k]. to be poor [pu:]. to get poor. to reduce to poverty [poviti]. This dangerous plan of the government will reduce the country to poverty [gavmmint]. to play a false note [fo:ls]. to talk in a foreign idiom [idyim], to be perceptible [ptseptibil]. to notice [noutis]. I didn't notice it was broken. to make a difference [difrins]. Does it make any difference? to make no difference. It won't make any difference for me. It makes no difference at all. to be the same [seym]. It's just all the same to us. (I might as well talk to the wall.) (I might just as wait a little.) not to matter [me:tt]. (It doesn't matter whether it's old or new.) there to be a difference [difrms]. There's a world of difference between them. What's the difference between them? It makes a difference how one speaks. to notice [noutis]. If there were any change I would notice it. to be aware of. You're not aware of the danger you're in. to realize [riyilayz]. / realize quite well what it will cost us. to differ (from). An article differs from a research paper. In what respect do they differ from the others? (Unlike the others, we don't trust him.) Your attitude differs widely from mine. My opinion differs from yours on this subject. to be a little superior [syu:piriyi]. to undergo a change [jeync]. to be the same [seym]. farz etmek 282 farz etmek, öyle kabul etmek anlamında: Onu doğru farz ediyorum, var saymak anlamında: Farz edelim ki, onu kaybettim. Bir an için farz edelim ki, kabul ettik, olmuş gibi kabul etmek: Birçok şeyi olmuş bitmiş gibi farz ediyor. farz olmak Bütün Müslümanlar için farzdır. farz olunmak fasılalı olmak fasit olmak faş etmek faturalamak faul yapmak fayda etmek fayda etmemek Fayda etmez. Fayda yok. Son pişmanlık fayda etmez. Ne yaptıysak fayda etmedi. faydalanmak, bir durumdan: Başkalarının aptallıklarından neden faydalanmayalım? Ondan çok faydalandılar. Bu durumdan faydalanmalıyız. Bu fırsattan neden faydalanmayalım? bir şeyden: Bundan daha sık faydalanmalısın. Arşivlerden faydalanmaya karar verdik. faydalı olmak Joging sağlığa faydalıdır. Bu konuda düşüncelerini bilmek faydalı olur. faydası olmak Bunun faydası olur mu? Bunun kimseye faydası olmaz. Korkunun ecele faydası yoktur. İtiraf etse de ne faydası olur? Ağzıyla kuş tutsa, faydası yok. Biraz faydası oldu. Bunun faydası olacağını sanmıyorum. Bir aspirin aldım, fakat faydası olmadı. Pişmanlık duymak daima faydasızdır. faydasız olmak fayrap etmek faziletli olmak to assume [isyu:m], I assume it to be true. to suppose [sipouz]. Supposing I lost it. Suppose for a moment that we accept [iksept]. to take for granted. He takes too much for granted. to be/become obligatory [obligetiri]. It's obligatory for all Moslems [mozlimz]. to be assumed [isyu:md]. to be intermittent [intimitmt]. to become invalid. to disclose [disklouz], to invoice [invoys]. to foul (against) (faul]. to be of use [yu:s]. not to help, to be of no help. It won't help. It's of no help. (Regret is futile [fyurtayl].,) (Whatever we did achieved nothing.) to profit. Why shouldn't we profit by the stupidity of others? to benefit. They have derived great benefit from it. to take advantage of [idva:ntic]. We must take advantage of the situation. to avail oneself of [iveyl]. Why shouldn't we avail ourselves of this opportunity [opityu:niti]? to make use of [yu:s]. You should make more use of it. We have decided to make use of the archives. to be useful [yu:sful]. Jogging is beneficial to health. It would be well to know what he thinks about it. to do some good. Will it do any good? It won't do anyone any good. to be of no use. It's no use to fear the inevitable. Even if he confessed, what use will it be? Even if he were to achieve the impossible, it would be of no use [yu:s]. to help. It has helped a bit. I don't think it will be of any help. I've taken an aspirin but it hasn't helped. to be of no avail [iveyl]. Regrets are always of no avail. to stoke [stouk]. to be virtuous [vo:tyus]. fazla gelmek 283 fazla gelmek, çekilmeyecek durum almak: gereksiz olmak: fazla olmak, aşın olmak anlamında: lüzumsuz anlamında: gücünü aşmak anlamında: Bu adam artık fazla oldu. Bu kadar da artık fazla. fazla mesai yapmak fazlalaşmak feda etmek İnsan sırasına göre kendini feda etmesini bilmeli. feda olmak Feda olsun! fedakârlık yapmak felç olmak felçli olmak felfellemek, bitkin düşmek anlamında: hızını yitirmek anlamında: felsefe yapmak fena etmek, birini...: davranış bakımından: Bunu yapmakla fena mı ettik? hasta etmek anlamında: Bu koku beni fena ediyor. fena olmak, bozulmak anlamında: fenalaşmak anlamında: iyi nitelikte olmayan için: Bir fincan çay fena olmaz. *sonu fena olmak fena yapmak fenalaşmak, kötü bir duruma gelmek: bayılacak gibi olmak: hastalık bakımından: fenalaştırmak fenalık etmek, kötülükte bulunmak: zarar vermek anlamında: fenasına gitmek feragat etmek, devretmek anlamında: tahttan...: vazgeçmek anlamında: ferağ etmek ferahlamak, sıkıntı söz konusu ise: yer söz konusu ise: *yüreği ferahlamak Bu iş fenama gitti. to become intolerable. to be redundant [ridandmtj. to be excessive [iksesiv]. to be superfluous [syu:po:fluyis]. to go too far. This man has gone too far. (This is altogether too much.) to work overtime [ouvitaymj. to increase [inkrks]. to sacrifice [se:krifays]. One should know when one ought to sacrifice oneself. to be sacrificed [se:krifayst]. It's worth the sacrifice [se:krifays], to make sacrifices. to become paralysed [pe:rilayzd]. to be paralysed. to fall from exhaustion [igzo:scin]. to wobble [wobil]. to philosophize [filosifayz]. to teach smb a lesson, to act wrongly. Did we do wrong by doing this? to make smb feel sick. This smell makes me feel sick. to feel upset [apset]. to feel like fainting [feynting]. to be bad. (/ could do with a cup of tea.) to come to a bad end. to teach smb a lesson. to deteriorate [ditirireyt]. to feel suddenly faint [feynt]. to get worse [wo:s]. to aggravate [e:gnveyt]. to do a bad turn to. to harm. to irritate [iriteyt]. This business has irritated me. to cede [si:d], to abdicate [eibdikeyt]. to renounce [rinauns]. to cede [si:d]. to feel relieved [relkvd]. to become spacious [spey§is]. to feel relieved. ferahlandırmak 284 ferahlandırmak, sıkıntı bakımından: yer bakımından: ferahlamak ferahlatmak ferma etmek feryat etmek, çığlık atmak anlamında: haykırmak anlamında: ölümüne ağlamak: Ölüleri için kadınlar feryat ediyorlardı. fesatçılık yapmak feshedilmek feshetmek anlaşma için: meclis vs. için: fethetmek feveran etmek fevri olmak fıçılamak fıkırdamak, fıkır fıkır kaynamak anlamında: cilvelenmek anlamında: fıkırdaşmak fıkırdatmak, ' kaynatmak anlamında: cilve bakımından: fıkramak fırçalamak, saç vs. için: av söz konusu ise: *dişlerini fırçalamak *üstünii fırçalamak fırçalanmak fırçalatmak, eşya söz konusu ise: kişi söz konusu ise: fırıldamak fırıldatmak fırınlamak, fırında pişirmek anlamında: fırında kurutmak anlamında: fırınlanmak fırınlatmak fırlamak, atılmak anlamında: hızla bir yerden çıkmak: ısı için: çıkıntı yapmak anlamında: fiyat için: | birleşikler ve deyimler | Ok yaydan fırlamış. ayağa fırlamak dışarı fırlamak to relieve [reli:v]. to make (a place) spacious [spey§is], to become relieved, to put smb at ease [i:z]. to set. to scream [skri:m], to cry out [kray]. to wail [weyl]. The women were wailing for their dead. to make mischief [miscif]. to be abolished [fbolist]. to abolish [lbolisj. to annul final]. to dissolve. to conquer [konki]. to boil over fboyl]. to be impulsive [impalsiv]. to barrel. to bubble [babil]. to coquet [kouket]. to laugh and talk in a lively way. to make smth bubble over [babil]. to make people act coquettishfy. to ferment [fd:ment]. to brush [brasj. to go through a wood [wu:d]. to brush one's teeth. to brush down. to be brushed [bra§t]. to have smth brushed [bra§t]. to have smb brush smth [brasj. to spin around, to let smth spin around. to bake [beyk]. to kiln-dry [dray], to be kiln-dried [drayd]. to have smth kiln-dried. to dash [de:s]. to rush out [rasj. to soar [so:], to stick out. to soar [so:]. What is done is done. to jump to one's feet [camp], to bounce out [bauns]. fırlatmak 285 dışarıya fırlamak Adamlar panik içinde dışarıya fırladı. elinden fırlamak Elimden fırlayıverdi. gözleri dışarı fırlamak ok gibi fırlamak yay gibi fırlamak Haberi duyunca, yerinden yay gibi fırladı. fırlatmak, hızla atmak anlamında: Tabağı kocasının kafasına fırlattı. Oyuncağı alıp pencereden fırlattı. füze için: havaya fırlatmak anlamında: Topu havaya fırlatmaktan ibarettir. fısıldamak fısıldaşmak Eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı. Bu ikisi aralarında neler fısıldaşıyor? Borudan hâlâ su fışkırıyor. fıslamak fışırdamak fışırdatmak fışkırmak, petrol v s . için: su vs için: bitki için: *sağlık fışkırmak fışkırtmak fışlamak fıtık olmak fıttırmak fidelemek figan etmek figüranlık yapmak fikir teati etmek fikri olmak fikrinde olmak | birleşikler ve deyimler | aynı fikirde olmak Sizinle aynı fikirde olduğumu söyleyemem. Tamamen aynı fikirdeyim. aynı fikirde olmamak Müsaadenizle ben bu fikirde değilim. geniş fikirli olmak hem fikir olmamak Birçok konuda hemfikir değiliz. filizlemek filizlenmek, bitki için: gelişmeye başlamak: filozoflaşmak to rush out [rasj. The men rushed out in panic. to fly out of one's hand [flay aut]. suddenly flew out of my hand. (one's eyes) to bulge [bale], to dart [da:t]. to spring out. He sprang out of his seat at the news. to hurl [ho:l]. She hurled the plate at her husband's head. to fling. He got hold of the toy and flung it out of the window. to launch [lo:ncJ. to toss upward [apwid]. It consists of tossing the ball upward. to whisper. He leaned and whispered something into her ear. to whisper to each other. What are these two whispering to each other? to tell smb in secret. to fizz [fiz]. to make smth fizz. to gush out [gasj. to spurt out [sport]. Water is still spurting out of the pipe. to spring up. to burst with health [he :1th]. to make smth gush [gasj. to go sour [sau]. to get a hernia [ho:nyi], to go mad. to plant with seedlings. to lament. to work as an extra. to exchange views [iksceync]. to have an idea [aydiyi]. to be of the opinion [rpinyin]. to agree with [lgri:]. / can't say I agree with you. (I couldn't agree more.) to disagree [disigri:]. That's your opinion, I beg to disagree. to be broad-minded [bro:d mayndid]. to differ. We differ on many subjects [sabjikt], to prune the shoots [pru:n]. to put out shoots [suits]. to begin to develop. to become philosophical [filosifikal]. finanse etmek 286 finanse etmek Gizli örgütleri finanse ediyorlar. fingirdemek fingirdeşmek firar etmek, tutuklu ve esir için: Tutukluların çoğu firar edebilmiş. askerlik söz konusu ise: firavunlaşmak firketelemek fiske fiske olmak fiskelemek, fiske vurmak anlamında: sitem etmek anlamında: fiskos etmek fişlemek fişlenmek fitillemek, patlayıcı maddeler için: kışkırtmak anlamında: fitillenmek fitlemek fitnelemek fiyaka yapmak fiyatlanmak flört etmek fokurdamak fonda etmek fora etmek formda olmak Takım iyi formda görünüyor. Her iki takım formlarının zirvesinde. formsuz olmak Kaleci formsuz görünüyor. formunda olmak Bugün formumdayım. formüle etmek forsu olmak Dayısının bakanlıkta büyük forsu var. forum yapmak fosilleşmek fosurdatmak fren yapmak frenlemek, taşıt için: tutum için: Bu çocukları biraz frenlemek gerek. Öfkesini biraz frenlemesi gerek. frenlenmek frenkleşmek frezelemek fuzuli olmak fütur etmemek fütursuz olmak to finance [finerns]. They finance secret organizations. to behave coquettishly [kouketişli]. to flirt [flört]. to escape [iskeyp]. Most of the prisoners were able to escape. to desert [dizört]. to behave despotically [despotikili]. to pin up (one's hair). to be covered with pimples [pimpilz]. to give smb a flick. to reproach [riprouç], to whisper secretively [sikrirtivli]. to index on cards [kardz], to be indexed on a card [indekst]. to light the fuse [fyurz]. to incite [insayt]. to be equipped with a wick [ikwipt]. to set people against one another. to criticize smb behind their back. to show off. to get expensive. to flirt [flörrt]. to boil up [boyl]. to drop anchor [ernki], to unfurl [anförl]. to be on form. The team seems to be on good form. Both teams are on top of their form. be out of form. The goalkeeper seems to be off form. to be in good form. I'm in good form today. to formulate [formyuleyt]. to have a pull in. His uncle has a great pull in the ministry. to hold a forum (on). to become fossilized [fosilayzd]. to puff [paf]. to put on the brake [breyk]. to brake [breyk]. to curb [körb]. We should curb these children down a bit. to restrain. He should restrain his temper a bit. to be held in check [çek]. to acquire European ways [lkwayi]. to mi l l . to be superfluous [syurpörfluyıs]. not to mind [maynd]. to be indifferent. gaddar olmak gaddarlık etmek gaf yapmak gagalamak, gaga ile vurmak anlamında: azarlamak anlamında: gagalanmak gagalaşmak gaklamak galebe etmek galeyan etmek, kaynamak anlamında: hiddetlenmek: galeyana gelmek galip gelmek *hükmen galip gelmek galip olmak galvanize etmek galvaniz yapmak galvanizlemek gamlanmak gammazlamak gangren olmak garanti etmek Her şeyin hazır olacağını size garanti ederim. Dürüstlüğünü size garanti edebilirim. garantilemek garaz olmak garazı olmak gargara yapmak garip olmak, tuhaf anlamında: kimsesiz anlamında: garipsemek, tuhaf bulmak anlamında: yer bakımından: gark etmek, batırmak, boğmak anlamında: bol bol vermek anlamında: gark olmak, batmak anlamında: bol miktarda olmak: to be cruel [kru:el]. to act cruelly [kru:eli]. to blunder [blandi], to peck. to scold [skould]. to be pecked [pekt]. to peck one another, to croak [krouk]. to overcome [ouvikam], to boil [boyl], to fly into a passion [pe:§in]. to get worked up. to win. to win by default [difoilt]. to be the winner [wini]. to galvanize [ge:lve:nayz]. to galvanize. to galvanize. to worry about [wo:ri]. to inform against [tgeynst], to become gangrenous [ge:ngri:ms]. to assure [isu:]. / can assure you that everything will be ready. to warrant [wo:nnt]. / can warrant you his honesty [onisti]. to guarantee [ge:nnti]. to hold a grudge [grac]. to bear spite [spayt]. to gargle [ga:gil]. to be odd. to be destitute [destityuit]. to find strange [streync]. to feel out of place [pleys]. to drown [draun]. to overwhelm with favours [feyviz], to be drowned [daund]. to be submerged with [sabmoicd]. garplılaşmak 288 garplılaşmak gasletmek gaspetmek taht vs. için: gâvur etmek gâvur olmak gayesi olmak gayret etmek, büyük bir çaba için: sürekli bir çaba söz konusu ise: yapmaya çalışmak: Elimizden geldiği kadar gayret ederiz. Ha gayret! Ne olur, gayret ediniz. Erken bitirmeye gayret ediniz. Düzeltmeye gayret ediyorum. gayretlenmek gayretli olmak Bu konuda her şeyi öğrenmeye gayretli. gayretsiz olmak gazi olmak gazlamak gazellemek gebe olmak gebermek gebertmek gebrelemek gebrelenmek gecelemek gecikmek Geceler gebedir. Karar almakta biraz geciktiniz. Randevunuza geciktiniz. Otobüs yine gecikti. Yine ödemelerinde gecikti. Geciken adalet, büyük adaletsizliktir. Bu şartlar altında amaca ulaşmamız gecikir. Durumdan faydalanmaya hiç gecikmedi. geciktirmek geç olmak Trafik nedeniyle geciktim. Sizi bu kadar geciktiren ne oldu? Bu ileride üretimi geciktirecektir. Bu sabah sizi ne geciktirdi? Açılışı birkaç dakika geciktiremez miyiz? Geç oluyor. Daha geç sayılmaz. Sanıldığından daha geç. to become westernized [westunayzd]. to wash the dead (canonically). to seize by force [fo:s]. to usurp [yu:zo:p]. to squander [skwondi]. to become a Christian [kriscin]. to pursue a purpose [pisyu:], [po:pis]. to strive [strayv]. to endeavour [indevi], to do one's best. We'll do our best. You can do it! to make an effort. Do make an effort [efit]. to try [tray]. Try to finish early. I'm trying to fix it. to be filled with zeal [zi:l]. to be eager to [i:gi]. He is eager to learn everything about it. not to be eager. to be a war veteran [wo: vetrrin]. to step on the gas. to wither and fall [fo:l], to be pregnant [pregmnt]. Things may get better tomorrow. (for animals) to die [day]. to ki l l . to groom (a horse), to be groomed [gru:md]. to spend the night [nayt]. to be late [leyt]. We were a little late in taking a decision. You are late for the appointment. to be behind [bihaynd]. The bus is again behind time. He is again behind in his payments. to delay [diley]. Delayed justice is a great injustice. Under these conditions our cause will be delayed. (He wasn't slow in taking advantage of the situation.) (I was help up by the traffic.) to hold up. What held you up so long? This will hold up production in future. to delay [diley]. What delayed you this morning? Can't we delay the opening for a few minutes? to be late [leyt]. It's getting late. It's not too late yet. It's later than people think. geçerli olmak 289 geçerli olmak Özür dilemek için çok geç. Çok geç olmadan bir şeyler yapmalısın. Güç olacağına, geç olsun. Artık çok geç, ok yaydan çıktı. Horozu çok olan köyün sabahı geç olur. Bu, senin için de geçerlidir. Her şeye rağmen teklifimiz geçerlidir. Bu biletler bir ay geçerlidir. geçersiz olmak geçici olmak geçilmek, geçmek anlamında: terk etmek anlamında: *önüne geçilmek Kazaların önüne nasıl geçilecek? geçilmemek (bir şeyden) Sokaklarda işportacılardan geçilmiyor. | birleşikler ve deyimler] çalımdan geçilmemek gururdan geçilmemek kurumdan geçilmemek Bu adamın kurumundan geçilmiyor. önüne geçilmemek Kaderin önüne geçilmez. Kazanın önüne geçilmez. geçimsiz olmak geçindirmek Geçindirmek zorunda olduğu bir ailesi var. *kendini geçindirmek geçinmek, anlaşmak anlamında: Bu insanlarla geçinemiyorum. Komşularla dostça geçinmek zorundayız, ihtiyacını sağlamak anlamında: Çocuklarının kazancıyla geçiniyorlar. Bu gelirle, bu insanlar nasıl geçiniyorlar? İnsan yalnız ekmekle nasıl geçinebilir? Orada nasıl geçineceksiniz? Hancı tavuğu gibi, yolcu artığıyla geçiniyor. Yoksul halk, çöp kutularından topladıkları ile geçiniyorlar. | birleşikler ve deyimler | akıllı geçinmek almteriyle geçinmek çok zor geçinmek diye geçinmek Sen de güçlüyüm diye geçiniyorsun. gül gibi geçinmek hoş geçinmek It's too late to apologize [lpohcayz]. You should do something before it's too late. Better late than never. The die is cast, it's too late now [day]. Too many cooks spoil the broth [spoyl]. to hold true. That holds true for you too. to stand good. In spite of everything, our offer still stands good. These tickets are valid for one month. to be invalid [invedid], to be temporary [tempinri]. to be passed [past]. to be given up. to be prevented [priventid]. How will accidents be prevented? to be too many or too much. The streets are so full of peddlers. to swagger intolerably [intohnbli], to burst with pride [prayd]. to be insufferable [insafinbil]. This man's conceit is intolerable. to be inevitable [inevitibil]. Every bullet has its billet. Accidents will happen [e:ksidmts]. to be difficult to get on with, to support [sipo:t]. He has a family to support. to fend for oneself. to get on. / can't get on with these people. We have to live amicably with the neighbours. to live on [l i v]. They live on what their children earn. How can they live on such an income [inkam]? to get along. How can one get along on bread alone? How will you be able to get along there? to subsist [sibsist]. Not unlike the inkeeper's hen, he subsists on left-overs of travellers. The wretched people subsist on what they collect from waste-bins [kilekt]. to pass for a wise man [wayz]. to live by the sweat of one's brow [swet]. to live from hand to mouth. to pass for. So you pass for a strong man. to get along very well, to get on well with. geçirilmek 290 idare ile geçinmek i yi geçinmek Yeni arkadaşlarınla iyi geçiniyor musun? O herkesle iyi geçinir. i yi kötü geçinmek kıt kanaat geçinmek sata sava geçinmek sırtından geçinmek (birinin) zar zor geçinmek geçirilmek I birleşikler ve deyimler | alarma geçirilmek Polis alarma geçirildi. elden geçirilmek Proje yeniden elden geçiriliyor. geçirmek, atlatmak anlamında: O hastalığı ben geçirdim, bulaştırmak anlamında: Bu hastalığı herkese geçirdi. genel anlamda: kaydetmek anlamında: Bunları deftere geçirmeniz gerekirdi. giymek, giydirmek anlamında: süre bakımından: Bu erzakla haftayı geçiririz. takmak anlamında: Onu bir çerçeveye geçirmen gerekmez mi? uğurlamak anlamında: Bir arkadaşını geçirmeye gitti, bir şey yapmakla...: Tatilimizi otobüs beklemekle geçirdik. Bir günü eften püften şeylerle geçirdik, bir yerde...: Pazarı nerede geçireceksiniz? Marmaris'te bir hafta geçirmek nesine? yerleştirmek anlamında: zaman bakımından: Kışın zamanı nasıl geçiriyorlar? Hafta sonunu arkadaşlarla geçirdik. Çok iyi bir vakit geçirdik. \ birleşikler ve deyimler | aklından geçirmek Sizin yerinizde olsam, aklımdan geçirmem. ayağına geçirmek başına geçirmek Burasını başınıza geçirir. baygınlık geçirmek birbirine geçirmek birini geçirmek buhran geçirmek kişi için: ekonomi için: to live economically [i:kmomikili]. to get along well with. Do you get along well with your new friends? He gets along well with everybody. to scrape along [skreyp], to eke out a living [i:k]. to sell one's belongings to survive [sivayv]. to live at smb's expense [ikspens]. to live from hand to mouth. to be passed [pa:st]. to be put on the alert [ilo:t]. The police has been put on the alert. to be reviewed [rivyu:d]. The project is being reviewed again. to get over. I've got over that illness. to pass on. He has passed on the disease to everyone. to pass through [thru:], to enter [enti]. You should have entered these in the book. to slip on. to see through [thru:]. These provisions should see us through the week. to mount [maunt]. Shouldn't you have it mounted? to see smb off. He went to see a friend off. to spend. We spent our holiday waiting for buses. We've spent the whole day with trifles. to spend. Where will you be spending Sunday? Who's he to spend a week in Marmaris? to insert [inso:t]. to pass the time [taym]. How do they spend the time during winter? We passed the week-end with some friends. (We had a very nice time.) to think of. /// were you I wouldn't think of it. to put on. to hit smb over the head with. (He'll pull the roof down on you.) to feel faint [feynt]. to interlace [intileys], to see smb off. to have a fit of nerves [novz]. to go through a crisis [kraysis]. geçirmek (bunalım) 291 bunalım geçirmek cam geçirmek çember geçirmek deftere geçirmek diş geçirmek Artık kimseye diş geçiremiyor. dosyaya geçirmek elden geçirmek Burada her şey iki defa elden geçirilir. Mart faturalarını elden geçireceğim. Şu an, planı yeniden elden geçiriyorlar. ele geçirmek savaşla zaptetmek anlamında: Ordumuz bu sabah bölgeyi ele geçirdi. Birliklerimiz bu sabah şehri ele geçirdi. sahip olma anlamında: Planı ele geçirmeye çalışıyor. Yılmaz bu belgeleri nasıl eline geçirmiş? yakalamak anlamında: Bu hırsızı bir elime geçirirsem. elekten geçirmek, elemek anlamında: dikkatle incelemek anlamında: enfarktüs geçirmek evi başına geçirmek Ben evi onların başlarına geçiririm. fenalık geçirmek geceyi (bir yerde) geçirmek göğüs geçirmek gönlünden geçirmek görüp geçirmek Görmüş geçirmiş bir adamdır. gözden geçirmek Tüm raporları beraber gözden geçirelim. Diğer teklifleri de gözden geçireceğiz. Şirket eski uygulamaları gözden geçiriyor. Bunu daha önceden gözden geçirmedik mi? Şu noktaları bir daha gözden geçirelim. liste söz konusu ise: Son olarak şu listeyi gözden geçireyim. gümrükten geçirmek günü geçirmek Günü dolaşarak geçirdik. haddeden geçirmek harekete geçirmek Bu, zaptedilemez güçleri harekete geçirir. to have a break down [breyk daun]. to glaze [gleyz] (a window). to hoop [hu:p]. to enter [enti]. to influence [influwms]. He's unable to influence anyone any more. to file [fayl]. to check [çek]. Everything here is checked twice. to go through [thru:]. I'll go through the March bills. to revise [rivayz]. They are revising the plan at the moment. to occupy [okyupay]. Our troops have occupied that region this morning. to capture Ike.pçi]. Our units have captured the town this morning. to get possession of [pize§in]. He is trying to get possession of the plan. to get hold of. How did Yilmaz get hold of these documents? to lay hands on. Ifl ever lay my hands on that thief [thi:f]. to sift. to examine very closely [klousli], to have a heart attack [ite:k]. to pull the roof down on. I'll bring the house down about their ears. to feel faint [feynt]. to stay over the night. to sigh [sa:y]. to think of doing smth. to experience [ikspi:ryms]. He is an experienced person. to look through [thru:]. Let's look through all the reports together. to review [rivyu:]. We shall review the other offers, too. The company is reviewing its old practices. to go over. Haven't we gone over this before? Let's go once again over these points. to run/look down. I'll run down the list for a last check. to clear through the customs [kastimz]. to spend the day. We spent the day walking about. to roll. to set/put in motion [mou§m]. It'll put uncontrollable forces into motion. to bring into play. It'll bring factors on his side into play. Lehinde olan faktörleri harekete geçirecektir. geçirmek (hastalık) 292 hastalık geçirmek, atlatmak anlamında: Çocuklar o hastalığı geçirdiler, bulaştırmak anlamında: Bu hastalığı bize geçirdiler. hayalinden geçirmek hesaba geçirmek Bunları lütfen hesabıma geçirin. heyheyler geçirmek hoş vakit geçirmek Hoş vakit geçirmenizi dilerim. Hoş vakit geçiriyor musunuz? hükmünü geçirmek iç geçirmek içinden geçirmek iğneye iplik geçirmek imbikten geçirmek iyi vakit geçirmek Burada çok iyi vakit geçirdik. İyi vakit geçirdiniz mi? kahkahadan krnp geçirmek kalburdan geçirmek kalıba geçirmek, ayakkabı için: şapka vs için: kap geçirmek kapıya kadar geçirmek Sizi kapıya kadar geçireyim. kayda geçirmek kaza geçirmek Eşiniz ağır bir kaza geçirdi. kılıçtan geçirmek kırıp geçirmek, sert davranmak anlamında: yakıp yıkmak anlamında: hastalık için: kötü bir dönem geçirmek kötü bir gün geçirmek kriz geçirmek, kişi için: Yangın haberi karşısında annem krizler geçirdi. ekonomi için: Ekonomimiz çok ciddi bir kriz geçiriyor. ömür geçirmek piyasayı ele geçirmek Piyasayı ele geçirene kadar satın almaya devam edeceklerdir. revizyondan geçirmek sakatlık geçirmek sarsıntı geçirmek Piyasa bir sarsıntı evresi geçiriyor. sıkıntılı günler geçirmek Çok sıkıntılı günler geçiriyoruz. to get over. The children have got over that illness. to pass on. They have passed that illness on to us. to dream of [dri:m]. to enter in an account. Please charge these to my account [fkaunt]. to have a fit of nerves [no:vz]. to have a good time. Have a nice time. Are you enjoying your stay? to assert one's authority [iso:t]. to heave a sigh [say]. to review in one's mind. to thread a needle [ni:dil]. to distill. to have a good time. We had a wonderful time here. Did you have a nice time? to bring the house down, to sift. to put on a last, to block. to put a cover on. to see smb out. /'// see you to the door. to register [recisti]. to have an accident [e:ksidmt]. Your husband has had a serious accident. to put to the sword [so:d]. to tyrannize [tinnayz], to destroy [distroy]. to rage [reyc]. to have a bad period/season [si:zm], to have a bad day. to have a fit of hysterics [histeriks]. At the news of the fire, my mother had a fit of hysterics. to go through a crisis [kraysis]. Our economy is going through a severe crisis. to spend one's life. to corner the market. They'll keep buying until they have cornered the market. to overhaul [ouvihod]. to develop an infirmity [info:miti]. to undergo a shock [sok]. The market is undergoing a period of shock. to have a hard time. We are having a very hard time. geçirmemek 293 sınavdan geçirmek sırtına geçirmek sinir krizi geçirmek Haberi duyunca az daha sinir krizi geçiriyordu. söz geçilmek sudan geçirmek şanssız bir dönem geçirmek Son günlerde şanssız bir dönem geçiriyor. şişe geçirmek şok geçirmek tırpandan geçirmek tornadan geçirmek uhdesine geçirmek üstüne geçirmek birinin üstüne...: üzerine geçirmek üzerinden sünger geçirmek vakit geçirmek Bu kasabada insanlar vaktini nasıl geçirir? vakti boş şeylerle geçirmek vakti boşuna geçirmek Arkadaşlarıyla vaktini boşa geçiriyor. Burada vaktinizi daha fazla boşuna geçirmeyin. yasayı meclisten geçirmek Yasa tasarısını Meclis'ten geçirmek çok zor olmasa gerek. yerin dibine geçirmek yolcu geçirmek zafiyet geçirmek zihinden geçirmek zimmetine geçirmek geçirmemek, diş geçirememek hava geçirmemek hükmünü geçirememek ses geçirmemek söz geçirememek Sen bunlara söz geçiremezsin. su geçirmemek geçirtmek geçiştirilmek geçiştirmek, az zararla atlatmak: başından savmak anlamında: hastalık için: üstünde durmamak anlamında: *gülüp geçiştirmek Bunu, insan yalnız gülüp geçiştirir. geçmek, ağrı bakımından: Baş ağrılarım oluyor, ancak bunlar genellikle geçiyor. Ağrı yavaş yavaş geçiyor. to test (smb). to put on. to have a fit of nerves [nd:vz]. On hearing the news, she almost had a fit. to make oneself obeyed [oubeyd], to wash lightly [wosj. to be down on one's luck [lak]. He has been down on his luck lately. to fix on a skewer [skyuwi]. to get shocked [§okt]. to eliminate [ilimineyt]. to turn on a lathe [leyth], to charge smb with the duty of [dyu:ti]. to have smth registered under one's name. to transfer to [tremsfo:]. to have smth registered under one's name. to pass the sponge over [spanc], to pass the time. How does one pass the time in this town? to trifle away one's time [trayfil]. to fool around [fu:l]. (He fools around with his friends.) to waste time. Don't waste your time here any longer. to get a bill through [thru:]. It shouldn't be too hard to get the bill through the National Assembly [ney§iml lsembli]. to mortify [mo:tifay]. to see off. to suffer from general debility, to ponder [pondi]. to embezzle [imbezil]. to be unable to influence [influwins]. to be airtight [e:tayt]. to be unable to assert one's authority [iso:t]. to be soundproof [saundpru:f]. to be unable to make people listen to one. They won't listen to you. to be waterproof [wo:tipruf]. to let smth pass. to be passed over in silence [sayhns]. to escape smth with little harm, to get rid of smth. to get over an illness, to pass over a matter, to laugh smth off [la:f]. One can only laugh it off. to pass [pa:s] off. / do get headaches but they usually pass off. Pain is slowly passing off [peyn]. geçmek 294 Ağrılar bir an geçer gibi oldu. yara için: Bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez. hastalık için: Geçmiş olsun! üzücü olay için: Geçmiş olsun! sayı/miktar bakımından aşmak: Bunun beş kiloyu geçmesi imkansız. Bu yolda saatte elliyi geçemezsiniz. Gelmek istemeyenlerin sayısı onu geçmez. nitelik bakımından aşmak: Kabiliyetli çırak ustayı geçer, atlatmak anlamında (anlatımda): Bu kısmı neden okumadan geçtiniz? Bu olayı size anlatmadan geçemeyeceğim, aktarılmak anlamında: miras yolu ite...: Bütün serveti kızlarına geçecektir. belge için: 'bulaşmak anlamında: cereyan etmek anlamında: Almanya seyahatin nasıl geçti? çürümeye yüz tutmak anlamında: Bu karpuzun içi geçmiş, etki yapmak anlamında: Bu numaralar bana geçmez. fırtına için: geride bırakmak anlamında: Sonradan çıkan boynuz, kulağı geçer. Yakında tüm rakiplerini geçecektir. geçerli olmak anlamında: Bunlar burada para olarak geçmez, kaydolmak anlamında: konu bakımından: Artık başka konulara geçme zamanı geldi. Şimdi başkanın seçimine geçiyoruz. kulak asmamak anlamında: Geçelim! Geç! sınavda başarı göstermek: sirayet etmek anlamında: soy söz konusu ise: Bu yetenek bana annemden geçti. sona ermek anlamında: Geçti artık. to wear off [we:rof]. It seemed for a moment as though the pain would wear off. to heal [hi:l]. A knife wound heals, wound caused by the tongue won't. I wish you a speedy recovery [rikaviri]. My sincere sympathy [simpithi]. to exceed [ikskd]. It can't possibly exceed five kilos. You can't exceed fifty on this road. The number of those who do not want to come doesn't exceed ten. to surpass [sopa:s], A capable apprentice will suipass his master. to skip over. Why did you skip over this part? (I feel I must relate you this incident.) to transfer [tre:nsfo:]. to pass on. All his wealth will pass on to his daughters. to be valid [ve:lid]. to be transmitted, to take place [pleys]. How was your trip to Germany [co.mmi]? to be overripe [ouvrrayp]. This watermelon is overripe. to affect [lfekt]. (It's no use spinning that yarn to me.) to blow over. to outdistance [autdistms]. An able apprentice will soon outdistance his master. to outstrip. He'll outstrip all his competitors soon. to be valid [ve:lid]. These don't pass for money here. to be entered, to pass. It's time we passed to other subjects. We shall now proceed to the election of the president. Let's not talk about it! Ignore that [igno:]. to pass. to spread [spred]. to inherit. / got this ability through my mother. to be over. Well, it's over now. geçmek 295 Bu da geçer. Bu moda diğerleri gibi geçer. Tehlike hâlâ geçmedi. Gün geçer, kin geçmez. sözü edilmek: taraf değiştirmek anlamında: Halk Partisine geçti, yapma durumunda olmamak: Artık benden geçti. yasa için: Bu yasa tasansı Meclis'ten geçmez. Tasarının Parlamento'dan geçmesi bekleniyor. bir yerden başka bir yere: altından...: Köprüler altından çok su geçti. araba ile...: arkasına...: bir yerden...: delikten...: ipliğin geçmesi için delik yok. denizi, dereyi...: Akıllı köprüyü arayıncaya kadar deli suyu geçer. Yeni yolcu gemisi Atlantiği üç günde geçebiliyor. Dereyi bu noktadan geçmeniz çok zor. gemiyle...: içinden...: Bu kalabalığın içinden geçmek kolay olmayacak. karşıdan karşıya...: Caddeyi karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorlar. karşıya...: Buradan karşıya geçemezsiniz. köprüyü, köprüden...: Oraya varmak için köprüden geçmek gerek. Herkesin geçtiği köprüden sen de geç. Köprüyü geçinceye kadar ayıya dayı derler. Sen köprü olursan, herkes üstünden geçer. önünden...: Tren durmadan, süratle istasyondan geçti. yanından...: Şu kamyonlar bütün gece geçerken, insan nasıl uyuyabilir? yolda bir arabayı...: Böyle bir arabayla beni kimse geçemez. bir yoldan...: Cenaze alayı Atatürk Bulvarı'ndan geçecek. Can boğazdan geçer. Erkeğin kalbine giden yol, midesinden geçer. Malın iyisi boğazdan geçer. Burası yol geçen hanı değil. Sıçan geçer, yol olur. to pass. This will pass too. This fashion will pass like the others. The danger hasn't passed off yet. A grudge never passes away [grac]. to be mentioned [men§ind]. to go over. He has gone over to the People's Party. to be past. I'm past that sort of thing. to get through [thru], to pass. This bill won't get through the Assembly. The bill is expected to pass Parliament. to pass under. (A lot of things have changed since.) to drive across [drayv]. to stand behind, to go by. to pass through [thru]. There is no hole for the string to pass through. to cross. While the wise ponders, the fool crosses the stream. The new liner can cross the Atlantic in three days. It's very hard to cross the river from this point. to sail [seyl]. to pass through. It won't be easy to pass through this crowd. to cross. They are trying to cross the street. to get across. You can't get across from here. to go over/across the bridge [brie]. To get there you have to go across the bridge. (In Rome do as the Romans do.) (Treat a boor with respect until you get what you want.) If you're willing to be a bridge everyone will cross over you. to go past. The train went past the station without stopping. to pass by. How can one get some sleep while those trucks pass by all night [traks]? to overtake [ouviteyk]. Nobody can overtake me with such a car. to take [teyk]. The funeral procession will take Ataturk Avenue [e:vmyu:]. (One cannot live without food.) (The way to a man's heart is through his stomach.) (Real wealth is wealth that can be enjoyed.) (Where do you think you are?) (It's very hard to eradicate a bad habit.) geçmek (adı) 296 yaya...: zaman söz konusu ise: Gün geçmez ki kavga olmasın. Hoş vakit, çabuk geçiyor. Artık susmak zamanı geçmiştir. Saat onu beş geçiyor. Kaç gün geçti? Daha gün geçmeden niyeti belli oldu. Üstünden beş yıl geçti. Bir ay geçti ve hâlâ bir netice yok. Leyleğin ömrü laklakla geçer. Hayatını araba yıkamakla geçiremezsin. İlk iki hafta çok zor geçti. Son günleri sıkıntı içinde geçmiştir. Çok geçmeden hakikati öğreniriz. Geçmiş ola! Atı alan Üsküdar'ı geçti. Ibirieşikler ve deyimleri adı geçmek ağır geçmek (zaman için) akıp geçmek Yıllar akıp geçti. aklından geçmek Aklımdan geçmedi diyemem. Böyle bir şey aklımdan geçmezdi. Kazanacağım, aklımın ucundan geçmezdi. alay geçmek altından geçmek aralarından kara kedi geçmek Aralarından kara kedi mi geçti? arkasına geçmek Bilmediğin atın arkasına geçme. avurdu avurduna geçmek bahsi geçmek baş sedire geçmek başa geçmek başına geçmek (bir şeyin) başından geçmek benzi geçmek birbirine geçmek, dolaşmak anlamında: uymak anlamında: dalga geçmek, alay etmek anlamında: Bunlar benimle dalga geçiyor. to cross on foot, to pass. Not a day passes without a quarrel [kwonl]. Pleasant hours pass fast [plezint]. The time to keep silent has passed. It's five past ten. How many days have passed? to elapse [ile:ps]. His intention became clear before the day had elapsed. Five years have elapsed since. to go by. One month has gone by and still no result. to spend. Some people spend their life just talking. You can't spend your life washing cars. (The first two weeks were very hard.) (His last days were burdened with sorrow.) (We shall learn the truth soon.) It's too late now. It's too late for anything to be done. to be mentioned [mensmd]. (for time) to drag [dre:g], to go by. The years have gone by. to cross one's mind [maynd]. / can't say that it didn't cross my mind. to dream of [dri:m]. / wouldn't dream of such a thing. I never dreamt of winning. to mock [mok]. to pass under. to behave coolly towards each other. Have they quarrelled? to stand behind. Do not stand behind a horse you don't know. to grow lean and gaunt [go:nt]. to be mentioned [mensmd]. to take the first place, to come to the fore [fo:]. to become the head of [hed]. to happen to one. to turn pale [peyl]. to intertwine [intitwayn]. to fit into one another. to pull one's leg. / think these people are pulling my leg. to poke fun at [pouk]. Everyone is poking fun at you. to woolgather [wulge:thi]. Herkes seninle dalga geçiyor. işi ile ilgilenmemek: geçmek (delip) 297 delip geçmek deyip geçmek Çocuk deyip geçme. Sıyrık deyip de geçme. Bunlar, ikinci sınıf deyip de geçme! elden ele geçmek Bunlar nesilden nesile, elden ele geçmiştir. ele geçmek yakalanmak anlamında: edinilmek anlamında: Böyle bir fırsat daima ele geçmez. eline geçmek, elde etmek anlamında: Bunlar, elimize salıdan önce geçmez. Bundan benim elime bir şey geçmedi. Eline fırsat geçmişken eğlenmeye bak. Eline geçen fırsatı kaçırmışlar. Bunların cumadan önce elimize geçmeleri gerek. Şimdiye kadar mektup eline geçmiş olmalı. para kazanmak anlamında: Orada eline ne kadar geçiyor? yakalamak anlamında: edinmek anlamında: Bu resim eline nereden geçti? emeği geçmek Bu başarıda hepimizin emeği geçti. es geçmek eyleme geçmek faaliyete geçmek Birkaç fabrika faaliyete geçti. fersah fersah geçmek gelip geçmek gır gır geçmek alay etmek anlamında: akit başka yerde olmak: gülüp geçmek gümrükten geçmek gündeme geçmek güneş başına geçmek haddi geçmek hakkı geçmek harekete geçmek hatırından geçmek Hatırımdan ve hayalimden geçmezdi. hora geçmek hükmü geçmek etkili olmak anlamında: Hükmün parana geçer. geçerli anlamında: Bunun hükmü geçmiş. ırza geçmek ıska geçmek to pierce [pirs], to underrate [andrreyt]. Don't underrate a child. Don't underrate a graze [greyz]. Don't underestimate them! to be handed down. These have been handed down from one generation to another [cemrey§in]. to be caught [ko:t], to be obtained [lbteynd]. (Such an opportunity doesn't occur often.) to get/have. We shan't have them before Tuesday [tyu:zdi]. J got nothing out of this. Enjoy yourself while you have the opportunity. (They've let their chance slip through their fingers [fingiz]. (We must have them before Friday [fraydi].) He must have received the letter by now. to earn [b:n]. How much do you earn a month there? to catch [ke:c]. to get hold of. How did you get hold of that picture? to contribute [kintribyu:t]. We have all contributed towards the success. to skip. to put into action [e:ksin]. to go into operation [opireysm]. A few factories have gone into operation. to be miles ahead of [lhed]. to pass by. to make fun of [fan], to pay no attention to one's work, to find it too silly to bother about, to pass through the customs [kastimz]. to be put on the agenda [icendi]. to have a sunstroke [sanstrouk]. to overstep the limit. to have contributed to smth [kintribyu:tid]. to go into action [e:k§m]. to cross one's mind [maynd]. It would never have crossed my mind. to be appreciated [ipri§ieytid]. to carry weight with [weyt]. (Your authority goes with your money.) to be valid [ve:lid]. It has lost its validity [vediditi]. to rape [reyp]. to miss (the ball). geçmek (içi) 298 içi geçmek, isteksiz olmak anlamında: meyve için: işe yaramaz hale gelmek: uyuyuveıınek anlamında: yıpranmak: içi içine .geçmek içinden geçmek, düşünce için: mermi vs. için: içine geçmek iftihara geçmek ikmalsiz geçmek ileri geçmek imtihanı geçmek insan sırasına geçmek iş başına geçmek iş işten geçmek İş işten geçti. İş işten geçmeden bir şeyler yapınız. kadastroya geçmek kalkışa geçmek kapalı geçmek karşı hücuma geçmek karşıdan karşıya geçmek ' Karşıdan karşıya geçerken sağa sola bak. karşıya geçmek 26''ya binmek için karşıya geçmen gerek. kendinden geçmek bayılmak anlamında: Kendimden geçeceğimi hissediyorum. Kendinden geçmeden önce ne demişti? coşkuya kapılmak anlamında: kendini kaybetmek anlamında: öfke söz konusu ise: Öfkesinden kendinden geçmiş vaziyetteydi, vecde gelmek anlamında: bilinci işlemez halde olmak: Hâlâ kendinden geçmiş vaziyette. kertesini geçmek, abartmalı anlamında: zaman bakımından: kısa geçmek kontratağa geçmek köprüden geçmek kursağından geçmemek kuşaktan kuşağa geçmek Bu gelenek bize kuşaktan kuşağa geçti. maaşa geçmek makbule geçmek modası geçmek muhalefete geçmek nazı geçmek to be lethargic. to be overripe [ouvirayp]. to be too old to be of any use [yu:s]. to doze off [douz]. to be worn out [wo:n]. to be uneasy [ankzi]. to occur to one [iko:]. to pass through [thru:]. to penetrate [penitreyt]. to get on the honour roll [om], to pass without any make-up exam. to go to the front. to pass an exam. to pass as a decent person [di:smt]. to take control [kmtroul]. to be too late [leyt]. It's just too late to do anything. You should do something before it's too late. to be registered in a cadaster [kidasti]. to take off. to pass over a point. to counter-attack [kauntinte:k]. to cross [kros]. When crossing the street look right and left. to get across. You'll have to get across to take the 26. to pass out. I feel I'm going to pass out. to lose consciousness [kon§isms]. What did she say before losing consciousness? to be beside oneself with joy. to lose one's self-control [kmtroul], to be beside oneself. He was beside himself with anger [e:ngi]. to be in trance [tre:ns], to be unconscious [ankonsis]. She's still unconscious. to be overdone [ouvidan]. to pass the exact time. to refer briefly [bri:fli]. to counter-attack [kauntirite:k]. to go across a bridge [brie]. to have no appetite [e:pitayt]. to come down. This custom has come down from our ancestors. to be put on the payroll. to be appreciated [rpri:§iyeytid], to go out of fashion [fe:§in]. to join the opposition [opizisin]. to have influence over [influwins]. geçmek (ön plana geçmek) •299 ön plana geçmek öne geçmek önüne geçmek, geride bırakmak anlamında: önünden gitmek anlamında: önlemek anlamında: Bir türlü bunun önüne geçemedik, yolunu kesmek anlamında: Bu skandalin kötü etkilerinin önüne geçmeliyiz. posta geçmek revizyondan geçmek rüzgâr gibi geçmek sadıra geçmek saflar halinde geçmek saldırıya geçmek Kışkırtılırlarsa saldırıya geçerler. Silahlı Kuvvetlerimizin yakında saldırıya geçmeleri bekleniyor. savunmaya geçmek sığ yerinden geçmek sınavı geçmek İnşallah, bu sefer testi geçersin. Giriş sınavını geçmek zorundasın. sınavı güç bela geçmek Güç bela sınavı geçtik. sınavı kıl payı geçmek Sınavı ancak kıl payı geçtiler. sınavı ucu uçuna geçmek Çok kolay bir sınavı ucu ucuna geçti. sınavı zar zor geçmek sınıfını geçmek sırat köprüsünden geçmek sofra başına geçmek sözü geçmek Burada onun sözü geçer. taarruza geçmek tahta geçmek taksim geçmek tarihe geçmek Tarihe Kara Cuma olarak geçti. tarihe adını yazdırmak: tavan başa geçmek tavı geçmek Tavı geçti. tarafına geçmek Yüzlerce asker silahlarıyla asiler tarafına geçti. temasa geçmek Lütfen genel müdürlükle temasa geçer misiniz? teşebbüse geçmek transit geçmek to come to the fore [fo:]. to take the lead [li:d], to overtake [ouviteyk]. to get ahead [lhed], to prevent [privent]. We just haven't been able to prevent it. to ward off [wo:d]. We must ward off the ill effects of this scandal /ske:ndil], to become head of a lodge [loc], to be overhauled [ouvihodd], to fly. to assume the leadership [isyu:m]. to parade rpireyd]. to attack [ite:k]. If provoked they will attack [provoukd], to take the offensive [lfensiv]. The armed forces are expected to take the offensive soon [a:md], to be on the defensive [difensiv]. to ford [fo:d], to pass an examination [igze:miney§m]. / hope you'll pass the test this time. You have to pass the entrance exam. to squeeze through [skwi:z]. We have just squeezed through the exam. to scrape through [skreyp]. They managed to scrape through the exam. to squeak through [skwi:k]. The exam was easy but she barely squeaked through. to squeak through [thru:]. to pass one's grade [greyd]. to go through fire and water. to sit down to a meal [mi:l], (one's word) to carry weight [weyfj. What he says goes here. to take the offensive [lfensiv]. to succeed to the throne [sikskd]. to improvise [impnvayz]. to go down to history [histiri]. It has gone down to history as Black Friday. to make history. to be overwhelmed [ouviwelmd]. (for the best moment) to pass. The most propitious time has passed [proupisis], to go over to. Hundreds of soldiers have gone over to the rebels with their weapons [wepmz], to contact [konte:kt]. Could you please contact our head office? to take steps to. to go through in transit [tremsit]. gediklenmek 300 üstünden geçmek Bunun üstünden on yıl geçti. üzerinden geçmek, gözden geeirınek anlamında: Hesapların üzerinden geçeceğiz. zaman söz konusu ise: Üzerinden yıllar geçti. vadesi geçmek yana geçmek Demokrat Parti'den yana geçti. yanından geçmek Üniversitenin yanından geçtim; olağanüstü bir şey yoktu. yarıp geçmek yavaş geçmek (zaman için) yerin dibine geçmek Utancımdan yerin dibine geçtim. yerine geçmek Margarin her yerde tereyağının yerine geçti. Onun yerine kim geçecek? Bir fit bin büyü yerine geçer. zamanı geçmek, geçerli olmamak anlamında: mevsimi geçmek anlamında: moda için: sona ermek anlamında: Bunun zamanı çoktan geçti, verinde olmamak/olmak: Artık öyle oturmanın zamanı geçti. Birinin ona gerçeği söylemesinin zamanı geldi de geçiyor. zikri geçmek gediklenmek gedilmek geğirmek gelin güvey olmak (kendi kendine) gelinmek gelişmek, Bu noktaya nasıl gelindi? büyümek anlamında: ilerlemek anlamında: Ekonomi ağır, fakat emin adımlarla gelişmektedir. Olayların nasıl gelişeceğini görelim. iyiye gitmek anlamında: genişlemek anlamında: Ekonomik reformdan sonra, ekonomi gelişti. Bu örgütler iç savaş esnasında gelişti. bitkiler için: Bitkiler bu topraklarda olağanüstü gelişti. to elapse [ile:ps]. Ten years have elapsed since. to go over. We shall go over the accounts [ıkaunt]. to pass. Years have passed since. to be overdue [ouvidyu:]. to go over. He went over to the Democratic Party. to pass by. I passed by the university; there was nothing extraordinary there. to run through [thru:]. (for time) to drag [dre:g]. to sink into the earth for shame [şeym]. I felt ready to sink into the earth for shame. to displace [displeys]. Margarine has displaced butter everywhere. to replace [ripleys]. Who is going to replace her? (A malicious hint can do a lot of harm.) to be no longer valid [ve:lid], to be no longer in season [si:zin], to be out of date [deyt]. to expire [ikspa:yi]. It has expired long ago. to be of no use [yus]. It's no longer any use just sitting like that. It's time somebody told him the truth. to be mentioned [menşmd]. to become notched [noçt]. to be notched, to burp [bö:p]. to try to settle a matter without the authority to do so. to come to. How have we come to this point? to grow up. to develop. The economy has been developing slowly but surely [şu:li]. Let's see how things will develop. to make progress, to flourish [flariş]. After the economic reform the economy flourished. These organizations flourished during the civil war. to flourish [flariş]. The plants have flourished exceptionally on this soil [soyl]. geliştirilmek 301 geliştirilmek Görünümü geliştirilebilir. Bu bölümde araçlar tasarlanıp geliştirilir. geliştirmek, adale ve vücut için: iş için: genişletmek anlamında: gelivermek Birileri geliverir diye evde oturdum. Araba sürerken aklıma geliverdi. gelmek, (ayrıca bak: gelmemek) bir durum veya düzeye...: Sular dizime kadar geliyordu. erişmek anlamında: Partide böyle yüksek bir mevkiye nasıl geldi? isabet etmek anlamında: Taş başıma geldi. oluşmak anlamında: Başıma bir şey gelirse... Kaza geliyorum demez. Canına gelecek, malına gelsin. kabul etmek anlamında: Dediğime geldin mi? kaynak veya köken için: Birçok ketime bize Arapçadan gelmiştir. Sükût ikrardan gelir. Değirmenin suyu nereden geliyor? Emir büyük yerden geldi. Nereden gelirse gelsin. Senden gelecek hayır Allah'tan gelsin. İyiden kötülük gelmez. Bu öneri, ilk önce hükümetten gelmişti. Yiyeceklerimiz, hayvan ve bitkilerden gelir. mal olmak anlamında: Bu size pahalıya gelir. Kaça geldi? ağırlık için: Yalnız 40 kilo geliyor. sıra için: ikinci kim geldi? ulaşmak veya varmak anlamında: Ne iyi ettiniz de geldiniz. Geldik mi? Geldik! Buraya ne yüzle geldi? İyi insan sözünün üstüne gelir. Buraya hiç gelmez olaydım. Artık gelmez diyordum. Nasıl olsa gelmezler. Ne pahasına olursa olsun, gelecektir. to be improved [impru:vd]. Its appearance can be improved. to be developed. The tools are planned and developed here. to build up [bild], to build up. to expand. to come [any moment). / stayed in, thinking someone would come. It suddenly crossed my mind while driving. to come up to. The water had come up to my knees [ni:z]. to reach [ri:c]. How could he reach such a high position in the party? to hit. The stone hit me on the head. to happen [he:pin]. If anything happens to me. Accidents will happen [e:ksidints]. (It's better to lose one's property than lose one's life.) to come around to. Have you come around to my point of view? to derive [dirayv]. Many of our words derive from Arabic [e:nbik]. Silence means consent [kmsent]. Where does the expense come from [ikspens]? The order came from the top. No matter where it comes from. I'll seek God's help not yours. No evil will come from a good man. This proposal originated first with the government [pripouztl]. Our food comes from animals or plants. to cost [kost]. It will cost you dearly. How much did it cost? to weigh. She weighs only forty kilos [weyz]. to come. Who came in second [sekind]? to come. You have done well to come. (Are we there?) There we are! How has she the face to come here? (Talk of the devil and he is sure to come.) I wish I had never come here. I was thinking you wouldn't come any more. In any case they won't come. He'll come at any cost. gelmek (ağlayası) 302 /Ve diye kalkıp gelmiş? Varsın gelsin. Saat altı treniyle geldiler. Buraya geleli bir hafta oldu olmadı. inşallah uygunsuz zamanda gelmedik. Hazır gelmişken bu işi bitirelim. Her an gelebilir. Daha şimdi geldim. Neredeyse gelir. O, akşam sabah demez gelir. Toplantıya yalnız elli kişi geldi. uymak anlamında: Bu size tam geldi, bir yerden/bir yere hareket etmek: Gelmeyecek olursam, size bildiririm. O da gelmeliymiş. Gelecek değilim. Onlar doğrudan İzmir'den geliyorlar. Gelmeyen gelmesin. görünmek anlamında: Bana saçma geldi. Size pahalı mı geldi? Size belki hoş gelebilir. ' zaman bakımından: Yaşı altmışa geliyor. Saat beşe geliyordu. Bir gün gelir, bundan pişman oluruz. Gitme zamanı geldi. ziyaret etmek anlamında: Yakında sizin ziyaretinize geleceğim. Ziyaretimize ne zaman geleceksin? Onlar dün bize geldiler. Davetsiz gelen mindersiz oturur. Misafir, kısmeti ile gelir. |Ek alan birleşikler ve deyimler | (.-ası, -acağı gelmek: ağlayası gelmek Ağlayasım geldi. aksıracağı gelmek göreceği gelmek Eski okulumu göreceğim geldi. göresi gelmek Evini ve annesini pek göresi gelmiş. What is his reason for coming? Let her come if she likes. They came on the six o'clock train. It's been just about a week since we arrived here [rrayvd]. 1 hope we are not intruding. Since we are here, let's finish that job. He may come any minute now. I've just come. He won't be long coming now. He comes at all sorts of time. to turn up. Only fifty people turned up at the meeting. to fit. It fits you perfectly. to come. In case I'm unable to come, I'll let you know. He pretends he should come too. I don't intend to come. They are coming straight from Izmir. Anyone who doesn't like, let them not come. to find. I find it rather silly [ra:thi]. Do you find it expensive? It may appear attractive to you. to near [ni:]. He is nearing sixty. It was nearly five o'clock. One day we'll regret this [rigret]. It's time to go. to pay a visit [vizit]. I'll pay you a visit soon. When are you coming to see us? They came to see us yesterday. The uninvited guest must bring his stool with him. You can always feed an unexpected guest. to feel like [fi:l layk]. to feel like crying [kraying]. / felt like crying. to fee) like sneezing [sni:zing]. to long to see. / long to see my old school. to yearn for/to [yo:n]. She yearns to see her mother and her home. to miss. / miss them a lot. to have the urge to laugh [la.f], (I couldn't help laughing.) to feel like drinking. to be unable to believe [bili:v]. (7 can hardly believe it.) not to feel like eating. / don't feel like eating anything. Onları göreceğim geldi. güleceği gelmek Güleceğim geldi. içesi gelmek inanası gelmemek İnsanın inanası gelmiyor. yiyesi gelmemek Hiçbir şey yiyesim gelmiyor. gelmek (gibi) 303 tgibi gelmek: a) dokunma duyusu söz konusuysa: Bana nemli gibi geldi. Çantan benimkinden ağır gibi geldi, h) koku duyusu söz konusu ise: Bana benzin gibi geldi. c) duyma duyusu söz konusu ise: Bana umut verici gibi geldi. İlginç gibi geliyor. Telefonda sesi bana halsiz gibi geldi. Bana tren sesi gibi geldi. Hikayen bana palavra gibi geldi. Doğru gibi gelmiyor. d) görünmek anlamında: Bana adil gibi geldi. Bu, bana bir saat gibi gelmedi. Sana yalan gibi geliyor, değil mi? İnsana şaka gibi geliyor. Onun bu şekilde ayrılması bana tuhaf gibi geldi. Bana biraz kırgın gibi geldi. gibisine gelmek: Adımı unuttun gibime geliyor. Öyle gibime geliyor ki, bunların hepsi yalan. Her şey düzelecek gibime geliyor. 9-ınazlıktan gelmek: bümemezlikten gelmek Bu tarihi gerçekleri bilmezlikten gelmek mümkün mü? Kuralları bilmezlikten geliyor. duymazlıktan gelmek Uyarımızı duymazlıktan geliyorlar. görmezlikten gelmek Bu olayları görmezlikten gelemeyiz. Haklı isteklerimizi neden görmezlikten geliyorlar? Hepsi durumu görmezlikten geldi. işitmezlikten gelmek Söylediklerimi işitmezlikten geldi. tanımazlıktan gelmek «birine öyle gelmek: Bana öyle geliyor ki, sen haksızsın. Bana öyle geliyor ki, yalan söylüyor. Bana öyle geliyor ki, biz aldatıldık. | birleşikler ve deyimler | Hoş geldin! Sağlıcakla gidip geliniz! Safa geldiniz! Laf ola, beri gele. Gelgelelim tembeldir. Gel de bu adama yardım et! to feel [fi : l ]. It feels damp [de:mp]. Your bag feels heavier than mine. to smell like. It smells like gas [ge:s] to sound [saund]. It sounds promising. It sounds interesting [intiresting]. He sounded weary on the phone [wi:ri]. It sounds like a train [treyn]. Your tale sounds to me like a lot of bunk. to ring true [tru:]. It doesn't ring true. to seem [si:m]. It seemed only fair to me [fe:]. It didn't seem like an hour to me. You don't seem to believe it, do you? This seems to be absolutely incredible. to strike [strayk]. It strikes me as odd that he should leave like that. She strikes me as being a little sore [so:], to seem to one. You seem to have forgotten my name [figetin]. It seems to me that all these are lies. I have a feeling everything will turn out well. to affect [ifekt]. to affect ignorance [igmnns]. Is it possible to ignore these historical facts [igno:]? He is affecting ignorance of the rules. to turn a deaf ear [def]. They are turning a deaf earn to our warning. to turn a blind eye to [blaynd]. We can't turn a blind eye to these events. to ignore [igno:]. Why are they ignoring our lawful demands? to pretend not to see. They all pretended not to see the situation. to pretend not to hear. He pretended not to hear what I had said. to feign not to know [feyn]. to seem to one. It seems to me that you are wrong. to appear to one [ipi:]. It appears to me that she is lying [laying]. to be under the impression [impre§m]. I'm under the impression we've been cheated. Welcome! Godspeed! Welcome! That's beside the mark [ma:k]. However, he is lazy [leyzi]. How could one help this man? gelmek (aceleye) 304 Gelelim şu konuya. Gel şu saçma fikrinden vazgeç. Sana gelince, burada kalacaksın. Temizlik imandan gelir. Can boğazdan gelir. Ödünç, güle güle gider, ağlaya ağlaya gelir. Geleceği varsa, göreceği de var. Gelen, gidene rahmet okutur. Haydan gelen, huya gider. Meram anlayan biri gelsin. Teneşire gelesi! Yumurta kapıya gelince. İş paraya geldi mi... Dinsizin hakkından imansız gelir. aceleye gelmek acı gelmek Bu bana çok acı geldi. ağır gelmek, güç anlamında: Fizik bana ağır geliyor. kırıcı anlamında: Sözleri bana çok ağır geldi. ağırlık bakımından: Öküze boynuzu ağır gelmez. akla gelmek akla uygun gelmek aklı başına gelmek aklı somadan gelmek Türkün aklı sonradan gelir. aklına geleni yapmak Aklına geleni söylüyor. aklına gelmek Bu hiç de aklıma gelmedi. Yalan söyleyebilecekleri hiç aklına gelmedi mi? Birden aklıma geliverdi. Bu herifin yardım istemesi aklıma geldikçe! Aklıma gelen sebeplerden bir tanesi. Karısını öldüreceği kimin aklına gelirdi? Bu nereden aklına geldi? Aklıma gelmişken,... Aklıma gelmişken, ona ne verdin? Parti için aklıma bir şey geldi. alışıla gelmek Bu pek alışıla gelmiş bir şey değil. alışkanlık haline gelmek Bu, yavaş yavaş bir alışkanlık haline geldi. amana gelmek anlamına gelmek Bu üçgen ne anlama geliyor? F.B.I. ne anlama geliyor? Let's turn now to that subject [sabjikt]. Come now, give up this foolish idea. As for you, you're staying here. Cleanliness is next to Godliness. People must eat to live. It's easy to lend but hard to get it back. Let him come and see what's waiting for him. The new is often worse than the old. Soon gotten soon spent. What's the good of talking when no one is taking any notice [noutis]? May he/she die [day]/ When the situation has become desperate. When it comes to money... Set a thief to catch a thief. to be done in a hurry and carelessly. to hurt [hört]. It hurt me a lot. to be hard [hard]. / find physics hard ' fiziks]. to be hurt [hört]. / was deeply hurt by his words. to be heavy [hevi]. An ox doesn't feel the weight of its horns. to occur to one [lkor], to stand to reason [rirzm]. to come to one's senses [sensiz], to think of smth too late [leyt]. The Turks are wise after the deed [wayz]. to act impulsively [impalsivli]. He speaks impulsively. to occur to one [iko:]. That never occurred to me. Did it never occur to you that they could be lying? It suddenly crossed my mind. to think of. To think that fellow asking for help! That's one of the reasons which I can think of. Who would have thought he would kill his wife? What makes you think so? That reminds me,... (By the way, what did you give him?) (I hit upon an idea for the party.) to be usual [yurjuwil]. This is quite unusual. to grow into a habit [herbit]. This has slowly grown into a habit. to bow to [bau]. to stand for. What does that triangle stand for [trayemgil]? What does F.B.I, stand for? to mean [mirn]. What does that word mean? Bu kelime ne anlama gelir? gelmek (aptesi) 305 aptesi gelmek arkası gelmek asıl işe gelmek Şimdi, asü işe gelelim. asıl konuya gelmek asıl meseleye gelmek Şimdi, asü meseleye gelelim. ayağı ile gelmek ayağı uğurlu gelmek Ayağın uğurlu geldi. ayağı uğursuz gelmek ayağına gelmek Baykuşun kısmeti ayağına gelir, iyi olacak hastanın, hekim ayağına gelir. ayağına kadar gelmek aynı yere gelmek Dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz. az gelmek baskın gelmek başa gelmek, önde yer almak anlamında: kötü bir duruma uğramak: Alnında yazılı olan, başa gelir. Akla gelen, başa gelir. Az yaşa, çok yaşa, akibet gelir başa. Başa yazılan gelir. başabaş gelmek başbelâsı haline gelmek başı yerine gelmek başına gelmek Ümit etmediği talihsizlikler başına geldi. Orada başına geleceklerden haberi yok. Başına neler geldi? Hayır dile komşuna, hayır gele başına. Başıma gelenleri Allah bilir. Darısı dostlar başına! Darısı başına! başına bir hal gelmek başına iş gelmek Dağ başına kış gelir, insanın başına iş gelir. başına kaza gelmek inşallah, başlarına bir kaza gelmemiştir. başında gelmek Bağışlarımız hâlâ liste başında geliyor. başta gelmek bedavaya gelmek to want to go to the toilet [toylit]. to continue [kmtinyu]. to get down to business [biznis]. Now, let's get down to business. to come to the point. to get down to business [biznis]. Now, let's get down to business. to come of one's own accord [iko:d]. to bring good luck. You have brought good luck [lak]. to bring bad luck. to come to one. God feeds all His creatures [kri:ciz]. If something is fated to go well, it will. to condescend to go and see smb [kondisend]. to return to the same thing. We keep returning to the same thing. not to be enough [inaf]. to prove irresistible [irizistibil]. to come to the fore [fo:]. to befall [bifo:l] one. What's written on the forehead the eyes will see. What comes to the mind will befall one. It matters not whether you live little or long, the end is sure to come [so:]. One can't understand a situation until one has experienced [ikspiriynst] it. What will be will be. to come out just right [rayt]. to become a nuisance [nyu:sins]. to recover oneself [ri:kavi]. to befall one [bifcd]. Unexpected calamities befell him. He has no idea what will befall him there. What has befallen him? to happen. Don't laugh at people's misfortune, it may happen to you [misfo:cm]. Wish prosperity to others so that you may prosper too [prospi]. (God knows what I've been through [thru:].) May good fortune come next to the friends! May your turn come next! to have serious trouble [trabil]. to have trouble. People will have trouble as surely as mountain tops will have snow [mauntin]. to have an accident [e:ksidint]. / hope they haven't had an accident. to head [he:d]. Our contribution still heads the list. to come first, to cost nothing. Başa gelmeyince bilinmez. Gülme komşuna, gelir başına. gelmek (bezine) 306 bezine kan gelmek bıkkınlık gelmek bir gelmek bir araya gelmek 1978 mezunları yılda bir kez temmuzda bir araya gelirler. birinci gelmek boğaz boğaza gelmek bordaya gelmek burun buruna gelmek Birçok defa ölümle burun buruna geldik. burnuna kadar gelmek burnundan gelmek Anasından emdiği süt burnundan geldi. burnundan fitil fi t i l gelmek can gelmek canı ağzına gelmek canı burnuna gelmek canı burnundan gelmek canı yerine gelmek cesaret gelmek ciğeri ağzına gelmek çalışmaz hale gelmek çekilmez hale gelmek çıkagelmek çişi gelmek çok gelmek dalga dalga gelmek dalgaya gelmek dara gelmek aceleye gelmek anlamında: Ben hiç dara gelemem. mecbur olmak anlamında: dediğine gelmek dem gelmek demeye gelmek Bu, şunu demeye gelir: Bu, kontrolün kimin elinde olacağı demeye gelir. denk gelmek Bu tarihler ödeme planlarımızla denk gelmiyor. dibine gelmek dilinin ucuna gelmek dişe gelmek dize gelmek dudak dudağa gelmek durma noktasına gelmek Tüm trafik durma noktasına geldi. Fabrikalarda üretim durma noktasına geldi. dünyaya gelmek Küçük bir kasabada dünyaya geldi. Fakirlik içinde dünyaya gelmişti. Yeniden dünyaya gelmiş gibiyim. to look healthy [helthi], to be disgusted [disgastid]. to come out even [i:vin]. to come/get together [tigethi]. The 1978 class gets together once a year in July. to be/come first [fost], to fly at one another's throats [throut], to come alongside [ilongsayd]. to come face to face [feys]. Many times we came face to face with death. to become unbearable [anbe:nbil]. to regret ever doing smth. (He went through the hoops.) to pay through the nose [nouz]. to be revived [rivayvdj. to be frightened to death [deth]. to be fed up. to be worn out. to recover [rikavi]. to gain courage [karic]. to be terrified [terifayd], to be put out of action [e:k§in]. to become intolerable [intohnbil]. to pop up. to want to urinate [yu:rineyt]. to be too much. to come in waves [weyvz]. to miss smth (in a moment of distraction.) to be rushed [ra§t]. /just won't be rushed. to be forced [fo:st]. to come around to one's point of view [vyu:]. to have menstruation [menstru:ey§in]. to boil down to [boy]]. It all boils down to this: to add up to. It all adds up to who will be in control. to fit in with. These dates do not fit in well with our payment plans. to be nearly used up [yu:zd]. to be on the tip of one's tongue [tang]. to be an easy prey. to fall on one's knees [ni:z]. to kiss each other. to come to a stop. The whole traffic came to a stop. to come to a standstill. Production in factories has come to a standstill. to be born. He was born in a small town. He was born amidst poverty. I feel like being reborn. gelmek (eceli) 307 eceli gelmek Hasta yatan ölmez, eceli gelen ölür. eksik gelmek elden gelmek Elden bir şey gelmez. Elden ne gelir ki? elinden gelmek, çare söz konusu ise: Ben, elimden geleni yapacağım. Benim elimden ne gelebilir ki? Elinden geleni yapacaktır. Herkes elinden geldiğince çalışıyor, beceri söz konusu ise: Çocuk bakmak elimden gelmez. elinden iş gelmek Elinden her iş gelir. elini kolunu sallaya sallaya gelmek elleri yanına gelmek Yalan söylüyorsam, iki elim yanıma gelsin. esas konuya gelmek eşiğine gelmek birinin eşiğine gelmek: fazla gelmek, çekilmeyecek durumda olmak: gereksiz anlamında: felç gelmek fenalık gelmek galeyana gelmek galip gelmek gayrete gelmek gazaba gelmek geri gelmek gına gelmek Artık gına geldi. gırtlak gırtlağa gelmek gidip gelmek, öteye beriye anlamında: gezi veya yolculuk için: Hisar'a çabucak gidip geldik. Öbür dünyaya gidip de gelen yok. göğüs göğüse gelmek göz göze gelmek göze gelmek gözünün önüne gelmek gurur gelmek güç gelmek (-e) gündeme gelmek Bu mesele toplantıda gündeme gelmedi. günü gelmek to meet one's end. One dies because one's time has come, not because one is ill. A dog whose time has come urinates against the wall of a mosque [mosk]. to be insufficient [insifisint]. to be possible [posibil]. It can't be helped [helpt]. What can one do? to be able to do smth. I'll do what I can. What can I just do? He will do his best. Everyone is working as best as they can. to be good at. I'm not good at looking after children. to be skillful. (He is a jack of all trades [treydz].) to come empty-handed, to die [day]. May I die if I'm telling a lie [lay], to come to the point [poynt]. to be at the threshold of [thresould]. to petition [pitism]. to be intolerable [intolinbil]. to be redundant [ridandint].' to have a stroke [strouk]. to feel faint [feynt]. to get worked up [wö:kt ap], to win. to show zeal [zi:l]. to get angry [e:ngri]. to come/get back. to have had enough [inaf]. I've had enough. to be at each other's throats [throut], to go to and fro. to make a trip. We made a quick trip to Hisar. No one has been to the other world and returned to tell about it. to come to hand to hand. to come eye to eye [ay]. to be victim of the evil-eye. to come vividly to mind [maynd]. to be proud of [praud]. to seem difficult. to come up. This question didn't come up at the meeting. to fall due [dyu:]. Eceli gelen köpek cami duvarına işer. gelmek (hakkından) 308 hakkından gelmek, zor bir işi başarmak anlamında: Millilerimiz bu işin hakkından gelebilir. Polis sonunda çapulcuların hakkından geldi, öç almak anlamında: Bu adamı bize bırakın, onun hakkından geliriz. Dinsizin hakkından, imansız gelir. halel gelmek haline gelmek Bu, imtiyaz haline gelmemeli. Şehirde yaşayanlar kemik haline gelmişlerdi. Bir ülke haline gelmemiz yakın. Bu adam başbelâsı haline geldi. hatırına gelmek Adresi şimdi hatırıma gelmiyor, iyi ki hatırıma geldi, onlara bir özür mektubu Göndermemiz gerek. Hatırına bir şey gelmesin! hayır gelmek Hayır dile komşuna, hayır gelsin başına. Kimseden kimseye hayır gelmez. her çekiye gelmek hesafsma gelmek Bu hesabıma gelir. heyecana gelmek hiddete gelmek hizaya gelmek, düzgün sıra olmak anlamında: Lütfen, hizaya gelelim, yola gelmek anlamında: Bu, âsi üyelerin hizaya gelmeleri için bir fırsattır. hoş gelmek Davul sesi uzaktan hoş gelir. Halka hoş gelen kararlar uygulanıyor. Bu, bana hoş geldi. Hoş geldiniz! husule gelmek içeri gelmek İçeri gelmesini söyleyiniz. içinden gelmek içimden öyle geliyor ki... İçimden her şeyi bırakmak geldi. içten gelmek iktidara gelmek ileri gelmek, öne gelmek anlamında: sebep olmak anlamında: Yeterince yemek yememekten ileri geliyor. to be equal to the occasion [ikeyjm]. The national team will be equal to the occasion [i i kwi l ]. to get the upper hand of [api he:nd]. The police got the upper hand of the rioters. to get even with [i:vin]. Leave this man to us, we'll get even with him. Set a thief to catch a thief [thi:f]. to be harmed [ha:md]. to become [bikam]. This shouldn't become a privilege. The inhabitants had become bags of bones. We are close to becoming a country [klous]. That man has become a nuisance [nyu:sins]. to occur [iko:]. His address doesn't occur to me at the moment. That reminds me, we must send them a letter of apology [lpohci]. (Do not misunderstand me!) (for smth good) to come out. Wish prosperity to others so that you too may prosper. (One should rely on oneself [rilay].) to be an opportunist [opityumist]. to suit one's interest [syu:t]. (It suits me fine.) to get excited [iksaytid]. to get into a rage [reyc]. to get into line [layn]. Please get into line. to get into line. It's a chance for the rebellious members to get into line. to be agreeable [lgriyibil]. What appears agreeable at a distance may be disagreeable at close quarters [kwo:tiz]. Decisions that are agreeable to the public are put to force. (I like this one.) Welcome! to come into existence [igzistins]. to come in. Ask him to come in. to feel like doing smth. / have a feeling that... I felt like just giving up everything. to be heartfelt [ha:tfelt]. to come to power [pawi]. to come forward [fo:wid]. to result from [rizalt]. It results from not eating enough [inaf]. gelmek (ilginç hale) 309 ilginç hale gelmek Hikâye gittikçe ilginç hale geliyor. imana gelmek, en sonunda doğruyu söylemek: en sonunda kabul etmek: Müslümanlığı kabul etmek: inkârdan gelmek insafa gelmek, en sonunda kabul etmek: acımasız tutumundan vazgeçmek: işine gelmek Bu, kesinlikle işime gelmez. Böyle bir ödeme planı işimize gelmez. Onlara "Hayır" demek işimize gelmez. iyi gelmek, giyecek için : yaramak anlamında: Bu ilaç sana çok iyi gelecek. Şunu içiniz, size iyi gelecek. Uzun çalışma saatleri bana iyi gelmiyor. kademli gelmek kafası yerine gelmek kâfi gelmek kan gelmek kantara gelmek karşı gelmek karşı karşıya gelmek Burada her türlü insanla karşı karşıya geliyoruz. O, bu sorunlarla ilk defa karşı karşıya gelmiyordu. kemik yığını haline gelmek kendi ayağı ile gelmek kendine gelmek, aklını başına toplamak: Lütfen kendinize geliniz. ayılmak anlamında: Yavaş yavaş kendine geliyor. Bugün kendine gelmiş gibi görünüyor. Onları biraz sulayınız, kendilerine gelecekler. Bunun için, yakında kendinize gelirsiniz. kertesine gelmek keyfi gelmek Gel keyfim gel. keyfi yerine gelmek kısmeti ayağına gelmek kıvamına gelmek uygun anında olmak: kolay gelmek Kolay gelsin! to become interesting. The story is becoming more and more interesting. to tell the truth at the end. to see reason [ri:zm]. to be converted to Islam [izla:m]. to deny [dinay]. to come to reason [ri:zm]. to show mercy [mo:si]. to suit one's purpose [po:pis]. This will certainly not suit my purpose. to be in one's interests. Such a plan of payments isn't in our interests. (We can ill afford to tell them no.) to suit [syu:t]. to do one good. This medicine will do you a lot of good. Drink this, it will do you some good. to agree with. Long working hours do not agree with me. to bring luck [lak]. to start thinking straight again [streyt]. to be enough [inafj. to bleed [bli:d]. to be capable of being weighed [weyd]. to oppose [ipouz]. to come face to face with [feys]. We come face to face with all kinds of people here. to come to grips with. It was not the first time that he had come to grips with those problems. to become a bag of bones [bounz]. to come on one's own initiative [inisjitiv]. to pull oneself together. Please pull yourself together. to come to oneself. She's coming slowly to herself. He seems to be himself again today. to come round. If you water them a bit they will come around. Drink this and you'll soon come around. to come to the right point. to feel in a happy mood [mu:d]. It's great to be alive [llayv]. to regain one's good humour [hyu:mi]. to have an unexpected stroke of luck [lak]. to come to the right consistency [krnsistinsi]. to reach the right moment [moumint]. to come easy. May everything go smoothly [smu:thli]. gelmek (kolayına) 310 kolayına gelmek kollarını sallaya sallaya gelmek kulağa hoş gelmek Kulağa hoş geliyor. kulağına gelmek küçük gelmek lâzım gelmek Lâzım gelebilir. listenin başında gelmek Sen listenin başında geliyorsun. mandepsiye gelmek mantıklı gelmek Oraya bir adam göndermek mantıklı gelmiyor. merhamete gelmek meyanesi gelmek meydana gelmek, oluşmak anlamında: Kurul beş üyeden meydana gelir, ortaya çıkmak anlamında: Bu hafta meydana gelen, onuncu kaza. Giyim endüstrisinde değişiklikler hızlı bir şekilde meydana gelir. Bütün bunlar nasıl meydana geldi? Bu, meydana gelebilecek en kötü şey. miadı gelmek, eskimek anlamında: süre bakımından: midesi ağzına gelmek, iğrenmek anlamında: kusarak gibi olmak: nazara gelmek Kız nazara geldi. nöbet gelmek (kriz) olup bittiye gelmek oyuna gelmek öğüreceği gelmek öğürtü gelmek ölümle burun buruna gelmek ön plana gelmek önce gelmek (-den) önde gelmek önüne gelmek (-in) paçavra haline gelmek pata gelmek, oyun için: durum için: ödeşmek anlamında: payına denk gelmek peşinden gelmek Köpek peşimizden geliyor. pot gelmek to be easy for. to come empty handed. to sound nice [saund]. // sounds nice. to reach one's ears [i:z]. not to fit. to be/become necessary [nesisiri]. It may become necessary. to head the list. You're heading the list. to be cheated [ci:tid]. to stand to reason. It just doesn't stand to reason to send a man there. to be moved to pity [mu:vd]. to reach the right consistency [kinsistinsi]. to consist of [kinsist]. The board consists of five members. to occur [iko:]. It's the tenth accident to occur this week. to take place [pleys]. In the garment industry changes take place rapidly. to come about. How did all this come about? to happen. It's the worst thing that could happen. to become worn out. to expire [ikspayi]. to be revolted by. to feel like vomiting. to be touched by the evil eye [irvil]. The girl has been touched by the evil eye. to have a seizure [si:ji]. to be an accomplished fact [fe:kt]. to be deceived [diskvd]. to be very disgusted [disgastid]. to begin to make a retching sound [saund]. to come face to face with death [deth]. to come to the fore [fo:]. to precede [pri:si:d]. to be first in importance [impo:tins]. to come before. to tear to tatters [te:tiz]. to draw [dro:]. to be in a stalemate. to be quits [kwits]. to get as one's share [§e:]. to follow. The dog is following us. to go wrong. gelmek (raddeye) 311 raddeye gelmek O dar yerde boğulma raddelerine gelmişlerdi. rast gelmek, tesadüf etmek anlamında: Taksim'de aynı Japon grubuna rast geldik. İsteğe uygun olmak: hedefi bulmak anlamında: zaman için: saç saça baş başa gelmek sadede gelmek Lütfen sadede gelelim. saplantı haline gelmek sıkıya gelmek sırası gelmek, dizilme durumu için: Konuşma sırası size geldiğinde konuşursunuz. Sıran daha gelmedi. uygun zaman için: Şimdi tam sırası. Sırası geldikçe hepsini açıklayacağım. Sırası gelmişken. sırtı yere gelmek sonu gelmek Dünyanın sonu mu geldi? soyundan gelmek sözüne gelmek (birinin) sulpünden gelmek şaka gibi gelmek İnsana şaka gibi geliyor. şevke gelmek tadı gelmek, tatlanmak anlamında: olgunlaşmak anlamında: tam gelmek Bunlar bana tam geldi. taneye gelmek telaşa gelmek temasa gelmek (biriyle) teneşire gelmek Teneşire gelesi! ters gelmek tıraşı gelmek tövbeye gelmek tuhaf gelmek Bu bana tuhaf geldi. ucuza gelmek Elbiseyi dikmek, satın almaktan çok daha ucuza gelir. to come to the point of. They had come to the point of suffocating in that narrow place [safikeyting], to run into. We ran into the same Japanese group at Taksim. to come across [lkros]. / came across it by pure chance [gams]. to be at the same level as. The top of the wall is on a level with the first floor [flo:]. to turn out right. to hit the mark. to coincide with [koymsayd]. to come to blows [blouz]. to come to the point. Let's come to the point, please. to become an obsession [ibse§in], to be hard put to it. to be one's turn [to:n]. You'll speak when it's your turn to speak. It's not your turn yet. to be the right time. Now is the right time. I shall disclose everything in due time. (By the way.) to be defeated [difktid]. to be the end of. Is it the end of the world? to be descended from [disendid], to come round to smb's point of view. to be the offspring of. to be incredible [inkredibil]. This is absolutely incredible. to become eager [i:gi]. to acquire a taste [lkwayi]. to become ripe [rayp]. to fit well. These fit me well. to form berries [beriz]. to be hurried [harid]. to meet with smb. to die [day]. May he die! to seem wrong. to need a shave [seyv]. to vow not to sin again [vau], to seem strange [streync]. This seems strange to me. to come cheap [ci:p]. Making the dress will be a lot cheaper than buying it. Ona şans eseri rast geldim. sevive için: Duvarın üst tarafı birinci kata rast geliyor. gelmek (uç uca) 312 uç uca gelmek uhdesinden gelmek uğurlu gelmek uğursuz gelmek usanç gelmek uygun gelmek Bana uygun gelir. Bu size uygun gelmez. Size uygun gelecek bir günde buluşalım. Ne tür hediye uygun gelir? uykusu gelmek Uykum geldi. Çocukların uykusu geldi. üst gelmek üstesinden gelmek Ben bunların üstesinden pekâlâ gelirim. Milli takım bu işin üstesinden gelecektir. Üstesinden gelemiyeceğin işe kalkışma. üstün gelmek üstü/ıe fenalık gelmek üstüne gelmek, çıkagelmek anlamında: birinin üstüne: Üstüme gelmeyiniz! vadesi gelmek vakti gelmek Vakit geldi. vaktinde gelmek Çaya tam vaktinde geldiniz. vecde gelmek vız gelmek Bu bana vız gelir. Vız gelir, tırıs gider. vukua gelmek vücuda gelmek yan gelmek yan yana gelmek yatıya gelmek yeri gelmek Yeri gelmişken şunu da ilave edeyim. yerine gelmek, yapılmak anlamında: İstekleriniz yerine geldi. sonu iyi olmak: yola gelmek yumruk yumruğa gelmek Yumruk yumruğa gelmek üzereydik. yüreği ağzına gelmek to be just enough [inafj. to be able to carry out a task. to bring luck [lak]. to bring bad luck. to be bored by [bo:d], to suit [su:t]. It suits me fine [fayn]. It won't suit you at all. to be convenient [kmvimymt]. Let's meet on a day that is convenient to you. to be appropriate [lproupnyit]. What kind of present would be appropriate? to feel sleepy [sli:pi]. / feel sleepy. The children have got sleepy. to defeat [difi:t]. to cope with [koup]. / can very well cope with them. to deal with [di:l]. Will you be able to deal with that? to be equal to the occasion [ikeyjin]. The national team will be equal to the occasion. (Don't bite off more than you can chew [fu. j . j to come out on top. to be utterly bored [bo:d]. to turn up (at a critical time). to keep on at smb. Don't keep on at me. to fall due [dyu:]. (for time) to be up. Time is up. to be in time. You're just in time for tea. to fall into ecstasy [ekstisi]. to be nothing to. That's nothing to me. I don't care a fig. to occur [ikd:]. to come into being. to take it easy. to come side by side. to come for an overnight stay. to be the right time. (Incidentally, let me also add this.) to be carried out [ke:rid]. Your wishes have been carried out. to come all right. to come to reason [ri:zm]. to come to blows [blouz]. We were about to come to blows. to have one's heart in one's mouth. Bunun üstesinden gelebilecek misin? gelmemek 313 yüz yüze gelmek, bir araya gelmek anlamında: Daha yüz yüze gelmedik, karşılaşmak anlamında: Birçok defa ölümle yüz yüze gelmiştik. yüzü yere gelmek yüzüne kan gelmek zam gelmek İçkilere ikinci defa zam geldi. zamanı gelmek Bir şey yapmanın zamanı geldi de geçiyor. Gitme zamanı geldi. Sakla samanı, gelir zamanı. zarar gelmek Bu işten size zarar gelmesini istemem. Bizden size hiçbir zaman zarar gelmez. zor gelmek zora gelmek gelmemek, dayanmamak anlamında: Sarsılmaya gelmez. Bunlar taşınmaya gelmez. Bu yıkamaya gelmez. Hora gelmez. uygun düşmemek anlamında: Bu size gelmez. bir şey yapmaya..,: Onlara güvenmeye gelmez. Ona yüz vermeye gelmez. Uyuyan yılanı uyandırmaya gelmez. | birleşikler ve deyimler 1 akla gelmemek akla hayale gelmemek ardı arkası gelmemek arkası yere gelmemek çekiye gelmemek, ağırlık için: düzen için: dara gelememek elden gelmemek elinden gelmemek Onun arkası yere gelmez. Ben dara gelemem. Elden bir şey gelmez. Elimden bir şey gelmez. endazeye gelmemek güvenmeye gelmemek (birine) Ona güvenmeye gelmez. hatıra ve hayale gelmemek hayır gelmemek Bize artık ondan hayır gelmez. Kimseden kimseye hayır gelmez. to meet. We haven't met yet. to come face to face with. We came face to face with death several times. to feel ashamed on smb's behalf [biha:f]. to recover one's health [helth]. (for prices) to increase [inkri:s]. The price of drinks has increased again. to be the time. It's time we did something. It's time to go. What's worthless today may come in handy some day. to come to harm [ha:m]. (/ don't want you to suffer because of this.) No harm will ever come your way from us. to be difficult for. to be forced [fo:st]. not to bear [be:]. It won't bear rocking. not to stand. They won't stand carrying [ke:rying]. It won't stand any washing [wo§ing]. It won't stand rough usage [yu:zic]. to suit [su:t]. That won't suit you. not to do. It doesn't do to rely on them [rilay]. It doesn't do to encourage him [inka:ric]. It's no good awakening a sleeping snake. not to be anticipated [e:ntisipeyt], to be unbelievable [anbilkvibil]. to be endless. to be undefeated [andifktid]. (He has powerful backers.) to be very heavy. to be untidy [antaydi]. to refuse to be rushed [ra§t]. / won't be rushed. not to be possible [posibil]. (It can't be helped.) to be unable to help. (There's nothing I can do.) to be immeasurable [imejmbil]. not to rely on [rilay]. It doesn't do to rely on him. not to occur to one [ikd:r]. to be of no help. He won't be of any help to us any more. (One should rely on oneself.) gemlemek 314 içinden gelmemek İçimden hiçbir yere gitmek gelmiyor. iki yakası bir araya gelmemek imlâya gelmemek ipe sapa gelmemek kaleme gelmemek sıkıntıya gelememek sıkıya gelmemek Ben sıkıya gelemem. şakaya gelmemek Bu, şakaya gelmez. tartıya gelmemek yabancı gelmemek Bu bana hiç de yabancı gelmiyor. Bu ad yabancı gelmiyor. zora gelememek gemlemek, gem takmak anlamında: frenlemek anlamında: gemlenmek genç olmak Daha genç iken başka türlü idi. gençleşmek genç görünmek anlamında: gençleştirmek genellemek genelleşmek genelleştirmek geniş olmak |birleşikler ve deyimler] eli geniş olmak havsalası geniş olmak içi geniş olmak mezhebi geniş olmak yüreği geniş olmak genişlemek, büyümek anlamında: ferahlamak anlamında: geniş duruma gelmek anlamında: yaygın duruma gelmek: genişletmek, büyütmek anlamında: Almanlar işgal ettikleri toprakları her gün genişletiyorlar. geniş duruma getirmek: Oraya giden bütün yolları genişlettiler, genişletmek anlamında: Girişi daha sonra genişletebiliriz. *ufkunu genişletmek genleşmek gerçek dışı olmak gerçek olmak Düşlerim gerçek oldu. not to feel like doing smth. / don't feel like going anywhere. to be unable to make ends meet. to be chaotic [keotik]. to be incoherent [inkouhinnt]. to be indescribable [indiskraybibil]. to be unable to withstand hardship. not to be rushed [ra§t]. / won't be rushed. to be unable to take a joke [couk]. This is no joking matter. to be imponderable. to be familiar [fimilyi]. It sounds very familiar. to ring a bell. That name seems to ring a bell. to be unable to withstand hardship. to put the bit in a horse's mouth, to restrain [ristreyn]. to champ at the bit [ce:mp]. to be young. He was different when he was younger. to be rejuvenated [ricu:vineytid]. to become youthful. to rejuvenate [ricu:vineyt]. to generalize [cemnlayz]. to become general [ceniril]. to generalize. to be broad [bro:d]. to be open-handed, to be tolerant [tohrint]. to be easy going. to be very tolerant (in matters of morals.) to be carefree [kerfri:]. to expand [ikspemd], to become spacious [spey§is]. to widen [waydin]. to extend. to extend. The Germans are extending their territory of occupation every day. to widen [waydin]. They've widened all the roads leading there. to enlarge [inlax]. We can enlarge the entrance later. to broaden one's views, to dilate [dayleyt]. to be untrue [antra:], to be true. My dreams came true. gerçekçi olmak 315 Keşke gerçek olmasaydı. Yaz yalan, kış gerçek. gerçekçi olmak gerçekleşmek Umut ettiğimiz hiçbir şey gerçekleşmedi. Rüyalarımın hepsi gerçekleşti. gerçekleştirilmek gerçekleştirmek Korkarım, amacını gerçekleştiremeyecektir. Belirli projeleri gerçekleştirmek için kurulmuş bir gruptur. Gösteriler, hiç bir şeyi gerçekleştirmez. gerdirilmek gerdirmek *yüzünü gerdirmek gereğini yapmak Payını alabilmen için gereğini yapacağım. gerekeni yapmak Bu konuda şirket gerekeni yaptı. gerekli olmak Çok gerekli mi? gerekmek, Bu bilgi bizim için gerekli değil. icap etmek anlamında: Şaşırmadığımı söylememe gerek yok. Belaya sabır gerek. Neme gerek? Adam adama gerek. Gereği yoktu. Gerekirse... Bize, yazılı bir teminat gerekiyor. Kalmanız gerekmeyecek. Mescide gerek olan, meyhaneye haramdır. Şimdiye kadar cevap vermesi gerekirdi. ille de onlarla gitmeniz gerekmez. Bu alanda tecrübe gerekmiyor. Saat 8'de burada olman gerekmiyor muydu? Bilmemeleri gerekiyor. Gece vardiyasında çalışman gerekecek. Bu saçma sapan formaliteler gerekiyor mu? bir şeyin yapılması...: Kapıların boyanması gerek. I wish it were not true. Some circumstances are easy to handle, others are rather harder [sô:kimste:nsiz]. to be realistic [riytlistik], to materialize [mitiriyilayz]. None of our hopes materialized. to come true. My dreams have all come true. to be realized [riyilayzd]. to accomplish [ikomplis]. I'm afraid it won't be able to accomplish its purpose [po:pts]. to carry out [ke:ri]. It is a group set up to carry out certain projects. to achieve [tçi:v]. Demonstrations won't achieve anything. to be stretched [streçt], to stretch [streç]. to have one's face lifted. to see to it. I'll see to it that you get your share. to see about. The company has taken care of that already. to be necessary [neststri]. Is it absolutely necessary? to be essential [esmsil]. This information is not essential to us. to need (need). / need not tell you that I'm not surprised. (Patience is the best remedy for adversity.) (What's that to me?) A man will always need the help of another. There was no need for it. If need be... We need a written guarantee [ge:nnti:]. You won't need to stay. (One's man meet is another man's poison.) (should). He should have answered by this time. (have to.) You don't necessarily have to go with them. to be required [rikwaytd]. No experience is required in this field. to be supposed to [stpouzd]. Were you not supposed to be here at 8? They are not supposed to know. to be expected [ikspektid]. You'll be expected to work in the night shift. to be necessary. Are these nonsensical formalities necessary? need -ing. The doors need painting. gereksemek 316 Pencerelerin tamir edilmesi gerekiyor. Bunun izah edilmesi gerek. Bu işin incelenmesi gerek. gereksemek gereksinmek gereksiz olmak gerektirmek ! Bu size belki de gereksiz görülebilir. Böyle bir hareket gereksiz olur. Bu davranışlar, sert bir tavır gerektiriyor. Modern yönetim, modern metodlar gerektirir. Bir süre araştırma gerektirecek. Hiçbir özel teknik bilgi gerektirmiyor. Bu gibi işler büyük bir dikkat gerektiriyor. İnşallah sert önlemler gerektirmez. Bu cinayet, orada ölüm cezasını gerektirir. gergin olmak, gerilmiş durumda olan için: ilişki için: sinirler için: gerginleşmek Durum birdenbire gerginleşmişti. gerginleştirmek Haber, sinirlerimizi gerginleştirdi. geri olmak (saat) Saatiniz on dakika geri. geri planda olmak gerilemek, geri çekilmek anlamında: daha aşağı bir dereceye: kötüleşmek anlamında: yavaş bir şekilde: gerilmek, çekilmek anlamında: ilişkiler için: sinir için: Hepimizin sinirleri yay gibi gerilmişti. *Her şeyi gerile gerile anlattı. *sinirleri gerilmek gerinmek germek, ip vs için: ilişkiler ve sinir için: kas için: kol ve bacak için: | birleşikler ve deyimler [ çarmıha germek The windows need repairing [ripeyring]. This needs explaining. This requires looking into. to consider necessary [nesisiri], to feel the necessity, to be superfluous [syu:po:fluyis]. This might seem quite superfluous to you. to be unnecessary [anesisiri]. Such a move will be unnecessary. to call for. This behaviour calls for stern action. to entail [inteyl]. Modern management entails modern methods. to involve. It will involve a lot of research. to require [rikwayi]. // requires no special technical knowledge. to demand [dima:nd]. This type of work demands great concentration. to necessitate [nesisiteyt]. / hope it won't necessitate stern measures. (This crime carries there the mandatory death sentence [sentms].) to be stretched [street], to be strained [streynd]. to be tense [tens], to become tense. The situation had suddenly become tense. to strain. The news put severe strains on our nerves. to be slow. Your watch is ten minutes slow. to play second fiddle [fidil]. to retreat [ritrkt]. to retrograde [ritrougreyd]. to worsen [wo:sin]. to recede [risi:d]. to be stretched [street]. to become strained [streynd]. to become tense. Every nerve in our body was taut [to:t]. He pompously related everything. to be ready to explode [iksploud]. to stretch oneself. to stretch, to strain, to tense, to extend. to crucify [kru:sifay]. getirilmek 317 göğüs germek Şimdiye kadar birçok krize göğüs gerdik. göğsünü germek (birine) Göğsünü gere gere. haça germek ip germek kanat germek kasları germek kol kanat germek Gençliğimde bana kol kanat germişti. getirilmek Bu, kabul edilebilir bir seviyeye getirilebilir. *küfe ile getirilmek getirmek, genel anlamda: Seni buraya getiren ne? Dosyaları getirmeyi unutma. Bunları buraya kim getirdi? alıp getirmek anlamında: Çarşıdan size bir tane getiririm, düğme, tuş vs. için: Düğmeyi yarı otomatiğe getirin, para vefiyat için: Sence ne kadar para getirir? Sokağa atsan, yine de beş milyon getirir, gelir ve kazanç için: indirimli satışlar ne kadar getirir? Şimdiye kadar ne getirdi? kâr ve faiz için: bir makama atamak anlamında: sebep olmak anlamında: Bu önlemler %4'lük bir büyüme getirecektir. [ birleşikler ve deyimler | Hak getire. arkasım getirememek iki sözü bir araya getirememek iki ucunu bir araya getirememek sonunu getirememek aceleye getirmek acı getirmek açıklama getirmek Başkan olarak bir açıklama getirmem gerek. açmaza getirmek ağız kalabalığına getirmek aklına getirmek Hiç aklıma getirmezdim. aklını başına getirmek altını üstüne getirmek ver bakımından: amana getirmek ayaklarına getirmek başına belâ getirmek Bunu başına kendi getirdi. Dil var bal getirir, dil var bela. to stand up to. We have faced many a crises up to now. to shield smb. Proudly [praudli]. to crucify [kru:sify]. to extend a piece of rope. to take smb under one's protection. to brace one's muscles [masil]. to take under one's wing. He took me under his wing when I was young. to be brought [bro:t]. This could be brought up to an acceptable level. to be dead drunk [drank]. to bring. What brought you here [bro:t]? Don't forget to bring the files [faylz]. Who has brought these here? to fetch [fee], I'll fetch you one from the market. to move [mu:v]. Move the knob to semi-automatic. to fetch. What do you think it will fetch? It will fetch five million anywhere. to bring in. How much will the sale bring in? What has it brought in up to now? to yield [yi:ld]. to appoint fipoynt], to produce [prodyuis]. These measures will produce a 4 percent growth. There isn't/aren't any. to be unable to carry through. to be unable to express oneself clearly. to be unable to make both ends meet. to fail to complete smth [kimpli:t]. to force smb into a hasty action [e:k§in]. to bring distress. to clarify [kleuifay]. As chairman I must bring an explanation. to lay a trap for. to confuse the issue by a torrent of words. to remind smb of. (It had never entered my mind.) to bring smb to reason [ri:ztn]. to mess smth up. to turn upside down. to make smb give up. to have smth brought to one. to bring trouble upon oneself. He brought it on himself. Some tongues will bring bliss others grief. getirmek (beraberinde) 318 beraberinde getirmek biçimine getirmek bin dereden su getirmek bir araya getirmek Bu parçaları tekrar bir araya getirmeliyiz. Bu insanları nasıl bir araya getireceksin? Bölünmüş aileleri bir araya getirmeye çalışıyoruz. Vazoyu bir araya getirmeyi başardık. boğuntuya getirmek burnundan getirmek cinnet getirmek çapma getirmek çırpıya getirmek çocuk oyuncağı haline getirmek dalgaya getirmek dara getirmek demeye getirmek Onu demeye getirdi. En azından onu demeye getirdin. dengine getirmek denk getirmek dile' getirmek dize getirmek Teröristleri dize getirmeden barış sağlanamaz. dışardan getirmek dünyaya getirmek (emdiği sütü) burnundan getirmek eski haline getirmek Bu binayı eski haline getirmek yıllar alır. eşit hale getirmek Kârları eşit hale getirmemiz gerekecek. etkisiz hale getirmek, bomba için: nüfuz vs. için: Bunları etkisiz hale getirmenin yalnız bir tek yolu var. saf dışı bırakmak anlamında: Onları etkisiz hale getirmek için beş dakikanız var. evham getirmek faiz getirmek Hesap, yüzde sekiz faiz getirecek. fiile getirmek fütur getirmek galeyana getirmek gayrete getirmek gazaba getirmek geviş getirmek gına getirmek to bring along. to find an occasion for [ikeyjin]. to make all sorts of excuses [ikskyu:siz]. to put together. We have to put these pieces back together? to bring together. How will you bring these people together? to reunite [ri:yu:nayt]. We are trying to reunite the broken up families [fe:miliz]. to piece together. We suceeded in piecing together the vase. to swindle money out of smb. to make smb regret to have done smth. to go mad. to create a favourable condition [kmdi.|in]. to put in a line [layn], to turn smth into a plaything. to take advantage of smb's distraction. to rush smb into doing smth. to imply [implay]. (She as good as said so.) You at least implied it. to choose the critical moment for [cu:z]. to balance [be:lms]. to express [ikspres]. to bring smb to heel [hi:l]. There can be no peace before the terrorists are brought to heel. to import. to give birth [bo:th] to. to make smb pay heavily for it. to restore smth to its previous state. It will take years to restore this building to its previous state [prkvyis], to equalize [i:kwilayz]. We'll have to equalize the profits. to defuse [difyu:z], to neutralize [nyu:trilayz]. There is only one way to neutralize their influence [influ:wms], to put out of action [e:ksm]. You've got five minutes to put them out of action. to imagine things [imexin], to yield [yidd] interest. The account will yield eight percent interest. to carry out. to lose courage [karic]. to agitate [exiteyt], to rouse smb to action [rauz]. to infuriate [infyuriyeyt]. to ruminate [ru:mineyt], to be fed up (with). getirmek (gibisine) 319 gibisine getirmek gidip getirmek görevini yerine getirmek Görevimizi yerine getirmemiz mümkün değil. Ben yalnız görevimi yerine getiriyorum. gözünün önüne getirmek gürültüye getirmek hale getirmek Bu, makineyi yakında kullanılmaz hale getirecektir. halel getirmek haline getirmek harekete getirmek hatıra getirmek Bu mektuplar, acı anılar getiriyor. hatırına getirmek hizaya getirmek, düzgün sıra anlamında: yola getirmek anlamında: Bu insanları nasıl hizaya getireceğiz? husule getirmek iki ucunu bir araya getirmek iki yakayı bir araya getirmek ikrahlık getirmek iman getirmek imana getirmek irat getirmek kadem getirmek kanaat getirmek kâr getirmek karambola getirmek kazanç getirmek Sonunda bütün bunlar ne kadar kazanç getirir? kendine getirmek Bu ilaç onu bir haftada kendine getirir. kertesine getirmek kırk dereden su getirmek kibar hale getirmek kurallar getirmek lâfı boğuntuya getirmek leke getirmek meydana getirmek Gayeleri açıkça bir tampon devleti meydana getirmektir. Bu, devamlı bir değişim süreci meydana getiriyor. Beraberinde sayısız sorunlar meydana getirecektir. misal getirmek mutluluk getirmek Para her zaman mutluluk getirmez. münasebetini getirmek oldu bittiye getirmek oyuna getirmek para getirmek Bu proje bize büyük para getirecek. to insinuate [insinyuweyt], to fetch [fee], to do one's duty [dyuti]. It's not possible for us to do our duty. I'm just doing my duty. to visualize [vijyudayz], to distract attention from [itensin]. to bring to... state [steyt]. This will soon render the machine useless. to harm [ha:m]. to reduce to [ridyu:s]. to set in motion [mou§in]. to bring to mind [maynd]. These letters bring to mind sad memories. to remind smb of smth [rimaynd]. to line up. to bring smb into line [layn]. Hou can we bring these people into line? to bring about. to make both ends meet. to make both ends meet. to get disgusted [disgastid]. to convert to Islam [izla:m]. to convert smb to Islam [kmvö:t]. to bring in revenue [revinyu:]. to bring good luck [lak]. to be convinced [kinvinst]. to yield profit [yi:Id]. to carom [ke:nm]. to bring in. How much will all this bring in at the end? to put smb on one's feet. This medicine will put him on his feet within a week [medsin], to find the best time for doing smth. to find all kinds of excuses [iksyu:siz]. to refine [rifayn], to lay down rules [ru:lz]. to quibble [kwibil]. to blacken smb's reputation [repyuteysm], to create [krieyt]. Their aim is clearly to create a buffer state [bafi]. to bring about. This brings about a process of continuous change [kintinyuwis]. It will bring on untold problems with it. to give an example [igza:mpil]. to bring happiness. Money doesn't always bring happiness. to find the right moment to say smth. to present smb with an accomplished fact, to deceive [disi:v]. to bring in. This scheme will bring in a lot of money. getirmek (peresesine) 320 peresesine getirmek punduna getirmek rast getirmek, aranmakta atan bir şey için: başarı için: Allah işinizi rast getirsin. hedef için: ilci defa rast getirdi. uygun zamanı kollamak anlamında: rikkate getirmek salavat getirmek sırasını getirmek sırtım yere getirmek sonunu getirmek Bunlar, başlattıkları hiçbir projenin sonunu getirememişlerdir. Hükümet bu işin sonunu getirmeye karar verdi. söz getirmek sözü bir yere getirmek Bu kadın sözü nereye getirmek istiyor? suya götürüp susuz getirmek Susuz birini suya götürüp susuz getirir. şahadet getirmek şevke getirmek takat getirmek (bir şeye) Buna takat getiremez. tava getirmek tavına getirmek (bir işi) taze kan getirmek Bu yeni liberal önlemler, ekonomiye taze kan getirecektir. tekbir getirmek tuşa getirmek uç ucuna getirmek uğur getirmek Onu uğur getirsin diye takıyorum. usanç getirmek vücuda getirmek yakına getirmek, mesafe bakımından: büyütmek anlamında: yarar getirmek yazı getirmek yenilik getirmek yerine getirmek, eski yerine koymak anlamında: yerine yenisini koymak: direktifleri yerine getirmek: Ordu, direktifleri tereddütsüz yerine getirecektir. to find the right moment to act. to choose the right moment to do smth. to find smth (one has been looking for.) to grant success [sikses]. May God grant you success! to hit a target [ta:git]. He hit the target twice [tways]. to choose the right moment to act [e:kt]. to make smb feel pity (towards). to ask God to bless the Prophet and his descendants [profit]. to find the right moment [moumint], to gel the better of. to bring to a successful conclusion. They have never brought to a successful conclusion any of the projects they initiated. to see (a job) through [thru:]. The government has decided to see this job through [gavmmint]. to be gossiped about. to lead up to [li:d]. What is this woman trying to lead up to? to be cunning. He is extremely cunning [kaning]. to pronounce the Islamic Credo [krido]. to cheer on [ci:]. to have the strength to. (This is well beyond his strength.) to bring to the proper heat [hi:t]. to bring to the right condition [kmdism]. to bring fresh blood [blad]. The new liberal measures will bring fresh blood into the economy [mejiz]. to proclaim the greatness of God. (The phrase is "Allahu-ekber, Allahu-ekber".) to throw one's opponent [lpoumnt], to make both ends meet. to bring good luck [lak]. I'm wearing it for good luck. to get bored [bo:d]. to bring into being. to bring near. to magnify [me:gnifay]. to benefit. to put one's summer clothes on [klouthz]. to renovate [renoveyt]. to put in its place. to replace [ripleys]. to carry out orders [o:diz]. The army will carry out orders without hesitation [hezitey§m]. getirtmek 321 emirleri yerine getirmek: Emirleri eksiksiz yerine getirmenizi bekliyoruz. Emirleri harfiyen yerine getirmemizi istiyor. Hepsi, yalnız emirleri yerine getirdiklerini iddia ettiler. gereğini yerine getirmek: Gereğini yerine getireceğiz, görevini yerine getirmek: Görevlerini yerine getirmelerine izin verin. Bu durumda görevimizi yerine getirmemiz mümkün değil. hakkı yerine getirmek: harfi harfine yerine getirmek: Talimatlarını harfi harfine yerine getirmemizi bekliyor. .siparişi yerine getirmek: Çok üzgünüz, siparişinizi yerine getiremedik. şartı yerine getirmek: vaadini yerine getirmek: yola getirmek (birisini) zarar getirmek Bu örgütümüze birçok zararlar getirecektir. ziyan getirmek Az tamah, çok zarar getirir. Az tamah, çok ziyan getirir. zararsız hale getirmek Bu serserileri zararsız hale getirmenin zamanı geldi. getirtmek, genel anlamda: Onları yakında buraya getirteceğim. Daha birkaç tabak getirtebilir misiniz? doktor için: kitap vs. siparişi için: ithal etmek anlamında: gevelemek, çiğneme için: söz için: |birleşikler ve deyimleri ağzında gevelemek evelemek gevelemek lâfı ağzında gevelemek Lâfı ağzında geveleyip durma. sözü ağzında gevelemek Lütfen sözü ağzında geveleme. geveze olmak gevezelenmek gevezelik etmek, çok konuşmak anlamında: boşboğazlık etmek anlamında: gevmek gevremek *imanı gevremek to obey orders. We expect you to obey to the letter all orders. to execute [eksikyu:t]. He wants us to execute the orders to the letter. They all claimed they were only executing orders. to do what is necessary [nesisiri]. We shall do what is necessary. to discharge one's duty [disgax]. Let them discharge their duties. We are in no position to do our duty under such circumstances [so:kimste:nsiz]. to do justice [castis], to carry out to the letter. He expects us to carry out his instructions to the letter. to fi l l an order [o:di]. We are terribly sorry, we couldn't fill your order. to satisfy a condition [kmdism]. to live up to one's promise [promis]. to bring smb to heel, to bring harm. This will bring a lot of harm to our organization [o:gmayzeysm]. Grasp all, lose all [lu:z]. to cause harm [ko:z]. A little greed will cause great loss. to render harmless [ha:mlis]. It's time to render these vagabonds harmless. to have smth brought [bro:t]. /'// have them brought here soon. Could you have some more plates brought in? to send for. to order [o:di]. to import [impo:t]. to chew [cu:]. to mumble [mambil]. to beat about the bush, to hem and haw [ho:], to beat about the bush. Don't beat about the bush. to beat about the bush. (Please come to the point.) to be a chatter-box. to chatter [ce:ti]. to chatter. to be indiscreet. to try to chew [cu:].. to become crisp [krisp], to have an appalling time [ipo:ling]. gevretilmek 322 gevretilmek gevretmek gevşek olmak, kaynsız anlamında: sıkı olmayan anlamında: Bu ip oldukça gevşek. Vidaların bazıları gevşek kaldı. gevşemek, ciddiyet bakımından: çaba bakımından: sıkı olmayan için: sinir bakımından: Çok gerginsin, biraz gevşe! gevşetilmek gevşetmek, ip, vida vs. için: Vidayı biraz gevşetmen gerek. İpi biraz gevşetir misiniz? çaba ve iş için: Şu an çabalarınızı gevşetmeyiniz. gezdirmek, Size binayı gezdireyim. Size müzeyi kim gezdirdi? 'bir yeri dolaştırmak anlamında: Birkaç arkadaşa İstanbul'u gezdireceğim. tanıtmak amacıyla: Size evi gezdireyim. araba ile...: çocuk vs. için: Çocukları parkta gezdirebilirsiniz. köpek vs. için: yağ, ketçap vs. için: ütü vs. için: | birleşikler ve deyimler] elden ele gezdirmek Bildiri, askerlerin arasında elden ele gezdirildi. göz gezdirmek Şimdi raporun birkaç sayfasına göz gezdirelim. Belgeye şöyle bir göz gezdirdi. kitap, dergi vs. için: Ben, kataloga ancak bir göz gezdirdim. kucakta gezdirmek tef gezdirmek üzerinde kalem gezdirmek üzerine... gezdirmek Üzerine salça gezdiriniz. gezelemek gezi yapmak Ormanda uzun bir gezi yaptık. to be crispened [krispind]. to make smth crisp. to be lax [le:ks]. to be slack [sle:k]. This rope is quite slack. to be loose [lu:s]. Some of the screws are loose [skru:z]. to become too familiar [fimilyi]. to get slack. to become loose [lu:s]. to relax [rile:ks]. You're too tense, relax a bit! to be loosened [lu:sind]. to ease off [i:z]. You should ease the screw off a little? to slacken [sle:km]. Could you slacken the rope a litte? to slacken. Don't slacken your effort just now. Let me take you round the building. Who took you round the museum? to show round/around. I'm showing friends round Istanbul. to show round. Let me show you round [raund]. to take smb for a ride [rayd]. to take smb for a walk [wo:k]. You can take the children for a walk in the park. to walk the dog. to pour lightly over [po:] [laytli]. to go over lightly. to circulate [so:kyuleyt]. The manifesto was circulated among the soldiers. to go through [thru]. Now let's go through some of the pages of the report. to glance [gla:ns]. He just glanced over the document. to leaf through [l i : f]. / only leafed through the catalogue. to carry (a child) around in one's arms. to pass a tambourine around (to collect money). to revise [rivayz]. to serve with... [so:v]. Serve with sauce [so:s]. to pace up and down [pays], to take a walk [wo:k]. We took a long walk in the wood. gezilmek 323 gezilmek gezinmek Nereleri gezilecek, söylemediler. Burada gezilecek yer kalmadı. Bu sabah gezinmeye gittiler. Ormanda şöyle bir gezindik. Biz şöyle bir geziniyoruz. müzik söz konusu ise: *tembel tembel gezinmek gezlemek, ayarlamak anlamında: nişan almak anlamında: ok için: ölçmek anlamında: silah için: gezmek, bir yere gitmek anlamında: Çok yaşayan değil, çok gezen bilir. bir yeri gezmek anlamında: Yarın bazı yerleri gezeceğiz, bir yerde dolaşmak anlamında: Bütün gün gezip duruyor. Sergiyi şöyle gezdik. incelemek anlamında: Evi yarın gidip gezeceğiz. [birleşikler ve deyimleri Ne gezer! adım adım gezmek araba ile gezmek ardından gezmek arkasından gezmek beş aşağı beş yukarı gezmek boş gezmek boşta gezmek devriye gezmek polis devriyesi için: Bir emniyet görevlisi, binayı her saat başı devriye gezer. dillerde gezmek dünür gezmek el üstünde gezmek elden ele gezmek ellerde gezmek evi gezmek Evi gezmek isterim. karakol gezmek karda gezip izini belli etmemek kenti gezmek kol gezmek, emniyet görevlisi için: suç işlemek üzere: Ayaz Paşa kol geziyor. to visit. They didn't tell us what places to visit. There are no more places to see here. to go for a walk. They went for a walk this morning. to take a stroll. We just took a stroll in the forest. to ramble about [re:mbil]. We are just rambling about. to improvise [imprivayz]. to saunter [so:nti]. to adjust [icast], to aim [eym], to notch [noc]. to measure [meji], to set straight [streyt]. to travel. It's the one who travels far and wide and not the one who lives long that knows. to see a place [pleys]. We are seeing some places tomorrow. to wander about. He spends all his day wandering about. We just went round the exhibition [igzibijin]. to see. We'll go and see the house tomorrow. By no means [mi:nz]. to cover thoroughly [thanli]. to go for a ride [rayd]. to run after smb. to chase after smb [ceys]. to walk up and down. to be without work. to be unemployed [animployd]. to patrol [pitroul]. to make the rounds [raundz]. A security guard makes the rounds of the building every hour. to be on everybody's tongue [tang]. to find smb as a wife for smb. to be very popular [popyuh]. to pass from hand to hand. to pass from hand to hand. to look around [iraund]. I'd like to look around the house. to go out on patrol [pitroul]. to fool people as to one's intentions. to see the sights [sayts]. to go the rounds. to prowl around [praul]. (It's freezing cold.) gıcık olmak 324 orası senin, burası benim gezmek pek ileride gezmek peşinden gezmek salma gezmek O, sokaklarda salma geziyor. tarihi yerleri gezmek Kahvaltıdan sonra tarihi yerleri gezeceğiz. tebdil gezmek tebdili kıyafet gezmek turistik yerleri gezmek üç aşağı beş yukarı gezmek gıcık olmak gıcıklamak, gıcık oluşturmak anlamında: kuşkulandırmak anlamında: *içi/yüreği gıcıklamak gıcıklanmak, gıcık duymak anlamında: kuşkulanmak anlamında: cinsel istek için: gıcır etmek gıcırdamak, kapı vs. için: Eski yataklar bütün gece gıcırdayıp durdu, hayvanlar için: ayakkabı için: ' Gıcırdayan ayakkabıları sevmem. gıcırdatmak *diş gıcırdatmak *dişlerini gıcırdatmak gıdaklamak gıdıklamak gıdıklanmak gıpta etmek gırıldamak gırtlaklamak gırtlaklaşmak giderilmek gidermek, ortadan kaldırmak anlamında: ağrı için: arzu için: eksiklikler için: Takım, idman eksikliğini nasıl giderecek? gerginlik için: Bakanın konuşması, gerginliği gidermiş, kaygılar için: korku için: Bildiri, tüm korkularını giderecektir, kuşku için: Kaygılarını gidermek için her şey yapılacaktır. sakınca için: Bu sakıncaları gidermek için bir yol olmalı. to wander around from place to place, to put forward big claims [kleymz]. to pursue [pisyu:]. to wander around. He just wanders idly around [aydli]. to sightsee [saytsi:]. We're going sightseeing after breakfast. to travel incognito [inkognitou]. to go about in disguise [disgayz]. to see the sights. to walk up and down. to be irritated by [iriteytid]. to cause an irritation of the throat, to raise one's suspicion [sispism]. to arouse one's sexual appetite [irauz]. to have an irritation of the throat, to become suspicious of [sispi§is], to have one's desire aroused [irauzd]. to creak [kri:k], to creak. The old beds kept creaking all night. to squeak [skwi:k]. to screech [skrkc]. / don't like screeching shoes. to make smth creak. to gnash the teeth [ne:§]. to gnash one's teeth. to cackle [ke:kil]. to tickle [tikil]. to be tickled ftikild]. to envy. to rumble [rambil] (stomach). to strangle [stre:ngil]. to be at one another's throats [throuts]. to be removed [rimu:vd]. to remove [rimu.w]. to relieve pain [pe:yn]. to satisfy one's desire [dizayi]. to make up for. How will the team make up for the lack of training? to clear the air [e:]. The minister's speech has cleared the air. to allay one's anxiety [emgzayiti], [lley]. to dispel. The declaration will dispel all their fears. to dispel. Everything will be done to dispel his anxiety. to obviate [obvieyt]. There must be a way to obviate these drawbacks [dro:be:k]. gidilmek 325 tereddütler için: Zihinlerdeki bazı tereddütleri gidermek isterim. *kulaklannın pasını gidermek * şüpheyi gidermek gidilmek "İran'a gidilmez" denildi, gidildi. Bu saatte oraya gidilmez. Bu yağmurda hiçbir yere gidilmez. gidişmek girilmek Girilmez. Yalnız ibadetle cennete girilmez. hırsızlık için: Evler, bürolar ve dükkanlara girilmiş. Kulla Tanrı arasına girilmez. giriş yapmak girişilmek Etle tırnak arasına girilmez. Kayıtlarımıza göre bugün giriş yapmadı. O bölgede yeni örgütler kurulmaya girişildi. girişmek, bir işe...: bir iş için hazırlık yapmak: birbirine karışmak anlamında: burnunu sokmak anlamında: teşebbüs etmek anlamında: |birleşikler ve deyimler) bahse girişmek başından büyük işlere girişmek Biz başımızdan büyük işe giriştik. birbirine girişmek boyundan büyük işlere girişmek Biz boynumuzdan büyük işlere girişmişiz. denemelere girişmek iddiaya girişmek işe girişmek Az bir sermaye ile işe giriştiler. Gözü kapalı olarak bu işe girişmem. kampanyaya girişmek münakaşaya girişmek pazarlığa girişmek Lütfen onlarla pazarlığa girişmeyiniz. rekabete girişmek Bu piyasalar için Avrupayla rekabete girişmemiz gerek. savaşa girişmek (bir şeye karşı) siyasete girişmek girmek, dışarıdan içeriye geçmek anlamında: to dispel. I'd like to dispel any doubts that might be entertained [entiteynd]. to listen to music after being deprived of it. to remove doubts [dauts]. to go. It was said you couldn't go to Iran, we did. One can't go there at this time. One can't get about in this rain. to itch [ i f ] . to enter [enti]. No entrance [entrins]. One cannot enter paradise by worship only. to be burglarized [bo:ghrayzd]. Houses, offices and shops have been burglarized. One cannot intervene between God and the faithful. Do not interfere in family matters of others. to check in. According to our records he hasn't checked in today. to be undertaken [anditeykin]. The formation of new organizations were undertaken in that region [ri xi n], to undertake [anditeyk]. to set about to. to get tangled up [temgild], to meddle [me:dil]. to attempt. to bet (on). to bite off more than one can chew [cu:]. We bit off more than we could chew. to get tangled up [temgild]. to set about doing things beyond one's limit. We undertook something that was beyond our limit. to make experiments. to make a bet with each other. to embark on a job [imba:k]. They started out with a modest capital. (I won't buy a pig in a poke [pouk].) to start a campaign [ke:mpeyn]. to get into an argument with [argyumint], to bargain with [ba:gin]. Please don't try to bargain with them. to compete with [kimpiit]. We have to compete with Europe for these markets. to wage war on [weyc]. to engage in politics [ingeyc]. to enter, to go in. girmek (anlaşmaya) 326 Ziyaretçilerin gireceği ayrı bir giriş var. Üye olmayan giremez. Kapıdan kovsan, bacadan girer. Zor, kapıdan girince; şeriat, bacadan çıkar. Bir yola girerken, sağdan yaklaşan trafiğe dikkat et. birdenbire...: bir yere yasa dışı olarak: Birisi buraya girmiş. davetsiz olarak: hırsızlık amacıyla: Evlerine bir hırsız girmiş. bulaşmak anlamında: Böyle bir polemiğe girmek istemiyorum, incelemek anlamında: Lütfen öyle uzun açıklamalara girmeyiniz, girişmek anlamında: Bu tartışmaya yeniden girmeyelim, katılmak anlamında: Onlar da aramıza girdi. Biz başka bir kulübe gireceğiz. ı savaşta bir şehri almak: Bu sabah zırhlı tugay Enes kasabasına girdi. sığınak anlamında: Senin ayağın bu çoraplara girmez. Bütün bunlar buraya nasıl girer? yeni bir iş alanına...: Turizm alanına girmek kolay değildir. Yeni pazarlara girmek zorundayız. Alman tekstil pazarına girmeyi düşünüyoruz. yer almak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Köpeksiz sürüye kurt girer. anlaşmaya girmek aralarına kara kedi girmek araya girmek, aracılık etmek anlamında: barıştırmak üzere: burnunu sokmak anlamında: kötü anlamda karışmak: müdahale etmek anlamında: şefaat etmek anlamında: araya soğukluk girmek ayrıntıya girmek Şu anda fazla ayrıntıya girmek istemiyorum. bahse girmek Bahse girmek ister misin? There's a separate entrance for visitors to enter from [sepirit], (Members only.) to get in. Throw him out of the door and he'll get in through the chimney. (There can be no religious law where the law of force prevails [prive:ylz].j When entering a road take into account the traffic approaching from the right. to burst into [bo:st], to break in [breyk]. Someone has broken in. to crash the gate [kre:sj. to break into. Apparently a thief has broken into their house. to go into. I don't want to go into such a polemic. to enter into. Please don't enter into such long explanations. to start. Let's not start this debate all over again. to join [coyn]. They have joined us too. We are joining another club. to take. The armoured brigade has taken the town of Enes this morning. to fit. Your feet won't fit into these stockings. How will all these things fit in here? to break into [breyk]. It's not easy to break into the field of tourism. [turizim]. We have to break into new markets. We are thinking of breaking into the German textile market [tekstayl]. to be comprised [kimprayzd]. A defenseless flock is sure to be attacked by the wolf. to enter into an agreement, to be cross with each other. to mediate [mi:dyeyf]. to work to reconcile [rekmsayl]. to meddle (into) [medil]. to interfere [intifi:]. to intervene [intivkn]. to intercede [intisi:d]. to be on strained terms [tb:mz]. to go into details [diteylz]. / don't want to go into too much details now. to lay a bet [ley]. You want to lay a bet? girmek (başı belâya) 327 başı belâya girmek başı derde girmek bin renge girmek birbirine girmek, kavga için: karışıklık için: borca girmek Vergileri karşılamak için borca girdik. Birçok borca girmişler. borç altına girmek Şu anda borç altına girmek istemiyorum. boyunduruk altına girmek bunalıma girmek Sen böyle devam edersen, sonunda bunalıma gireceksin. burnuna girmek buyruğu altına girmek (birinin) çarşafa girmek çıkmaza girmek Barış görüşmeleri yine çıkmaza girdi. konuşma dilinde: İş çıkmaza girdi. çizme ile tandıra girmek damarına girmek denize girmek Denize girmek tehlikeli ve yasaktır. Bugün denize girelim. Karpuz kabuğunu görmeden denize girme. derde girmek detaylara girmek dünya evine girmek ehliyet sınavına girmek Yarın ehliyet imtihanına gireceğim. emrine girmek (birinin) erbaine girmek erginlik yaşına girmek gerdeğe girmek gizlice girmek Bütün bu insanlar gizlice içeriye nasıl girdiler? görüş mesafesine girmek gözüne girmek (birinin) Konuşmacılar işçilerin gözüne girmeye çalıştılar. Öğretmenin gözüne girmeyi iyi biliyor. gözüne uyku girmemek Bütün gece gözüme uyku girmedi. to be in trouble [trabil], to get into trouble. to keep changing colour [kali]. to come to blows [blouz]. to become embroiled [embroyld]. to run into debt. We ran into debt to pay for the taxes. to incur a debt [inko:]. They have incurred numerous debts. to get into debt [det]. We don't want to get into debt for the moment. to be put under the yoke [youk]. to have a breakdown. If you go on like that you'll end up having a breakdown. to come too close to [klous]. to come under the command of [kima:nd], to begin wearing the veil [veyl], to bog down. The peace negotiations have bogged down again. to reach deadlock [dedlok]. The two sides have already reached deadlock. to reach a stalemate [steylmeyt]. The negotiations with the unions have reached a stalemate. to be in a fix. We're in a fix. to be ill-mannered [me:nid]. to ingratiate oneself with [ingrey§ieyt], to bathe [beyfh]. Bathing is dangerous and prohibited. to go swimming. Let's go swimming today. (Don't attempt anything unless the time is right.) to fall into trouble [trabil]. to go into details [diteylz]. to get married [me:rid], to take the driving test [drayving], I'm taking the driving test tomorrow. to enter into smb's service [so:vis]. to hibernate [haybmeyt]. to become of age [eye]. to enter the bridal chamber [braydil]. to sneak in [sni:k]. How where all these people able to sneak in? to come into sight [sayt]. to curry favour with [kari]. The speakers were currying favour with the workers. to gain smb's favour [feyvi]. She knows how to gain the teacher's favour. not to sleep a wink. / haven't slept a wink all night. iki taraf, daha şimdiden çıkmaza girdiler. Sendikalarla görüşmeler çıkmaza girdi. girmek (günaha) 328 günaha girmek günahına girmek güvey girmek Suçu gelin etmişler, kimse güvey girmemiş. halden hale girmek halvate girmek hapse girmek hayatına girmek (birinin) hizaya girmek Öğretmen, arkadaki öğrencilerin hizaya girmelerini istiyordu. hizmete girmek içeri girmek, bir yere girmek anlamında: içeriye girsenize. İçeriye girmez misiniz? hapse girmek anlamında: zarar etmek: Birkaç milyon içeri girdik. ihrama girmek imtihana girmek işe girmek kadroya girmek kafasına girmek kafasına girmemek Bu kafama girmedi. kafasına söz girmemek Onun kafasına söz girmez. kafese girmek kalbine girmek kalıptan kalıba girmek kampa girmek kanına girmek kapsamına girmek karınsaya girmek kategoriye girmek Bu faktörler, bu kategoriye girmez. Yasa dışı faaliyetlerin çoğu bu kategoriye girer. kavgaya girmek kayıt altına girmek kayıt altına girmemek kesesine bir şey girmemek kıran girmek kol kola girmek koltuğa girmek kultuğuna girmek (birinin) koluna girmek komaya girmek konuya girmek Konuya pat diye girdi. koynuna girmek koz kabuğuna girmek to commit a sin [kimit], to accuse smb wrongly [ikyu:z], to get married [me:rid], (No one will readily admit his guilt [gilt]./ to be overcome with embarrassment. to withdraw into solitude [solityu:d], to go to jail [ceyl]. to get into one's life. to fall in. The teacher wanted the students at the back to fall in. to be put into service [sorvis]. to come in. Do come in. Won't you come in? to go to jail [ceyl]. to lose money [lu:z]. We have lost a few millions. to put on the pilgrim's garb. to sit for an exam [igze:m]. to become employed. to be on the permanent staff. to make good sense [sens]. not to make sense. It doesn't make any sense. to be stupid. He is just stupid. to be taken in. to win smb's heart [ha:t]. to constantly change (one's ideas). to withdraw into camp. to stain one's hands with smb's blood. to be comprised [kimprayzd]. to molt [moult]. to fall under a category [ke:tigori]. These factors do not fall under this category. Most of their illegal activities fall into this category. to tangle with [teingil]. to be bound by restrictions [ristriksmz]. to refuse to be bound by restrictions. not to benefit from. to break out [breyk] (for an epidemic). to link arms. to get married [me:rid], to put oneself under smb's protection. to take smb by the arm. to go into a coma. to come to the point. He came straight to the point. to go to bed with smb. to crawl into a hole to hide [hayd]. girmek (kramp) 329 kramp girmek kulağına girmek kulağına girmemek kuyruğa girmek mahremiyetine girmek (birinin) masrafa girmek mateme girmek mer'iyete girmek mevzua girmek münasebete girmek müsabakaya girmek nabzına girmek (birinin) orsa girmek polemiğe girmek Ben bu polemiğe girmem. rayına girmek renkten renge girmek riske girmek Hiç sebep yokken riske giriyorsunuz. sakalının altına girmek (birinin) savaşa girmek sevaba girmek sınava girmek sıraya girmek Lütfen gişenin önünde sıraya girin. şekle girmek tatile girmek Okul ne zaman bayram tatiline giriyor? tek sıra girmek Heyet salona tek sıra halinde girdi. tıkırına girmek İşler tıkırına girdi. -yaşına girmek Sen altmış yaşına girdin. Beş yaşına girdi. Bir yaşına daha girdin. Bir yaşıma daha girdim! yatağa girmek yayma girmek Birazdan Başbakan yayına girecek. yer yarılıp içine girmek yola girmek yoluna girmek yük altına girmek yürürlüğe girmek Yeni yönetmelik geçen mayısta yürürlüğe girdi. Bu kanun ne zaman yürürlüğe girdi? zahmete girmek zorla girmek (bir meskene) Kimse başkasının evine zorla siremez. to be seized with cramp [kre:mp]. to heed [hi:d]. to pay no attention to [itenfm]. to queue up [kyu:]. to be taken into smb's confidence. to incur expenses [inko:]. to get into mourning [morning]. to come into force [fo:s]. to come to the point [poynt]. to establish a relationship with. to compete [kimpi:t]. to ingratiate oneself with [ingre§iyeyt]. to hug the wind [hag], to be drawn into a polemic [dro:n]. not let myself be drawn into this polemic. to begin to go smoothly, to blush with shame [blasj. to take a risk. You're taking risks for no reason at all. to ingratiate oneself with [ingre§iyeyt]. to go to war [wo:]. to do a good deed [di:d]. to sit for an exam [igze:m]. to line up [layn ap]. Please line up in front of the box-office. to take a form. to close down for the vacation [vikeygin]. When does school close down for the Bairam vacation? to file in [fayl]. The committee filed into the hall one by one. to take a favourable turn [feyvinbil]. Things have taken a favourable turn now. to enter one's...year. You've entered your sixtieth year. (He's in his fifth year.) You're a year older now. (Well, we live and learn!) to go to bed. to go on the air. The Prime Minister will go on the air soon. to vanish into thin air [venisj. to come right [rayt]. to come right. to take on a burdensome task [bo:dmsim]. to go into effect [ifekt]. The new regulations went into effect last May [regyuleyfin]. to come into force [fo:s]. When did this law come into force? to go to a lot of trouble [trabil]. to break into. No one can break into someone elses's house. gitmek 330 gitmek, esas anlamda: Erken mi gitsek? Tek gitsin de, nasıl giderse gitsin. Ne amaçla oraya gittiniz? İçimden hiçbir yere gitmek gelmiyor. Gitsek mi? Gitmez olaydım! Hangi cehenneme gitti? Sen gidedur. Dünyada gitmem. Acele giden, ecele gider. Güle güle gidiniz. Tez giden, tez yorulur. Nereye gitsen, okka dörtyüz dirhemdir, ayrılmak anlamında: Gitsek mi? İyisi mi, gidelim buradan. Demek, yarın gidiyorsun. Gitmek üzereydik. Turistlerin yarısı gitti. Bunların gelmesi ile gitmesi bir oldu. Acele gitmem gerek. Ölen ile gidenin dostu olmaz. Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. İşte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri. Artık gitmeliyim. Pilisini pırtısını toplayıp gitti. gizlice gitmek anlamında: otobüs, tren vs. ile...: gemi ile...: yaya...: bir yere doğru yönelmek: Oraya iki saatte gidilir, gelinir. Galiba, evine gitmemiş. Annem bugün doktora gidecek. Onu okula giderken kaybetmiş olabilirim. Ankara'ya gidip gelmişim. Bir yüz metre daha gidiniz. Bu çocuğun gideceği bir yeri yok. Oraya ne diye gitmek istiyor? Baş nereye giderse, ayak da oraya gider. Ön tekerlek nereye giderse, arka tekerlek de oraya gider. Dimyat'a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak var. Bulgurlu'ya gelin mi gidecek? dayanmak anlamında: Bu ceket daha beş yıl gider. Bu konserve bize üç ay gider. Bu makine daha beş yıl gider. durum için: Çalışmalarınız nasıl gidiyor? to go. Would it be better if we went early? All I ask is for him to go. (What took you there?) I'm in no mood to go anywhere. Should we go? I wish I hadn't gone there. Where the hell did he go? You keep on going. I wouldn't go for the life of me. (Speed may mean death.) (Have a nice trip.) (He who runs gets tired fast.) (People are the same everywhere.) to leave [l i : v]. Shall we leave? The best thing to do is to leave this place. So you're leaving tomorrow. We were about to leave. Half of the tourists have left. They no sooner came than they left. (I must hurry off now.) (The dead and the absent have no friends.) (One must adapt oneself to the circumstances [s6:ktmste:nstz].) (Thanks for your kind hospitality.) I must be going. He left bag and baggage [be:gic]. to sneak off [sni:k]. to go by bus/train. to sail [seyl]. to go on foot [fut]. to go [gou]. One can go there and back in two hours. Apparently she didn't go home. (My mother is seeing the doctor today.) I may have lost it on my way to school. I'm supposed to have been to Ankara [enkin]. Just go on another hundred metres [mktrz]. This child has nowhere to go. What does he want to go therefor? (Like father like son.) (Children tend to imitate the adults.) There is the risk of losing what one has while trying to get more. (Why all the fuss [fas]?) to last. This jacket will last five more years. This canned food will last us three months. (This machine is still good for five years.) to get on. How are you getting on with your work? gitmek 331 Okul nasıl gidiyor? İngilizceniz nasıl gidiyor? Her şey planladığımız gibi gitti. Böyle geldi, böyle gider. Hiçbir şey planladığımız gibi gitmedi. Battı balık yan gider. Mülakat nasıl gitti? indirimli satışlar nasıl gidiyor? geçmek anlamında: Çoğu gitti, azı kaldı. gemi için: Gemi İskenderun'a gidiyordu. Bütün bu gemiler nereye gidiyor? ölmek anlamında: Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen gitmiş. satılmak anlamında: Gümüş ibrik kaça gitti? sonuç için: Sel ile gelen yel ile gider. Yelle gelen, selle gider. Haramdan gelen, harama gider. Haydan gelen huya gider. Böyle gelmiş, böyle gider, tüketilmek anlamında: Bir etek için ne kadar kumaş gider? ulaşmak anlamında: Bu yol bir yere gitmez. Bütün yollar Roma'ya gidermiş. Bu yol Pendik'e gider mi? Bu yol, doğru köprüye gider. Demir kapıya giden dar bir yol var. yakışmak anlamında: Siyah ona iyi gitmiyor. yetmek anlamında: Bu, bir ay gider. yok olmak anlamında: Öfkesi hâlâ gitmedi. birleşikler ve deyimler | Sağlıcakla gidiniz! Hoş geldik, beş gittik. Kurdun davetine giden, köpeği beraber almalı. to go. How are you getting on at school? How are you getting on with your English? Everything went as we have planned. It has been so up to now and will remain so. Nothing has gone according to plan [ple:n]. (Everything is in such a mess.) (How did the interview come off?) How are the sales going [seylz]? to be over [ouvi]. Most of it is over. to be bound for [baund]. The ship was bound for Alexandretta [aligzendreti]. Where are all these ships bound for? to die [day]. Only those whose time has come do die. to go for. How much did the silver ewer go for [yu:wi]? to go. Easy come easy go. Quickly come quickly go. Ill-gotten gains will be ill-spent [geynz]. Easy come easy go. It has always been this way. to take [teyk]. How much cloth will it take to make a skirt? to lead [li:d]. This road leads nowhere. It is said that all roads lead to Rome [roum]. Does this road go to Pendik? This road leads straight to the bridge. There's a narrow path that leads to the gate. to go well with. Black doesn't go well with it. to be enough for [inaf]. It's enough for a month. to go away. His anger hasn't gone away. Good journey! We've come with pleasure, we're leaving satisfied. He who accepts an invitation from a wolf must take a dog with him. There was an uproar. I just can't understand it [andiste:nd]. It was completely forgotten [figatm]. If you insist you can have it. I completely forgot [figat]. Give them away and let's be done with them. Forget it! This man is going to die. After a certain time. Bir kıyamet gitti! Bu işi anlayamadım gitti. Unutulup gitti. O kadar ısrar ediyorsan, verdim gitti. Unutup gittim. Ver bunları gitsin. Unut gitsin! Bu adam, ölüp gidecek. Gel zaman, git zaman. gitmek (acayibine) 332 Sen git parayı sarf et. Günah benden gitti. Gelsin içki, gitsin içki. acayibine gitmek Söyledikleri acayibine gitmedi mi? görülen şey hakkında: , Acayibime gitti. acele acele gitmek ağır gitmek Ağır giden, yol alır. Ağır giden, dağlar aşar. Burada işler çok ağır gidiyor. ağrına gitmek akıntı ile gitmek akıp gitmek Yıllar akıp gitti. aklı gitmek aklı başından gitmek aksi gitmek Bugün her şey aksi gitti. aksine, gitmek alışverişe gitmek arada gitmek araya gitmek arkasından gitmek (birinin) Halkın hâlâ bu kadının arkasından gitmesi, inanılacak gibi değil! arpa boyu kadar gitmek askere gitmek Kardeşim askere gitti. aşın gitmek ayağına gitmek (birinin) ayaklan geri geri gitmek basıp gitmek baş aşağı gitmek başabaş gitmek başın sağ olsuna gitmek başını alıp gitmek başının dikine gitmek başta gitmek baştan kara gitmek betine gitmek bir arpa boyu yol gitmek Şimdiye kadar bir arpa boyu yol gittik. bir içim suya gitmek boşa gitmek Bunca iyi niyet boşa gitti. Bütün gayretlerimiz boşa gitti. Er giden işine, geç giden boşuna. Bulgurlu'ya gelin gitmek Bulgurlu'ya gelin mi gidecek? burnunun dikine gitmek And what does he do?,... he spends the money. Well, you can only blame yourself for that. Drinks flowed freely. to sound strange [streync]. Didn't all this sound strange to you? to seem odd. It seemed odd to me. to be in a rush [rasj. to go slowly. He who goes slowly goes surely [§u:li]. Go slowly but surely. to move slowly. Things are moving too slowly here. to offend one's feelings. to go with the stream [stri:m]. to slip by. The years have slipped by [slipt]. to be perplexed [piplekst]. to be beside oneself [bisayd]. to go wrong. Everything has gone wrong today. to run counter to [kaunti]. to go shopping. to pass unnoticed [anoutist]. to be sacrificed [se:krifayst]. to run after. It's unbelievable that the people should still run after that woman. to show little progress. to do one's military service [so:vis]. My brother is doing his military service. to exceed the limit [iksi:d]. to visit smb personally [porsmli]. to drag one's feet [fi:t]. to walk off [wo:k]. to go steadily down. to be level with. to pay a visit of condolence [kmdoulms]. to leave without notice [noutis]. to refuse all advice [ldvays]. to be in the lead [li:d]. to head for disaster [diza:sti]. to vex [veks]. to make little headway. We've made little headway so far. to go for next to nothing. to be wasted [weystid]. All this good-will has been wasted. to come to nothing. All our efforts came to nothing. (It's the early bird that catches the worm.) to be in a great hurry [hari]. Why all this hurry? to do smth one's way. gitmek (canı) 333 canı gitmek çamaşıra gitmek çekip gitmek Böyle çekip gidemezsiniz! Bu adam elini kolunu sallaya sallaya nasıl çekip gider? çifte gitmek dere tepe düz gitmek dışarı gitmek dışarıya gitmek dikine gitmek doktora gitmek doludizgin gitmek dörtnala gitmek dümen suyundan gitmek dünür gitmek dünyadan göçüp gitmek Hepimiz bu dünyadan göçüp gideceğiz. eğri gitmek elden gitmek elinden gitmek eriyip gitmek eşkin gitmek eve gitmek ezbere gitmek fena gitmek fenasına gitmek, gücenmek anlamında: sinirlenmek anlamında: Bu iş fenama gitti. garibine gitmek geçinip gitmek Doğrusu, bu iş garibime gitti. Güç bela geçinip gidiyoruz. Zar zor geçinip gidiyoruz. geçip gitmek Günler geçip gidiyor, daha hiçbir şey yapmadık. gelin gitmek gelip gitmek geçmiş olsun'a gitmek geri gitmek, çekilmek anlamında: gerilemek anlamında: kötüleşmek anlamında: geri geri gitmek ayakları geri geri gitmek: gezmeye gitmek görücü gitmek göz aydın' a gitmek gözü açık gitmek gözünün önünden gitmemek greve gitmek Gelip giden olmadı. to worry about smb [wari], to do the laundry for a living [lo:ndri], to walk out. You can't just walk out like that! (How can this man go scot free?) to go to plough [plau]. to go up hill and down dale [deyl]. to go out. to go abroad [ibro:d], to do the opposite of what one is told. to see the doctor. to ride at full speed [rayd]. to gallop [ge:lip]. to follow in one's wake [weyk]. to ask for. to depart from this world. We shall all depart from this world. to go wrong. to be lost. to be dispossessed [dispizest] of. to waste away [weyst]. to canter [ke:nti]. to go home [houm]. to proceed blindly [blayndli]. to go badly. to upset [apset]. to exasperate [igza:spireyt]. This business has exasperated me. to strike one as odd [strayk]. To tell you the truth, it strikes me as odd. to make ends meet. We can hardly make both ends meet. to live from hand to mouth. We live from hand to mouth. to go by. The days are going by and we haven't done a thing. to marry into a family. to come and go frequently [fri:kwintli]. (Nobody has come.) to pay a visit of sympathy [simpithi]. to go back. to recede [risi:d]. to decline [diklayn]. to back out. to go unwillingly. to go for a walk. to pay a visit to a prospective bride [brayd], to pay a visit of congratulation. to die a disappointed person. to continue to haunt one's mind [ho:nt]. to go on strike [strayk]. gitmek (gücüne) 334 gücüne gitmek Bu, çok gücüme gitti. güme gitmek gürültüye gitmek hacca gitmek hacı olmak hasır altına gitmek hasret gitmek (bir şeye) havaya gitmek hoşa gitmek Önemli kişiler arasında oturuyor olmak çok hoşuma gidiyordu. O sabah hoşa gitmeyen raporlar gelmeye başladı. Hoşunuza gidiyor mu? Bunu duymak hoşlarına gitmeyecek. Pek hoşuma gidiyor diyemem. Hoşunuza gitse de gitmese de, bu böyledir. Pek hoşumuza gitmedi. hoşuna gitmemek: Bu tür eğlenceler hoşuma gitmiyor. Onun çapında bir oyuncuyu kaybetmek hoşuma gitmez. , Bu, hiç de hoşuma gitmiyor. huyuna suyuna gitmek içi gitmek, çok istemek anlamında: ishal olmak anlamında: bir içim suya gitmek içinden kan gitmek içtikleri su ayrı gitmemek İçtikleri su ayrı gitmezdi. iflâsa gitmek ileri gitmek, ilerlemek anlamında: konu için: Daha ileri gitmeden bu konuyu tartışalım. Bu, bir söylentiden ileri gitmez. mesafe için: ölçü dışına çıkmak anlamında: saat için: fazla ileri...: Fazla ileri gitmeye gerek yok. ilerisine gitmek (bir işin) imansız gitmek istemiye istemiye gitmek işi rast gitmek işleri iyi gitmek işleri yolunda gitmek işleri yolunda gitmemek i yi gitmek, vakısmak anlamında: to be offended. I'm deeply offended. to go by the board [bo:d]. to be lost in the confusion [kmfyuijin]. to make the pilgrimage to Mecca [pilgrimic]. to become a pilgrim. to be covered up [kavid]. to die longing for. to be in vain [veyn]. to tickle one's fancy [fe:nsi]. It tickled my fancy to be sitting among the bigwigs. to please [pli:z]. That morning scarcely pleasing reports started coming in. to like [layk]. Do you like it? They won't like to hear of that. I can't say I like it much. That's how it is, whether you like it or not. to enjoy [incoy]. We didn't enjoy it much. not to be to one's liking. This type of entertainment is not to my liking. (I'd hate to lose a player of his calibre [kedibi] / find it very distasteful [disteystful]. to treat smb tactfully [te:ktfuli]. to crave for [kreyv]. to have diarrhea [dayirkyi]. to go for next to nothing. to suffer secretly [safi]. to be close friends [klous]. They were very close friends.) to head for bankruptcy [be:nkrapsi]. to advance [idva:ns]. to go further. Let's discuss this before going any further. (It's no more than a rumour [ru:mi].) to go forward [fo:wid]. to go too far. to be running fast. to go to extreme [ikstriim]. There's no need to go to extreme. to follow a matter up [folou]. to die as an unbeliever [anbilkvi]. to go willy-nilly. to be in luck [lak]. to do well. to fare well [fe:]. to fare i l l . to suit [su:t]. gitmek (izinden) 335 yolunda olmak anlamında: İşinin iyi gittiği görünüyor. izinden gitmek O, babasının izinden gidiyor. Onun izinden gideceğime yemin ediyorum. kafasının dikine gitmek kapış kapış gitmek karadan gitmek kamı gitmek karşılamaya gitmek kendi havasına gitmek kendi keyfine gitmek kestirmeden gitmek Ormandan kestirme giderseniz, zaman kazanırsınız. Bazen kestirmeden gitmeye çalışırız, fazla uzatmadan anlatmak: kısa yoldan gitmek, mesafe için: anlatım için: kıvrıla kıvrıla gitmek Yol, ormanın içinden kıvrıla kıvrıla gidiyor. kıyıdan gitmek kim vurduya gitmek Bir gazeteci yine kim vurduya gitti. kötüye gitmek Kötüye giden bir ekonomi söz konusudur. İşler kötüye gidiyor. kurban gitmek misafirliğe gitmek okkanın altına gitmek okula gitmek orağa gitmek orsa gitmek oturmaya gitmek önden gitmek Sizin önden gitmeniz daha iyi olur. önünden gitmek ölüp gitmek Doktor gelinceye kadar adam ölüp gidecek. peşinden gitmek, izlemek anlamında: Neden her yere onun peşinden gidiyorsun? izinden gitmek anlamında: Onun peşinden gitmeyi kim istesin ki? post elden gitmek pupa yelken gitmek rahvan gitmek rast gitmek referanduma gitmek Hükümet bu konuda referanduma gider mi? to go well. He seems to be getting along quite well. to follow in the footsteps of smb. He's following in his father's footsteps. to follow in the wake of [weyk]. I swear to follow in his wake. to do as one pleases [plkziz]. to sell like hot cakes [keyks]. to go by land [le:nd]. to have diarrhea [dayiri:yi]. to go to meet smb. to do as one pleases. to do what strikes one's fancy [fe:nsi]. to take a short cut [kat]. You'll gain time if you cut across the wood. Sometimes we try to take a short cut. not to beat about the bush [bi:t], to take a short cut. to be to the point, to wind [wayind]. The road winds through the forest. to hug the coast [hag]. to be an unlucky victim [anlaki]. Yet another newspaperman was the victim of an unknown killer. to worsen [wo:sin]. We're talking here of a worsening economy. (Things are taking a bad turn.) to fall victim. to pay a visit to. to bear the brunt [brant]. to go to school. to go reaping [ri:ping], to hug the wind [hag]. to go on a visit to. to lead the way [li:d]. It would be better if you lead the way. to get ahead. to die [day]. By the time the doctor comes, the man is certain to die. to follow. Why do you keep following her everywhere? to follow in smb's footsteps. Why should anyone want to follow him? to lose one's post [poust]. to sail before the wind [seyl]. to go at an amble [e:mbil]. to go well. to hold a referendum on [refirendim]. Will the government hold a referendum on this issue [gavmmint]? gitmek (rüzgâr gibi) 336 rüzgâr gibi gitmek safa geldin'e gitmek sarsıla sarsıla gitmek sayfiyeye gitmek sefere gitmek sele gitmek sıcağa gitmek sılaya gitmek sır olup gitmek siya siya gitmek su gibi gitmek suyuna gitme (birinin) suyunca gitmek sürgün gitmek sürgüne gitmek sürüp gitmek Bu böyle sürüp gitmez. TV'de bu tartışma saatlerce böyle sürüp gidiyor. Bu garip durum sonsuza dek sürüp gidemez. Saldırılar ve karşı saldırılar sürüp gitti. şansı kötü gitmek şansı ters gitmek şansı yaver gitmek Şimdiye kadar şansımız yaver gitti. şansı yaver gitmemek tadı gitmek talihi ters gitmek talihi yaver gitmek (bir) tarafa gitmek Siz ne tarafa gidiyorsunuz? tasfiyeye gitmek tekne ile geziye gitmek temizliğe gitmek tepesi aşağı gitmek ters gitmek Bugün her şey ters gitti. tersine gitmek Herkes gider Mersin'e, biz gideriz tersine. tersyüzden gitmek tıkırında gitmek Bir müddet her şey tıkırında gitti. işler tıkırında gidiyor. tıpış tıpış gitmek, küçük adımlarla gitmek: istemiye istemiye gitmek: tırıs gitmek Bana tırıs gider. Bana vız gelir, tırıs gider. tuhafına gitmek Bu, tuhafına gitmedi mi? ucuza gitmek uçup gitmek usu gitmek to sail with the wind [seyl] to pay smb a visit of welcome [welkim], to jolt along. to move to a summer house. to go to war [wo:]. to be needlessly wasted [weystid]. to go to a Turkish bath [ba:th], to visit one's native place [neytiv], to vanish into thin air [ve:ni§]. to go backwards [be:kwidz], to flow like water. to treat smb with tact [te:kt]. to rub smb the right way [rab]. to be exiled to [eksayld], to go into exile [eksayl]. to last. It won't last long. This discussion goes on like this on TV for hours. This strange state of affairs can't possibly last for ever [ife:z]. Attacks and counter-attacks went on [ite:ks]. to have a run of bad luck. to get a bad break. to get a good break. (We've been in luck's way so far.) to be down on one's luck [lak]. not to give pleasure any more [pleji]. to be down on one's luck. to be in luck [lak]. to head for. Where are you heading for? to go into liquidation [likwideysm]. to go sailing [seyling]. to do the cleaning for a living. to go downhill. to go wrong. Everything has gone wrong today. to go against the grain [greyn]. (Something must be wrong here.) to retrace one's footsteps [ritreys], to go well. Everything went well for some time. Business is going well [biznis]. to patter [pe:ti]. to go willy-nilly, to trot. (I don't give a damn [de:m].) / don't care a bit. to strike one as odd [strayk]. Didn't it strike you as odd? to go cheap [c:ip]. to fly away [flay]. to lose one's mind [maynd]. gitmek (uzaklara) 337 uzaklara gitmek, uzak yerler için: konudan ayrılmak anlamında: üstüne gitmek cesaretle...: üstüne...: üzerine gitmek Hükümet fuhuşun üzerine gitmeye karar verdi. vedaya gitmek yabana gitmek yağ gibi gitmek yalpalaya yalpalaya gitmek Sarhoştu ve yalpalaya yalpalaya evine gidiyordu. yangına gitmek yangına kürekle gitmek yanına gitmek (birinin) Genel müdürün yanına gitti, yaklaşmak anlamında: Yanına gidip, bunları ona sorabilirsin. yanlış gitmek Her şey yanlış gitti. yanpiri yanpiri gitmek yaver gitmek yaya gitmek yayan gitmek Korkarım, yolculuğu yayan gitmek zorunda. Yolculuğun ondan sonraki kısmını yayan gittik. yola gitmek Bir kişiyle ya alışveriş etmeli ya da yola gitmeli ki, ne olduğu bilinsin. yoldan gitmek (bir) İsterseniz yeni yoldan gidebilirsiniz. Aynı yoldan gidiyoruz. Burası İstanbul, yolun sağından gidiniz. yolunda gitmek Her şey yolunda gitti. Burada her şey yolunda gidiyor. yolundan gitmek (birinin) Hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme. yorga gitmek yuvarlanıp gitmek Eh, işte yuvarlanıp gidiyoruz. yürüyerek gitmek Oraya yürüyerek gitmek zorundayız. zevkine gitmek zıt gitmek zıttına gitmek Böyle bir şeyi kabul etmek zıttıma gidiyor. ziyaretine gitmek zoruna gitmek to go to faraway places. to get off the subject [sabcikt], to go for. to take the bull by the horn. to do smth obstinately. to crack down upon [kre:k]. The government has decided to crack down upon prostitution [prostityu:sm]. to pay a visit of farewell [fe:wel]. to go to a stranger [streynci]. to move smoothly [smu:thli]. to stagger [ste:gi]. He was drunk and was staggering home [houm], to go in great haste [heyst]. to add fuel to the flame [fyu:l]. to go to see. He went to see the general manager [me:nici]. to go up to. You can go up to him and ask it to him. to go wrong. Everything has gone wrong. to move crabwise [kre:bwayz]. to go well, to go on foot, to go on foot. I'm afraid he'll have to make the journey on foot [co:ni]. We made the rest of the journey on foot. to set off on a journey [cb:ni]. To know someone well one should either do business or go on a journey with them. to take. You can take the new road, if you like. We're moving on the same path. You're in Istanbul, keep to the right. to go like clockwork. Everything went like clockwork. Everything is going all right here. to follow smb's example [igza:mpil]. Do as the preacher says but don't follow his example [pri:ci], to go at a jog-trot. to manage somehow [me:nic]. Well, we're just managing. to go on foot. We'll have to go there on foot. to please [pli:z], to do the opposite of what smb wishes. to go against the grain [greyn]. It goes against the grain for me to accept such a thing. to go to visit smb. to hurt one's pride [prayd]. giydirilmek 338 giydirilmek giydirmek, giysi için: ağır sözler için: hüküm giydirmek kavuk giydirmek külahım ters giydirmek (birine) şeytana...: Bu adam, Ali'nin külahını Veli'ye, Veli'nin külahını Ali'ye giydirir. pabucu başına giydirmek (birinin) pabucu ters giydirmek pabucunu ters giydirmek, çak kurnaz olmak anlamında: telaşlandırmak: samur kürkü (-in) sırtına giydirmek şeytana pabucu ters giydirmek O, şeytana pabucu ters giydirir. giyilmek Bunlar ev içinde giyilmez. giyinmek Git giyin. Sen hâlâ giyinmedin mi? , Gidip giyineyim. Tek başına giyinecek kadar büyüdü. Giyinmeleri uzun sürmez. Balo için iyi giyinmek gerek. Kendiniz için yiyiniz, başkaları için giyininiz. Bari böyle giyinmese, ona hiç yakışmıyor. 6.30 trenine yetişeceksen, çok çabuk giyinmen lazım. | birleşikler ve deyimler] hafif giyinmek 1 hırtlamba gibi giyinmek karalar giyinmek siyahlar giyinmek temiz giyinmek giymek Hepsi siyahlar giyinmişti. Kırmızı elbisesini giymişti. Onu, düğünde giymesi için aldım. Güle güle giyin. Hep elbise alırdı ve giymezdi. İşte giyeceğim elbise kalmadı. Beyaz ipek bir elbise giymişti. I birleşikler ve deyimler | allar giymek ayağını giymek hapis giymek hüküm giymek karalar giymek to be dressed by [drest], to dress. to rebuke [ribyu:k], to pass sentence on [sentins], to deceive (smb) [disi:v], to teach smb a thing or two. to be a real fox. This man will rob Peter to pay Paul. to make smb do the wrong thing, to be a real fox. to teach smb a thing or two. to make smb leave in a hurry [he:ri], to lay the blame on. to be smart enough to outwit the devil. He could outwit the devil himself. to be worn [wo:n]. These are not worn indoors [indo:z]. to get dressed [drest]. Go and get dressed. to dress (oneself). Haven't you finished dressing? I'll go and dress myself. He's old enough to dress by himself. It won't take them long to dress themselves. You must dress well for the ball [bo:l]. Eat to please yourself but dress to please others. It doesn't suit her at all to dress like that. You have to dress very quickly if you want to catch the 6.30 [ke:c]. to dress lightly [laylli]. to be untidely dressed in several layers. to be dressed in black [drest]. to be dressed in black. They were all dressed in black. to dress neatly [ni:tli], to wear [we:]. She was wearing her red dress. I bought it for her to wear at the wedding. Enjoy wearing it. She would buy dresses and never wear them. to put on. I've nothing left to put on at work. She had a white silk dress on. to be clad in red [kle:d]. to put on one's shoes [su:z]. to be sentenced to prison [prizin]. to be condemned to prison [kmdemd]. to wear mourning [morning]. gizlemek 339 sarı çizme giymek şapkasını yana giymek taç giymek gizlemek Ajanının gerçek kimliğini uzun süre gizlemeyi başarmışlardı. Şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Niyetlerini hepimizden gizlemeyi başarmıştı. Bunu ondan gizlemek doğru olmaz. genel anlamda: Gerçeği gizlemekte çok ustadır. bilgi için: Sen bizden bir şeyler gizliyorsun. örtbas etmek anlamında: Suçlarını gizlemeye çalışıyorlar. gizlememek Sizden nefret ettiğini hiç bir zaman gizlememiştir. gizlenilmek gizlenmek, bilgi için: Bu antlaşma halktan tümüyle gizlenmişti. genel anlamda: Ağaran baş, ağlayan göz, gizlenmez, kötü niyetle: saklanmak anlamında: Bir müddet gizlenmelidir. Bunlar gündüzleri nerede gizleniyorlar. gizli olmak Bu da mı gizli? resmi ve askeri bilgi için: Üzgünüm, bu belgeler gizlidir. I birleşikler ve deyimler | ibâdet de gizli, kabahat de. gizlisi saklısı olmamak Bizim gizlimiz saklımız yok. gizli kapaklı tarafı olmamak gocundurmak gocunmak Yarası olan gocunsun. göbeklenmek, kişiler için: bitki için: göç etmek Avustralya'ya göç etmeye karar verdiler. göç ettirmek göçebeleşmek göçermek to hold a high office [ofis]. to cock one's hat. to be crowned [kraund]. to disguise [disgayz]. They suceeded in disguising the identity of the agent [eycint]. to conceal [kinsid] smth from smb. They were not able to conceal their surprise. He had managed to conceal his intentions from us all. It would be unfair to conceal this from him. to hide [hayd]. She's very clever at hiding the truth. to hold back. You're holding back something from us. to cover up [kavi]. They are trying to cover up their crime. to make no secret of. She has never made a secret of the fact that she hates you [heyts]. to be kept secret [si:krit]. to be kept secret from [skkrit]. This agreement was totally kept secret from the public [pablik]. to hide [hayd]. You can't hide tears or white hair. to lurk [lo:k]. to go into hiding [hayding]. He must go into hiding for a while [wayl]. to hide. Where do they hide during the day? to be secret [si:krit]. 7s that secret, too? to be classified [kle:sifayd]. I'm sorry, these documents are classified. Piety and vice should be out of sight [sayt]. to lay one's cards on the table [ley]. We're laying our cards on the table. to be above-board [ibavbo:d]. to offend [lfend]. to take offence [lfens]. a-Let the guilty conscience worry [konsms]. b-It's the hurt dog that hollers [hohrz]. to become paunchy [pomçi]. to develop a heart [ha:t]. to migrate [maygreyt]. They've decided to migrate to Australia. to depart [di:pa:t]. to become migrant [maygnnt]. to transfer [trensfô:]. göçertmek 340 göçertmek göçmek, yer değiştirmek cudamında: Bu kuşlar göçmezler. çökmek anlamında: Avurdu avurduna göçmüş haldeydi. ölniek anlamında: Hepsi göçüp gittiler. *konup göçmek göçürmek göğermek, morarmak anlamında: yeşermek anlamında: göğüslemek göl olmak gölge etmek, ışık bakımından: engel bakımından: Gölge etme, başka ihsan istemem. gölgelemek, değer için: resim için: yer için: gölgelendirmek gölgelenmek, gölgeli duruma gelmek: gölgede oturmak anlamında: gölgesi altında olmak (birinin) göllenmek gömmek, toprağın içine yerleştirmek: bir şeyin içine yerleştirmek: genel anlamda: kakma işlemek anlamında: birinden daha uzun yaşamak: *başını kuma gömmek *diri diri gömmek Başını kuma gömmektense, bir şeyler yap. gömülmek, toprağa: suya: *canlı canlı gömülmek gömülü olmak taş için: gönderilmek Size yeni bir katalog gönderilecektir. Paket yanlış adrese gönderilmiş olabilir. *geri gönderilmek *sürgüne gönderilmek Bana kitap filan gönderilmedi. Geri gönderilsin. to demolish [dimolisj. to migrate [maygreyt]. These birds do not migrate. to cave in [keyv]. He had sunken cheeks [sankm]. to die. They have all died [dayd]. to lead a nomadic life [li:d]. to cause to migrate. to turn blue. to turn green [gri:n]. to breast [brest]. to form a lake [leyk]. to cast a shadow on. to become an obstacle. Don't be an obstacle, that is all I want. to overshadow [ouvi§adou]. to shade up [seyd]. to put in the shade, to shade [seyd]. to become shady, to sit in the shade. to be under the protection of smb [priteksm]. to form a lake [leyk]. to bury [beri]. ' to embed [imbed], to bury. to inlay [inley]. to outlive. to bury one's head in the sand, to bury alive [llayv]. Instead of burying your head in the sand do something about it. to be buried [berid]. to sink into. to be buried alive [elayv]. to be buried, to be embedded, to be sent. A new catalogue will be sent to you. The parcel could have been sent to the wrong address. I wasn't sent books or anything like that. to be sent back. Have them sent back. to be sent into exile [eksayl]. göndermek 341 göndermek, genel anlamda: Konuşmanın tam metnini gönderebilir misin? Ne diye sizi buraya gönderdiler? Bana geçen ayın hesaplarını göndersin. Onları göndereydiniz. Göndermek nezaketinde bulunduğunuz çiçekler için teşekkür ederiz. gemi ile: Hepsini gelecek ay gemiyle gönderiyoruz. mektup vs. için: Mektuplarımı lütfen yeni adresime gönderin. posta ve banka ile: sevkctıuek anlamında: yolcu etmek anlamında: |birleşikler ve deyimleri apar topar göndermek geri göndermek haber göndermek Gelemeyecekleri hususunda bana haber gönderdi. Bari bir haber gönderseydiniz. hapse göndermek havale göndermek öpücük göndermek selâm göndermek sürgüne göndermek tez elden göndermek bir yere göndermek Şeker için bir yere gönderdim. göndertmek Büyük olanları neden göndertmedin? gönlü olmak gönlü tez olmak gönlü tok olmak gönlü olmamak gönlünü etmek gönlünü hoş etmek gönlünü yapmak gönüllenmek gönüllü olmak Rehberlik yapmaya gönüllüyüm. gönülsüz olmak gönyelemek göre olmak (birisine) Bu iş bize göre değil. Maaş, tecrübe ve kabiliyete göre olacaktır. görev yapmak Bu hisse, toparlamada daima lokomotif görevi yapmıştır. görevi olmak, iş bakımından: Bu insanlara yardım etmek senin görevin. to send. Could you send the exact wording of his speech? What's the idea of sending you here? Have him send me the accounts for last month. You could have sent them. Thank you for the flowers you were kind enough to send [inaf]. to ship. We shall ship them all off next week. to forward [fo:wtd]. Please forward my mail on to my new address. to remit. to dispatch [dispe:c], to see off. to send smb packing, to send back, to send word. He sent me word that they won't be able to come. to send a message [mesic]. You might have sent a message. to send to prison [prizm]. to send a money order [o:di]. to blow kisses. to send smb one's regards [riga:dz]. to send into exile [eksayl], to send without delay. to send smb round. I've sent him round for some sugar. to have smth sent. Why didn't you have the large ones sent? to be willing. to be impatient [impey§mt]. to be contented. to be unwilling. to please [pli:z]. to conciliate [kinsilieyt]. to blandish [blemdisj. to take smth to heart [ha:t], to volunteer [vohnti:]. / volunteer to serve as a guide [gayd], to be unwilling. to measure with a set square [skwe:]. to be suitable for [su:ttbil]. This job is not suitable for us. The salary will be commensurate with experience and ability [kimen§irit]. to act as. This share has always acted as an engine of recovery [rikaviri]. to be one's duty. It's your duty to help these people. görevini yapmak 342 Bu çocukları giydirmek kulübün görevi değil. yel ki bakımından: Görevi olmadığı halde işlerimize karışıyor. görevini yapmak Bu şartlar altında, görevimizi gereği gibi yapmamız imkansız. Görevlerini yapmalarına izin verin. Bu durumda görevimizi yapmamız mümkün değil. görevlendirmek görevlendirilmek Dört müfettiş bu iş için görevlendirildi. Bu iş için kimi görevlendireceksiniz? görevli olmak Burada görevli kim? nöbet için: Bu sabah kim görevli? görgülenmek görgülü olmak saygılı anlamında: gün görmüş anlamında: görgüsüz olmak saygı için: ' tecrübe için: görmek, (ayrıca bak görmemek) gözle algılamak anlamında: Hiçbir şey göremiyorum. Çantadan tabancayı aldığını gören oldu mu? Sizi iyi gördüm. Görmemeniz imkânsız, kocaman bir binadır. Olayı gözleriyle görmüşçesine anlattı. Kenarını gör bezini al, anasını gör kızını al. algılamak, yargıya varmak: Görebildiğim kadar. Göreceğiz. Bekle gör. Bunun neticesinin ne olacağını göreceğiz. Gelip kendin görebilirsin. Göreceksiniz, onu beğeneceksiniz. Onların pek o kadar değişik olmadıklarını göreceksiniz. Aç tavuk kendini arpa ambarında görür, karşılaşmak anlamında: İstanbul'u sevmeyeni hiç görmedim. Onu görmesem, olmaz mı? Sizi burada görmek ne güzel! rastlamak anlamında: Onun gibisini bir daha göremeyeceğiz. Böylesini hiç görmedim. Bu kadın gibisini daha görmedim, gezmek anlamında: Gitmeden önce turistik yerleri göreceğiz. to be one's business [biznis]. It's not the business of the club to clothe these children [klouth]. to have authority [o:thoriti]. He is meddling in our affairs without having any authority to do so. to do one's duty [dyu:ti]. Under these conditions it's not possible for us to carry on our duties. to discharge one's duty [discax]. Let them discharge their duty. We are in no position to do our duty. to assign [isayn]. to be assigned [isaynd]. Four inspectors have been assigned to this task. Who will you assign to this task? to be in charge [ca:c]. Who is in charge here? to be on duty [dyu:ti]. Who is on duty this morning? to gain experience [ikspiryins], to be well-bred. to be of some standing. to be ill-mannered. to be inexperienced [inekspirymst]. to see. / can't see a thing. Has anyone seen her take the gun out of the bag? (You look very well.) (It's a huge building, you can't miss.) He related the incident as if he had seen it with his own eyes [ayz]. The sample will show what the whole is. to see. As far as I can see. It remains to be seen [rimeynz]. Wait and see [weyt]. What the consequences will be, remains to be seen. You can come and see for yourself. You'll see, you're going to like it. You will find that they are not so different. A hungry hen imagines itself in the granary. to meet/see. I've never met anyone who doesn't like Istanbul. Would it not do if I didn't see him? How nice meeting you here! to see. We'll never see her like again. I never saw the like of this. I haven't seen the like of that woman. to see. We shall see the sights before leaving. görmek (adet) 343 ıciıdit anlamında: O soruyu sor da göreyim seni! Yapar mıyım, yapmaz mıyım, görecekler. Geleceği varsa, göreceği de var! Kitabı yayınla da seni görelim. yaşamak: Ben neler gördüm! lanık olmak anlamında: Biz her türlüsünü gördük. Onun kızdığını hiç gören olmadı, görüşmek anlamında: Müdürü görebilir miyim? Orada kimi görsünler? Yarın sabah beni görsün. manzara için: Arka pencere denizi görüyor. birleşikler ve deyimler] göreceği gelmek: Eşimi ve çocuğumu göreceğim geldi. göresi gelmek: Ailesini göresi gelmiş. maya/meye görsün: Eline bir fırsat geçmeye görsün. Üstüne düşmeye görsün. Şeytan görsün yüzünü. Ne hali varsa görsün. Dostlar alışverişte görsün. Gel gör ki, kabul etmiyorlar. Sıkıyı görünce pes ettiler. Bir gölge görür gibi oldum. Sizi görene maşallah. Görüp göreceğimiz hepsi bu kadar. Ay gördünse bayram et. Hadi kızlar, göreyim sizi! Göz göre göre. Onları, göz göre göre ölüme gönderdiler. adet görmek az görmek bir görmek blöfünü görmek büyük görmek caiz görmek cebi para görmek cefa görmek ceza görmek çatal görmek çok görmek esirgemek anlamında: miktar için: dava görmek destek görmek dünyayı güllük gülistanlık görmek dünyayı toz pembe görmek düş görmek to dare [de:], to see. I dare you to ask that question [kwescin]. They'll see whether I do it or not. Let him come and see what's waiting for him. I dare you to publish that book. to go through. I've been through all sorts of things. to see. We've seen every sort. He was never seen to lose his temper. to see. Could I see the manager? Who are they to see there? Have him see me tomorrow morning. to look out on. The back window looks out on the sea. to long to see. / long to see my wife and my child [wayf]. to miss. He misses his family. If he ever gets the opportunity [opityumiti]. If he wishes something he usually gets it. I have no wish to see him. Let him stew in his own juice [cu:s]. It's all for the sake of appearances [lpknnsiz]. They just won't accept [iksept]. When things got tough, they gave in [tafj. / thought I saw a shadow. You're a hard man to see. That is all there is to see. Start the feast, if you have seen the new moon. Come on girls, show them who you are! Knowingly. (They sent them to a certain death [so:tin].J to menstruate [menstru:yeyt]. to find smth insufficient [insifi§int]. to consider equal [i:kwil]. to call one's bluff [blaf]. to highly respect [hayli]. to approve of [ipru:v]. to earn money [b:n]. to suffer [safi]. to be punished [panist], to see double [dabil]. to begrudge [bigrac]. to consider it too much. to hear a case [keys]. to receive support [sipo:t]. to see things through rose-coloured glasses. to see the world through rose-coloured glasses. to have a dream [dri:m]. görmek (fayda) 344 fayda görmek (bir şeyden) faydasını görmek eğitim görmek Herkesin eğitim görme hakkı vardır. eli para görmek ezbere iş görmek gerçek yüzünü görmek Onun tatlı dilinin gerçek yüzünü gördüm. gerekli görmek Bunu disiplin için gerekli görüyorum. gezip gömlek Yemekten sonra bazı yerleri gezip göreceğiz. görevi görmek Aramızda bir köprü görevi görüyordu. görmüş geçirmiş olmak Görmüş geçirmiş bir beyefendidir. gözüyle görmek gün görmek gününü görmek Sen gününü görürsün! güneş görmek hacet görmek, gerekli saymak anlamında: tuvalet için: hakaret görmek hakir gömıek harcını görmek hasar görmek hayal görmek Sen hayal görüyorsun. hayal meyal görmek hayrını görmek Hayrını gör! hazırlık görmek hesabı görmek hesabını görmek, alacak için: ceza için: hizmet görmek hizmetini görmek (birinin) hor görmek Sanatını hor gören boğazına torba takar. hoş görmek Hiç yoktan azı hoş görmeli. Beni hoş görün. ileriyi görmek iş görmek Bu kutu, işi görür, iki kişi, bir işi aynı şekilde görmez. Az eli aşta gör, çok eli işte gör. to get benefit from. to get benefit from. to receive education [edyukeyfin]. Everyone has the right to education. to start earning money [6:n]. to do smth in a haphazard fashion [fe:§in]. to see through [thru:]. / easily saw through his soft words. to consider it necessary [nesisiri]. I consider it necessary for the sake of discipline [seyk]. to go sightseeing. We'll go sightseeing after lunch. to act as [e:kt]. It acted as a bridge between us. to have been around. He is a gentleman who has been around. to be an eye witness to [ay], to live prosperously [prospmsli]. to get one's deserts [dizo:ts]. You'll get your deserts! to be light and sunny. to consider it necessary [nesisiri]. to go to the toilet [toylit]. to be insulted [insaltid]. to hold in contempt [kintempt]. to pay the expenses of smb. to suffer damage [demic]. to imagine things [imexin]. You're imagining things. to be hardly able to discern [diso:n]. to enjoy the benefit from. May you enjoy the benefit! to make preparations [prepireysm]. to pay the bill, to pay up. to settle smb's account [lkaunt]. to have a reckoning. to serve as a civil servant [so:vint]. to serve for [so:v]. to scom [sko:n]. He who scorns his trade will end up begging. to tolerate [tolireyt]. (A little is better than nothing.) (Please bear with me.) to foresee [fosi:]. to do a job [cob]. This box will do. Two people can't do a job in the same way. to work. It takes a few to cook but many to finish some work. to be used for [yu:zd]. What is it used for? Bu ne iş görür? görmek (itibar) 345 Bir testereye ihtiyacım var, ancak bu da işi görür. Al şunu dene, belki iş görür. işini görmek iş yapmak anlamında: Kurda "Neden boynun kalın?" demişler, "İşimi kendim görürüm de ondan." demiş. iş yapmaya uygun anlamında: Bu çekicin, işimizi görmesi gerek. Bu, şimdilik işinizi görür. Bu işimizi görür. itibar görmek savılmak anlamında: aranmak anlamında: iyilik görmek Onun çok iyiliğini gördük. kabul görmek kâbus görmek kara düş görmek Ne karanlıkta yat, ne kara düş gör. kendi gözüyle görmek Olayı kendi gözümle gördüm. Gel kendi gözünle gör. kendi işini kendi görmek kendisini dev aynasında görmek korkulu rüya görmek köle muamelesi görmek Bu insanlar burada köle muamelesi görüyor. kurs görmek küçük görmek Oradaki Avrupalıları küçük görüyorlar. layık görmek leyleği havada görmek lüzum görmek mahzur görmek Beklemekte mahzur görmüyor. Onunla konuşmakta mahzur görmüyorum. mâkul görmek mazur görmek muamele görmek Çocuk muamelesi görmekten hoşlanmam. mukabele görmek münasip görmek mürüvvetini görmek ortalığı toz pembe görmek öğrenim görmek Askerlerin hiç biri öğrenim görmemiş. para yüzü görmek Biz daha para yüzü görmedik. rağbet görmek Bu şapka modeli çok rağbet görüyor. rahat yüzü görmek reva görmek Bize bunu mu reva görüyorsun? to answer the purpose [po:pis]. / need a saw but this will serve the purpose as well. Here try this, it may answer the purpose. to do one's work. They asked the wolf why his neck was so strong, he replied, "It's because I do my own work myself." to answer one's purpose [po:pis]. That hammer should answer our purpose. This will answer your purpose for the moment. (That will do.) to be respected. to be in demand [dima:nd]. to be treated with generosity [cenirositi]. He was always very generous to us [ceniris]. to find acceptance [ikseptins]. to have nightmares [naytme:z], to have nightmares. (Don't invite trouble and you won't have any.) to see with one's own eyes. / saw it with my own eyes [ayz]. (Come and see for yourself.) to paddle one's own canoe [kmu:]. to have inflated ideas about oneself. to have nightmares [naytme:z]. to be treated as slaves [sleyvz]. These people are treated here as slaves. to take a course [ko:s]. to regard smb as inferior [infi:yi]. They regard the Europeans there as inferior. to deem smb worthy of [wo:thi], to be always on the move [mu:v]. to think it necessary [nesisni]. not to mind [maynd]. He doesn't mind waiting. I don't mind talking to him. to deem reasonable [rkzinibil]. to excuse smb [ikskyu:z], to be treated [tri:tid]. / dislike to be treated like a child. to be received with applause [iplo:z]. to think it proper. to see one's children grow up and do well. to see things through rose coloured glasses. to receive education [edyukeygin]. None of the soldiers had received any education. to get some money. We didn't get any money yet. to be in demand fdimamd]. (This hat model has caught on [ko:t].J to find peace [pi:s]. to consider smth as fitting for smb. Do you consider this fitting for us? görmemek 346 rüya görmek rüyasında görmek sakınca görmek staj görmek şeşi beş görmek tahsil görmek Orada kızlar tahsil görmez. tamir görmek Bu araba tamir görmüş. tedavi görmek terbiye görmek tozpembe görmek türlüsünü görmek Bu türlüsünü hiç görmedim. ufak tefek görmek uygun görmek Davetiyeyi kabul etmeyi uygun görmedim. Nasıl uygun görürseniz, öyle hareket edin. Bu garip davranışınızı hiç uygun görmüyoruz. Heyetimiz alınan karan uygun görmüştür. Nasıl uygun görürseniz. uzağı görmek üvey evlat gibi muamele görmek yarar görmek (bir işte) Bu işte bir yarar görmüyorum. yardım görmek Hiç kimseden yardım görmedim. yüz görmek Dosta çok varan, ekşi yüz görür. zam görmek Kahve bu ay yüzde elli zam gördü. zarar görmek Nazilerden çok zarar gördüler. ziyan görmek görmemek Oğlunun kusurlarını göremiyor. Bu liderler kendi kusurlarını göremiyorlar. İş kardeşime geldi mi, annem hiç bir şey görmez. Gözüm görmesin! Göremez ol! Sağ elinin verdiğini, sol elin görmesin. Sen de görmeyiver. Onu yıllardır görmüyoruz. Ondan zorluktan başka bir şey görmedim. to have a dream [dri:m]. to see smb/smth in one's dream. to object to [obcekt], to be under training. to be completely confused [kmfyu:zd]. to receive education [edyukey§in]. Girls receive no education there. to be repaired [ripe:dj. This car has been repaired. to be under treatment. to receive education [edyukey§m]. to see things through rosy glasses. to have diverse experiences [dayvo:s]. I've never seen this sort. to regard as of no account [lkaunt]. to see fit. / didn't see fit to accept the invitation. Act as you see fit. to approve [ipru:v]. We disapprove of your strange conduct. to give one's consent [kinsent]. Our committee has given its consent to the decision taken. (It's up to you.) to have foresight [fo:sayt]. to be treated very unfairly [anfedi]. to think it wi l l serve some purpose. J don't think it will serve any purpose. to get help. / got no help from anyone. to get encouragement [inkaricmint]. (Too frequent visits don't foster friendship.) there to be an increase in price [inkrks]. There's been a 50 percent increase in the price of coffee this month. to suffer loss/harm. They've suffered great harm at the hands of the Nazis. to suffer damage [de:mic], to be blind to [blaynd]. He is blind to the defects of his son. These leaders are blind to their own defects. to have a blind spot for. My mother has a blind spot when it comes to my sister. not to see. / don't want to see him/her. May you never see it! What the right hand gives the left hand should not see. Just ignore it. (We've lost sight of him for years now.) (I had nothing but trouble with him.) görülmek 347 |birleşikler ve deyimler] Su yüzü görmemiş. görmemezlikten gelmek Bizi görmemezlikten geldi. Kuralları açıkça görmezden geliyorlar. Haklı isteklerimizi neden görmemezlikten geliyorlar? başı yastık görmemek burnunun ucundan ilerisini görmemek burnunun ucunu görmemek dert yüzü görmemek Bunlar hayatlarında dert yüzü görmedi. Ellerin dert görmesin! dirlik yüzü görmemek dünya yüzü görmemek dünyayı gözü görmemek gerekli görmemek Bunu gerekli görmüyorlar, değil mi? göz gözü görmemek gözü görmemek gözü hiçbir şey görmemek gözündeki merteği görmemek güneş görmemek hayrını görmemek hoş görmemek mümkün görmemek Salonu kullanmalarını mümkün görmüyorum. öğrenim görmemek rahat yüzü görmemek Hayat boyunca rahat yüzü görmedim. sakınca görmemek Sakınca görmüyorsanız, anlaşmayı iptal edelim. Herkese anlatmakta sakınca görmedim. uygun görmemek Orada bir cami yapılmasını uygun görmüyor. yapmakta sakınca görmemek (bir şeyi) Onları satmakta sakınca görmedim. yüzü görmemek (bir şey) Biz daha para yüzü görmedik. görülmek İlk defa buralarda görüldü. Burada görülecek başka bir şey yok. Kızdığı görülmüş değil. Bu, görülmemiş bir şey. Gece görülebilen tek şeydi. Gözle görülmez. Bu, birçok vakada görülür. To be very dirty [d5:ti]. to pretend to. He pretended not to see us. to ignore [igno:]. They are clearly ignoring all the rules. to turn a blind eye to [blaynd]. Why do they turn a blind eye to our lawful demands [dima:ndz]? not to sleep a wink. to be short-sighted [saytid]. to be blind with pride [prayd], not to have a worry. They have never had a worry in their lives. May your hands be free from trouble [trabil]/ to have no peace or comfort [kamntj. not to have a moment of peace [pi:s]. to be too distressed to think of anything. not to consider it necessary to. They don't consider it necessary, do they? to be pitch dark. to be blind [blaynd]. to be too affected to see anything. to be blind to one's defects. to be sunless and dark. not to benefit from. to disapprove [disipru:v]. to see no way to. / see no way to letting them use the hall. to receive no education [edyukeysm]. not to have a moment of peace [pi:s]. I've had no moment of peace in my life. to have no objection [obcek§in]. If you have no objection let's cancel the deal [ke:nsil]. to see no harm [ha:m]. / saw no harm in relating it to everyone. to find inappropriate [improuprieyt]. He doesn't find it appropriate that a mosque should be built there [bilt], to have no hesitation [hezitey§in]. / had no hesitation to sell them. to be deprived of [diprayvd]. (We didn't get any money yet.) to be seen. It has been seen here for the first time. There's nothing to see here any more. He was never seen to lose his temper. (This is unheard o/[anho:d]. to be visible [vizibil]. It was the only thing visible that night. It's not visible to the naked eye [neykid]. to manifest itself. It manifests itself in a lot of cases. görünmek 348 görünmek, görülür olmak anlamında: Fener hâlâ uzaktan görünüyordu. Gün ışığıyla kıyı tam göründü, izlenim uyandırmak anlamında: Düş kırıklığına uğramış görünüyor. Bize oldukça dost görünüyorlardı. Öyle görünmüyor. Bakan, epey yorgun görünüyordu. Ufukta bir çözüm görünmüyor. Öyle görünüyor ki... gibi görünmek: Yağmur yağacak gibi görünüyor. Yansı kazanacak gibi görünüyor. Fikrini değiştirmiş gibi görünmüyor. Bu göründüğü gibi kolay değil. | birleşikler ve deyimler] Söyledikleri pek göründüğü gibi değil. Bu iş pek göründüğü gibi değil. Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür. bet görünmek dibi görünmek doktora görünmek Bir doktora görünürseniz iyi olur. Sen bir dişçiye görünmelisin. göze görünmek keli görünmek Takke düştü, kel göründü. küçük görünmek yapar gibi görünmek Projeyle ilgilenir gibi göründüler. yol görünmek Bize yol göründü. görünmemek, göze görünmemek Otel ağaçlardan görünmüyor. gözüne hiçbir şey görünmemek ortalıkta görünmemek piyasada görünmemek Bugünlerde ortalıkta görünmemeye bak. görünmez olmak Birden görünmez oldu. görüntülemek perdeye yansıtmak: görüşme yapmak Sadece durum üzerinde kısa bir görüşme yaptık. Bu konuda hiç bir görüşme yapılmayacak. görüşmek, buluşup konuşmak anlamında: Bu sorunu bakanla görüşeceğiz. Onunla mutlaka görüşmelisin. to be visible [vizibil]. The lighthouse was still visible in the distance. to come into view. With daylight, the coast came into full view. to seem. He seems disappointed [disrpoyntid]. They seemed to be quite friendly to us. It doesn't seem so. to appear [ipi:]. The minister appeared quite tired. There appears to be no solution in view. It appears that... to look as if/though [thou]. It looks as though it's going to rain [reyn]. It looks as if he's going to win the race. to seem as if. It seems as if she hasn't changed her mind. It's not as easy as it seems to. There was more in his speech than met the ear. There is more in this than meets the eye. The grass is always greener on the other side of the fence [fens]. to look ugly [agli]. to be emptied. to see a doctor [dokti]. You had better see a doctor. You should see a dentist. to be visible [vizibil]. to show up (for a defect [difekt]). The mask has fallen and the truth revealed. to look younger than one is. to pretend to be doing smth. They pretended to be interested in the project. to be time for smb to leave. We must be going now. to be invisible [invizibil]. (The hotel is hidden from view by the trees.) to be overwhelmed by one's troubles. to lie low [lay]. to stay out of sight [sayt]. You'd better lie low these days. to disappear [disipi:]. It disappeared suddenly from sight [sayt]. to visualize [vijyu:layz], to project [pricekt]. to exchange views. We had only a short exchange of views. No discussion on this question will take place. to talk over. We shall talk over this issue with the minister. You really must have a talk with him. görüştürmek 349 Merak etmeyin, onunla görüşeceğim. Yarın bu konuyu yeniden görüşmeliyiz, bir konu üzerinde tartışmak: Problemin bu yüzünü görüşemedik. Bu konuyu daha önce iki defa görüştük, dostluk etmek anlamında: Görüşmeydi uzun zaman oldu. Altı aydır birbirimizle görüşmüyoruz. Burada genç çiftler, nikah gününe kadar birbirleriyle görüşmezler. telefon için: Bir görevli ile görüşebilir miyim? (aynı) görüşte olmak: Her konuda onlarla aynı görüşte olmuyoruz. görüştürmek Beni müdürle görüştürebilir misin? görüşülmek gösteri yapmak, şov için: tezahürat için: gösterilmek Kablolar resimde gösterildiği gibi bağlanmalıdır. Hastaya gereken ilgi gösterilmedi. *parmakla gösterilmek gösteriş yapmak gösterişli olmak göstermek, (ayrıca bak göstermemek) genel anlamda: Bu rakamlar neyi gösteriyor? O gün, ırkçılık çirkin başını gösterdi. yaş için: Seni daha fazla yaşlı gösteriyor, belirtmek anlamında: Bu işaret, yazının nerede ortaya çıkacağını gösterir. Bu, saflarında ciddi ayrılıklar olduğunu gösteriyor. Gösterge, her şeyin yolunda gittiğini gösteriyordu. Farklı tipler farklı değişim hızı gösterir. açıklamak anlamında: görünmek anlamında: işaretle göstermek anlamında: Tanık, tereddütsüz sanığı gösterdi. kanıtlamak anlamında: Bu, ne kadar yanıldığımızı gösteriyor. Bu da gösteriyor ki, insan hiçbir şeyden emin olamaz. to have a word with. Don't worry, I'll have a word with him. to take up. We should take up this matter again tomorrow. to discuss [diskas]. We couldn't discuss this aspect of the problem. We had discussed this subject twice before. to see each other. / haven't seen you for ages [eyciz]. We haven't seen each other for six months. Young couples here do not meet each other before the wedding day [kapıl], to speak. Could I speak to an official [ıfişıl]? to see eye to eye with. We don't see eye to eye with them on every subject. to introduce one to another. Could you fix an interview with the manager? to be discussed [diskast]. to show off. to demonstrate [demmstreyt]. to be shown. The cables must be connected as shown in the diagram [dayigre:m]. The patient wasn't given the proper care. to be counted on the fingers of one hand, to show off. to be imposing [impouzing]. to show. What do these figures show [figiz]? That day racism reared its ugly head [reysizm]. to make smb look. It makes you look older. to indicate [indikeyt]. This marker indicates where the typing will appear. It does indicate a serious disagreement in their ranks. The gauge indicated that everything was going smoothly [geyc]. to exhibit [igzibit]. Different types exhibit different rates of change. to demonstrate [demmstreyt]. to manifest itself, to point to. The witness pointed to the suspect without hesitation [[heziteyşın]. to show. It goes to show how wrong we were. to prove [pru:v]. It all goes to prove that one can't be sure of anything. göstermek (aba altında değnek) 350 nrta\a çıkarmak anlamında: öğretmek anlamında: tehdit olarak: Eşim hakkında yalan yaymak nasıl olurmuş ona göstereceğim. Ben onlara gösteririm! saat için: Bu saat doğru vakit göstermiyor. televizyon ve film için: zaman için: Bunu zaman gösterecek. Nasıl bir netice alacağımızı zaman gösterecek. | birleşikler ve deyimler | aba altında değnek göstermek alaka göstermek anlayış göstermek aşinalık göstermek basiret göstermek baş göstermek Ülkede her yerde ayaklanmalar baş gösterdi. başarı göstermek Adaylarımız sınavlarda üstün başarı gösteriyorlar. Bazı insanlar testlerde başarı gösteremiyor. belirti göstermek ' yorgunluk belirtileri göstermek: aşınma belirtileri göstermek: delilik belirtileri göstermek: Bir süredir delilik belirtileri gösteriyordu. boy göstermek büyüklük göstermek cesaret göstermek çaba göstermek Bunlar hiçbir çaba göstermiyorlar. delilik belirtisi göstermek delil göstermek dip göstermek diş göstermek Isıracak it, dişini göstermez. dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek düşüş göstermek eğilim göstermek emsal göstermek etkisini göstermek İlaç, yavaş yavaş etkisini gösteriyor. faaliyet göstermek Özellikle kumarhanelerde faaliyet gösteriyorlar. feragat göstermek gayret göstermek Krizi çözmek için her gayreti gösteriyoruz. gelişme göstermek Şimdiye kadar bir gelişme göstermediler. haklı göstermek Hanya' yı Konya' yı göstermek (birine) to expose [ikspouz]. to teach [ti:c]. to teach smb smth. I'll teach him to spread lies about my wife. I'll show them! to tell the time. This clock doesn't tell the right time. to show. to remain to be seen. It remains to be seen. It remains to be seen what results we'll get. to show an iron hand in a velvet glove. to take an interest in. to show understanding. to show interest. to show insight [insayt]. to break out [breyk aut]. Revolts broke out everywhere in the country. to achieve success [sikses]. Our candidates achieve great successes in examinations. (Some people don't do well in tests.) to show signs of [sayn]. to show signs of fatigue [fitug]. to show signs of wear [we:]L to show signs of madness. For some time he was showing signs of madness. to put in an appearance [lpkrins]. to show generosity [cenirositi]. to show courage [karigj. to exert oneself [igzo:t]. (They are not trying at all.) to show signs of madness. to offer proof [pru:f]. to drink to the dregs [dregz]. to show one's teeth. A dog that intends to bite won't show its teeth. to teach smb a lesson. to show a decline [diklayn]. to show a tendency. to show a precedent [presiding. to take effect. The drug is slowly taking effect. to operate [opireyt]. They particularly operate in gambling houses. to act with generosity [cenirositi]. to do one's best. We're doing our best to solve the crisis. to make headway /progress. They've made no headway up to now. to justify [castify]. to teach smb a lesson. göstermek (hüner) 351 hüner göstermek hürmet göstermek hüsnükabul göstermek ihtimam göstermek ilgi göstermek itina göstermek kahramanlık göstermek kapıyı göstermek kazaya rıza göstermek kefil göstermek kendini göstermek, niteliklerini ortaya koymak: Kendinizi gösterin bakalım! varlığını hissettirmek: artara çıkmak anlamında: Mal kendini gösteriyor. keramet göstermek kolaylık göstermek kulağını ensesinden göstermek küçük göstermek liyakat göstermek mazur göstermek Bu, yasadışı davranışları mazur göstermez. metanet göstermek mevcudiyet göstermek meyil göstermek mukavemet göstermek namzet göstermek özen göstermek Düğünün hazırlıklarına büyük bir özen gösteriyor. parmakla göstermek referans göstermek (birini) rıza göstermek sabır göstermek sadakat göstermek sağ kulağını sol eliyle göstermek saygı göstermek Bana değil, bu makama saygı gösteriniz. Onun yaşına saygı göstermelisiniz. -in hislerine saygı göstermek: sıcak yüz göstermek suhulet göstermek şefkat göstermek televizyonda göstermek tepki göstermek Bu kararlara tepki gösterecekleri muhakkak. teslimiyet göstermek tevazu göstermek teveccüh göstermek tırnak göstermek tolerans göstermek varlık göstermek to show skill in. to show respect. to receive smb cordially [koidyili]. to take great care [ke:]. to take interest in. to exercise care [eksisayz], to show heroism [hirouwizm]. to show smb the door. to resign oneself to one's fate [rizayn]. to assign a guarantor [ısayn], to show oneself. Show them who you are! to prove one's worth [wo:th], to manifest itself. The work speaks for itself. to work a miracle [mirıkıl], to make things easier for. to do smth the hard way. to look younger than one is [yangı]. to show oneself worthy of [wo:thi]. to justify [castifay]. That doesn't justify such illegal actions. to show firmness. to make one's presence felt [prezins]. to have inclination for [inklineyşın]. to offer resistance [rezistins]. to nominate smb [nomineyt]. to take pains in. He's taking great pains in preparing the wedding. to point to. to give smb as reference [refinns]. to consent [kmsent]. to show great patience [peyşms]. to show loyalty. to point to the right ear with the left hand, to show respect. Show respect if not to me to this office. to show deference to [definns]. You should show deference to his age [eye]. to spare smb's feelings. to give smb a warm welcome [welkim], to offer facilities [fisilitiz]. to offer compassion [kımpe:şın]. to show on TV [ti:vi].» to react [riyekt]. They will certainly react to these decisions. to submit to (the wi l l of). to behave humbly [hambli]. to show consideration to [kınsidıreyşın]. to show one's claws [klo:z]. to show tolerance [tolirms]. to make a good showing. göstermemek 352 yakınlık göstermek Bize çok yakınlık gösterdiler. yaşını göstermek yaşlı göstermek, elbise vs. için: Bu saç modeli seni yaşlı gösteriyor. kendi yaşı için: Yaşlı gösteriyor. yol göstermek Araba devrildikten sonra, yol gösteren çok olurmuş. kılavuzluk etmek anlamında: Lütfen bize yol gösterir misiniz? Tanrım, bana doğru yolu göster. öncülük etmek anlamında: ne yapılacağını öğretmek: tarif etmek anlamında: hırsıza yol göstermek: yorgunluk belirtileri göstermek göstermemek, | birleşikler ve deyimleri Allah göstermesin! Allah eksikliğini göstermesin. Allah yokluk göstermesin! parmağının ucunu göstermemek rıza göstermemek varlık göstermemek yaşını göstermemek Hiç yaşını göstermiyor. göstermelik olmak, gösteriş için yapılan: mostralık anlamında: götürmek, dayanmak anlamında: eşlik etmek anlamında: Beni otele kadar götürdü, neden olmak anlamında: Bu iş hepimizi darağacına götürür, öldürmek, yok etmek anlamında: sürükleyerek...: taşımak anlamında: İzmir'e kaç kişi götürüyorsun? Bavulları oraya kim götürecek? Onu hastaneye götürdüler, ulaştırmak anlamında: Bunu onlara götürüver. Mektubu ona kim götürecek? yanında...: Al şunu da götürüver. yol için: Bu yol sizi oraya götürecektir. Bu yol sizi doğru, köprüye götürür. vol açmak anlamında: to show sympathy [simpithi]. (They were very good to us.) to look one's age [eye]. to make smb look old. This hair-style makes you look old. to be old for one's years. She looks old for her years. to show the way. (It's no use shutting the stable door after the steed is stolen.) to lead the way [li:d]. Could you please lead the way? 0 Lord, guide me to the true path [gayd]. to blaze a trail [bleyz]. to show smb how to do smth. to direct smb to [dayrekt]. to unintentionally help a wrongdoer. to show signs of fatigue [fiti:g]. May I never live to see the day! We thank you Lord for (this food.) May God not expose us to poverty! to cover oneself so that no part of one's body can be seen. not to consent [kmsent]. to make a poor showing. not to look one's age [eye]. She doesn't look her age. to be for show. to be a figurehead [figihed], to put up with. to accompany [ikampini]. He accompanied me to the hotel. to lead to. This affair will send us all to the gallows. to cause the death of [ko:z]. to drag, to take. How many people are you taking to Izmir? Who is taking the suit-cases there? He was taken to hospital. to take to. Could you take this to them? Who is taking the letter to him? to take along. Take this along with you. to take. This road will take you there. This road will take you straight to the bridge. to lead to [li:d]. götürmemek 353 \ol göstermek anlamında: Aramızdan biri, sizi oraya kadar götürebilir. | birleşikler ve deyimler] alıp götürmek Erkekleri beşer beşer alıp götürdüler. Yiyecek ne varsa alıp götürdüler. izinsiz olarak: Sel, tek köprüyü alıp götürmüş. Birisi dergileri alıp götürmüş. Birisi şemsiyemi alıp götürmüş. geri götürmek Bunları lütfen ona geri götürünüz. Bu şarkı beni asker olduğum günlere geri götürdü. Bunu geri götürüp değiştireyim. ileri götürmek Şakayı biraz fazla ileri götürdün. kan gövdeyi götürmek Sizi uyarıyorum, kan gövdeyi götürür. kir götürmek ortalığı götürmek Ortalığı kir götürüyordu. öküzü bıçağın yanına götürmek pislik götürmek Orada kalamazlar, orasını pislik götürüyor. sel götürmek İzmir'i sel götürdü. Yel üfürdü, sel götürdü. sonuna kadar götürmek Merak etmeyin, bunu sonuna kadar götüreceğim. su götürmek Bu mesele su götürür. süpürüp götürmek Sular her şeyi süpürüp götürdü. şüphe götürmek Bu işin şüphe götürür bir yanı yok. yaka paça götürmek yanında götürmek Kurda konuk giden, köpeğini yanında götürür. götürmemek, [birleşikler ve deyimler] içi götürmemek kuşku götürmemek münakaşa götürmemek söz götürmemek su götürmemek Zırva, tevil götürmez. Bu, kuşku götürmez. Sorumluluğu söz götürmez. Suçlu oldukları, hiç su götürmez. Bunun su götürür yeri yok. to take. One of us can certainly take you there. to take away. They took the men away in groups of five. What food there was they took away. to carry away. The flood has carried away the only bridge. to walk off with. Somebody has walked off with the magazines. to make off with. Someone has made off with my umbrella. to take back. Please take these back to him. This song took me back to the days I was in the army. Let me take it back and change it [ceync]. to carry too far. You carried the joke a little too far. there to be bloodshed [bladsed]. I'm warning you, there will be bloodshed. not to show dirt [db:t]. to cover the place [kavi] with. The place was covered with dirt. to make a task unduly hard [andyuili]. to be very dirty. They can't possibly stay there, the place is extremely dirty. to cause flooding [flading]. Rain caused violent flooding in Izmir. It seems to have vanished into thin air. to see it through. Don't worry, I shall see it through. to be open to question. That is an open question [kwescm]. to sweep away. The waters swept along everything. to be dubious [dyu:byis]. (The matter leaves no room for doubt [daut].) to carry smb by the head and shoulders, to take along with. He who is dealing with a wolf should take his dog along with him. It's no use making sense out of nonsense. to be unable to bear [be:]. to be beyond question [kwesgin]. (There is no doubt about that.) to be indisputable. to be incontestable [inkintestibil]. (There is no denying his responsibility.) to be beyond doubt [daut]. It's beyond any doubt that they are guilty. There's nothing to be said about it. götürü iş yapmak 354 şaka götürmemek Bu iş şaka götürmez. Bu işin şaka götürür yanı yok. şakadan hoşlanmamak anlamında: şüphe götürmemek Senin sorumluluğun şüphe götürmez. götürü iş yapmak götürülmek ' Tutuklanan öğrenciler nereye götürüldüler? gövde gösterisi yapmak gövdelenmek gövermek, Yeşermek anlamında: morarmak anlamında: göymek göyünmek göz ardı etmek göz etmek göz kulak olmak Lütfen onlara göz kulak olun. Arabaya göz kulak olabilir misiniz? gözaltı etmek gözbebeği olmak O, annesinin gözbebeğidir. gözde olmak gözde diken olmak gözemek - gözenmek gözetilmek Burada neden yönetmelik gözetilmiyor? gözetlemek, izlemek anlamında: gizlice...: bir delikten...: etrafı...: Gözetleme kulesinde daima etrafı gözetleyen birileri var. gözetlenmek Gözetleniyoruz! gözetletmek gözetmek, bakmak anlamında: korumak anlamında: Binayı gece kim gözetecek? kollamak anlamında: göz önünde bulundurmak: ayrı tutmak: Irk ve din gözetmeksizin herkes eşittir. I birleşikler ve deyimler] fark gözetmek fırsat gözetmek hakkını gözetmek Amacımız çalışanların haklarını gözetmektir. to be no joking matter [couking]. This is no joking matter. This admits of no joke [couk]. not to know how to take a joke, to be beyond question [kwescin]. Your responsibility is beyond question. to do work by the job. to be taken to. Where have the arrested students been taken to? to make a show of strength, to develop a trunk [trank]. to turn green. to turn blue. to burn [bo:n]. to be burned [bo:nt]. to consider it unimportant. to wink at. to keep an eye on. Please keep an eye on them. Could you keep an eye on the car for a minute? to put smb under house arrest [irest]. to be the apple of smb's eye. She is the apple of her mother's eye. to be in favour [feyvi]. to arouse jealousy [irauz celisi], to patch [pe:c]. to be patched. to be observed [ibzo:vd]. Why aren't the regulations observed here? to keep watch [woe], to spy on [spay], to peep. to be on the look out. There's always someone on the look out on the watchtower. to be watched [woct]. We are being watched! to have smb spy on. to look after. to watch over [woe]. Who is going to watch over the building at night? to keep under observation [obzivey§in]. to envisage [invizic]. to distinguish. Everyone is equal without distinction of race or religion [rilicin]. to discriminate. to be on the look out for an opportunity, to safeguard one's rights. Our aim is to safeguard the rights of the workers [seyfga:d]. gözettirmek 355 hatır gözetmek duralar için: kayırmak anlamında: sıra gözetmek gözettirmek gözlemek, beklemek anlamında: dikkatle bakmak: incelemek anlamında: Güneş tutulmasını Türkiye'den gözleyebileceğiz. *fırsat gözlemek O şimdi fırsat gözlüyor. gözlemlemek Şimdiye kadar bir gelişme gözlemlemiş değiliz. gözlenmek Yararlı, etkisi çok defa gözlenmiştir. Ay tutulması Türkiye'den gözlenebilecek mi? gözletmek gözü (bir şeyde) olmak Açın gözü, ekmek teknesinde olur. Abdalın karnı doyunca, gözü pabucunda olur. Abdalın karnı doyunca, gözü yolda olur. Azıksız yola çıkanın, gözü el torbasında olur. |birleşikler ve deyimleri - de gözü olmak Müdürün koltuğunda gözü var. -de gözü olmamak gözü büyükte olmak gözü dışarıda olmak gözü birisinin üzerinde olmak gözü yükseklerde olmak gözükmek Öyle gözüküyor. gözünde olmamak granitleşmek grev yapmak grevde olmak grip olmak grup olmak gruplandırmak gruplaşmak gurk etmek gurk olmak gurklamak gurlamak guruldamak Ben grip oldum. to respect the feelings of. to act partially [pa:§ili]. to watch for a suitable moment [su:tibil]. to have smb watch over. to watch for. to keep an eye on. to observe [ibzo:v]. We shall be able to observe the solar eclipse from Turkey [souh]. to watch for an opportunity. (He is just watching his time.) to observe [ibzo:v]. We haven't observed any development so far. to be observed. Its beneficial influence has been observed many times [benifigil]. Will it be possible to observe the lunar eclipse from Turkey [Mips]? to have smb watch over, to have an eye on. A hungry man will have his eyes on the bread tray. When a beggar has his fill, he'll think of setting off. When an opportunist gets what he wants, he moves on. The wise will not start a journey without provisions [pnvijinz]. to covet [kavit]. He covets the manager's position [pizi§in]. to have no desire for [dizayi]. to aim high [eym]. to have one's eyes on smth else. to watch over. to have great ambitions [e:mbi§inz]. to appear [ipi:]. // appears so. to have no interest in. to turn into granite [gre:nit]. to strike [strayk]. to be on strike. to catch the flu. / have got the flu. to form a group. to group. to separate into groups [sepireyt]. to cluck [klak]. to be broody. to be broody. to rumble [rambil]. to rumble. gururlanmak 356 gururlanmak gururlu olmak, onurlu anlamında: kendini beğenmiş anlamında: kibirli anlamında: gusletmek gübrelemek hayvan gübresi irin: suni gübre için: gücendirmek gücenilmek gücenmek gücümsemek güç olmak Onları gücendirecek bir şey yapmadım. Kim olursa olsun, bu sözlere gücenir. Söylediklerin beni neden gücendirsin? Annen çok fena gücendi. Tok ağırlamak güçtür. Bunu söylemek güç. Geç olsun da, güç olmasın. Adamak kolay, ödemek güçtür. Cahile söz anlatmak deveye hendek atlatmaktan güçtür. güçlendirmek güçlenmek güçleşmek Ülkede durum her gün git gide güçleşiyor. güçleştirmek güçlü olmak Hem suçlu, hem güçlü. güçsüz olmak güçte olmak güdülmek, sürü için: düşünce için: güdümlü olmak güldürmek eğlendirmek anlamında: Dost ağlatır, düşman güldürür. Beni güldürme! *kendini aleme güldürmek *yüzünü güldürmek güler yüzlü olmak güllabicilik etmek gülmek Bir güldük ki. Güler misin, ağlar mısın? Çok gülen çok ağlar. Ben bunda gülünecek bir şey görmüyorum. Bunda gülünecek ne var? to feel proud [praud] of. to be proud [praud]. to be arrogant [emgrnt]. to be conceited [kmsirtid]. to take a ritual bath [rityu:l]. to manure [rmnyu:]. to fertilize [fo:tilayz]. to offend [tfend]. / have done nothing to offend them. to be offended. to be offended [tfendid]. Anyone would be offended at these remarks. to take offence [lfens]. Why should I take offence at what you said? to be hurt [ho:t]. Your mother was deeply hurt. to find it difficult, to be hard. It's hard to host people who are full [houst]. It's hard to say. Better late than never. It's easy to promise but hard to deliver. It's harder to explain something to a fool than make a camel jump a ditch. to strengthen. to get strong. to get harder. The situation in the country is growing more serious from day to day. to make things difficult, to be powerful. He is not only guilty but quite offensive about it. to be weak [wi:k]. to be strong enough to [inaf]. to be herded [ho:did]. to be guided [gaydid]. to be controlled [kmtrould]. to make smb laugh [la:f]. to amuse [rmyu:z]. Friends criticize, enemies flatter [kritisayz]. Don't make me laugh! to be a laughing-stock [lafing]. to please [pli:z]. to have a smiling face [smayling]. to cater to the vagaries of [vige:riz]. to laugh [la:f]. We laughed so much. Should one laugh or cry about it? He who laughs much will grieve much. I can't see anything to laugh about. (What's funny about it?) gülümsemek 357 ala\lı bir biçimde: Köpekler güler buna. Son gülen, iyi güler. Buna güleyim bari! Gülme komşuna, gelir başına. [birleşikler ve deyimler j Bu sefer şans bize gülebilir. Güle güle! Şans herkese bir gün güler. Güle güle giyiniz. Güle güle gidiniz. Güle güle kullanınız. bıyık altından gülmek Şimdi bıyık altından gülüyordur. gevrek gevrek gülmek gevşek gevşek gülmek bir gözü gülmek haline köpekler gülmek içinden gülmek kahkaha ile gülmek katıla katıla gülmek kıkır kıkır gülmek kıs kıs gülmek Şu an bize kıs kıs gülüyor olmalıdır. pis pis gülmek sakalına gülmek (birinin) yüze gülmek yüzü gülmek, gülümsemek anlamında: mutlu olmak anlamında: Yüzü gülüyor. Çocuğun yüzü güldü. Bugün yüzü hiç gülmüyor. yüzüne gülmek, dostmuş gibi davranmak: talih için: Talih yüzümüze güldü. gülümsemek Müşteriler daima gülümseyen yüzler bekler. gülünç olmak gülünmek Gülünecek konu değil. gülüşmek güm etmek gümbürdemek gümlemek gümletmek gümrüklemek gümüşlemek gümüşletmek gün yapmak günah olmak Günah olur. Ayıptır, günahtır. Sizin yaptığınız günahtır. (It's just too silly for words.) He laughs best who laughs last. Don't make me laugh! Do not rejoice at other's misfortunes, it may happen to you. This time fortune may smile on us. Good-bye and good luck! Every dog has its day. Enjoy wearing it. Have a nice trip. May you enjoy its use [yu:s]. to laugh up one's sleeve. He must be laughing up his sleeves now. to laugh in ringing tones [tounz]. to laugh in vulgar manner [valgi]. to have mixed feelings [mikst]. to be an object of ridicule [ridikyu:l]. to laugh up one's sleeve [sli:v]. to roar with laughter [la:fti]. to burst one's sides with laughter [b6:st]. to giggle [gigil]. to laugh up one's sleeves. He must be laughing up his sleeves at us. to grin unpleasantly. to fool smb. to feign friendship [feyn]. to smile [smayl]. to be happy. She is happy. (The child's face brightened [braytind].) He is in no laughing mood today. to feign to be friendly [feyn]. to have a streak of good luck [stri:k]. We had a streak of good luck [lak]. to smile [smayl]. Customers always expect smiling faces. to be ridiculous [ridikyulis]. to laugh [la:f]. That's not a matter to laugh at. to laugh in common [komrn]. to resound with a booming sound [rizaund]. to thunder [thandi]. to resound [rizaund], to make smth resound. to clear goods at the customs [kastimz]. to silver-plate [pleyt]. to have smth silver-plated. to be at home to guests [gests]. to be a sin. (It would be a pity.) This is altogether disgraceful [disgreysful]. What you are doing is sinful. güncelleşmek 358 güncelleşmek güncelleştirmek güneş banyosu yapmak güneşlemek güneşlenmek Gölgede oturmak yerine güneşlenmek daha iyi. güneşletmek . günleri gece olmak günü gün etmek gününü gün etmek Ekonomi batıyor, fakat onlar günlerini gün ediyorlar. güreş etmek güreşmek *alrtan güreşmek başa güreşmek güreştirmek gürlemek Gök gürlüyor. gürleşmek, güçlü çıkan anlamında: bollaşmak anlamında: gürültü etmek gürültü yapmak Vantilatör çok gürültü yapıyor. t Gürültü yapma, olur mu? gütmek, hayvan sürüsü için: Güttüğüm domuzu, bana öğretmeye kalkışma. peşine düşmek anlamında: sevketmek anlamında: | birleşikler ve deyimler] amaç gütmek Orta sınıfı ortadan kaldırma amacını güden bir taslak idi. amacım gütmek Bütün bu girişimler, basın özgürlüğünü yok etmek amacını güdüyor. deve gütmek Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. gayesini gütmek hedef gütmek kan gütmek kan davası gütmek kin gütmek maksat gütmek Tam olarak, bunlar hangi maksadı güdüyor? politika gütmek güvelenmek güvendirmek güveni olmak güveni olmamak güveni olmak (kendine) Mesleğinde yenidir, fakat kendine çok güveni var. to become current [kannt]. to make smth topical [topikil]. to sunbathe [sanbeyth]. to bask in the sun. to sunbathe. It's better to lie in the sun than sit in the shade. to leave in the sun [san]. to fall on evil days [i : vi l ]. to enjoy oneself thoroughly [thanli]. to live it up. The economy is going to pieces but they are living it up. to wrestle [resil]. to wrestle [resil]. to look for a way to win. to wrestle for the title [taytil], to match a wrestler with another. to thunder [thandi]. It's thundering. to become thick. to become abundant [ibandint]. to make a noise [noyz]. to make noise. The fan is making a lot of noise [fe:n]. Don't make any noise, will you? to herd [hd:d]. (Don't try to teach me what sort of man he is) to pursue [pisyu:]. to drive [drayv]. to pursue a goal [goul]. It was a draft intended to crush the middle class. to aim [eym]. All this initiative aims at suppressing the freedom of the press [inijyitiv]. to lead a camel [ke:mil]. (There is just no other alternative.) to aim at. to pursue an aim [pisyu:]. to seek vengeance [vencms]. to seek a vendetta, to nurse a grudge against [grac]. to have a secret aim [eym]. (What are they exactly driving at?) to pursue a political line [layn]. to be moth-eaten. to give one confidence [konfidins]. to have confidence in. to have no confidence. to be self-possessed [pizest]. She is new in her profession but she is very self-possessed [pnfesin]. güvenilmek 359 güvenilmek Bu adama nasıl güvenilir? Bu adama daima güvenilir. Paraya, altına daima güvenilmez. *sözüne güvenilmek (birinin) Onun sözüne daima güvenilir. Babamın sözüne daima güvenilir. güvenli olmak Gece burası artık daha güvenli oldu. güvensiz olmak güvenmek Projeye katkıda bulunmamız konusunda bize güvenebilirsiniz. Bir sıkıntınız olduğu zaman, bana daima güvenebilirsiniz. Ona güvenilmez. Ben onlara artık güvenmiyorum. Birbirlerine hiç güvenmezlerdi. Bize daima güvenebilirsiniz, para bizde. Bence, sen boş şeye güveniyorsun. Bunun için bana güvenebilirsin. Bu insanlara güvenemeyiz. Ekonomik krizi durdurmak için size güveniyor. Bu işte onun yardımına pek güvenmeyin. Para için bana güvenmeyiniz. Ektiğine değil, biçtiğine güven. Biz doktorumuza güveniyoruz, bir şeye güvenmek: Bu konuda yardımınıza güveniyorlar. Annesinin servetine güveniyor olmalı. Sözüne güvenmeniz hata oldu. Biz daima onun fikirlerine güvenmişiz. I birleşikler ve deyimler | Güvenme dostuna, saman doldurur postuna. Nefesine güvenen, borazancı başı olur. bileğine güvenmek birinin güvendiği biri olmak O, Başbakanın tam güvendiği biri olmalıdır. boş şeye güvenmek Öyle boş şeylere güvenmesin. fazla güvenmek (bir şeye) Onun iyi niyetine pek fazla güvenme. kendine güvenmek kesesine güvenmek güzel olmak, kadınlar için genellikle: to be relied on [rilayd]. How can this man be relied on? to be trusted [trastid]. (You can always trust him.) (Money and gold are not always a guarantee). to be faithful to one's promise [promis]. He has always been faithful to his promise. to be as good as one's word. My father is always as good as his word. to be safe [seyf]. This place has finally become safer at night. to be unsafe, to rely on [rilay]. You can rely on us to contribute to the project [kmtribyu:t]. You can always rely on me in any difficulty. It doesn't do to rely on him. to trust [trast]. / no longer trust them. Neither ever trusted the other. You can always trust us, we have the money. I think you're trusting to a broken reed. to depend on. You can depend on me for that. We can't depend on these people. to count on [kaunt]. She counts on you to stop the economic crisis. Don't count upon his help for this. Don't count on me for the money. Do not count on what you sow but what you reap. to have confidence in [konfidins]. We have confidence in our doctor. to rely on smth. They are relying on your help in this matter. He must be relying on his mother's wealth. It was a mistake to rely on his word. We've always relied upon his judgement. Blind trust will pave the way to treason. If you believe that you will succeed, go ahead and do it. to trust one's fists. to enjoy the confidence of [konfidins]. He must be someone who enjoys the full confidence of the P.M. to lean on a broken reed. He shouldn't trust to broken reeds. to presume upon [prizyu:m]. Don't presume upon his good-will. to have self-confidence [konfidins]. to be able to afford [ifo:d]. to be beautiful [byu:tifil]. güzelleşmek 360 erkekler için genellikle: bebekler için genellikle: c'iğer yarlıklar için: Hem çok güzel, hem de çok zengin. O kadar güzel ki! Çiçekler, ağaçlar, tepeler, her şey güzeldi. Kız güzel mi güzel! ince re zarif anlamında: hoş anlamında: çok güzel, mükemmel: Her şey çok güzeldi, elinize sağlık. Ne güzel olur, değil mi? göze çarpan: çekici anlamında: Bu gece çok güzelsin. güzelleşmek güzelleştirmek Bütün bunlar meydana güzelleştirecek. Yeni plan, şehrimizi güzelleştirecektir. to be handsome [he:nsim]. to be cute [kyu:t]. to be beautiful. She is very beautiful and also very rich. She's so cute [kyu:t]. The flowers, the trees, the hills, everything was beautiful. The girl is a real beauty [byu:ti]. to be pretty [priti]. to be fair [fe:]. to be fine [fayn]. Everything was fine, thank you very much. Won't that be lovely? to be good-looking. to be lovely [lavli]. You're lovely tonight. to become beautiful. to embellish. All these things will embellish the square. to beautify [byu:tifay]. The new plan will beautify our city. habbeyi kubbe yapmak haberdar etmek Yaptıkları her şeyden beni haberdar edin. Bir değişiklik olursa, bizi haberdar et. haberdar olmak *günü gününe haberdar olmak Ekonomik durumdan günü gününe haberdar olmak o kadar kolay değil. * sürekli haberdar olmak Bugünlerde skandallardan sürekli haberdar olmak çok zor. haberi olmak Durumdan haberi olsa gerek. Bundan haberi yok. Burada neler olup bittiğinden pekâlâ haberiniz var. Bundan henüz haberleri yok. Benim haberim yok. Haberim var. Yalan söylüyorsanız, haberim olacak. Onların gelişlerinden haberim olmadı. Onu satacak olursanız, haberim olsun. haberi olmamak Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. Senin buradaki olup bitenlerden haberin yok. Nerede olduğuna dair haberim yok. Benim bu tekliften haberim yoktu. Kurallardan haberin yokmuş gibi konuşma. haberleşmek habersiz olmak Kızların içinde bulunduğu tehlikeden habersiz olamazsınız. Başlarına geleceklerden habersizdiler. hacamat etmek Eski zamanlarda tek tedavi bazan hacamat etmekti. hacamatlamak to make a mountain out of a molehill [moulhil], to inform smb of smth. Keep me informed of everything they do. Let us know if there is any change. to know about. to keep abreast of [ibrest]. It's not that easy to keep abreast of the economic situation [sityueysm]. to keep abreast of. It's very hard to keep abreast of the scandals these days [skemdilz]. to be aware of [iwe:]. He must be aware of the situation. He's not aware of it. to know about [nou]. You know pretty well what's going in here. They don't know anything about it yet. I don't know anything about it. I know about it. If you're lying, I shall know [laying]. / was not informed of their coming. to let smb know. If you ever decide to sell it, let me know. to be unaware [amwe:]. It's the case of the hare being angry with the mountain but the mountain being unaware of it. You're unaware of what's happening here. to have no information [infi:meysin]. / have no information as to where she is. I had no information about the offer [ o f t ] . to be ignorant of [igmrmt]. Don't pretend to be ignorant of the rules. to correspond [konspond]. to be ignorant of. You can't be ignorant of the danger the girls are in. to be unaware of [amwe:]. They were unaware of what was to come. to cup [kap]. In the old days the only treatment was sometimes to bleed by cupping. to bleed smb by cupping [kaping]. haccetmek 362 haccetmek hacet olmak Böyle bir şeye hacet var mı? Sormaya ne hacet? Arife tarif ne hacet? Hacet yok. haceti olmak, hacetini yapmak hacı olmak, hristivanlar için: müslüınanlar için: Deve Kabe'ye gitmekle hacı olmaz. haczetmek haçlamak haddelemek haddi olmamak Haddim değil. Haddim olmayarak. Kimin haddine? Ne haddine? *haddi hesabı olmamak hadım etmek hafızlamak hafif olmak Yükte hafif, pahada ağır olmalı. *eli hafif olmak *uykusu hafif olmak hafiflemek, ağırlığı azalmak anlamında: etkisi azalmak anlamında: İlk heyecan hafifliyor gibi görünüyor. Öfkenin hafifleyeceği görünmüyor. sıkıntıdan kurtulmak anlamında: hafifleşmek, ağırlık için: acı vs. için: ağır başlılık yönünden: hafifletmek, acı için: ağırlık için: dindirmek anlamında: Sancıyı hafifletmenin en iyi yolu budur, baskı için: Dolar üzerindeki baskıyı biraz hafifletti, ceza için: yük için: Bu yükünü hafifletmemiz gerek. hafiflik etmek hafifsemek hafriyat yapmak hain olmak *tuz ekmek haini olmak to go on a pilgrimage [pilgrimic], there to be need. Is there any need for such a thing? There is no need to ask. There is no need to explain anything to the wise. (It's not necessary [nesisiri]. to need to go to the toilet [toylit]. to go to the toilet. to become a pilgrim. to perform the pilgrimage to Mecca [pilgrimic]. A camel doesn't become a pilgrim by going to Mecca [ke:mil]. to sequestrate [sikwestreyt]. to crucify [krursifay]. to roll. not to have the right to [rayt]. It's not for me to say. Though it isn't for me to say [thou]. Who would dare to? Who is he to? to be abundant [ıbandmt]. to castrate [ke:streyt]. to learn by rote [rout]. to be light [layt]. It should be something light but valuable. to be light-handed, to be a light sleeper. to get lighter. to subside [sibsayd]. The initial excitement seems to be subsiding [inişıl]. to abate [ibeyt]. The anger shows no sign of abating. to be relieved. to get light [layt], to subside. to get frivolous [frivihs]. to relieve [rili:v]. to lighten [laytin]. to alleviate [ili:vyeyt]. This is the best way to alleviate the pain. to ease up [i:z]. It eased up a little the pressure on the dollar. to extenuate [ikstenyueyt]. to relieve [rili:v]. We shall have to relieve him of this yoke. to act improperly. to take smth lightly [laytli]. to excavate [ekskiveyt]. to be a traitor [treyti]. to be ungrateful [angreytful]. hainleşmek 363 hainleşmek hainlik etmek haiz olmak Yalnız bu şartlara haiz olanlar başvurmalı. *hayatı öneme haiz olmak hak etmek Bu adam cezayı çoktan hak etti. Asılmayı hak etti. Bu kadar yürüdükten sonra bir molayı hak ettik. Bunlar bir tatil hak edecek kadar iyi çalışmadılar. Ekmeğini hak etmiyor. Cezalandırılmayı haketmiş değiliz. hâk ile yeksan etmek hakaret etmek hakikat olmak hakiki olmak hâkim olmak, egemen olmak: dil için: Bize orada hakaret edildi. Onun hastalığı hakiki. Bu hakiki mi? 1 birleşikler ve deyimler | duruma hâkim olmak Hükümet duruma gerçekten hâkim mi? Ordu şu anda duruma tamamen hâkim. kendine hâkim olmak Lütfen kendine hâkim ol. Daima kendine hâkimdi. konuya hâkim olmak Konuya mutlak bir şekilde hâkimdi. İngilizceye çok hâkimdir. hislerine hâkim olmamak iradesine hâkim olmamak hakir olmak hakketmek, oymak anlamında: kazıyarak silmek anlamında: hakkı olmak Böyle bir şeyi yapmaya kimin hakkı var? Yaşam ve özgürlük her insanın hakkıdır. Herkesin vicdan ve din özgürlüğüne hakkı var. hissesi olmak anlamında: Bu bizim hakkımızdı. *geçiş hakkı olmak hakkı olmamak Hakkın yok. Böyle bir şeyi söylemeye hakkınız yok. to become treacherous [trecins]. to act treacherously, to possess [pizes]. Only those who fulfill these conditions need apply [kindism]. to be vital [vaytil]. to deserve [dizov]. This man deserved the punishment long ago. He deserves hanging. We deserve a break after walking so long. They haven't done well enough to deserve a vacation [vikey§in]. (He is not worth his salt.) We didn't deserve to be punished [pani§t]. to raze to the ground [reyz]. to insult [insalt]. We got insulted there. to come true. to be genuine [cenwm]. His illness is genuine. to be real [ri : l ]. Is this real? to dominate [domineyt]. to have a good command of [kima:nd]. to be in full control of the situation. Is the government really in full control of the situation [sityuey§in]? to have the situation in hand. At the moment the army has the situation completely in hand. to control oneself [kmtroul]. Please control yourself. She was always in command of herself. to have a good command of [kima:nd]. He had a supreme command over the subject. He has an excellent command of English. to break down. to lose one's self-control [kintroul]. to be vile [vayl]. to engrave [ingreyv]. to scrape away [skreyp]. to have the right [rayt]. Who ever has the right to do such a thing? Everyone has the right to life and liberty. Everyone has the right to freedom of conscience and religion [kon§ms]. to be due to. This was due to us [dyu:]. to have right of way. to have no right to. You have no right. You have no right to say such a thing. hakkından gelmek 364 Orada bulunmaya hakları yoktu. hakkından gelmek Dinsizin hakkından imansız gelir. Bize bir sataşırlarsa onların hakkından geliriz. *işin hakkından gelmek Milli takım bu işin hakkından gelecektir. haklamak, bozmak anlamında: ezmek anlamında: yenmek anlamında: yıkmak anlamında: yiyip bitirmek anlamında: haklaşmak haklı olmak Çok haklısın. Bu konuda yerden göğe kadar haklısın. Dolandırıcı olduğunu söylemekle haklıydın. Kıvanç duymakta haklıdır. Haklı olarak, herkes istifasını verdi. Ne kadar haklı olursak olalım,... Tutumlarında haklıdırlar. haksız olmak Kimin haklı, kimin haksız olduğunu göreceğiz. Her ikisi de haksız. Hani, haksız da değil. Burada haksızsın. haksızlık etmek Haksızlık etmeyelim. Bence haksızlık ediyorsunuz. Bu adama büyük bir haksızlık yaptık. hakşinas olmak hal olmak (bir), sıkıntı için: O rengi bulana kadar bir hal oldum. Durumu anlatana kadar bir hal oldum. kötü bir durum için: Bana bir hal oldu. Bunlara bir hal olmuş. Bu insanlara bir hal oldu. Bana bir hal olursa... Bu ne hal? halâs etmek halâs olmak (bir şeyden) halde olmak [birleşikler ve deyimler | acınacak halde olmak Siz acınacak bir haldesiniz. iyi halde olmak metruk halde olmak to have no business [biznis]. They had no business being there. to get the better of. (Set a thief to catch a thief.) (If they ever enterfere with us we shall make short work of them.) to be equal to the occasion [ikeyjin]. The national team will be equal to the occasion [i:kwil]. to spoil [spoyl]. to crush [krasj. to defeat [difi:t]. to destroy. to finish up. to be quits [kwits]. to be right [rayt]. You're dead right. You're absolutely right in this. You were right in saying he was a crook. (He has every reason to be proud [praud].) Rightly, everyone submitted their resignation. However right we may be,... to be justified [castifayd]. They are justified in their attitude. to be wrong. We'll see who is right and who is wrong. Both are wrong. In fact he is quite right. You're wrong here. to be unfair [anfe:]. Let's not be unfair. I think you're unfair. to do smb injustice [incastis]. We did this man a great injustice. to be fair [fe:]. to be hard put to it (to do smth.) (/ had quite a job to find the right colour.) I was hard put to it to explain the situation. to come over. Something has come over me. What has come over them? to be smth wrong with. There is something wrong with these people. Should anything happen to me... What's all this? to save [seyv]. to be saved from. to be in a state [steyt]. to be in a pitiable state [pityibil]. You're in a pitiable state. to be in good condition [kmdism]. to be in a derelict state [steyt]. hale gelmek 365 şaşkın halde olmak hale gelmek Klasik bir örnek haline geldi. Hikaye gittikçe ilginç bir hale geliyor. halef selef olmak halel gelmek haletmek hali olmak Mahcup bir hali vardı. Anlamamış gibi bir hali vardı. Şaşırmış bir halin var. Bunların korkmuş gibi bir halleri var. I birleşikler ve deyimler | hali duman olmak hali vakti yerinde olmak hali olmamak Ne halleri varsa görsünler. Ne halin varsa gör! Ayağa kalkacak halim yok. Halim yok. Çamaşır yıkayacak halim yok. Yemek yemeye halim yok. *paçasını çekecek hali olmamak halinde olmak [birleşikler ve deyimler j harp halinde olmak kendi halinde olmak moda halinde olmak savaş halinde olmak taslak halinde olmak yürüyüş halinde olmak haline gelmek Gittikçe baş belâsı haline geliyor. Bir deri, bir kemik haline gelmişsin. halka olmak halkalamak halkalanmak, halka biçimine getirilmek: bir yere...: hallaçlamak hallenmek, bayılır gibi olmak: yeni bir duruma girmek: halletmek, çözüm yolu bulmak anlamında: Sizin oraya gitmeniz hiçbir şeyi halletmez. Bu işi kanun yolu ile halletmeniz gerek. Bunu halletmenin bir yolu olmalı. Bu işi dostça halledebiliriz. to be all mixed up [mikst]. to become. It has become a classic example. The story is becoming more and more interesting. to be in the relation of predecessor and successor [sıksesı]. to be harmed. to depose [dipouz]. to appear [ipi:]. She appeared ashamed [ışeymd]. He looked as if he hadn't understood. You seem surprised [siprayzd]. They look as if they have been frightened. to fall into dire straits [dayı], to be well-off. As far as I'm concerned they can do what they like. You can go your own way! not to have the strength to. / don't have the strength to get up. not to feel well. / don't feel well. not to feel up to doing smth. / don't feel up to washing the laundry. not to feel like doing anything. / don't feel like eating anything. to be hopelessly clumsy [klamzi]. to be. to be at war [wo:]. to be harmless and quiet [kwayit]. to be in fashion [fe:şın]. to be at war. to be in draft. to be on the move [mu:v]. to become. He is fast becoming a nuisance [nyu:sms]. You've become mere skin and bone [boun]. to form a circle [sö:kıl]. to fasten with a ring [fa:sin], to curl into ringlets. to be fastened with a ring. to card [ka:d]. to feel faint [feynt]. to acquire a new form [lkwayi], to solve. Your going there won't solve a thing. You should solve this by legal means. to settle [setil]. There must be some way to settle this. We can settle this amicably [e:mikibli]. hallolmak 366 Pasaport işini lütfen halleder misiniz? Halletmemiz gereken bir iki sorun kaldı. eritmek anlamında: hallolmak halleşmek , halsiz olmak Çok halsizim. Telefonda sesi bana halsiz gibi geldi. Yürüyemeyecek kadar halsizim. halt etmek, uygunsuz iş sapmak anlamında: uygunsuz söz söylemek anlamında: halvet etmek halvet olmak halvet gibi olmak ham hum etmek hamam yapmak hamarat olmak hamaratlaşmak hamdetmek Her şey için daima Allah'a hamdederim. Hamdolsun! hamile olmak hamlamak hamlaşmak hamle etmek, atılmak anlamında: saldırmak anlamında: hamle yapmak hamletmek hamur olmak Hamur gibiyim. hamur yapmak hamurlamak, hamur sürmek anlamında: tencerenin kenarını sıvamak: hamurlaşmak hançerlemek hançerlenmek hantal olmak hantallaşmak hapsetmek, hapishaneye koymak: bir yere kapatmak: Ziyaretçiler olduğu zaman köpekleri hapsediyorlar. bir odava veya hücreye: hapsettirmek hapşırmak hapşırtmak Onu bütün gün odasına hapsettiler. Bu beni daima hapşırtıyor. to see about. Could you see about the passport, please? to iron out. There remains a problem or two to be ironed out. to disssolve. to be solved. to confide to one another [ktnfayd]. to feel weak. / feel quite weak. She sounded feeble on the telephone. I'm too weak to walk. to do smth stupid. to say snith stupid. to retire into solitude [ritayi]. to withdraw into solitude [solityu:d]. to become very hot. to hum and haw [ham]. to take a bath. to be diligent [dilicmt]. to become diligent. to thank God. / always thank God for everything. Praise be to God! [preyz]. to be pregnant [pregmnt], to get out of shape [§eyp]. to get out of practice [pre:ktis]. to make a leap forward [li:p]. to make an attack [ite:k]. to make a great effort [eftt]. to impute to [impyu:t]. to become doughy [dowi]. I feel worn out. to knead dough [ni:d]. to cover with dough [dou]. to seal the lid with dough, to get doughy [dowi]. to stab. to be stabbed [ste:bd]. to be clumsy [klamzi]. to become clumsy. to j ai l [ceyl]. to lock in. The dogs are locked in when there are visitors around [vizitiz]. to confine [ktnfayn]. She was confined to her room the whole day. to have smb jailed [ceyld], .to sneeze [sni:z]. to make smb sneeze. It always makes me sneeze. harakiri yapmak 367 harakiri yapmak haram etmek haram olmak harap etmek Haram olsun! Eve gerek olan, mescide haramdır. Deprem şehrin yarısını harap etti. 1580'de, bir yangın ve düşman orduları şehri harap etmişti. harap olmak İstanbul'un yeşil alanları her yıl harap oluyor. | birleşikler ve deyimler [ hali harap olmak Halimiz harap! bitkin olmak anlamında: harap durumda olmak harap halde olmak Selden sonra tüm ekili arazi harap haldeydi. haraplaşmak hararetlendirmek hareretlenmek, canlanmak anlamında: ısı için: tartışma için: harcamak, para için: Harcayacak param kalmadı. Bari bu kadar harcamasa. Çocuklarımız faydasız şeylere çok para harcıyorlar. kullanmak, tüketmek anlamında: On ton çelik harcamışlar. feda etmek anlamında: to commit harakiri. to take the pleasure out of [pleji]. to be unlawful. May you never enjoy it [injoy]/ (Charity begins at home.) to destroy. The earthquake destroyed half of the city. to devastate [devisteyt]. A fire and enemy troops devastated the city in 1580. to be destroyed. The green areas in Istanbul are being destroyed every year. to be in a mess. We are in a pretty mess. to be exhausted [igzo:stid]. to lie waste [weyst]. to be in ruin [ruwin]. After the flood the fields lay waste. to fall in ruin. to excite [iksayt]. | birleşikler ve deyimler | bol keseden harcamak boş yere harcamak bozuk para gibi harcamak çaba harcamak Bir şey öğrenmek için hiçbir çaba harcamıyorlar. O, hiçbir çaba harcamaz. Devletin yıkılmasına çaba harcıyorlar. emek harcamak Bu işe çok çaba harcadık. nefesini boşuna harcamak Bu soğukta boşuna nefesini harcama. para harcamak servet harcamak Tamirat için bir servet harcamışlar. su gibi harcamak vaktini boşa harcamak Açıklama bekliyorsanız, vaktinizi boşa harcıyorsunuz. to get excited. to get warm. to get heated [hi:tid]. to spend. I've no money left to spend. I wish she wouldn't spend so much. Our children spend too much money on useless things. to use (up) [yu:z]. They have used 10 tons of steel. to sacrifice [se:krifays]. to spend lavishly [le:vi§li]. to waste [weyst]. to use a person [yu:z]. to make an effort [efit]. They make no effort to learn anything. to exert oneself. She never exerts herself [igzo:ts]. (They are at work to destroy the state.) to expend an effort [ikspend]. We have expended a lot of efforts on this. to waste one's breath [breth]. Don't waste your breath in this cold. to spend money. to spend a fortune on [fo:cin]. Apparently they've spent a fortune on the repairs. to spend lavishly [le:vi§li]. to waste one's time [weyst]. If you're waiting for an explanation you're wasting your time. harcanmak 368 Burada boşu boşuna vaktinizi harcıyorsunuz. Vaktini öyle boşa harcama. vaktini harcamak Boş tartışmalarla vakit harcamayalım. varını yoğunu harcamak zaman harcamak Bunlar boşuna zaman harcıyorlar. Harcanan zamana değmez, harcanmak, hoşa gitmek anlamında: Bilgilerin burada harcanıyor. para vs. için: kullanılmak, tükenmek anlamında: feda edilmek anlamında: harcı olmak Bu gibi şeyler güçlü bir liderin harcıdır. harcı olmamak Bu benim harcım değil. Bunu yapmak onun harcı değil. Bu, bizim pek harcımız değil. Bu, akıllı bir adamın harcı değil. harekelemek hareket etmek, , davranmak anlamında: Müfettiş sıfatıyla hareket edecekler, yola çıkmak anlamında: Saat kaçta hareket edeceğiz? Bari yarın erken hareket etmeseler. Otobüs tam saat 8'de hareket ediyor. Tren hareket etmek üzere. Artık hareket etmeliyiz. Dün Paris'e hareket ettiler. Gemi ne zaman hareket edecek? devinmek anlamında: Ekran üzerinde küçük bir işaretçik hareket edecektir. |birleşikler ve deyimleri Nerede hareket, orada bereket. akılsızca hareket etmek aptalca hareket etmek Bu insanlar neden böyle aptalca hareket ediyorlar? baskı altında hareket etmek, birlikte hareket etmek doğru hareket etmek emre göre hareket etmek Hepsi emre göre hareket ettiklerini iddia ediyorlar. O yukarıdan gelen emre göre hareket etti. hesaplı hareket etmek hislerine göre hareket etmek talimatlara göre hareket etmek Banka, bu konuda talimatınıza göre hareket edecektir. You 're wasting your time here. Just don't fiddle about [fidil], to spend one's time. Let's not waste time in empty discussions. to put everything into it. to spend time. They are just wasting their time. It's not worth the time spent on it. to be wasted. Your knowledge is being wasted here. to be spent. to be used up [yu:zd ap]. to be sacrificed [se:krifayst]. to be within one's power/means [mi:nz]. That sort of thing is within the means of a strong leader [li:di]. to be beyond one's power [pawi]. That's beyond my power. It's beyond his power to do that. to be unable to afford [ifo:d]. We just can't afford it. (That's not the way a wise man would act.) to give the vowel's symbols of the letters. to act [e:kt]. They'll act in the capacity of inspectors. to set out. What time are we setting out? I hope they don't set out early tomorrow. to leave [l i : v]. The bus leaves at 8 sharp. The train is on the point of leaving. We ought to leave [l i : v]. They have left for Paris yesterday. When is the ship sailing? to move [mu:v], A small marker will move around on the screen. Activity brings prosperity. to act foolishly. to behave like a fool [fu:l]. Why are these people behaving like fools? to act under compulsion [kimpalsm]. to act in concert [konsit]. to do right. to act under orders [o:diz]. They all claim they have acted under orders. He has acted on orders from above. to act rationally [rersmili]. to act according to the dictates of one's feelings. to proceed according to instructions. In this matter, the bank will proceed according to your instructions [instraksinz]. hareket ettirmek 369 usule uygun hareket etmek zıttına hareket etmek hareket ettirmek Pullar zar atımına göre hareket ettirilir. Birisi arabayı hareket ettirdi. hareket halinde olmak Bu kabileler, yazın daima hareket halindedirler. hareketlendirmek hareketlenmek hareketli olmak hareketsiz olmak durgun anlamında: harelenmek hareli olmak haremlik selâmlık olmak harınlamak hariç olmak haritada olmak haritada olmamak (bir şey) harlamak, ateş için: birden öfkelenmek anlamında: harlatmak harman etmek/yapmak, tahıl için: çay için: Bazen ithal çayla harman ediliyor. sayfalar için: harman çorman olmak harmanlamak bir çember biçiminde dolaşmak: harmanlanmak, çay için: baskı işleri için: ay için: harp etmek hasar yapmak hasat etmek hasbıhal etmek haset etmek hasetlenmek hâsıl olmak hasır altı etmek Haset eden, mahrum kalır. Bu konuyu hasır altı edemeyiz. Skandali hasır altı etmeye çalışıyorlar. hasır altı edilmek Bunun hasır altı edilmesini izin veremem. hasırlamak hasırlanmak hasis olmak hasretmek to act as is proper. to act contrary to [kontriri]. to set in motion [mousin]. The pieces are moved depending on the throwing of a dice [days]. Someone has started the car. to be on the move [muv]. These tribes are continuously on the move in summer [kintinyusli]. to put smth into motion [mou§m]. to get into motion. to be lively [layvli]. to be motionless [mou§inlis]. to be inactive [ine:ktiv]. (for silk) to be watered [wo:tid]. to be watered. (for men and women) to sit separately. to become restive. to be excluded [iksklu:did], to be foreseen [fo:si:n]. to be unexpected. to burn furiously [fyurytsli]. to flare up [fle:rap]. to poke up a fire [poukap]. to thresh, to blend. It is sometimes blended with imported tea. to sort and arrange [ireync]. to be mixed up [mikstap], to blend. to go in circles [so:kilz] to be blended. to be sorted out and arranged [ireyncd]. to be surrounded by a halo [heylou]. to wage war [wo:]. to cause damage [de:mic], to reap [ri:p]. to have a friendly chat [ge:t], to envy. The envious is always the loser [lu:zt]. to feel envy. to ensue [insyu:]. to hush up [ha§ap]. We cannot hush up this matter. to cover up [kavirap]. They are trying to cover up the scandal. to be covered up [kavid ap]. (/ won't let this matter rest.) to cover with matting [me:ting]. to be covered with matting. to be stingy [stinci]. to devote [divout]. hassas olmak 370 hassas olmak, dııy : . hasta etmek hasta olmak ular için: Çocuklar bizden daha hassas olurlar. Çok hastayım. *ruh hastası olmak * şeker hastası olmak *hastalık hastası olmak hasta numarası yapmak Bize hasta numarası yapıyor. hastalanmak hastanelik etmek hastanelik olmak hastası olmak (bir şeyin), düşkün olmak anlamında: lakım için: birinin...: haşarı olmak haşarılaşmak haşır neşir olmak haşırdamak haşin olmak haşlamak, dalamak anlamında: don ve kırağa için: kaynar su ile yakmak: yiyecekleri kaynar suda pişirmek: azarlamak anlamında: haşlanmak, kaynar suda pişmek anlamında: kaynar su ile yanmak: *haşım hasım haşlanmak haşlatmak hata etmek Planı desteklemekle hata etti. Hisseleri satmak büyük hataydı. Biz hata ettik. Teşbihte hata olmaz. hata yapmak Herkes hata yapar. Hakem de insan, hata yapar. hatalı olmak, davranış için: kalite için: hatır için yapmak hatırı olmak Hatırım yok mu? Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var. hatırına gelmek hatırında olmak Hatırında bir şey mi var? 9 Eylül üzücü olayları, hâlâ birçoğumuzun hatırındadır. to be susceptible [siseptibil]. Children are more susceptible than we are. to make smb i l l . to be i l l . (Ifeel very ill.) to be a psychopath [saykoupe:th]. to be a diabetic [dayibetik], to be a hypochondriac [haypoukondriyak]. to pretend to be i l l . He is pretending to be ill. to be taken i l l [teykm]. to beat smb up badly. to be badly beaten up [bktinap]. to be addicted to [e:diktid], to be a fan of [fe:n]. to be the patient of [peyfint]. to be naughty [no:ti]. to become naughty. to be cheek by j owl with. to make a scraping sound [saund], to be harsh. to sting all over, to frost. to scald [sko:ld], to boil [boyl]. to scold [skould]. to be boiled [boyld]. to be scalded. to get thoroughly scalded [sko:ldid]. to have smth boiled, to do wrong. It was wrong of him to support the plan. Selling the shares was a big mistake. We've made a mistake. Pardon the comparison [kimpe:risin]. to make a mistake. Everyone makes mistakes. A referee is human, he will make mistakes. to be in the wrong, to be defective. to do smth for the sake of [seyk]. to be of account [lkaunt]. Don't I count for anything? A cup of coffee may be the cause of a lifelong friendship [ko:z]. to occur to one's mind [iko:]. to be on one's mind [maynd]. Is there smth on your mind? (Many of us still remember the sad events of September 9.) hatırlamak 371 hatırlamak Buraya geldikçe daima o geceyi hatırlarım. Şimdi siz söyleyince olayı hatırladım. Toplantıda söylediklerini bir hatırla. O günleri hatırladıkça, gözlerim yaşarıyor. Şu anda adını hatırlayamıyorum. Olayı hayal meyal hatırlıyorum. Yanlış hatırlamıyorsam, kırmızıydı. hatırlanmak hatırlarda olmak hatırlatmak Büyük önder olarak hatırlanacak. Hatırlattığın için, sağol! Davranışları bana annesini hatırlatıyor. Ona her fırsatta bir yabancı olduğunu hatırlatmışlardı. Bunu, ona çok nazik bir şekilde hatırlatın. hatmetmek havada olmak (aklı) havada olmak (burnu) havadar olmak havalandırmak, bir şeyi açık havada bırakmak: bir yere temiz hava vermek: havalanmak, havası değiştirilmek: uçak için: davranış için: havale etmek, devretmek anlamında: para için: göndermek anlamında: Davayı Yüksek Mahkemeye havale edeceğiz. imzalayarak aktarmak: Ibirleşikler ve deyimler] Allah'a havale etmek sütüne havale etmek temize havale etmek havale olmak havası olmak havasında olmak (kendi) hâvi olmak havlamak Bu köpekler niye böyle havlıyor. Havlayan köpek, ısırmaz. *acı acı havlamak Bu köpek, bütün gün acı acı havlayıp durdu. havuzlamak havuzlanmak to remember. Whenever I come here I always remember that night. to recall [riko:l]. Now that you've mentioned it, I recall the incident. to bear in mind [maynd]. Bear in mind what she said at the meeting. to look back on. When I look back on those days tears come to my eyes [ayz]. to think of. / can't think of her name at the moment. I vaguely remember the incident. If my memory doesn't fail me, it was red. to be remembered. He will be remembered as a great leader. to be in everyone's mind [maynd]. to remind [rimaynd]. Thank you for reminding me. Her manners reminds me of her mother. He was always reminded that he was a foreigner. Please remind him of this very gently. to read from cover to cover. to be in the clouds [klaudz]. to be conceited [kinsirtid]. to be airy [e:ri]. to air [e:]. to ventilate [ventileyt]. to be ventilated, to take off. to become frivolous [frivihs]. to transfer [tremsfo:]. to transfer. to refer (a matter) to. We shall refer the case to the Higher Court. to endorse [indo:s]. to leave it to God. to leave a matter to smb's sense of honour. to finish off. to be referred to [rifo:d]. to have a certain personality. to think only of oneself. to include [inklu:d]. to bark. What are these dogs barking like that for? Barking dogs do not bite [bayt]. to yap [yep]. That dog has been yapping all day long. to dock. to be docked [dokt]. hayal aleminde olmak 372 hayal aleminde olmak hayal etmek Orkestra şefi olmayı hayal ediyor. Bunlar, hayat boyunca hayal ettiğim şeyler. hayal olmak, ger çekle şi inlememek anlamında: hatıra olmak anlamında: hayal gücü olmak hayaller içinde olmak hayalperest olmak Önder olması için çok fazla hayalperest. hayâsız olmak hayat memat meselesi olmak hayatın baharında olmak hayati olmak hayatta olmak haydalamak haydamak hayıflanmak hayır etmek Allah sonunu hayır etsin! hayır etmemek hayır gelmemek Kimseden kimseye hayır gelmez. hayır olmak. Bu işte bir hayır var. Belki de bu işte bir hayır vardır. Sabah ola, hayır ola. Amellerin hayırlısı, sonu hayır olanıdır. Kimseden kimseye hayır yok. Onun kimseye hayrı yok. Hayrola! Hayırdır inşallah! *babasımn hayrına olmamak Bunu, babasının hayrına yapmıyor. hayır yapmak Yaptığı hayır ürküttüğü kurbağaya değmez. hayır dua etmek hayırlı olmak, iyi anlamında: uğurlu anlamında: yararlı olmak: Bu proje bizim için hayırlı olacak. Bu iş hayırlısı ile bir bitse! Hayırlı olsun! Hayırlısı! Sabah şerifler hayırlı olsun! Vermek, almaktan daha hayırlıdır. Akıllı düşman, akılsız dosttan hayırlıdır. hayırsız olmak, yararı olmayan anlamında: hayrı olmayan anlamında: haykırmak to be in the clouds. to dream of [dri:m]. He dreams of becoming a conductor. These are things that I've been dreaming of. to become a dream [dri:m]. to become a memory [memiri]. to have imaginative power [pawi]. to be in the clouds [klaudz]. to be a dreamer. He is too much of a dreamer to be a leader. to be impudent [impyu:dmt]. to be a matter of life and death [deth], to be in the prime of life [praym]. to be vital [vaytil]. to be alive [llayv]. to urge on [6:c]. to drive on [drayv]. to lament. to do good. God grant that all ends well! to do no good. to do no good to. (One should rely on oneself.) Something positive will come out of this. It could be a blessing in disguise [disgayz]. Let's wait and see how things develop by morning. The best deed is the one that ends well. One should rely on oneself. One should expect no good of him. Good news, I hope. I hope all is well. not to be just for love. (He's not doing it for nothing.) to do good. He means well, but his deeds do more harm than good. to give one's blessing, to be good. to be auspicious [o.spifis]. to be beneficial [benifi§il]. This scheme will be beneficial for us. If only this job finishes without a hitch. Congratulations! [kmgre:tyuley§inz]. Let's hope for the best. Good morning. To give is more benevolent than to take. Better a wise foe than a foolish friend. to be worthless. to be good-for-nothing. to shout [§aut]. haykırtmak 373 haykırtmak haylaz olmak, aylak ve tembel anlamında: lıayla anlamında: haylazlaşmak, aylak olmak anlamında: kötü davranmak anlamında: haylazlık etmek aylaklık bakımından: davranış bakımından: hayra alâmet olmak hayra alâmet olmamak Bütün bunlar hayra alâmet değil. hayran olmak Bu adamın cesaretine hayranım. hayret etmek haysiyetli olmak haysiyetsiz olmak haytalık etmek hayvanlaşmak hayvanlık etmek hazfetmek hazır etmek hazır olmak Saat sekize kadar hazır olacak. Bu hafta hazır olması gerekiyor. Akşama kadar hazır olmalarına bak. Parti böyle değişimleri kabule hazır değil. Büyük gün için hepimiz hazırız. bir yerde: Tüm personel onu desteklemek için orada hazır olacaktır. asker, polis vs. için: Silahlı kuvvetlere hazır ol emri verildi, razı olmak anlamında: Hepsi yardım etmeye hazır. Her şeyi unutmaya hazırdım, göze almak anlamında: Barışı korumanın en etkili yolu, savaşa hazır olmaktır. Her ihtimale karşı hazır olmalıyız. Buna hiç de hazır değildik. | birleşikler ve deyimler | Hazır ol! Peynir ekmek, hazır yemek. dünden hazır olmak (bir şeye) O buna dünden hazır. Her teklifi kabule dünden hazır. hazırcevap olmak hazırlamak, hazır dununa getirmek anlamında: Toplantı için herşeyi hazırladım. Tabak, çatal, bıçakları hazırladınız mı? to make smb shout. to be an idler [aydh], to be a nuisance [nyu:sins]. to get lazy [leyzi], to become a nuisance [nyu:sms]. to idle [aydil]. to make mischief [miscif]. to bode well for [boud]. to bode no good for. All this doesn't bode well. to admire [ldmayi]. / admire this man's courage [karic]. to be astonished [istoni§t]. to be dignified [dignifayd]. to lack self-dignity. to look for mischief. to act like a beast [bi:st]. to behave like a beast. to suppress [sipres]. to prepare [pripe:]. to be ready. It will be ready by eight. It's to be ready by this week. Make sure they are ready by the evening. The party is not ready to accept such changes. to be all set for. We are all set for the big day. to be on hand. All the staff will be on hand to support him. to stand by. The armed forces have been ordered to stand by. to be willing to. They are all willing to help. I was willing to forget everything [figet]. to be prepared for. The best way to preserve peace is to be ready for war. We should be prepared for any contingency. We were not prepared for that. Attention! [iten§in]. Fish and chips will always do for a meal. to jump at smth [camp]. He will jump at it. He is ready to jump at any offer. to be good at repartee [repa:ti:]. to prepare [pripe:]. I've prepared everything for the meeting. Have you got ready the plates, forks and knives? hazırlanmak 374 önceden düzenlemek anlamında: Minareyi çalan, kılıfını hazırlar. pişirmek üzere tavuk vs...: İlk önce tavuğu hazırlaman gerek. |birleşikler ve deyimler] kendi sonunu hazırlamak kendini (bir şeye) hazırlamak yazıp hazırlamak Bu dilekçeyi kimler yazıp hazırladı? İhtiyaçlarımız için bir liste yazıp hazırlayacağım. zemin hazırlamak hazırlanmak, hazır duruma getirmek: Bunun hazırlanması zaman alacak, kendini hazırlamak anlamında: Biz savaşa mı hazırlanıyoruz? hazırlatmak bir şeyi birisine: hazırlık yapmak hazırlıklı olmak hazırlıksız olmak hazmetmek, hazım için: bilgi için: ı insan bütün bu bilgileri kısa bir sürede nasıl hazmedebilir? Okuduğum her şeyi hazmedemiyorum. içine sindirmek anlamında: Bu hakareti hazmetmem mümkün değil. O fiyaskoyu bir türlü hazmedemiyor. katlanmak anlamında: hazzetmek heba etmek Harika bir fırsatı heba ediyoruz. heba olmak hecelemek hedef olmak heder olmak hediye etmek helak etmek *kendini helak etmek helak olmak, bitkin duruma gelmek: yok olmak anlamında: helâl etmek *hakkım helâl etmek Gidip gelmemek var, gelip de bulmamak var, helâl eyle hakkını! helâl olmak Helâl olsun! Hakkım helâl olsun! Ölüm hak, miras helâl. to plan. // one is thinking of committing a crime he or she will have planned it in advance. to dress. First of all you have to dress the chicken. to prepare one's own end. to brace oneself for [breys]. to draw up [dro:]. Who has drawn up this petition [piti§m]? /'// make up a list of what we need. to lay the groundwork for. to prepare [pripe:]. It will take some time to prepare it. to prepare for. Are we preparing for war? to have smth prepared. to have smb prepare smth. to prepare for. ' to be prepared [pripe:d]. to be unprepared. to digest [dicest]. to assimilate [isimileyt]. How can one assimilate all this information in a short period? I'm unable to assimilate everything I read. to stomach [stamik], / can't possibly swallow that affront. He doesn't seem to get over the fiasco. to endure [indyu:]. to be pleased by [pli:zd]. to waste [weyst]. We're wasting a wonderful opportunity. to be wasted. to spell (out). to become a target [ta:git]. to be sacrificed in vain [veyn], to make a present [prezmt]. to destroy. to burn the candle at both ends [ke:ndil]. to be utterly exhausted [igzo:stid]. to perish. to forsake [fiseyk] one's rights willingly. to forgive smb's wrong doings. You may leave and not return or return but not find those you expect, so forgive people their wrong doings. to be lawful [lo:ful]. You can have it with my blessings. I forgive all the wrongful acts. Inheritance is as natural as death is. helalleşmek 375 helalleşmek helme olmak helmelenmek hemayar olmak hemfikir olmak Sizinle tamamen hemfikirim. hereklemek hesabı olmak (görülecek) Onunla görülecek hesabım var. hesabı olmamak hesabı kitabı olmamak Bunun hesabı kitabı yok. hesabına gelmek Bu hesabıma gelir. hesap etmek, hesaplamak, anlamında: tasarlamak: hesap etmek, kitap etmek hesaplamak, hesap etmek anlamında: Hesaplaması kolay. Bunu bir dakikada hesaplayabilirim. Bunu sterlin olarak hesaplayabilir misin? Maliyetini hesaplayabilir misiniz? göz önünde tutmak anlamında: | birleşikler ve deyimler | kıtı kıtına hesaplamak parmakla hesaplamak ilerisini, gerisini hesaplamamak hesaplanmak hesaplaşmak, alacaklar için: kazlarım paylaşmak anlamında: hesaplı olmak, ekonomik anlamında: rasyonel anlamında: Hesaplı olmak zorundayız. hesapta olmamak Bu hiç hesapta yoktu. heves etmek Herkeste bir araba hevesi var. heveslendirmek heveslenmek hevesli olmak Bu aleti çalmaya çok hevesli. Bizimle çalışmaya daima hevesli. hevessiz olmak heyecanlandırmak Bu şeyler, beni hiç mi hiç heyecanlandırmıyor. heyecanlanmak heyecanlı olmak O kadar heyecanlıydım ki uyuyamadım. to forgive each other one's past wrong doings. to become thick and soupy [su:pi]. to become jelly [cell]. to be of the same standard [stemdid], to be of the same opinion [lpinym], / wholly agree with you [lgri:]. to stake [steyk]. to have a score to settle with smb [sko:]. / have a score to settle with him. to be beyond reckoning [rekining]. to be without any supervision [supo:vijin]. It's completely without any supervision. to suit [syu:t]. That suits me fine. to calculate [ke:lkyuleyt]. to plan. to think smth over carefully. to calculate [ke:lkyuleyt]. It's easy to calculate. to work out / can work it out in a minute. Can you work it out in sums of pounds? to figure out [figiraut]. Could you figure out what it will cost? to take smth into consideration [kmsidireyjin]. to plan down to the very last detail [diteyl]. to count on one's fingers, to be rash [re:sj. to be calculated. to settle outstanding accounts [lkaunts]. to settle old scores with [sko:z]. to be economical [kkmomikil]. to be rational [re:s,iml]. We have to be rational. not to have been taken into account. (We didn't bargain for that.) to have a desire for [dizayi]. Everyone has a desire to own a car. to awake one's desire [iweyk]. to be eager to do smth [i:gi]. to be keen on [ki:n]. He is very keen on playing that instrument. He is always keen to work with us. to have no desire [dizayi]. to excite [iksayt]. These things do not excite me in the least. to get excited [iksaytid]. to be thrilled. / was so thrilled that I couldn't sleep. hezeyan etmek 376 hezeyan etmek hıçkırmak, h.içkrrık sesi için: içini çekerek ağlamak: hıçkırtmak hık mık etmek hıncahınç dolu olmak hınzırlık etmek lers davranış için: muziplik anlamında: hırçın olmak hırçınlaşmak hırçınlık etmek hırıldamak hırıldaşmak Hıristiyanlaşmak Hıristiyanlaştırmak hırlamak hırlanmak hırlaşmak, karşılıklı hırlaşmak anlamında: ağız kavgası için: hırpalamak hırpalanmak, dövülmek anlamında: örselenmek anlamında: hırpalatmak hırsızlık etmek hırsızlık yapmak hırslanmak h ışıldamak hışırdamak hışırdatmak hıyanet etmek Emanete hıyanet olmaz. hızlandırılmak hızlandırmak Dağıtımı bir hızlandırabilsek. Üretimi büyük ölçüde hızlandıracaktır. Bakanın bu garip tutumu, rejimin çöküşünü hızlandıracaktır. Bu metot, çalışmayı biraz hızlandırdı. hızlanmak Otobüs, yokuş aşağı hızlandıkça hızlandı. hibe etmek hicran olmak (birisine) hicret etmek hicvetmek hiç olmak hiçlemek hiçleşmek to talk nonsense [nonsins], to hiccup [hikap]. to sob. to make smb hiccup/sob. to hum and haw [ham end ho:]. to be overcrowded [ouvikraudid]. to behave nastily [biheyv]. to play a dirty trick. to be ill-tempered. to become bad tempered [tempid]. to show bad temper. to growl [graul], to snarl at each other. to become Christian [kriscinj. to Christianize [krisctnayz]. to growl [graul]. to snarl. to snarl at each other, to squabble [skwobil]. to ill-treat [tri:t]. to be buffeted about [bafitid]. to be treated roughly [rafli]. to cause smth to be roughed up [raftap]. to commit theft [kimit]. to steal [sti:lj. to get angry [erngri]. to make a rustling noise. to rustle [rasil]. to make smth rustle. to betray [bitrey]. One cannot betray a trust. to be speeded up. to speed up [spi:d]. If only we could speed up the delivery. to step up. // will step up greatly the production. to hasten [heysm]. This strange attitude of the Minister will hasten the downfall of the regime [reyji:m]. to accelerate [e:kselireyt]. This method has accelerated the work a little. to gain speed [geyn]. The bus went faster and faster downhill. to donate [douneyt]. to grieve smb deeply. to migrate [maygreyt], to satirize [se:tirayz]. to lose one's importance [impodins]. to give no importance. to become insignificant. hiddet içnide olmak 377 hiddet içinde olmak hiddetlendirmek hiddetlenmek hikaye etmek hile yapmak, aldatmak anlamında: Her biri, diğerinin, hile yapacağını düşündü. dümen re oyun için: saflığını bozmak anlamında: seçimler vs. için: himaye etmek, arka çıkmak anlamında: korumak anlamında: himayesi altında olmak himayesinde olmak himayesiz olmak himmet etmek hislenmek hissedilmek hissetmek, duygu için: farkına varma anlamında: sezmek anlamında: | birleşikler ve deyimler | Demoklesin kılıcını başında hissetmek. derinden hissetmek gücünü hissetmek kendini berbat hissetmek kendini bitkin hissetmek kendini halsiz hissetmek Kendimi halsiz hissediyorum. kendini küçük hissetmek kendini iyi hissetmek kendini iyi hissetmemek Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. kendini kötü hissetmek Bütün hafta kendini kötü hissetti. kendini rahat hissetmek Kızların huzurunda kendini hiç rahat hissetmez. Orada kendimi çok rahat hissediyorum, bir konuda: Birçok konuda kendini rahat hisseder. kendini suçlu hissetmek kendini terkedilmiş hissetmek hitap etmek Sana, öğretmenin olarak hitap ediyorum. hizada olmak (bir) hizalamak hizaya gelmek hizipleşmek hizmet etmek Size hizmet ediyorlar mı? to be in a rage [reyc]. to enrage [mreyc]. to get furious [fyuryis]. to relate [rileyt]. to cheat [ci:t]. Each thought the other would cheat. to use a trick. to adulterate [idaltrreyt]. to rig. to patronize [pe:trinayz], to protect [pntekt]. to be under the patronage of [pe:trimc]. to be under the protection of [pritek§m]. to be unprotected [anpritektid]. to help. to be moved [mu:vd]. to be felt. to feel [fi : l ]. to detect [ditekt]. to sense. To feel the sword of Democles hanging over one's head [so:d]. to feel smth deeply. to feel the force of [fo:s]. to feel awful [o:ftl]. to feel worn up. to feel exhausted [igzo:stid]. I feel exhausted. to feel cheap [ci:p]. to feel well. not to feel well. / don't feel well at all. to feel low. He has been feeling low all week long. to feel at ease [i:z]. He has never felt at ease in the presence of girls. to be at one's ease. / feel I'm very much at my ease there. to be at home in. He is at home in many subjects [sabcikts]. to feel guilty. to feel abandoned [ibemdmd]. to address [tdres]. (I'm speaking to you as your teacher.) to be in a level with, to become level with, to get into line. to separate into factions [fe:k§inz]. to attend. Is anyone attending you? hizmetçilik etmek 378 Size hizmet eden var mı? Ona, şikayet etmeden hizmet etmelisiniz. |birleşikler ve deyimler] Hangi akla hizmet ediyorsun? Bu adam, ne akla hizmet ediyor? amaca hizmet etmek bir amaca hizmet etmek canla başla hizmet etmek bir davaya hizmet etmek özel çıkarlarına hizmet etmek hizmetçilik etmek hizmete amade olmak Hizmetinize amadeyim. hocalığı yapmak, ahilik hocalığı: Son günlerde ahlâk hocalığı etmektedir. akıl hocalığı: Akıl hocalığı yapmak gibi bir iddiam yok. hocalık etmek, öğretmen olarak: hoca olarak: hohlamak Isıtmak için parmaklarını hohla. homurdanmak hoplamak, sıçramak anlamında: zıplamak anlamında: *sevinçten hoplamak *yüreği hoplamak hoplatmak Bebeği dizinin üstünde hoplat, bu ağlamasanı kesecektir. çocuklar için: hora gelmemek horlamak, uvkıı sırasında: aşağılamak anlamında: *horul horul horlamak horlanmak horozlanmak hortlamak, mezardan çıkmak anlamında: sorunlar için: horuldamak hoş gelmek Davulun sesi, uzaktan hoş gelir. Kulağa hoş geliyor. hoş olmak Bu çikolatanın yenmesi çok hoş. İstediği zaman hoş olabiliyor. to wait on/upon. Is anyone waiting upon you? to serve [so:v]. You must serve him without any complaints. Why on earth are you doing this? What makes this man do such a thing? to answer the purpose [po:pts]. to work to an end. to wait on smb hand and foot. to serve the case of [keys]. to have an axe to grind [graynd]. to be a servant with [so:vmt]. to be at smb's service. I'm at your service [so:vis]. to set oneself up as the guardian of morals. He has lately set up himself as the guardian of morals [ga:diym], to have pretensions to giving advice to others [priten§inz]. I have no pretensions to giving anyone any advice [ldvays]. to serve as a teacher. to serve as a hodja. to blow one's breath upon [breth]. Blow on your fingers to warm them. to grumble [grambil]. to hop. to leap [li:p]. to jump for joy. to get a fright [frayt]. to bounce [bauns]. Bounce the baby on your knees and it will stop crying. to dandle [de:ndil]. not to withstand rough usage [yu:sic]. to snore [sno:]. to treat with contempt [kmtempt]. to snore like a pig. to be treated with contempt, to swagger [swe:gi]. to rise from the grave [greyv]. to arise again [irayz]. to snore. to sound pleasant [pleztnt]. The sound of a drum is pleasant from a distance. It sounds pleasant. to be nice [nays]. (This chocolate tastes very nice [co:kilit]. She can be pleasant when she wants to. hoş olmamak 379 *bir hoş olmak *birine göre hava hoş hoş olmamak Bana göre hava hoş. Bu durum hiç de hoş değil. *arası hoş olmamak hoşaf gibi olmak hoşbeş etmek hoşlanmak (bir şeyden) Kumsalda yürümekten çok hoşlanırım. Ben bu tür şeylerden hoşlanmam. Hiç kimse onlardan hoşlanmıyor. Nasıl, yeni işinizden hoşlanıyor musunuz? İçkiden hiç hoşlanmam. hoşlanmamak Herkes bekletilmekten hoşlanmaz. Onda hoşlanmadığın ne var? *perisi hoşlanmamak Perisi bizden hoşlanmamış. hoşlaşmak hoşluğu olmak Bugün üstümde bir hoşluğum var. hoşnut etmek hoşnut olmak hovardalaşmak hovardalık etmek, çapkınca davranmak anlamında: bol para harcamak anlamında: hoyratlık etmek hödüklük etmek höpürdetmek höykürmek hudut dışı etmek hudutlandırmak limit koymak anlamında: hulâsa etmek hurdahaş etmek hurdahaş olmak, kırılıp dökülmek anlamında: yorulmak anlamında: husule gelmek husumeti olmak Bu ülkeye karşı neden husumetleri olsun? hususiyeti olmak huy edinmek huy etmek huylandırmak huylanmak, insanlar için: hayvanlar için: huysuz olmak İnsanlar ne kadar da huysuz olabiliyor! to feel embarrassed [imbe:rest], to be all the same to one. It's all the same to me. to be distasteful [disteystful]. This is very distasteful. to dislike smth. to be very tired. to chat briefly with [ce:t], to enjoy [injoy]. / enjoy walking on the beach a lot [bi:c]. to like. / don't enjoy that sort of thing. Nobody likes them. How are you liking your new job? [cob], to care for. / don't care for drinks. to dislike [dislayk]. Everyone dislikes being kept waiting. What do you dislike about her? to dislike. He dislikes us. to be pleased [plkzd]. to feel quaint [kweynt]. / feel quaint today. to please smb. to be pleased with [plkzd]. to become a spendthrift. to womanize [wuminayz]. to spend money extravagantly [ikstre:vigtntli]. to act roughly [rafli]. to act boorishly [burisH]. to drink noisily [noyzili], to intone chants [intoun]. to expel [ikspel]. to trace the boundary [baundtri]. to put a limit. to sum up [sam ap]. to smash to bits. to be smashed to bits [sme:st]. to be dead tired [tayid]. to come into existence [igzistms]. to be hostile [hostayl]. Why should they be hostile to that country? to have a special feature [fkct]. to form the habit of. to contract the habit of [ktntre:kt]. to upset smb. to get nervous [novis]. to become restive. to be disagreeable [disigriyibil]. How disagreeable can people be! huysuzlanmak 380 huysuzlanmak, büyükler için: çocuklar için: huysuzlaşmak, büyükler için: çocukum için • huysuzluk etmek huyu olmak huzur içinde olmak huzurlu olmak huzursuz olmak Herkes neden huzursuz? Ne zaman adını duysa, kusursuz oluyor. huzursuz etmek Haber, herkesi huzursuz etmişti. Beni en fazla huzursuz eden, budur. hücum etmek Ölmüş aslana tavşanlar bile hücum eder. hükmetmek, -e egemen olmak anlamında: kanıya varmak anlamında: karar vermek anlamında: tahakküm etmek anlamında: yönetmek anlamında: hükmü olmak, geçerlilik: önem için: Ne hükmü var ki? hükmünde olmak hükümsüz olmak Korkarım, bu pasaport hükümsüz. Bu çek artık hükümsüz. hükümsüz kılmak hüneri olmak hünerli olmak hünersiz olmak hüngürdemek hür olmak Hür olmak istiyorsan, olma cihanın zevkinde. hürmet etmek Bu insanlara nasıl hürmet edilir? Burada herkese hürmet ederiz. Annenize, babanıza hürmet ediniz. Hürmetler ederim! hürmetsizlik etmek hürya etmek hüzünlendirmek hüzünlenmek hüzünlü olmak to act peevishly [pkvisli]. to fret. to become peevish. to become fretful. to show bad temper. to have the habit of. to be in peace [pi:s], to be at ease [i:z]. to be i l l at ease. Why is everyone ill at ease? Whenever she hears his name she becomes ill at ease. to make smb nervous [no:vis]. The news had made everyone nervous. to bother. That's what is bothering me most. to attack [tte:k]. Even the hares will attack a dead lion. to dominate [domineyt]. to conclude [kinklu:d]. to decide on [disayd]. to rule [ru:l]. to govern [gavtn]. to be valid [ve:lid]. to be of importance [impo:tins]. It's of no importance! to be equivalent to [ikwivihnt]. to be invalid. I'm afraid this passport is invalid. to be void [voyd]. This cheque is now void. to invalidate [invedideyt], to have a knack for [ne:k]. to be skillful. to be unskilled [anskild], to sob. to be free [fri:] If you want to be free, do not enter into the pleasures of the world [plejiz]. to respect [rispekt]. How can you respect these people? to treat with respect [tri:t]. We treat everybody with respect here. to honour [oni]. Honour your parents [peynnts]. (With my best regards [riga:dz].) to be disrespectful. to rush out [rasaut], to sadden [se:dm]. to feel sad [se:d]. to be sorrowful [sorouful]. I ıhlamak ıhtırmak ıkınmak ıklamak, güçlükle .soluk almak: ağlarken içini çekmek: ıklım tıklım olmak, ağzına kadar dolu anlamında: çok kalabalık anlamında: ılgamak ılgar etmek ılıklaşmak ılıklaştırmak ılımlı olmak ılındırmak ılınmak ılıştırmak ılıtmak ımızganmak, uyuklamak anlamında: ateş için: ırak olmak Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Üstünüzden ırak! ıraklaşmak ıraksamak ıraksınmak ırgalamak ırgalanmak ırgamak ırganmak ısındırmak, bir şeyin ısınmasını sağlamak: bir şeye alıştırmak anlamında: birisinden hoşlanmak anlamında: Yeni antrenörümüze hemen ısınıverdik. ısınmak, motor için: Motor neden ısınıyor? sıcak durumu gelmek anlamında: Oda şimdi ısınıyor. to groan [groun]. to make a camel kneel [ni:l]. to hold one's breath while making an effort. to breathe heavily [bri:th]. to sob. to be overflowing. to be overcrowded [ouvikraudid]. to galop. to raid [reyd]. to become lukewarm [lu:kwo:m], to make lukewarm. to be middle of the reader [roudt]. to warm up. to become tepid. to make smth lukewarm. to make smth tepid. to be half-asleep, to smolder, to be far away. Away from the eyes, away from the heart. God forbid! to move away from [mu:v], to consider improbable [kinsidi], to regard smth as far away. to shake [seyk]. to be rocked [rokt]. to move. to shake. to heat [hi:t], to make smb gently take a liking to. to take a liking to [layking]. We took a liking to our new coach at once. to overheat [ouvihi:t]. Why is the engine overheating [encin]? to warm up. The room is warming up now. ısırılmak 382 Yakında havalar ısınır. üşümesini gidermek anlamında: içeri girip ısınınız. *kanı ısınmak (birisine) ısırılmak ' Öpülecek el ısırılmaz. ısırmak, dişleriyle: Isıracak it, dişini göstermez. Köpek sahibini ısırmaz. Ürüyen köpek ısırmaz. İt, iti ısırmaz. kumaş için kaşındırmak: aniden ısırmaya çalışmak: | birleşikler ve deyimler] dudağını ısırmak dudak ısırmak gözü ısırmak (birini) gülerken ısırmak parmak ısırmak yaka ısırmak ısırtmak Sizi gözüm ısırıyor. Bu adam gülerken ısırır. [ birleşikler ve deyimler | dudak ısırtmak parmak ısırtmak şeytana parmak ısırtmak ısıtılmak ısıtmak Temcit pilâvı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürüyorsun. *yerini ısıtmak ıskala yapmak ıskalamak ıskarta etmek iskonto etmek ıskonto yapmak ıslah etmek, iyileştirmek anlamında: yola getirmek anlamında: ıslah olmak Allah ıslah etsin! Bu insanlar ıslah olmaz. ıslahat yapmak ıslamak ıslanmak | birleşikler ve deyimler | ağzında bakla ıslanmamak Islanmışın yağmurdan korkusu olmaz. iliğine kadar ıslanmak O gece iliklerime kadar ıslanmıştım. sucuk gibi ıslanmak ıslatılmak to get warm. // will get warm soon. to warm oneself. Get in and warm yourself. to be drawn to. to be bitten [bitm]. One doesn't bite the hand that must be kissed. to bite [bayt]. Someone intending to harm will look friendly. A dog doesn't bite the hand that feeds it. Barking dogs seldom bite. Thieves have a code of honour among themselves. to irritate [iriteyt]. to snap at. to bite one's lip. to bite one's lip. to seem to know smb. / seem to know you. to be deceptive [diseptiv]. He's a very deceptive man. to be amazed [imeyzd], to express horror [hon]. to cause smb to get bitten. to astonish [istonisj. to amaze [lmeyz]. to outdo the devil himself, to be warmed [wo:md]. to warm up. (You're harping on the same string all the time.) to be unwilling to give up one's seat [si:t], to practice scales [skeylz]. to miss the ball. to discard [diska:d], to discount [diskaunt], to reduce the price [ridyu:s], to improve [impruiv]. to discipline [disiplin]. to change one's ways. May God mend his way! (These people are incorrigible [inkoricibil]). to make reforms. to wet. to get wet. to be unable to keep a secret [skkrit]. A suffering person is not afraid of more suffering. to be soaked to the skin [soukd]. I was soaked to the skin that night. to be wet through. to be made wet. ıslatmak 383 ıslatmak iyice ıslatmak: *altmı ıslatmak ıslıklamak Öğrenciler bakanı ıslıkladılar. ıslıklanmak Islıklanmaktan korkmam. ısmarlamak, sipariş etmek anlamında: Neden beş çift ısmarladı? yiyecek vs siparişini ödemek: Size bir içki işmarlayım, birine bir şey aldırtmak: Bu, kediye peynir ısmarlamak gibi bir şey. *Allaha ısmarladık. ısmarlanmak ısrar etmek Lütfen ısrar etmeyiniz. İstedikleri fiyata satmaya ısrar ediyorlar. Evde kalmasında ısrar ettik. Tanık ifadesinde ısrar etti. *düşüncesinde ısrar etmek *körü körüne ısrar etmek ıssızlaşmak ıstırap içinde olmak Annesini kaybetmenin ıstırabı içindedir. ışıklandırılmak ışıklandırmak ışılamak ışıldamak, parlamak anlamında: parıldamak anlamında: ışıldatmak ışımak ışınlamak ıttıla etmek ızgara yapmak to wet. to soak [souk]. to wet one's bed/lundercloth. to boo [bu:]. The students booed the Minister [bu:d]. to be hissed at [hist]. I'm not afraid of being hissed at. to order [odi]. Why did she order five pairs? to treat smb to. Let me buy you a drink. to have smb get smth. It's like entrusting a valuable thing to an untrustworthy person. Goodbye. to be ordered [o:did[. to insist on. Please do not insist. They insist on selling at any price they want. We insisted that she stay at home. to hold to. The witness held to his statement. to stand one's ground. to run against a stone wall. to get desolate [desileyt]. to be distressed [distrest]. She's distressed at the loss of her mother. to be illuminated [ilyu:mineytid]. to light up [layt], to gleam [gli:m]. to shine [§ayn]. to sparkle [sparkil]. to make smth glitter [gliti]. to radiate [reydieyt], to radiate. to get information [infi:mey§in]. to grill. i iade etmek geri çevirmek anlamında: Bunların çoğunu iade etmek zorundayız. Bu makina, jetonları neden iade ediyor? geri vermek anlamında: Biletleri iade etmeyi düşünüyoruz, geri göndermek: Lütfen gönderene iade ediniz, eski duruma getirmek üzere: Çocuğu annesine iade etmek zorundalar, para için: Parayı iade etmek istemiyorlar. suçlular için: iade edilmek, geri verilmek anlamında: eski duruma getirilmek: Tüm fabrikalar eski sahiplerine iade edilecektir. iaşe etmek ibadet etmek Yalnız sana ibadet ederiz. Çalışmak ibadet etmektir. ibaret olmak O, bir oda ve bir mutfaktan ibarettir. Bir boru ve bir kesici uçtan ibarettir, soyut şeyler için: Bütün iş sabırlı olmaktan ibarettir. Tarih tekerrürden ibarettir. Bütün bunlar yaldızdan ibaret. ibate etmek iblağ etmek, ulaştırmak anlamında: miktarını artırmak anlamında: ibra etmek ibraz etmek Bu poliçeler ibraz edildiğinde ödenir. ibret olmak Bu onlara ibret olsun. icabet etmek, razı olmak anlamında: kabul etmek anlamında: *davete icabet etmek to reject [ricekt]. We shall have to reject most of these. Why is this machine rejecting the tokens? to give back/send back. We're thinking of sending back the tickets. to return [rito:n]. Please return to sender. to restore [risto:]. They have to restore the child to his mother. to refund [rifand]. They don't want to refund the money. to extradite [ekstndayt]. to be given back. to be restored [ristoid]. All the factories will be restored to their former owners [fe:ktiriz]. to sustain [sisteyn]. to worship [wo:§ip]. You alone we worship. To work is to worship. to consist of [kinsist]. It consists of a room and a kitchen. It consists of a tube and a cutting edge. to consist in. // all consists in being patient [peysuit]. to be nothing but. (History is nothing but a repetition.) (All this is nothing but superficial gloss.) to house [haus]. to communicate to [kimyu:nikeyt], to raise [reyz]. to discharge [discax]. to present [prizent]. (These drafts are payable at sight.) to be a lesson to [lesin]. Let that be a lesson to them. to accede [e:ksi:d]. to accept [iksept]. to accept an invitation [invitey§tn]. icap etmek 386 icap etmek Parayı iade etmemiz icap ettiğini söyledi. Ne icap ediyorsa yapılacaktır. icat etmek, yeni bir şey yaratmak: uydurmak anlamında: *balla sarımsağı yemesini icat etmek icaz etmek icbar etmek icmal etmek icra etmek, bir işi yapmak anlamında: bir işi yerine getirmek: müzik eseri için: iç açıcı olmak iç içe olmak içeride olmak, borçlanmış olmak anlamında: zarar etmek anlamında: Birkaç milyar içerideyiz. içerlemek öfkelenmek anlamında: içermek Görevlerim neleri içeriyordu? , Kitaplığımız binlerce kitap içeriyor. Bu tasarı, asla kabul edemeyeceğimiz hükümler içeriyor. Bu, bir yığın prensip içerir. içi altüst olmak Ne yaptıklarını görünce içim altüst oldu. içi çiz etmek içi dışı bir olmak içi hop etmek içi pır pır etmek içi rahat etmek içi vık vık etmek içilmek içinde olmak I birleşikler ve deyimleri endişe içinde olmak hayaller içinde olmak hiddet içinde olmak ihtiyaç içinde olmak korku içinde olmak melankoli içinde olmak sefalet içinde olmak ter içinde olmak zaruret içinde olmak içine etmek İçilmez. Bu su içilebilir. Bu işin içinde iş var. to be necessary [nesisiri]. (He said we had to return the money.) Whatever is necessary will be done. to invent. to fabricate [fe:brikeyt]. to think of smth original but useless [rriciml]. to compress (for a writing.) to compel [kimpel]. to summarize [samirayz]. to perform. to carry out [ke:ri]. to execute [eksikyu:t]. to be cheering. to be one within the other. to be in debt [det]. to lose money [lu:z]. We have lost a few billions [bilymz]. to take to heart [ha:t]. to be angry [e:ngri]. to consist of [kmsist]. What did my duties consist of? to contain [kinteyn]. Our library contains thousands of books. to include [inklu:d]. This draft contains provisos that we can never accept [privayzouz]. This includes a multitude of principles. to be shocked [§okt]. / was shocked to see what they were doing. to be deeply affected [lfektid]. to be outspoken [autspoukin]. to get excited [iksaytid]. to be restless. to feel relieved [rili:vd], to feel restless. to be drunk [drank]. Not fit to drink. This water is fit to drink. to be included [inklu:did]. There's something behind it all. to be anxious [e:nk§is], to be in the clouds [klaudz], to fly into a rage [reyc], to be in great need. to be in fear [fi : ]. to be in the blues [blu:z]. to be in extreme poverty [poviti]. to be all in a sweat [swet]. to be in want. to make a complete mess of. içine...gelmek 387 içinc. gelmek İçime öyle geliyor ki burada istenmiyorum. İçime öyle geldi ki, gidip ona herşeyi anlatayım. içine dert olmak içirmek Bu berbat şeyi onlara içiremezsin. *ant içirmek içirtmek içkili olmak içlenmek, duygulanmak anlamında: kendine dert etmek: içler acısı olmak içli dışlı olmak içinden gelmek içmek, genel anlamda: emmek anlamında: çay vs için: içki için: Yeni idarenin başarısına içelim. sigara ve tütün için : 1 birleşikler ve deyimler] Su içene yılan bile dokunmaz. Bu, su içmek gibi bir şey. Tekkeyi bekleyen çorbayı içer. Sütten ağzı yanan ayranı üfleyerek içer. İçtikleri su ayrı gitmez. ant içmek Doğruyu söyleyeceğine ant içtin. çubuk içmek bir dikişte içmek içecek suyu olmak içki içmek Bu işi yapacağıma ant içtim. Sen yine içmişsin. ilaç içmek bir kadeh içmek kana kana içmek nargile içmek öldüresiye içmek pipo içmek sigara içmek Babam zincirleme iki paket sigara içerdi. şerefe içmek Gelinin şerefine içelim! tütün içmek üstüne bir bardak soğuk su içmek Bunun üstüne bir bardak su iç. yiyip içmek yudum yudum içmek zehir içmek to feel like. / feel as though I'm not wanted here. I felt like going and telling him everything. to be a thorn in one's side, to make smb drink. You can't make them drink this awful thing. to administer an oath to [outh]. to make smb drink, to be drunk [drank]. to be emotionally affected [lfektid]. to take smth to heart [ha:t]. to be heart rending, to be intimate [intimit]. to feel like doing smth. to drink. to absorb [ibso:b]. to have tea. to drink. Let's drink to the success of the new administration [ldministreysm]. to smoke [smouk]. You don't attack an enemy who is drinking. (It is as easy as can be.) (Everything comes to him that waits [weyts].) (Once bitten twice shy [tways].) They are very intimate friends [intimit]. to take an oath [outh]. You took the oath to tell the truth. to vow [vau], -\ / have vowed to do it. to smoke the long pipe [payp]. to drink in one draft. to be fated to go to a place [feytid]. to drink. You've been drinking again. to take medicine [medsin]. to have a glass, to drink one's fi l l . to smoke the water-pipe [wo:ti payp]. to drink oneself to death, to smoke a pipe, to smoke [smouk]. My father used to chain smoke two packs a day. to drink to. Let's drink to the bride! to smoke. to forget about getting smth back. (That is the last thing you'll see of it.) to eat and drink, to sip. to take poison [poyztn]. içten olmak 388 içten olmak Projeye içten olmayan destek verdiler. içtima etmek içtinap etmek idam etmek idame etmek idare etmek, , araba için: birini idare etmek: Lütfen onu idare ediniz. Herkesi nasıl idare edeceğini iyi biliyor. Çok yaşlıdır, onu idare etmek zorundayız. bir durumu...: Zor durumu çok güzel idare ettiler, çekip çevirmek anlamında: idare edebilecekseniz, haydi durmayınız. Krize rağmen durumu idare ettik. eldeki ile...: Eldekilerle idare edeceğiz. birinin, bir şeyin eksikliğiyle: Onsuz da idare edebiliriz. Bugün ekmeksiz idare edeceğiz. hoş görmek anlamında: fiyat için kurtarmak anlamında: İdare etmez. tutumlu kullanmak anlamında: Kaymağı idare ediniz. örtbas etmek anlamında: yeterli olmak anlamında: yönetmek anlamında: Kantin, dört kişi tarafından idare edilirdi. | birleşikler ve deyimleri ancak idare etmek kendini idare etmek Kendimi idare edebilirim. kıtı kıtına idare etmek idareimaslahat etmek iddia etmek, bir fikre karşı: Bunun hâlâ doğru olduğunu mu iddia ediyor? ileri sürmek anlamında: Çöl, bazılarının iddia ettiği kadar tehlikeli bir yer değil. kesin bir şekilde belirtmek: bir kanıt göstermeden: Demek parayı onun aldığını iddia ediyorsun. sözünde direnmek anlamında: taslamak anlamında: Demek bu konuda bir uzman olduğunuzu iddia ediyorsunuz, yalan yere...: Bu adamı tanımadığınızı iddia ediyorsunuz. * aksini iddia etmek to be heart-felt. (They paid lip service to the project.) to have a meeting, to refrain from [rifreyn]. to execute [eksikyutt], to sustain [sisteyn]. to drive [drayv]. to handle smb with tact [te:kt]. Please handle him with tact. to get around smb. She knows how to get around everyone very well. to handle smb with kid gloves [glavz]. She is very old and we have to handle her with kid gloves. to handle tactfully [te:ktfuli]. They have handled the situation very well. to manage [me:nic]. If you can manage it, well, go ahead. Despite the crisis we managed to get along. to make do with. We shall do with what we have. to do without. (We can always manage without him.) We shall have to do without bread today. to tolerate [tolireyt]. to pay. It just doesn't pay. to use sparingly. (Go easy with the cream.) to hush up [hasap]. to be enough [inafj. to administer. The canteen was run by four people. to keep body and soul together, to manage for oneself [me:nic], I can manage for myself. to scrape along [skreyp]. to get along somehow or other. to maintain [meynteyn]. Does he still maintain that it's right? to claim [kleym]. The desert is not as dangerous a place as some people claim. to assert [iso:t]. to allege [dec]. So you allege that he took the money. to insist. to profess [pnfes]. So you profess to be an expert on this subject. to pretend. You pretend you don't know this man. to assert the contrary [kontnri]. iddialı olmak 389 *hak iddia etmek iddialı olmak iddiasında olmak Daha iyisini yapabileceğim iddiasında değilim. iddiasız olmak idealize etmek idiş etmek/iğdiş etmek idman yapmak Yarış için gece gündüz idman yapıyor. Biraz daha fazla idman yapmalısınız. Bu idmanları ne zamandan beri 7? yapıyorsunuz/ Burada idman yapmak için iznim var. idman yaptırmak idrak etmek, anlamak anlamında: kavramak anlamında: erişmek anlamında: îfâ etmek, yerine getirmek anlamında: Herkesin görevini îfâ etmesi gerekiyor. Emirleri îfâ etmenizi beklerim, ödemek anlamında: ifade etmek, anlatmak anlamında: Her şey ifade ettiğim gibi cereyan etti. görüş ve düşünce için: Bakan da aynı görüşü ifade etmişti. Galiba duygularımı iyi ifade edemiyorum, anlam taşımak anlamında: Komşuna saygı, sana hiçbir şey ifade etmiyor mu? önem taşımak anlamında: simge olarak: Bu altı ok neyi ifade ediyor? ifade etmemek (bir şey) Bunlar, teminat olmadan bir şey ifade etmez. iflah etmek Allah iflah etsin! iflah olmak Bunlar iflah olmaz. iflas etmek Hazine iflas etmiş durumdadır. ifraz etmek, salgılamak anlamında: parsellere ayırmak: ifrit etmek ifrit olmak ifsat etmek ifşa etmek Her şeyi ifşa etmekle tehdit etti. iftar etmek to make claims on [kleymz]. to be pretentious [pritensis]. to pretend [pritend]. / don't pretend I can do better. to be unpretentious [anpriten§is]. to idealize [aydiyilayz]. to geld. to train [treyn]. He is training day and night for the race. to do exercise [eksisayz]. You should do some more exercises. For how long have you been doing these exercises? to practice [pre:ktis]. / have permission to practice here. to exercise [eksisayz]. to understand. to perceive [pisi:v]. to reach [ri:c], to fulfill. Everyone should fulfill their duty. to execute [eksikyu:t]. / expect you to execute the orders. to pay. to state [steyt]. Everything happened as I have stated. to express [ikspres]. The Minister has expressed also the same view. I guess I can't express my feelings well. to mean [mi:n]. Doesn't the respect of your neighbour mean anything to you? to be of significance [signifikins]. to represent [reprizent]. What do these six arrows represent? to be worthless. Without a proper guarantee, these are worthless. to improve [impru:v]. May God reform him! to get better. These people are incorrigible. to go bankrupt [benkrapt]. The treasury is bankrupt. to secrete [sikri:t], to parcel out [pa:sil]. to enrage [inreyc]. to go into a rage [reyc]. to coiTupt [ktrapt], to reveal [rivirl]. He threatened to reveal everything. to break one's fast. iftar etmek 390 iftihar etmek Okulumuzla iftihar ediyoruz. Bu, iftihar edilecek bir şey değil. Ülkelerinin geçmiş tarihi ile iftihar ediyor. Biz ürünümüzle iftihar ediyoruz. iftira etmek , onur kırıcı yayın için: ihtiva etmek iğdiş etmek iğfal etmek, kandırmak anlamında: baştan çıkarmak anlamında: iğne olmak iğne yapmak iğnelemek, iğne ile tutturmak: iğne batırmak anlamında: üzüntü verici söz söylemek: iğnelenmek, iğne ile tutturulmak: iğne batar gibi acı duymak: iğrenç olmak Bunu iğrenç buluyorum. ' Bu, büsbütün iğrenç. iğrendirmek iğrenmek ihale etmek ihanet etmek, hainlik etmek anlamında: Davaya asla ihanet etmem. Millet, kendisine ihanet edenleri affetmez, evlilikte aldatmak anlamında: ihata etmek, çevirmek anlamında: anlamak anlamında: ihbar etmek Çocuklar ana babalarını ihbar ederlerdi. Bizi ihbar eden, odur. ihdas etmek ihlal etmek, çiğnemek anlamında: Bu kanun insan haklarını ihlal ediyor, kanun için: Kanunları bu şekilde ihlal edemezsiniz. * sükuneti ihlâl etmek ihmal etmek Çocuklarını nasıl ihmal edebilir? işleri...: Derslerini neden ihmal ettin? ihmali olmak Bu işte ihmalin olursa tazminatı ödersin. to be proud of [praud]. We are proud of our school. This isn't something to be proud of. to take pride in [prayd]. They take pride in the past history of their country. We pride ourselves in our product. to defame [difeym]. to libel [laybil]. to contain [kinteyn], to geld. to deceive [disi:v]. to seduce [sidyu:s], to have an injection [inceksm]. to give smb an injection. to pin (down), to prick. to speak in sarcastic terms [sa:ke:stik]. to be pinned together [pind]. to have a pricking sensation [senseyfin]. to be repulsive [ripalsiv]. I find it repulsive. to be disgusting [disgasting]. This is altogether disgusting [odtigethi]. to disgust. to be disgusted (with), to adjudicate [tcu:dikeyt]. to betray [bitrey]. / shall never betray the cause [ko:z]. The nation doesn't forgive those who betray it. to be unfaithful [anfeythful]. to surround [siraund]. to comprehend, to inform on. Children informed upon their parents. He was the one who informed on us. to introduce [intndyu:s]. to infringe [infrinc]. This law infringes on human rights. to break [breyk]. You can't go on breaking the law like that. to break the peace [pi:s]. to neglect [niglekt]. How can she neglect her children? to let things slide [slayd]. Why did you let your studies slide? to be negligent [neglicint]. If you have been negligent in this, you will pay compensation [kompinseygin]. ihraç etmek 391 ihraç etmek, dışarı almak anlamında: yurt dışına satmak: ihsan etmek ihsas etmek ihtar etmek ihtilaflı olmak ihtilal yapmak ihtilât yapmak ihtimam etmek ihtiraslı olmak Servet ve şöhret için insan bu kadar ihtiraslı olamaz. ihtisas yapmak ihtiva etmek, İçinde bulundurmak anlamında: Şeker ihtiva etmez. kapsamak anlamında: ihtiyacı olmak İngilizceyi iyi bilen bir elemana ihtiyacımız var. Ne kadar ihtiyacın olacak? Düşünmek için zamana ihtiyacım var. Şiddetle onarıma ihtiyacı var. Bakarsın, ona ihtiyacın olur. Orada bunlara ihtiyacım olmayacak. Partimizin, dinamik bir tidere ihtiyacı var. Pantolonun, ütülenmeye ihtiyacı var. ihtiyacı olmamak Bizim, tavsiyelere ihtiyacımız yok. ihtiyaç olmak ihtiyaç içinde olmak ihtiyarlamak, yaşı ilerlemek anlamında: ihtiyar görünmek anlamında: ihtiyarlatmak Gece hayati onu erken ihtiyarlattı. ihtiyatlı olmak ihtiyatsızlık etmek ihya etmek, canlandırmak anlamında: diriltmek anlamında: mâmur bir duruma getirmek: mutluluk vermek anlamında: ihya olmak, daha iyi bir duruma gelmek: mutluluğa kavuşmak anlamında: mâmur bir duruma gelmek: îkâ etmek *cürüm îkâ etmek *zarar îkâ etmek ikâme etmek dava için: nöbetçi için: to expel. to export [ekspo:t]. to grant. to insinuate [insinyueyt], to warn [wo:n]. to be controversial [kontrivb§il]. to bring about a revolution [revilyu:§in]. to lead to complication [komplikey§m]. to take pain [peyn]. to be ambitious [e:mbi§ts]. One can't possibly be so ambitious of wealth and fame [feym], to major in [meyct]. to contain [ktnteyn]. It doesn't contain sugar [§ugi]. to comprise [kimprayz]. to need. We need someone with a good knowledge of English. How much are you going to need? I need some time to think. It badly needs repairing. Perhaps you may need it. I shan't need these over there. to be in need of. Our party is in need of a dynamic leader. Your trousers are in need of ironing. to have no use for [yu:s]. We have no use for advice [tdvays]. to be a necessity [nisesiti], to be in great need. to grow old. to age [eye], to age smb. Night life has aged him too soon. to be cautious [ko:§ts]. to act imprudently. to enliven [inlayvm]. to revive [rivayv]. to bring prosperity. to give smb great pleasure [plejt]. to be revitalized [rkvaytilayzd], to be given great pleasure. to become prosperous [prosptns]. to bring about. to commit a crime [kraym], to cause damage [de:mic], to bring an action against [e:k§m], to post a sentinel. ikamet etmek 392 kurmak anlamında: yerine koymak anlamında: ikamet etmek *ikamete memur olmak ikaz etmek Bunun hakkında sizi ikaz etmiştim. ikdam etmek, iki ayağı bir pabuçta olmak iki büklüm olmak Sancıdan iki büklüm oldu. iki etmemek (bir dediğini) Oğlunun bir dediğini iki etmiyor. iki kat olmak Zavallı kadın acıyla iki kat olmuştu. iki paralık etmek iki paralık olmak iki yüzlü olmak ikilemek, sayısını ikiye çıkarmak: tarlayı iki kez sürmek: ikileşmek ikişer olmak ikmal etmek, bitirmek anlamında: noksan olan bir şeyi: hizmet için: tamamlamak anlamında: gemi veya uçak için: ikna etmek Bizimle kalmaya ikna edemedim. Onu ikna edebildin mi bari? mantık yoluyla: Bu nedenlerle onu ikna etmek kolay olacak. Bu konuda bu adamı ikna etmek hemen hemen imkansız. Mümkünse, onu ikna etmeye çalışacağım. O kutuya 200 milyon vermeye beni ikna edemezsiniz. Salonu kullanmamız için onu ikna edebilirim. ikna olmak Ben hiç ikna olmadım, olan var mı? Sen ikna olmuş g'örünmüyorsun. Bunun doğru olduğuna dair ikna olmuş değilim. ikrah etmek ikram etmek, ağırlamak anlamında: sunmak anlamında: fiatta indirim için: ikrar etmek, kabul etmek anlamında: Sükut ikrardan gelir. to set up. to substitute [sabstityu:t]. to reside [rizayd]. to be banished to [be:nist]. to warn [wo:n]. I had warned you about this. to persevere [posivi:]. to be hustled [hastld]. to be bent double with age [dabil]. He doubled-up with pain [peyn]. not to refuse anything to. He never refuses anything to his son. to double up [dabil]. The poor woman was doubled up in pain. to discredit. to be discredited. to be double-faced [dabil feyst]. to make smth a pair [pe:]. to plow twice [tways]. to be doubled [dabild]. to fall in by twos [tu:z]. to finish. to make good. to service [so:vis]. to complete [kimpli:t]. to furnish with supplies [stplayz]. to persuade [ptsweyd]. I couldn't persuade him to stay with us. to convince [ktnvins]. Did you manage to convince him? to bring to reason [ri:ztn]. It will be easy to bring him to reason with these arguments [a:gyumtnts]. to reason with [ri:ztn]. It's almost impossible to reason with him on this subject [sabctkt]. I'll try to reason with him, If I can. to get smb to. You won't get me to pay 200 million liras for that box. I can get him to let us use the hall [ho:l]. to be convinced [kinvinst]. I'm not convinced at all, is anyone? You don't seem to be convinced. He is not convinced that it is right. to loathe [louth], to show honour [om]. to offer [oft]. to make a reduction in prices [praystz]. to acknowledge [e:knolic]. Silence means consent [ktnsent]. ikrar etmek 393 açıkça söylemek anlamında: ikraz etmek iktibas etmek, alıntılamak anlamında: ödünç almak anlamında: iktidarda olmak iktidarsız olmak iktifa etmek iktisap etmek, edinmek anlamında: kazanmak anlamında: iktisat etmek iktiza etmek *su iktiza etmek iktiza ettirmek iktizası olmak ilaçlamak, ilaç sürmek anlamında: mikroplara karsı: böceklere karşı: ilaçlanmak ilâhileşmek ilâhileştirmek ilâhlaşmak ilâm etmek ilân etmek, duyurmak anlamında: Düğün tarihini henüz ilân etmediler. bildirmek anlamında: Küçük partiler seçimlere katılmayacaklarını ilân ettiler. Grev kanunsuz ilân edildi. Uzun tartışmalardan sonra Amerikalıyı galip ilân ettiler. | birleşikler ve deyimleri harp ilân etmek O gün Almanya'ya savaş ilân etmişti. kral ilân etmek matem ilân etmek savaş ilân etmek Başbakanın savaş ilân etme yetkisi var mı? ilânı aşk etmek ilâve etmek ileri gelmek (-den) Bu, önceki siyasetten ileri geliyor. Hata dikkatsizlikten ileri gelmiştir. ileri olmak (saat için) ilerlemek, gelişmek anlamında: Hazırlıklar memnun edici şekilde ilerliyor. Bu işte çok yavaş ilerliyoruz. vakit için: Gün ilerledikçe durum kötüleşiyordu. to confess [kinfes]. to lend money. to quote [kwout]. to borrow [borou]. to be in power [pawt]. to be impotent, to be content [kintent]. to acquire [lkwayt]. to gain [geyn]. to economize [kkinimayz]. to be required [rikwayid]. to perform a total ablution [eblu:§tn]. to render necessary [nesisiri]. to be necessary. to apply medicine [medsin]. to disinfect [disinfekt]. to apply insecticide [insektisayd]. to be treated with [trktid]. to become deified [dkifayd]. to deify [dkifay]. to become a god (for). to notify officially [ifi§ili]. to announce [mauns]. They haven't announced the date of the wedding. to declare [dikle:]. The small parties have declared that they will boycott the elections [ileksmz]. The strike was declared illegal [ilkgil]. to proclaim [prikleym]. After a long debate they proclaimed the American as the winner [wim]. to declare war. That day it declared war on Germany. to proclaim king [prikleym]. to declare mourning [dikle:]. to declare war [wo:]. Has the P.M. the power to declare war? to declare one's love. to add [e:d]. to stem from. This stems from previous policies [prkvyis]. to result from [rizalt]. The mistake must have resulted from carelessness. to be fast. to progress [prougres]. The preparations are progressing satisfactorily. We are progressing at a snail's pace [peys]. to pass away. (As the day wore on the situation became worse.) ilerletmek 394 yol almak atılanımda: İlerlemek şöyle dursun, biz yerimizde sayıyoruz. Lütfen çok ihtiyatla ilerleyiniz. Hiç ilerlediğimizi sanmıyorum. saat için: saklayarak: vol açarak: I birleşikler ve deyimleri ağır ağır ilerlemek dev adımlarla ilerlemek düşe kalka ilerlemek Düşe kalka ilerliyoruz. ite kalka ilerlemek kademe kademe ilerlemek kıvrıla kıvrıla ilerlemek santim santim ilerlemek yavaş yavaş ilerlemek zar zor ilerlemek ilerletmek iletilmek iletmek Lütfen bunu öne iletir misiniz? Onlara emri lütfen iletir misiniz? Babanıza şükranlarımı iletiniz. Eşinize iyi dileklerimi iletiniz. Onlara selâmlarımı iletmeyi unutma. Çocuklarınıza selâmlarımı iletiniz. ilga etmek ilgilendirmek Bu, orada yaşayan herkesi ilgilendirir. Bir husus beni çok ilgilendiriyor. Senin prensiplerin bizi ilgilendirmez. Neden tutuşmadığı beni ilgilendirmez. Geç olsun, erken olsun; orası beni ilgilendirmez. Bu sizi ilgilendirmez. ilgilenmek, alakalanmak anlamında: Ben, bununla şahsen ilgilenirim. Bir tek kişi her şeyle ilgilenemez. merak duymak anlamında: Böyle şeylerle ilgilenmiyorlar. ilgilenmemek Projeyle hiç ilgilenmediler. ilgili olmak O, çocuklarıyla hiç ilgilenmez. Soru konumuzla ilgili değil. Lütfen konuyla ilgili sorular sorun. to advance [idva:ns]. Far from advancing, we're just marking time. to proceed [prouskd]. Please proceed very cautiously [ko:sisli]. to make headway. / don't think we're making any headway. to be fast. to feel one's way. to plough through [plau], to forge ahead [fox]. to make great strides [straydz]. to progress with great difficulty. (We are struggling along with difficulty.) to elbow one's way. to advance step by step. to worm one's way. to inch one's way. to gain ground [geyn]. to inch along. to make progress in [prougres]. to be transmitted, to pass on. Could you pass this on forward? Could you, please, pass the order to them? to convey [kinvey]. Please convey my thanks to your father. (Kind regards to your wife.) (Be sure to remember me to them.) (Give the children my warmest greetings.) to abolish [lbolisj. to concern [kinsö:n]. This concerns everyone living there. to interest. One point interests me most. Your principles do not interest us. I'm not interested in why it failed to ignite. (I don't care whether it is early or late.) (It's none of your business [biznis].) to see to. I'll see to it personally. to attend [itend]. A single person can't attend to everything. to be interested in. They are not interested in such things. to show no interest. They showed no interest in the project. not to care [ke:]. He couldn't care less about his children. to be relevant [relivmt]. The question is not relevant to our subject. to be pertinent. Please ask questions pertinent to the subject. ilginç olmak 395 Bu konuyla ilgili olan her şeyi bilmek istiyor. Bu davayla ilgili olduğunu sanmıyorum. Tanığın anlatacakları davayla ilgilidir. Bu, biraz da onun karakteriyle ilgili. Sakın bu seçimlerle ilgili olmasın? ilginç olmak ilgisi olmak Bu, buradaki görevlerimle ilgili değil. Garip bir yaklaşım, fakat ilginç. Bakanlıktan gelen cevap çok ilginçtir. Konuyla ilgisi olduğunu sanmıyorum. Durumumuzla bir ilgisi var mı? Bunun, bizimle ne ilgisi var? Paranın, bununla ilgisi var mı? Bütün bunların seçimlerle ilgisi olmalı. ilgisi olmamak Bunların, konumuzla ilgisi yok. Kaza ile hiçbir ilgim yok. Onun, bu işle hiçbir ilgisi yok. ilgisiz olmak, kayıtsız olmak anlamında: Sorunlara karşı nasıl bu kadar ilgisiz olabiliyorsun? alakasız olmak anlamında: ilhak etmek ilham etmek iliklemek iliklenmek ilikli olmak ilişiği olmak ilişik olmak (eklenmiş olmak) ilişilmek ilişkili olmak Bu, son salgın ile ilişkili olabilir. ilişkin olmak Bunlar 2. Dünya Savaşı'nda meydana gelen olaylarla ilişkindir. ilişkisi olmak, bağı olmak anlamında: Bu işlerle bir ilişkim olmasını istemiyorum, cinsel ilişki için: Sekreteriyle ilişkisi olduğunu söylüyorlar. ilişmek, değinmek anlamında: hafifçe dokunmak anlamında: hafifçe tutmak anlamında: karışmak anlamında: to be related to [rileytid]. He wants to know everything related to this matter. to be concerned with [kmso:nd]. / don't think it's concerned with this case. to deal with [did]. What the witness has to say deals with the case. to have to do with. It has something to do with his character. It wouldn't have anything to do with the elections, would it? It has nothing to do with my functions here. to be interesting. It is a strange approach but interesting. The answer from the ministry is interesting. to have a bearing on [beiring]. / don't think it has any bearing on the subject. Has it any bearing on our situation? to have to do with. What has that got to do with us? Has money got to do something with it? All this must have something to do with the elections [ilek§inz]. to be irrelevant. These are irrelevant to our subject. to have nothing to do with. / have nothing to do with the accident. This has nothing to do with him. to be indifferent. How can he be so indifferent to the problems? to be irrelevant. to annex [tneks]. to inspire smb to [inspayt]. to button up [battn]. to get buttoned. to be buttoned up. to be connected with [kmektid]. to be enclosed [inklouzd]. to be touched [tact]. to be related to [rileytid]. It may be related to the last epidemic. to be related to. These are related to events that took place during WWII. to be connected with [kmektid]. (7 don't want to be associated with these things.) to have an affair with [tfe:]. It is said he has an affair with his secretary. to raise a point [reyz]. to touch lightly [laytli], to hold on lightly, to interfere with [intifi:]. iliştirilmek 396 kenara bir müddet oturmak: rahat vermemek: takılmak anlamında: Yeni ceketim çiviye ilişti. *göze ilişmek *gözüne ilişmek iliştirilmek . iliştirmek ilka etmek ilkah etmek ilkeleşmek ilkeleştirmek ilkelleşmek ilkelleştirmek illet edinmek illet etmek illet olmak illeti olmak Pahalıdır, vardır bir hikmeti; ucuzdur, vardır bir illeti. ilmek, hah için: hafif bir düğümle bağlamak: hafifçe dokunmak: ilmeklemek ilmiklemek ilmiklenmek iltica etmek iltifat etmek, övgü anlamında: saygı anlamında: iltihak etmek ihtihaplanmak iltimas etmek iltiması olmak iltizam etmek, kayırmak anlamında: bir tarafı tutmak: gerektirmek anlamında: imâ etmek Muhakkak bizi imâ ediyordur. Sen neyi imâ etmek istiyorsun? Çalışmalardan memnun kaldığım imâ etti. Yalan söylediğini mi imâ ediyorsun? imal etmek Bu makina dakikada 500 parça imal eder. iman etmek imana gelmek, müslümanlığı kabul etmek: sonunda kabul etmek: imansız olmak, imansız olmak anlamında: insafsız anlamında: to sit uncomfortably on the edge [edc], to disturb [disto:b], to get caught [ko:t]. My new jacket got caught on a nail [neyl]. to catch one's eye. to catch sight of [sayt]. to be fastened lightly [fe:smd]. to attach [ite:c]. to put an idea into smb's head [aydiyi]. to fecundate [fi:kandeyt], to become a principle [prinsipil]. to adopt as a principle [idopt]. to turn primitive. to make smth primitive. to acquire a bad habit [ikwayt]. to irritate [iriteyt], to get irritated. to have a defect. There is a good reason why something is cheap. to knot [not]. to fasten loosely [lu:sli]. to touch lightly [tac], to tie loosely [tay]. to make a loop [lu:p]. to be tied in a loop [tayd]. to seek asylum in [tsaylim]. to compliment. to greet with kindness [kayndnis]. to join [coyn]. to become inflamed [infleymd]. to favour [feyvi], to have a powerful backer [baki]. to favour [feyvi]. to take the part of. to necessitate [nisesiteyt]. to allude to [ilu:d]. He is certainly alluding to us. to get at. What are you trying to get at? to imply [implay]. He implied that he was happy with the work. to insinuate [insinyueyt]. Are you insinuating that he is lying [laying]? to manufacture [me:nyufe:kci]. This machine turns out 500 pieces a minute. to have faith in God. to become a Muslim [mazlimj. to see reason [rkzin]. to be an unbeliever [anbilkvi]. to be cruel [kru;el]. imar etmek 397 imar etmek imdat etmek imgelemek imha etmek imkân dahilinde olmak imkân ve ihtimali olmamak imkânı olmamak Şu an böyle bir arabayı almaya imkânımız yok. İmkânı yok. imkânları olmak Barajı inşa etmek için imkânlarımız var. imkânsız olmak Bu imkânsız gibi. Böyle bir şeyi kabul etmemiz imkânsız. imkânsız kılmak Bu, gelmemizi imkânsız kıldı. imla etmek imlemek imrendirmek imrenilmek imrenmek, /;;'/" kişiye benzeme isteği: Ona imreniyorum. O herkesin imrendiği bir kişi. yemek yeme isteği için: bir şeyi edinmek isteği için: imsak etmek imtihan etmek imtihan olmak imtina etmek imtiyazlı olmak imtizaç etmek imza etmek imzalamak Osmanlı Devleti, koşulları ağır bir ateşkes imzalamıştı. Yarın ilk iş olarak onları imzalayacak, defter için: İlk önce defteri imzalamamız gerek, çıkış için: imzalanmak Sözleşme imzalanmak üzeredir. imzalatmak inadına yapmak birinin inadına: inancı olmak, güvenmek anlamında: iman etmek anlamında: *Benim boş inançlarım yok. inandırıcı olmak inandırmak Onları inandırmak çok zor olacak. to develop. to come to smb's help, to imagine [imexin], to destroy. to be within the bounds of possibility. to be utterly impossible [atili]. to be unable to afford [ifo:d]. We can't afford such a car at the moment. (It's not possible.) to have the means [mi:nz]. We have got the means to build the dam. to be impossible. This is next to impossible. to be out of the question [kwescin]. It's out of the question for us to accept such a thing [iksept]. to make it impossible. It made it impossible for us to come. to dictate [dikteyt]. to imply. to excite smb's appetite [epidayt], to be coveted [kavitid], to envy [envi], / envy him. He is the envy of all. to feel an appetite for. to long for. to abstain (from) [lbsteyn], to examine [igze:min]. to sit for an examination [igze:miney§m]. to refrain from [rifreyn]. to be privileged [privilicd]. to get on well together. to sign [sayn]. to sign. The Ottoman Government had signed an armistice under severe conditions. He'll sign them first thing tomorrow. to sign the register. We have to sign the register first. to sign off. to be signed [saynd]. The agreement is about to be signed. to have smth signed. to do smth out of spite [spayt]. to do smth just to spite smb. to have confidence [konfidins], to have faith [feyth]. (I'm not superstitious [syu:pistisis].j to be convincing. to convince [konvins]. It's going to be hard to convince them. inandırılmak 398 Suçsuz olduğuna dair ilk önce jüriyi inandırmaksın. Allah seni inandırsın! inandırılmak inanılmak Bu, inanılması güç bir şey. , İnanılır gibi değil. Bu, inanılmaz bir şey. Birinin orada yaşamak isteyeceği, inanılır şey değil. inanmak İşin inanılmaz tarafı, maçı kaybettiler. Buna inanacak kadar aptal mı bunlar? Onun masum olduğuna inanmıyorum. Böyle bir şeyin olacağına inanmıyorum. Gel de buna inan! Ben ona inanıyorum. İnanır mısınız, kendisi bile cevabı bilmiyor! güvenmek anlamında: Bana inanın, durum göründüğü gibi değil. | birleşikler ve deyimler] İnsanın inanası gelmiyor. İster inan, ister inanma. Buna inanmak için kırk şahit lâzım. İnsanın sesinden ziyade gözüne inan. Allah'a inanmak birisine inanmak Sizlere daima inanmışımdır. birinin sözüne inanmak Onun sözüne nasıl inanabiliyorsun? birine inanmak Bana inanınız. boş şeylere inanmak *Benim boş inançlarım yok. sözüne inanmak Sözüme inanın. Onun sözüne inanmak zorundayız. Tanrı' ya inanmak O Tanrı'ya inanmaz. inanmamak Ona inanmamak için bir sebep yok. Sakın inanma! Söylediklerinin hiçbirine inanmıyor. I birleşikler ve deyimler] doğduğuna inanıp, öldüğüne inanmamak gözlerine inanamamak kulaklarına inanamamak Kulaklarıma inanamadım. Rüyamda görsem, inanmam. Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış. inat etmek inadım inat. First, you should convince the jury of your innocence [imsms]. Believe me! to be convinced, to believe. This is something I find difficult to believe. (It's hardly credible.) (It's too good to be true.) That anyone would want to live there is unbelievable. Incredibly, they lost the match. to believe. Are they so stupid as to believe this? I believe him to be innocent [imsint]. / don't believe such a thing is possible. How could one believe it? I believe him. Would you believe it, he himself didn't know the answer! to trust [trast]. Trust me, the situation isn't wliat it seems to be. This is hardly credible [kredibil]. Believe it or not. One can hardly believe this. Believe a man's eyes more than his words. to trust in God. to have faith in [feyth]. I've always had faith in you. to take smb at his word. How can you take him at his word? to take one's word. Take my word for it. to be superstitious [syu:posti§is]. I'm not superstitious. to take one's word. Take my word for it. We'll have to take his word for it. to believe in God. He doesn't believe in God. to disbelieve. There is no reason to disbelieve him. not to believe. Don't you believe it! He doesn't believe anything you say. to look on the bright side of things. not to believe one's eyes. to be unable to believe one's ears. / couldn't believe my ears. I wouldn't believe it even in my dream. If a liar cries wolf nobody will believe him. to be obstinate [obstinit]. / could be very stubborn. inatçı olmak 399 inatçı olmak Sen katırdan daha da inatçısın. İnatçı mı, inatçı. inatçılık etmek inatçılık ediyorsun. inatlaşmak inayet etmek ince olmak *boynu kıldan ince olmak incelemek ilk önce dilekçeleri inceleyelim. Bir tek numune incelemek yeter mi? Dosyadaki raporları uzunca inceledim. Bu hadiseyi ne zamandan beri inceliyorsun? Birçok dosyayı incelemem gerekecek. Komisyon, faaliyetlerini inceleyecektir. Şu anda teklifler inceleniyor. Rapor, esaslı bir şekilde incelendi. Konu parlamentoda incelenecek. Konu ne zaman incelenecek? incelenmek Arabadaki kan lekeleri incelenmiş mi? muhasebe için: Hesaplar iki yıldan beri incelenmemiş. inceletmek incelmek, Onu doktora inceleteceğim. boya için: incelik kazanmak anlamında: zayıflamak anlamında: inceltmek, akışkanlık kazanmak anlamında: incelik kazanmak anlamında: zayıflama anlamında: incinmek, yaralanma sonucu: gücenmek anlamında: incinmiş olmaktan, çok korkmuştum. Çok incindim. adale incinmesi için: incitici olmak incitmek, gücendirmek anlamında: Davranışları halkın duygularını incitmeye başladı. Makalede bakanı incitecek bir şey yoktu. yaralamak anlamında: Karıncayı bile incitmezdi. to be stubborn [stabm]. You're more stubborn than a mule [myu:l]. She's stubborn beyond words. to act stubbornly. You're being stubborn. to behave stubbornly towards each other. to do a favour [feyvi]. to be thin. to be ready to comply with any decision. to examine [igze:min]. Let's examine first the applications. Is it enough to examine a single sample? to study. I've studied at length the reports in the file. How long have you been studying this case? to go through [thru]. I'll have to go through a lot of files [faylz]. to investigate. The committee will investigate their activities. to be studied [stadid]. The offers are being studied at the moment. The report was studied exhaustively. to be looked into. The matter will be looked into in Parliament. When will the matter be looked into? to be examined. Have the blood stains in the car been examined? to be audited [oditid]. The accounts have not been audited for two years. to have smth examined [igze:mind]. I'll have the doctor examine it. to be thinned [thind]. to become refined [rifaynd]. to lose weight [weyt]. to thin. to refine. to make slender. to be hurt [ho:t]. to be offended, to be hurt. / was more frightened than hurt. I feel deeply hurt. to be strained [streynd]. to be offensive [lfensiv]. to offend [ifend]. Her attitude has started to offend the sensitivity of the people. There was nothing in the article to offend the Minister. to hurt. He wouldn't hurt even an ant. indifa etmek 400 adale için: Kubilay yine kasını incitti. indifa etmek indirgemek Raporu üçte bire indirgemeye çalış. indirilmek, azaltmak anlamında: aşağıya alınmak anlamında: Bayraklar, gönderin yarısına indirilmişti. indirim yapmak indirmek, aşağıya taşımak anlamında: Bavulumu aşağıya kendim indiririm, azaltmak anlamında: Davetli listesini yüze indirmeliyiz. bayrak için: Bayrak neden yarıya indirildi? derece için: fiyat için: Fiyatı indirmeye yanaşmıyorlar. Fiyattan bir şeyler indiremez misiniz? kol için: Kolu indirerek makineyi durdurabilirsin. masraf için: . taşıttan bir kişiyi bir yerde: Beni köşede indirebilir misiniz? taşıttan bir şeyi bir yerde: vitrin vs. gibi kırmak: yağmur için: Yağmur indirince içeriye kaçtık. yüksek bir yerden: I birleşikler ve deyimleri asgariye indirmek Yangın tehlikesini asgariye indirecektir. aşağıya indirmek bayrağı indirmek bayrağı yarıya indirmek Bayrakları yarıya indirmek kimin fikriydi? camı çerçeveyi indirmek cebine indirmek darbe indirmek Muhalefete korkunç bir darbe indirdi. denize indirmek fiyatı indirmek gardım indirmek gemi indirmek gövdeye indirmek hatim indirmek kepenkleri indirmek kızaktan indirmek maskesini indirmek perdeyi indirmek to strain [streyn]. Kubilay has again strained a muscle [masıl]. to erupt [irapt]. to reduce [ridyu:s]. Try to reduce the report to one-third. to be reduced [ridyu:st]. to be lowered. (The flags were hung at half-mast.) to make a discount [diskaunt], to carry down. I'll carry my suitcase down myself. to reduce [ridyu:s]. We must reduce the guest list to a hundred. to lower. (Why is the flag flying at half-mast?) to scale down [skeyl]. to reduce, to cut. They won't reduce the price. Couldn't you cut something from the price? to lower. You can stop the machine by lowering the handle [hemdil]. to cut down, to drop. Could you drop me at the corner? to unload. to pull down. to pour down [po:]. When it poured down we scurried inside. to take down. to minimize [minimayz]. It will minimize the risk of fire. to take down. to lower the flag. to fly the flag at half-mast. Whose idea was it to fly the flags at half-mast? to go berserk [bö:sö:k]. to pocket. to deal a blow. He dealt the opposition a terrible blow. to launch [lo:nç]. to reduce the price [ridyu:s], to let one's guard down [ga:d]. to launch a ship [lo:nç]. to gulp down [galp]. to complete reading the Koran from beginning to end. to close up shop [klouz]. to launch a ship [lo:nç]. to unmask [anmask]. to drop the curtain [kö:tin]. indirtmek 401 rütbesini indirmek suratına indirmek tahttan indirmek Mazlumun ahi, indirir şahı. Ertesi yıl tahttan indirildi. trenden indirmek yelkenleri suya indirmek yere indirmek indirtmek indüklemek ineklemek infaz etmek infial etmek infilâk etmek Zırhlı araç tam isabet alıp, infilâk etti. Bomba, kızın elinde infilâk etti. inhiraf etmek inhisar etmek inildemek inildetmek inilmek Buradan inilmez. Onun ipiyle kuyuya inilmez. Çürük iple kuyuya inilmez. otobüsten: Buradan binilir, oradan inilir. inkâr etmek Allahı inkâr ediyor. Parayı aldıklarını inkâr ettiler. inkârdan gelmek inkişaf etmek inlemek, üzüntü belirten: gür ses çıkarmak anlamında: *-in altında inlemek *inim inim inlemek inletmek, eziyet çektirmek anlamında: ses bakımından: *çın çın inletmek inmek, yukarıdan aşağıya doğru: bir yerden: çıkmak karşılığı: Konuşmacı kürsüden inmek zorunda kaldı, attan...: arabadan...: fiyatlar için: Hisse fiyatları neden sürekli iniyor? otele...: otobüsten: Nerede ineceğinizi sorun. to demote [dimo:t]. to give smb a sock in the face. to dethrone. All oppressors sooner or later will be brought to account [lkaunt]. The following year he was dethroned. to detrain [dktreyn]. to humble oneself [hambil]. to put down. to have smth reduced [ridyu:st]. to induce [indyu:s], to swet. to carry out. to be indignant [indigmnt]. to explode [iksploud]. The armoured car got a direct hit and exploded. to blow up. The bomb blew up in the girl's hand. to deviate [dkvyeyt]. to limit. to moan [moun]. to make smb moan, to go down. You can't go down from here. You can't rely on him. Do not undertake anything with an unreliable person. to get off. You get on from here and get off from there. to deny. He denies the existence of God. They denied having taken the money. to deny [dinay]. to develop. to moan [moun]. to resound [rizaund]. to smart under, to groan and lament. to oppress [lpres]. to make (a place) ring. to make (a place) resound with [rizaund]. to go down, to get down, to come down. The speaker had to step down from the chair. to dismount [dismaunt]. to get out. to fall [fo:l]. Why are share prices continuously falling? to put up. to get off. Ask where to get off. insaf etmek 402 sarkmak anlamında: sayı veya miktarı cin: sis vs. için: sular için: taşıttan...: tren vs.den: tekerlek için: uçak için: \ol için: | birleşikler ve deyimleri Adı çıktı dokuza, inmez sekize. İğreti ata binen, tez iner. *aşağı inmek ayaklarına karasu inmek Ayaklarıma kara su indi. detaylara inmek derine inmek dibine inmek gökten zembille inmek Bu adam gökten zembille mi indi? gözüne karasu inmek halka inmek inme inmek kıyıya inmek köküne inmek Şu sorunun köküne inmeniz gerek. otele inmek pahadan inmek paraşütle inmek perde inmek şehre inmek yere inmek yüreğine inmek Şehre iniyor musunuz? Az daha yüreğime iniyordu. insaf etmek insafa gelmek tutumundan vazgeçmek: inşa edilmek Bu parayla yüzlerce okul inşa edilebilir. inşa etmek Burada bir baraj inşa edemezler. inşa ettirmek Köprüyü kime inşa ettireceksiniz? inşad etmek intibak etmek intifa etmek intihar etmek intikal etmek, bir yerden bir yere: miras kalmak anlamında: Bütün serveti karısına intikal etti. kavramak anlamında: to hang down. to decrease [dikri:s]. to settle [setil]. to recede [riskd]. to get off. to get off. to deflate [difleyt]. to land. to go down. (He rides upon his reputation.) You can't enjoy for long the use of a borrowed thing. to cornc down. to be kept waiting for a long time. I've been kept standing for so long. to go into details [diteylz]. to probe [proub]. to be nearly used up. to be the only pebble on the beach. What's so special about that man? to get glaucoma [glo:koumi]. to be in harmony with the level of the people. to have a stroke [strouk], to go ashore [iso:]. to get to the root [ru:t]. You must get to the root of that problem. to check in. to fall in price prays]. to parachute [pe:n§u:t], to have cataract [ke:tire:kt], to go down-town. Are you going down-town? to land. to be struck with great fear [fi : ]. (/ nearly died of fear.) to be fair [fe:]. to show mercy [mo:si]. to come to reason [ri:zin]. to be built [bill]. Hundreds of schools can be built with the money. to construct [kinstrakt]. They can't construct a dam here. to have smth built [bilt]. Who will you get to build the bridge? to recite [risayt]. to adapt oneself [ide:pt], to benefit from. to commit suicide [syu:sayd]. to transfer [tre:nsfo:]. to pass to. All his wealth passed to his wife. to perceive [pisi:v]. intisap etmek 403 intisap etmek, girmek anlamında: katılmak anlamında: intişar etmek intizamlı olmak ipe sapa gelmemek ipi sapı olmamak iplik iplik olmak ipliklenmek ipnotize etmek ipotek etmek ipotekli olmak iptal edilmek iptal etmek Sis nedeniyle bütün uçuşlar iptal edildi. Toplantıyı iptal edelim. üstüne çizgi çizerek: iptal olmak Anladığıma göre toplantı iptal olmuş. iradeli olmak iradesiz olmak irca etmek, döndürmek anlamında: daha kısa bir hiçime sokmak: irdelemek, araştırmak anlamında: incelemek anlamında: bütün yönlerini incelemek: irileşmek irinlenmek irkilmek, şaşırıp duraklamak anlamında: ürkerek geri çekilmek: şiş için: su birikintisi için: irkiltmek irkmek irsal etmek irşad etmek irtikâp etmek, dolandırmak anlamında: rüşvet almak anlamında: suç işlemek anlamında: isabet etmek, hedef için: mecazi anlamda hedef: kura için: şans oyunlarında çıkmak: tahmin ve düşünce için: yapılan bir iş için: isabet olmak isabetli olmak isabet oldu. isabet! Çok isabetli oldu. to enter. to join [coyn]. to be spread [spred], to be tidy [taydi]. to be incoherent [inkouhinnt]. to be irrelevent. to be frayed [freyd]. to become threadbare [thredbe:]. to hypnotize [hipmtayz]. to mortgage [mogic]. to be mortgaged [mogicd]. to be cancelled [ke:nsild]. All flights have been cancelled because of the mist. to call off. Let's call the meeting off. to cross off. to be off. It appears the meeting is off. to be resolute [rezilud]. to be irresolute. to return [rito:n]. to reduce [ridyu:s]. to study [stadi], to examine [igze:min]. to scrutinize [skru:tinayz], to become large. to suppurate [sapyureyt]. to be startled [stadild], to recoil [ri:koyl]. to become inflamed [infleymd]. to collect [kilekt]. to startle. to collect. to dispatch. to guide [gayd]. to embezzle [imbezil]. to take a bribe [brayb]. to commit (a crime) [kraym]. to hit the mark. to hit the bull's eye [a:y], to fall to one. to fall to. to guess rightly [raytli]. to do the right thing, to be a good thing. It was a good thing. So much the better! to be timely [taymli]. // was quite timely. ishal olmak 404 yerinde anlamında: ishal olmak isilik olmak isim yapmak *ismi var, cismi yok. isimlendirmek iskân etmek , iskandil etmek, derinliği ölçmek: bilgi toplamak anlamında: araştırmak anlamında: iskat etmek (mirastan) iskonto yapmak İslâmlaşmak İslâmlaştırmak İslemek, ise tutup karartmak: gıda ve balık için: az yakmak anlamında: islenmek isnat etmek ispat etmek *aksini ispat etmek *rüştünü ispat etmek ispatlamak, ı kanıtlamak anlamında: tanıtlamak anlamında: ispiyonlamak israf etmek istekli olmak Pek istekli görünmüyorlar. Bu şartlar altında kimse antrenman yapmaya istekli olamaz. Bir yabancı dil öğrenmeye çok istekli. Bu çocuklar, futbol yıldızı olmaya çok istekli. isteksiz olmak istemek, (ayrıca bak istememek) arzulamak anlamında: Bu, tam istediğim şey. Bu, isteyip istemediğine bağlıdır. Bunların istedikleri mümkün değil. İsterseniz, davetiyeleri yazmakla başlayın. Daima bir doktor olmak istemişimdir. Tam istediğimiz gibi oldu. istediğimi elde ettim. Onun gelmesini kim istedi? İstemesine istiyorum da, ancak... İstemez! İsterseniz. İsterseniz, kalırım. Denemek ister misiniz? to be to the purpose [pô:pis]. to have diarrhoea [diyariryi], to have heat rash. to make a name for oneself. to be known by name only. to name. to settle. to sound [saund]. to probe [proub]. to investigate [investigeyt]. to disinherit. to discount [diskaunt]. to become Muslim [mazhm]. to convert smb to Islam [izla:m]. to blacken with soot [su:t]. to smoke [smouk]. to burn slightly [slaytli]. to become black with soot [su:t]. to impute [impyu:t]. to prove [pru:v]. to prove the contrary [kontnri], to come of age [eye]. to prove. to demonstrate [deminstreyt]. to squeal on [skwkl]. to squander [skwondi]. to be willing. They don't seem to be too willing. No one will be willing to train under such conditions [kindismz]. to be eager [i:gi]. She's very eager to learn a foreign language. to be keen [ki:n]. These kids are keen to become football stars. to be reluctant [rilaktint]. to want. That's just the thing I want. It depends on whether you want it or not. What these people want is not possible. You might begin by writing the invitations. I've always wanted to be a doctor. It's just as we wanted it to be. I got what I wanted. Who wanted him to come? I do want, but... I don't want any! to like. If you like. I'll stay, if you like. Would you like to try it? istemek 405 Nasıl isterseniz. Bir şeyi açıkça belirtmek isterim. İsterseniz, biz size geliriz. Neticeyi görmek ister misiniz? ilgilenmek anlamında: Belki de bilmek istersiniz. nıaksad olarak: Bunlar ne istiyorlar? Tam olarak neyi belirtmek istiyorlar? dileğinde bulunmak: Benden onlara yardım etmemi mi istiyorsun? Yeter ki istesinler. gerek olmak anlamında: Bağ dua değil, çapa ister. Başarmak için inanç ve disiplin ister. Yem istemez, su istemez. Bu makina tamir istiyor. Kalsın, istemez. Bundan daha fazlasını bilmek isteriz. Siyaset sabır ister. bir şeyi birisinden...: Böyle bir şeyi ne yüzle isteyebilir? Ne yüzle bizden yardım istiyorlar? Ondan paranın iadesini isteyeceğim. Ben para falan istemedim. Belgeleri isteyecek diye ödüm koptu. Bir taksi istiyor. Bir doktor istiyor, bir şey yapmayı çok istemek: yerinme olarak: Bir yabancı dil bilmeyi isterdim. Herkese yardım edebilmek isterdim. Gelmenizi ne kadar isterdik! ücret, fiyat vs. için: Ne kadar istiyor? 200 dolara kadar isteyebilir. birleşikler ve deyimleri Allah isterse! Sen adam oluncaya kadar dokuz fırın ekmek ister. As you like. I'd like to make on thing clear. We can go to your place, if you wish. to care. Would you care to see the result? You might be interested to know. What are they after? What do they exactly mean? to ask. Are you asking me not to help them? They only have to ask. to require [rikwayi]. A vineyard requires not prayers but hard work Success requires belief and discipline. It requires almost nothing to keep. to need. This machine needs repairing [misi:n]. There is no need. We need to know more than that. to call for. Politics calls for patience [peysms], to ask for. How dare he ask for such a thing? How have they the face to ask us for help? I shall ask him for the return of the money. I didn't ask for money or anything like that. I was afraid he would ask for the documents. (He's calling for a taxi.) She is asking for a doctor. to be anxious to do smth. to wish. / wish I knew a foreign language [fo:rin]. / wish I could help everyone. How we wish you could come! to charge [fax]. How much is he charging? to ask. He can ask up to 200 dollars. God willing. It'll take nine loads of bakeries to make a man out of you [beykiriz]. It's not worth the trouble at all. Have it your way! Don't talk back! Do as you please [pli:z]. Whether you like it or not. Believe it or not. Take it or leave it. We have to put it off, like it or not. To tell you the truth, I never thought of it. Ne balını isterim, ne de belasını. Nasıl istersen! Karşılık istemez! Nasıl istersen öyle yap. İstesen de istemesen de. İster inan, ister inanma. İster al, ister alma. Bu iş ister istemez yarına kalacak. Doğrusunu istersen, bunu hiç düşünmedim. istemek (anasının nikâhını) 406 Yüz verirsen astarını da ister. Yüz bulunca astar ister. Ayağına kira mı istiyorsun? anasının nikâhını istemek canı istemek Canın isterse! Canım hiç bir şey yemek istemiyor. cesaret istemek, bir şey yapmak için Bunu söylemek bile cesaret ister. çok istemek (bir şey yapmayı) Bir yabancı dil öğrenmeyi çok istiyor. demek istemek Sen tam olarak ne demek istiyorsun? Bu adam ne demek istiyor? diyet istemek fiyat istemek Tamirat için ne kadar istiyorlar? geri istemek hayır istemek Allah'tan hayır iste, hayır bulasın. ısrarla istemek imdat istemek izin istemek (veda için) kana kan istemek keyfi istemek kız istemek Bugün kız istemeye gidiyoruz. merhametini istemek mühlet istemek Muhalefet, mühlet istiyor. müjdesini istemek para istemek Buna ne kadar para istiyor? Tercüme için ne istiyor? yapmak istemek Ne yapmak istediğini anlayamadım. yardım istemek yürek istemek, bir şey yapmak için Böyle bir şey yapabilmek yürek ister. zam istemek zaman istemek Bu, çok zaman ister. istememek Gitmek istememesinin sebebi bu mu? Sizi görmek istemeyebilir. Satmak istemediğimden değil, satamadım. Kabalık etmek istemedim. Sizi kızdırmak istemedim. bir şeyin olmasını: Sizin gibi bir oyuncuyu kaybetmek istemem. Böyle bir fırsatı kaçırmayı istemem. Give him an inch, he'll take a yard. Give him a piece of cloth and he'll ask for the lining [layning]. Why don't you come? to ask an exorbitant price [igzo:bitint], to feel like doing smth. As you will! I don't feel like eating anything. to take. // takes courage to say even that. to be anxious to do smth [e:nksis]. He is anxious to learn a foreign language. to mean [mi:n]. What do you mean exactly [igze:ktli]? to drive at. What is he driving at [drayving]? to demand retaliation [ritedyesm]. to charge [ca:c]. How much do they charge for the repair? to demand back. to wish well. Wish well, be well. to urge [6:c], to call for help. to beg to leave. to seek revenge [rivenc]. to do as one pleases [pli.ziz]., to ask a girl's hand in marriage [me:ric]. We're asking a girl in marriage from her family. to appeal for mercy [ipi:l], to ask for delay [diley]. The opposition is asking for a delay. to ask for a gift for bringing good news. to ask (for). What is he asking for it? What is he charging for the translation? to drive at. / can't make out what he's driving at. to appeal for help [ipi:l]. to take. It takes some courage to do such a thing. to ask for a rise [rayz]. to require time [rikwayi]. It will require a lot of time. not to want. Is that why he doesn't want to go? He may not want to see you. It's not that I didn't want to sell it, I just couldn't. not to mean. I didn't mean to be rude. I didn't mean to make you angry. to hate to. I'd hate to lose a player like you. I'd hate to miss such an opportunity. istenilmek 407 [ birleşikler ve deyimler | Görünen köy kılavuz istemez. İstemez. Doğru söz yemin istemez. Sağlam baş yastık istemez. İstemeye istemeye yapacaksan, kalsın. Misafir misafiri istemez, ev sahibi ikisini de. cam istememek istenilmek Canım hiçbir şey yemek istemiyor. Canını kimseyi görmek istemiyor. Sizden sessiz durmanız isteniyor. Polisten, basını susturması istenemez. Sizden, şahitlik yapmanız istenecektir. istetmek istiap etmek istidadı olmak Bu çocukta büyük bir futbolcu olma istidadı var. istidatlı olmak istidlal etmek istif etmek, yerleştirmek anlamında: stok etmek anlamında: Bizi sardalya gibi istif ettiler. istifa etmek Zeman istifa mı etti, yoksa istifa ettirildi mi? istifade etmek *birinin zaafından istifade etmek *fırsattan istifade etmek Bu fırsattan âzami derecede istifade edin. Tenzilâtlı satışlardan istifade etmeliyiz. istifçilik etmek istifham etmek istiflemek istiflenmek istifrağ etmek istiğfar etmek istihdam etmek istihkak etmek, hakkı olmak anlamında: para için: istihlâk etmek istihsal etmek istihza etmek istikrah etmek istikrarlı olmak istikrarsız olmak istilâ edilmek Bu bina fareler tarafından istila edilmiş. Tarlalar çekirgeler tarafından istila edildi. A village in sight requires no guide [gayd]. It's not necessary [nesisrri]. He who tells the truth need not swear [swe:]. A healthy head needs no pillow [pilou]. If you're going to do it reluctantly, leave it. A guest would rather not put up with another guest and the host with either. not to feel like doing anything. I don't feel like eating anything. to be in no mood [mu:d]. I'm in no mood to see anyone. to be asked to. You're asked to keep silent [saylint]. The police cannot be asked to silence the press. to be called upon to. You'll be called upon to give evidence. to send for smb. to hold. to have the talent. (That boy has the making of a great football player.) to be gifted. to deduce [didyu:s]. to stack [ste:k], to stow. They packed us together like sardines. to resign [rizayn]. Did Zeman resign or was he made to resign? to benefit by/from. to play upon one's fears [fi:z]. to take advantage of an opportunity. (Make the most of this opportunity.) We should take advantage of the sales. to hoard up [ho:dap]. to interrogate [intengeyt]. to stow. to be stacked [ste:kt]. to vomit. to ask God's forgiveness, to employ. to have a right to. to be due [dyu:]. to consume [kinsyu:m]. to produce [prodyu:s]. to ridicule [ridikyud]. to loathe [louth]. to be steady [ste:di]. to be unstable [ansteybil]. to be infested. This building is infested with rats. The fields were scourged with locusts fskoxd]. istilâ etmek 408 istilâ etmek, ülke vs. için: sular için: fare vs. için: Fareler bodrum katını istila etmiş. istimal etmek istimlâk etmek istinat etmek,' dayanma anlamında: güvenme anlamında: yaslanma anlamında: istinkâf etmek istintaç etmek istirahat etmek istirdat etmek istirham etmek Kararı yeniden gözden geçirmenizi istirham ederim. istismar etmek istisna etmek istisna olmak O bir istisnaydı. istisna yapmak istişare etmek istop etmek isyan etmek isyankâr olmak iş olmak,' | birleşikler ve deyimler] İş ola! İş olsun diye. Bunlarda iş yok. Bu kalecide iş var. Bunda bir iş var. İşin içinde iş var. asıl işe gelmek elinden iş gelmek iş yapmak, çalışmak anlamında: Bu sabah hiç iş yapmadılar, bir şeyin ticareti olarak: birisiyle...: Bu insanlarla bir daha iş yapmam. Seninle bir daha iş yaparsam, iki olsun! Bu firmayla iş yapmak mümkün değil. | birleşikler ve deyimleri işi yarım yamalak yapmak lüzumsuz iş yapmak nöbetleşerek iş yapmak parça başına iş yapmak yarım yamalak iş yapmak işaret etmek, el hareketi ile bir şeyi anlatmak: "Sus" der gibi işaret etti. Eliyle oradan uzaklaşmamızı işaret etti. to invade [inveyd]. to flood triad], to infest. The rats have infested the basement [beysmmt]. to make use of [yu:s], to expropriate [eksprouprieyt]. to be based on [beyzd]. to rely on [rilay], to lean upon [li:n]. to abstain [lbsteyn]. to deduce [didyuis]. to rest, to get back, to beg. / beg you to reconsider your decision. to exploit [iksployt]. to except. to be an exception [iksepsm]. That was an exception. to make an exception. to consult [kinsalt]. to come to a halt [ho:lt]. to rebel [ribel]. to be rebellious [ribelyis]. This is all white washing. To do smth for the sake of doing it. These ones are no good. He's a very capable goalkeeper. There's something odd about this. There's something behind all this. to get down to business [biznis]. to be a good craftsman. to do work. They have done no work this morning. to do business [biznis]. to do business with. I'll never do business with these people again. I'll never do business with you again! to deal with [did]. You can't possibly deal with that firm. to do smth by halves [ha:vz]. to carry coal to Newcastle [nyu:ke:stl]. to take turns [to:nz]. to do piecework. to do smth by halves [ha:vz]. to make a sign [sayn]. He made a sign as if to say keep quiet. He waved us away from there. işaretlemek 409 "Otur" der gibi eliyle bana boş bir iskemleye işaret etti. belirtmek anlamında: Buna geçen yazımda işaret etmiştim. Yazınızda işaret ettiğiniz bakan kim? Burada başka bir hususa işaret etmek isterim. Sistemdeki aksaklıklara işaret etti. Önemli bir noktaya işaret etmek isterim, göstermek anlamında: Duvardaki hatta işaret etti. işaretlemek anlamında: ağaçlara işaret yapmak: işaretlemek işaretlenmek işaretleşmek işaretli olmak Bunların neden hepsi işaretli? işbaşı yapmak Bugün işçiler işbaşı yapacaklarmış. işbaşında olmak İşçilerin işbaşında olmaları gerekmez mi? Hükümet işbaşında. işbirliği yapmak Hepsi bu işte işbirliği yapmış. işbirliği içinde olmak Polis burada suçlularla işbirliği içinde. işemek Eceli gelen köpek, cami duvarına işer. işetmek işgal etmek, ele geçirmek anlamında: Düşman, köylerimizi işgal ediyor, oyalamak anlamında: *yer işgal etmek kişiler için: Bunlar firmada yüksek yerler işgal ediyor, eşya için: işgal altında olmak işgüzarlık etmek işi olmak, yapacak bir şeyi bulunmak: işin var mı? işim var. Başka işin yok mu? İşin mi yok? Hepsinin iyi işleri var. birinin işi olmak: Eminim, bu senin işindir. to motion [mou§in]. She motioned me to an empty chair. to indicate [indikeyt]. / indicated this in my previous article. to mention [men§in]. Who is the Minister you mention in your article [a:tikil]? I'd like to mention another fact here. to point out. He pointed out to the defects in the system. to make a remark. I'd like to make an important remark. to point to. He pointed to the calligraphy on the wall. to mark. to blaze [bleyz], to mark. to be marked [ma:kt]. to make signs to one another. to be tagged [te:gd]. Why have these been all tagged? to start work. It seems the men will start work today. to be at work. Shouldn't the men be at work? (The government is in the saddle [se:dil].j to cooperate [kouopireyt]. Apparently they have all cooperated in this. to be hand in glove [glav]. The police here is hand in glove with the criminals. to urinate [yu:rineyt]. A dog whose death is near will urinate against the mosque wall. to make smb urinate. to occupy [okyupay]. The enemy is occupying our villages. to keep busy [bizi], to occupy. These occupy high positions within the firm. to take up room. to be under occupation [okyupeysm]. to be officious [rfisis]. to have work to do. Are you busy? I'm busy r [bizi]. Don't you have anything better to do? It's not worth your time. They have all got good jobs. to be one's doing. I'm sure it's your doing. işi bitik olmak 410 çalışma sahası anlamında: Bankacılık bizim işimizdir. Bu, daima onların işiydi, uğraşmak anlamında: Almazsın, satmazsın, pazarda işin ne? işi bitik olmak işi gücü olmak işi iş olmak işin adamı olmak işinden olmak işine gelmek işini yapmak işitilmek işitmek Desene, bu insanlarla işimiz var. Senin işin bitik. Bu insanların işi gücü yok mu? Onun işi gücü yok. İşimiz, iş! Kardeşin tam bu işin adamıdır. İşten olmanızı istemem. Bu sefer işimizden olduk. İşinize nasıl geliyorsa. Bugünlerde işimi yapamaz oldum. Bu hiç işitilmiş şey değil. Sinek uçsa, işitilirdi. Bunları işitmemiş ol. İşittiklerin doğru değil. İşittiğime göre, bir yere gitmiyoruz. Söyleyeceği varsa, işiteceği de var. | birleşikler ve deyimleri Ağzından çıkanı kulağın işitsin. Davul çalsan, işitmez. İstediğini söyleyen, istemediğini işitir. ağır işitmek ah deyip, ah işitmek azar işitmek laf işitmek Üstelik de laf işittik. kulağı ağır işitmek işittirmek işkence etmek işkillendirmek işkillenmek işlemek, belirli bir duruma getirmek: Bunları nerede işliyorsunuz? çalışmak anlamında: Sen işlersen, mal işler. faiz için: içine girmek anlamında: incelemek anlamında: to be in one's line [layn]. Banking is in our line. It was always in their line. What are you here for, if you're not interested in what is happening? These people are just damned nuisance. to be done for? (Your goose is cooked [gu:sp. to have an occupation [okyupey§m]. Haven't these people any job? He is without a job. to go well (for things). We are in luck [lak]. to be the man for the job [cob]. Your brother is just the man for the job. to lose one's job [lu:z]. I hate you losing your job. (This time it cost us our job.) to suit one's interest [su:t], (Do what you think is best.) to do one's work. I've been unable to do my work these days. to be heard [ho:d]. This is something unheard of. (You could hear a pin drop.) to hear [hi:]. Pretend you haven't heard anything. What you've heard is not true. By what I've heard, we're going nowhere. If he has something to say, he is going to hear something, too. Do you realize what you're saying? He's stone deaf [def]. He who criticizes must be ready to be criticized. to be hard of hearing, to be alone and helpless, to be scolded [skouldid]. to be rebuked [ribyu:kd]. We were rebuked to boot. to be partially deaf [def]. to make smb hear smth. to torture [to:91]. to arouse smb's suspicion [sispusin]. to become suspicious of [sispi§is]. to process [proses]. Where do you process these? to work. If you want to get rich you must work hard. to yield [yi:ld]. to penetrate [penitreyt]. to treat [tri:t]. işlemek/işlememek 411 leke vs. için: Leke, kumaşın içine işlemiş. nakış için: oymak anlamında: pas için: Pas, metala işlemiş. taş için: toprak için: tren vs. için: Gebze ile Haydarpaşa arasında işleyen tren var. vapur için: Karaköy'le Kadıköy arasında işleyen bir vapur var. yara vs. için: I birleşikler ve deyimler | arı kovanı gibi işlemek boşa işlemek canına işlemek ciğerine işlemek cinayet işlemek cürüm işlemek çıban işlemek damarına işlemek gergef işlemek günah işlemek hata işlemek hayır işlemek içine işlemek yağ vs. için: iliğine işlemek iş işlemek kabahat işlemek kafası işlemek kalbine işlemek kemiklerine kadar işlemek nakış işlemek ruhuna işlemek saat gibi işlemek sevap işlemek sırma işlemek siciline işlemek suç işlemek Suçu toplum hazırlar, suçlular işler. tıkır tıkır işlemek toprağı işlemek yüreğine işlemek işlememek işlenmek, yöntem için: Asırlardır bu toprağı işliyorlar. Azarlama, yüreğine işledi. Asansör bugün işlemiyor. Bunlar fabrikamızda işleniyor. to work into. The stain has worked into the cloth. to embroider [imbroydi]. to carve [ka:v]. to eat into. The rust has eaten into the metal. to cut. to cultivate [kaltiveyt]. to run. There's a train running between Gebze and Haydarpaşa. to ply [play]. There is a ferry that plies between Karaköy and Kadıköy. to fester. to hum with people [ham]. to run on no load. to touch smb to the quick. to hurt smb deeply. to commit murder [mö:dı]. to commit a crime [kraym]. (for pus) to ooze [u:z]. to become part of one's character [ke:rikti]. to embroider (on a frame) [imbroydi]. to commit a sin, to sin. to make a mistake. to do good. to affect one deeply. to work into. to penetrate into [penitreyt]. to embroider [imbroydi], to commit an offence [ıfens]. to have a quick mind [maynd]. to strike smb to the quick. to penetrate right to one's bones. to do embroidery [imbroydiri]. to become part of one's character [ke:rikti]. to run smoothly. to do a good deed [di:d], to embroider with silver thread [thred]. to register good/bad marks on smb's record. to commit a crime [kraym]. Society prepares the crime, criminals commit it. to go like a clock. to t i l l the land. They have tilled the land for centuries. to take smth to heart [ha:t]. She has taken the scolding to heart. not to be working. The lift isn't working today. to be processed [prousest]. These are processed in our plant. işletmek 412 cinayet için: Cinayet, soğukkanlılıkla işlendi. işletmek, çalıştırmak anlamında: Bu dükkanlar, genellikle emekliler tarafından işletilir. ınakina için: kandırmak anlamında: tabii kaynaklar için: işmar etmek, gözle: elle veya kolla: işsiz olmak işsiz güçsüz olmak iştahı olmak iştahı olmamak iştahlandırmak iştahlanmak iştahlı olmak *maymun iştahlı olmak iştahsız olmak işten olmamak Deli olmak, işten değil. İş işten değil. İşten bile değil. Onları yenmek, işten bile değildi. iştigal etmek (bir şeyle) iştigal etmek (abesle) iştirak etmek, katılmak anlamında: ortak olmak anlamında: it olmak itaat etmek İtaat etmek istemeyenler, işte bunlar. *kuzu kuzu itaat etmek itaatsizlik etmek iteklemek itelemek itelenmek itfa etmek, borç için: tahvil için: ithaf etmek Anıt, Çanakkale savunmasında şehit düşenlere ithaf edilmiştir. ithal etmek itham etmek itibar etmek, saygı göstermek anlamında: dikkate almak anlamında: itibarı olmak, saygı bakımından: güven bakımından: Hâlâ burada itibarı var. itibarsız olmak to be committed. The murder was committed in cold blood [blad]. to run. These shops are usually run by retired people. to operate [opireyt]. to make fun of [fan], to exploit [iksployt]. to wink. to gesture [ceşçı]. to be unemployed. to be out of work. to have appetite (for) [e:pitayt]. to have no appetite. to arouse one's appetite [e:pitayt]. to get a craving for. to have appetite for. to be fickle [fi ki l ]. to have no appetite. to be easy. It's enough to drive one mad. It's an easy matter. It's very easy. We could have easily enough beaten them. to occupy oneself with [okyupay]. to pass one's time with trifles [trayfilz]. to participate [padisipeyt], to be a party to. to be a scoundrel [skaundnl]. to obey. These are the ones who do not want to obey. to obey meekly [mi:kli]. to disobey. to manhandle [menhemdil]. to shove and push. to be shoved and pushed [puşt]. to pay off. to redeem [ridkm]. to dedicate [dedikeyt]. The monument is dedicated to those who died in the defence of the Dardanelles. to import. to accuse [ikyu:z] smb of smth. to show consideration [kınsidıreyşın]. to take into consideration. to be held in esteem [isti:m]. to have credit. His credit is till good here. to be discredited. itikat etmek 413 itikat etmek itilmek, itme neticesi: serkcdiimek anlamında: sürüklemek anlamında: Bu polemiğe itilmek istemiyorum. itimadı olmak Onlara itimadımız tamdır. itimat etmek itimat etmemek itina etmek itiraf etmek itiraz etmek Neticeye şiddetle itiraz ediyorum. Siz boşuna itiraz ediyorsunuz. itiraz etmeksizin cezayı ödedik. Neden itiraz ediyorsun? Biz neticeye itiraz etmiyoruz. Onun itirazı olacağını sanmıyorum. itirazı olan var mı? Oraya geri dönmeye itirazları yok. Bizimle gelmesine itirazım yok. itirazı olmak itirazı olmamak itişmek, çekişme anlamında: birbirini itmek anlamında: itiyat edinmek itlaf etmek itlaf olmak itmam etmek itmek Lütfen itmeyiniz, gidecek yer yok. Ne itiyorsunuz? Lütfen biraz iter misiniz? sevk etmek anlamında: Bizi kitap okumaya iterdi. | birleşikler ve deyimler] bir tarafa itmek Hükümet, bütün itirazları bir tarafa itti. Yeni projelerimizi bir tarafa ittiler. bir kenara itmek Bu gerçekleri öyle bir kenara itmeniz mümkün değil. yukarıya itmek ittifak etmek oybirliği ile müttefik: Bunda ittifak etmiş gibiler. ittihaz etmek ittisal etmek to believe in. to be pushed [pust], to be induced [indyu:st]. to be dragged [dre:gd]. / don't want to be dragged into this polemic. to have confidence [konfidins]. We have complete confidence in them. to trust [trast]. to distrust. to take great pains in [peynz]. to confess [kmfes]. to object. I strongly object to the result [rizalt], (You're harking at the moon.) to raise an objection [lbcekfin]. We paid the fine without raising any objection. to argue [a:gyu:]. Why are you arguing? to dispute [dispyud]. We are not disputing the result. to object [obcekt], / don't think he's going to object. to mind [maynd]. Does anyone mind? to have no objection [lbceksin]. They have no objection to going back there. not to mind [maynd]. / don't mind her coming with us. to scuffle [skafil]. to push one another, to make a habit of. to ki l l . to be exterminated [iksto:mineytid], to complete [kimplkt]. to push. Please do not push, we can't go any further. What are you pushing us for? Could you give it a push, please? to encourage [inkaric]. He encouraged us to read books. to set aside [isayd]. The government set aside all the objections. They threw aside our new project. to brush aside. You can't possibly brush aside these facts. to push up. to agree. to be unanimous [yunenimus]. They seem to be unanimous about it. to take. to get in contact with [konte:kt]. ivdirmek 414 ivdirmek ivedi olmak ivedileşmek ivedileştirmek ivmek iyi etmek, iyileştirmek anlamında: Bu ilaç, sizi iyi edecektir, uygun bir şekilde davranmak: Ne iyi ettiniz de geldiniz. iyi ettin. Onları affetmekle iyi etti. İyi eden, iyi bulur; kötü eden, kötü bulur. iyi gelmek iyi olmak, Parayı iade edersen, iyi edersin. Bu ilaç, sana çok iyi gelecektir. uygun anlamında: kötü karşıtı: İyisiniz inşallah! Ne kadar iyisiniz! Hiç bugünkü kadar iyi olmamıştık. ' İyi hoş da... Sonunda herşey iyi olacaktır. Güneşte böyle durması, onun için iyi değil. Bu hakkınızda iyi olmaz. bir konuda...: Onun matematiği çok iyi. istenilen nitelikte olmak: Yemekler sanıldığı kadar iyi değil, iyileşmek anlamında: Şimdi çok daha iyi, ayağa kalktı. Hiç iyi değilmiş. karşılaştırma biçimleri: Bundan iyisi can sağlığı. Sizden iyi olmasın. Bugünün tavuğu, yarının kazından iyidir. Bu, hiç yoktan iyidir. Bana kalırsa, beklemek daha iyi olacak. Böylesi daha iyi. Her şeyi unutmanız belki sizin için daha iyi. Hepimiz için daha iyi olacaktır. Çok daha iyi ya! Hayırlı dost, hayırsız akrabadan iyidir. İyisi mi, buradan gitmek. Siz en iyisi, köşedeki bakkala sorunuz. Bu akşam oraya gitmesek iyi olur. Gitsem iyi olacak. | birleşikler ve deyimleri arası iyi olmak to accelerate [e:kselireyt]. to be urgent [oxmt], to become urgent, to speed up. to hurry [hari]. to cure [kyu:]. This medicine will cure you. to do well. You did well to come. to do the right thing. You did the right thing. to be good of. It was good of him to forgive them. He who does good finds good, he who does evil finds evil. You had better return the money. to do good. This medicine will do you a world of good. to fit. to be well. / hope you're well. (How very kind of you!) (We never had it so good.) That's all very well but... Everything will work out well at the end. to be good. It's not good for him to stand like that in the sun. It won't be good for you. to be good at. He is very good at maths. to be good. The food is not as good as people imagine. to be well. He is much better now, he is up and about. Apparently he's not well at all. What more could one want? Present company excepted [ikseptid]. A bird in hand is worth two in the bush. Half is better than nothing. I think it wiser to wait. It's for the best. Perhaps it's better for you to forget everything. It will be all the better for us all. So much the better. A good friend is better than a foolish kin. The best thing is to leave this place. You'd better ask that to the grocer at the corner. It would be better if we didn't go there this evening. I'd better leave. to be on good terms. iyi durumda olmak 415 arası iyi olmamak Onlarla aram iyi değil. durumu iyi olmak Onun durumu senin/cinden daha iyi. keyfi iyi olmak Keyfîm iyi değil. maddi durumu iyi olmak maksadı iyi olmak Maksadının iyi olduğunu biliyorum, ancak... sağlığı iyi olmak iyi durumda olmak, maddi durum bakımından: Orada çok daha iyi durumda olur. vaziyet bakımından: iyi ellerde olmak Yaşlılar ve çocuklar iyi ellerde. iyi huylu olmak iyi kalpli olmak iyi niyetli olmak iyi yapmak iyileşmek Hatalar yapıyor, ancak iyi niyetlidir. Kalmakla iyi yaptık. İnşallah, yakında iyileşir. iyileşecek mi? Onun iyileşmesi zaman alacak. iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak: Bu ilaç, onu kısa zamanda iyileştirecektir. İslah etmek anlamında: iyiliği için olmak iyilik etmek Oralara gitmezsen, bana iyilik edersin. Bize büyük bir iyilik ettiniz. Nanköre iyilik etmek, gülsuyunu denize dökmektir. İyilik et, denize at. İyilik eden, iyilik bulur. iyilik yapmak iyilik yap, denize at; balık bilmezse, Halik bilir. iyimser olmak iyonlaşmak iz üzerinde olmak *doğru iz üzerinde olmak *yanlış iz üzerinde olmak izaç etmek, bunaltmak anlamında: tedirgin etmek anlamında: izafe etmek izafi olmak to be on bad terms with. I'm not on good terms with them. to be well-off. He is better-off than you are. to feel well. I'm not feeling well. to be well-off. to mean well. / know he means well, but... to enjoy good health [hetlth]. to be well-off. He'd be much better off over there. to be in good condition [kindi§in]. to be in good hands. The old and the children are in good hands. to be good tempered. to be kind-hearted [kaynd hartid], to mean well. She makes mistakes, but she means well. to do well. We did well to stay. to get well. / hope he'll soon get better. to recover [nkavi]. Will she recover? It will take her some time to get over it. to cure [kyu:]. This drug will cure her in a short time. to improve [impru:v]. to be for one's own good, to do a good turn [to:n]. You'll do me a good turn, if you don't go there. to do a favour. You did us a big favour [feyvi]. To do a favour to an ungrateful person is like pouring rose water into the sea. to do a good deed. Do a good deed but do not expect any reward. Kindness always finds kindness. to do a good deed. Do a good deed and leave it to God. to be optimistic. to become ionized [ayonayzd]. to be on the right scent [sent]. to be on the right track [tre:k], to bark up the wrong tree. to harass [he:ns], to worry [wan]. to attribute to [itribyu:t]. to be relative [rehtiv]. izah etmek 416 izah etmek Bunu nasıl izah edeceğimi bilemiyorum. Şöyle izah edeyim,... Bakalım, farkı nasıl izah edecekler? izâle etmek, gidermek anlamında: rok etmek anlamında: izam etmek izan etmek izdivaç etmek izdüşürmek izhar etmek, açığa vurmak anlamında: belirtmek anlamında: göstermek anlamında: izinde olmak izinli olmak Bir aydan beri izinlidir. Bugün izinlidir. izni olmak izlemek,» Biz cuma günleri izinliyiz. Bu sabah izinlidir. Burada futbol oynamak için iznimiz var. arkasından gitmek anlamında: Kadını her yerde izledi, gelişimi gözden geçirmek: Hükümetin para politikasını endişeyle izliyoruz. Olayların akışını şimdilik izliyoruz. seyretmek anlamında: Maçı izleyemedim. Onu nasıl yapacağını dikkatle izleyiniz. bir şeyi takip etmek anlamında: [birleşikler ve deyimler | adın adım izlemek birbirini izlemek kıyıyı izlemek modayı izlemek tv izlemek izlenmek Olaylar birbirini izlemektedir. İzlendiğimi hissediyorum. izole etmek, yalıtmak anlamında: yalnız bırakmak anlamında: to explain [ikspleyn]. I'm at a loss how to explain this. Let me put it this way,... to account for [lkaunt]. Let's see how they'll account for the discrepancy. to remove [rimu:v], to wipe out [wayp aut]. to exaggerate [igzecireyt], to be considerate [kinsidirit]. to get married [me:rid]. to project [procekt], to manifest, to display, to show. to follow in the footsteps of. to be on leave [l i : v]. He has been on leave the whole month. He has leave for today. to have...off. We have Saturday off. (She is off for the morning.) to have permission [pimi§in]. We have permission to play football here. to follow. He followed the woman everywhere. to observe [ibzo:v]. We are observing with anxiety the monetary policy of the government [emzayiti]. We are observing the course of event for the moment. to watch [woe]. / couldn't watch the match. Watch carefully how he's going to do it. to follow up. to follow step by step. to succeed one another [saksi:d]. The incidents are succeeding one another. to hug the coast [hag]. to keep up with the fashion [fe:§in]. to watch on TV [tiyviy]. to be followed. / have the impression I'm being followed. to insulate [insyuleyt], to isolate [aysileyt]. J jest yapmak, el, kol harekeli er i için: davranış için: jimnastik yapmak jurnal etmek Bizi kim jurnal etti? to gesture [cefci]. to make a gesture. to practice gymnastics [cimne:stiks]. to inform on. Who has informed on us? kaba olmak Bu kız son derece kabadır. Bize karşı gereksiz yere kabaydılar. kabadayı olmak kabadayılık etmek kabahat olmak Öksürsem kabahat, insanlara yardım etmek kabahat mi? Hanım kırarsa kaza, halayık kırarsa kabahat. kabahat birinde olmak kabahat etmek kabahati olmak kabahatli olmak Tüm kabahat sendeymiş. Kabahat onlarda. Bu benim kabahatim. Bu konuda kim kabahatli? kabahatsiz olmak kabaklamak kabaklaşmak kabakulak olmak kabalaşmak kabalık etmek Kabalık ediyorsun. Davetiyeyi reddetmekle kabalık ettik. Kabalık etmek istemedim. kabarcık olmak kabarcıklanmak, içi su dolu kabarcık için: sivilce gibi kabarcık için: kabarmak, boya için: böbürlenmek anlamında: deniz için: hamur için: hacmi artmak anlamında: ırmak ve akarsu için: Yağışlardan sonra ırmaklar kabardı. to be rude [ru:d]. That girl is extremely rude. to be coarse [ko:s]. They were unnecessarily coarse with us. to be a tough guy [taf]. to play the tough guy [gay]. to be an offence [tfens]. (The smallest error is brought up against me.) to be wrong. Is it wrong to help people [pi:pil]? to be a fault. What is a fault for a subordinate is excusable for a superior [ikskyu:zibil]. to be one's fault [fo:lt]. Apparently it was all your fault. It is their fault. to commit an offence [lfens]. to be at fault. (It's all my fault.) to be in the wrong. Who is in the wrong in this matter? to be innocent [imsmt]. to prune [pru:n]. to get bald [bo:ld]. to get the mumps [mamps]. to get coarse [ko:s]. to act rudely [ru:dli]. You are being rude. It was rude of us to refuse the invitation. I didn't mean to be rude. to be blistered. to break out in blisters. to break out into pimples [pimpilz]. to blister. to be full of oneself, to get rough [raf]. to rise [rayz]. to swell up. to swell. After the rains the rivers have swelled. kabartmak 420 kaynayan sıvı için: kumaş için: tüyler için: | birleşikler ve deyimler | ayranı kabarmak damarları kabarmak Annelik damarları kabarmaya başladı. göğsü kabarmak hindi gibi kabarmak bulantı duymak anlamında: ağlama duygusu içinde olmak: koltuğu kabarmak kulak kabarmak midesi kabarmak öfkesi kabarmak safrası kabarmak Korkarım, safram kabarıyor. tüyleri kabarmak yüreği kabarmak kabartmak hamur için: Bu marka, ekmeği daha iyi kabartır. | birleşikler ve deyimleri defteri kabartmak göğsünü kabartmak iştahını kabartmak koltuklan kabartmak kulak kabartmak sırtını kabartmak tüylerini kabartmak kuşlar için: kabız olmak kâbii olmamak Bu, kabil değil! kabiliyeti olmak (bir şeye) *espri kabiliyeti olmak Bu adamın inanılmaz espri kabiliyeti var. kabiliyetli olmak kabiliyetsiz olmak kabuklanmak kabuklaşmak kabul edilmek Bu konuda otorite olarak kabul ediliyor. Türkiye'nin en iyi kalecisi olarak kabul ediliyor. Devamlı bir süreç olduğu kabul ediliyor. Rubens'in eseri olduğu kabul ediliyor. Ne yazık ki teklif kabul edilmedi. Bu mazeretlerin hiçbiri kabul edilemez. Sözlerin, kabul edilebilecek cinsten değil. Bu gibi davranışlar kabul edilemez. to bubble up [babil]. to become fluffy [flafi]. to bristle [brisil]. to get angry [e:ngri]. to show instinct. She started showing her motherly instinct. to be swelled with pride [prayd], to be puffed up with pride [paft]. to feel nauseated [no:siyetid]. to feel like sobbing. to swell with pride [prayd]. to prick up one's ears [i:z]. to feel sick. to flare up [fle:rap]. to be nauseated [no:siyetid]. (I'm afraid I'm going to be sick.) to bristle [brisil]. to be nauseated. to make smth swell. to raise [reyz]. This brand will raise the bread better. to run deep into debt [det]. to make the chest swell with pride. to whet one's appetite [e:piteyt]. to swell with pride [prayd]. to prick one's ears. to set up its back. to bristle up the hair [brisil]. to ruffle its feathers [rafil]. to be constipated [konstipeytid]. to be impossible. It isn't possible! to have ability for. to have a sense of humour [hyu:mi]. That man has a fantastic sense of humour. to be capable [keypibil]. to be incapable. to form a scab [ske:b]. to get scabby. to be acknowledged [e:knolicd]. He is acknowledged as an authority on the subject. He is acknowledged as the best goalkeeper in Turkey. to be recognized [rekignayzd]. It's recognized that it's a continuous process. It is recognized as the work of Rubens. to be accepted [ikseptid]. Unfortunately, the proposal was not accepted. to be acceptable. None of these excuses are acceptable. Your remarks are utterly unacceptable. Such behaviour is unacceptable. kabul etmek 421 kanun tasarısı için: Muhalefete rağmen tasarı kabul edildi. Tartışmalı tasarı büyük çoğunlukla kabul edildi. bir yere: Bir istisna hariç, kimse kabul edilmedi. kabul etmek, armağan, vs. için almak anlamında: Bu küçük hâtırayı lütfen kabul ediniz, davetiye ve taziye için: Taziyelerimi kabul etmenizi dilerim. Nazik davetiyenizi memnuniyetle kabul ediyoruz, farkında olmak anlamında: Bireyin grup davranışındaki önemini kabul ediyorlar. farz etmek anlamında: Kabul edelim ki, doğrudur, hoş görmek anlamında: Onu olduğu gibi kabul ediniz. itiraf etmek anlamında: Hatasını kabul etmiyor. katlanmak anlamında: onaylamak anlamında: Bunu kabul etmezler. Kabul, biz de aynı fikirdeyiz, rıza göstermek anlamında: O kabul etmezse, başkaları eder. Mısır, şartları kabul etmeye hazırdı. Böyle bir anlaşmayı katiyen kabul etmez. Kabul etsek mi, ne dersin? Kabul eder mi ki? Böyle bir şeyi kabul edecek biri değilim. Bunu kabul edeceğine inanıyor musun? Bunu gerçekten kabul etti mi? Parti, bu kadar rakidal değişimi kabul etmez. tasdik etmek anlamında: Böyle bir davranışı kabul etmem mümkün değil. üyeliğe veya bir yere: Bu adamı kulübe kabul etmekle hata ettiniz. Sizi o yere kabul etmezler, yanına sokmak anlamında: Bizi ne zaman kabul edecek? Bizi kabul etmeyecekse, gidelim. yasa için: Meclis sağlık tasarısını kabul etti. bir şeyi gerçekmiş gibi...: Kabul edelim ki doğrudur, ne olmuş yani? Kabul edelim ki yanlış, ne çıkar? |birleşikler ve deyimler | Allah kabul etsin! Artık kabul edelim ki, bu takım tükenmiş. to be passed [pa:st]. The bill was passed despite the opposition. The controversial bill was passed by a great majority [kontnvbgil]. to be admitted. With one exception, no one was admitted. to accept [iksept]. Please accept this small souvenir [suivini:]. to accept. Please accept my condolences [kindoulinsiz]. We accept with pleasure your kind invitation. to recognize [rekignayz]. They recognize the importance of the individual in group behaviour. to assume [isyu:m]. Let's assume that it is true. to condone [kmdoun]. Take him as he is. to admit. He won't admit his fault. to resign oneself to [rizayn]. to consent to [krnsent]. They won't consent. (We agree with you.) to accept [iksept]. If he won't accept others will. Egypt was prepared to accept the conditions. He'll never accept such a deal [di:l]. Do you think we should accept? Will she accept? I wonder. to agree [lgri:]. (It's not me who'll accept such a thing.) Do you believe he'll agree to that? to consent [krnsent]. Did he really consent to that? The party will not consent to such radical changes. to approve (of) [ipru:v]. / can't possibly approve of such behaviour. to admit (into). It was wrong of you to admit that man into the club. They won't admit you into that place. to see. When is he going to see us? If he won't see us, let's go. to pass (a bill). The Assembly passed the Health Bill. to take it for granted. Granted it is true, so what? Granted it's wrong, what does it matter? May your prayer be granted. Let's face it, this team is finished. kabul ettirilmek 422 Nasıl olup da kabul etmiş. Ola ki kabul eder. Ne hikmetse bakan kabul etmemiş. Bunu dünyada kabul etmem.' Ne diye kabul etti? evlatlığa kabul etmek ezile büziile kabul etmek gerçekleri kabul etmek içi kabul etmemek itirazı kabul etmemek konuk kabul etmek kıyas kabul etmemek Bu, hiçbir kıyas kabul etmez. mesuliyeti kabul etmemek midesi kabul etmemek gerçek anlamda: mecazi anlamda: peşinen kabul etmek ricayı kabul etmek (bir) Sonunda bakanlık ricamızı kabul etti. yarım ağızla kabul etmek yenilgiyi kabul etmek Yenilgiyi kabul eden, ilk ben olacağım, seçim sonucu için: Muhalefet yenilgiyi kabul etti. Sakın yenilgiyi kabul etme. kabul ettirilmek Bu hükümler onlara zorla kabul ettirilmiştir. Karar ona zorla kabul ettirilmiş. kabul ettirmek Bu hükümleri zorla kabul ettirmeniz gerekecek. Hiçbir şeyi bunlara zorla kabul ettiremezsiniz. Bunları bize kabul ettirmeye çalışıyorsun, birisine bir şeyi: Bu şartları ona kabul ettirebilir misin? bir şeyi: Böyle bir şeyi kabul ettirmek zor. Rica minnet, kabul ettirdik. kabul olmak/olunmak *kabul olunmayacak duaya amin demek Ne dese kabulümdür. kabullenmek, istemeyerek kabul etmek: kabul etmek anlamında: kaçakçılık yapmak kaçamak yapmak kaçık olmak kaçılmak Buradan kaçılmaz. savulmak anlamında: Kaçılın, kamyon geliyor. kaçınılmak How come he has accepted? Maybe he will accept. Oddly enough, the Minister didn't accept. (I won't hear of it.) Why on earth has she accepted? to adopt (a child) [idopt]. to agree apologetically. to face the facts [feys], not to feel like eating. to brush aside an objection [ibcek§in]. to receive guests. to be incomparable [inkimpeinbil]. It's just incomparable. to decline responsibility (for) [diklayn]. to be unable to eat some food. to be unable to stand. to accept beforehand. to accede to a request [e:ksi:d]. Finally the ministry acceded to our request. to accept half-heartedly [hattidli]. to admit defeat [difi:t]. I'll be the first to admit defeat [ldmit]. to concede defeat [kinsi:d]. The opposition conceded defeat. (Never give in.) to be imposed on. These rules were imposed on them by force. Apparently, the decision was forced on him. to impose on/upon [impouz]. You will have to impose the stipulations by force. You won't be able to impose anything on these people. You're trying to impose these upon us. to get smb to accept smth. Can you get him to accept these conditions? to have smth accepted. (It's hard to get such a thing approved.) After much beseeching, we got him to accept. to be accepted [ikseptid]. to expect the impossible. /'// consent to whatever he says [kinsent]. to accept unwillingly, to accept. to deal in smuggled goods [smagild]. to do smth prohibited. to be cracked [kre:kt]. to escape [iskeyp]. No one can escape from here. to get out of the way. Get out of the way, a truck is coming [trak]. to be avoided [ívoydid]. kaçınılmaz olmak 423 kaçınılmaz olmak Darbenin, kaçınılmaz olduğu sanılıyor. Yoksulluk kaçınılmaz mı? kaçınmak Her tür lüksten kaçınınız. kaçırılmak, fırsat söz konusu ise: Bu fırsat kaçırılmayacak kadar önemlidir. bir kişi söz konusu ise: uçak söz konusu ise: kaçırmak, dizi, maç vs. için: Dün diziyi kaçırdık. Bir tek maç kaçırmaz. Acele etmezsek, açılış törenini kaçıracağız. otobüs, tren vs için: Neredeyse uçağı kaçırıyorduk. Otobüsü kaçırmamak için erken kalkacağız, konuşma vs. için: Maalesef başlangıcı kaçırdım. Bazı kelimeleri kaçırdım, doğal gaz, hava vs. için: gitmek zorunda bırakmak: bir eşyayı gümrükten...: birinin kaçmasını sağlamak: korkutarak...: bir uçağı zorla: birini zorla alıp götürmek: Onu bir gün kaçırmaya çalışacaklar, bir kişiyi fidye için: Belki onu fidye için kaçırmışlardır. |birleşikler ve deyimleri ağzından kaçırmak Sonunda gerçeği ağzından kaçırıverdi. ağzının tadını kaçırmak aklını kaçırmak Aklımı kaçıracağım. altına kaçırmak donuna kaçırmak dozunu kaçırmak elinden kaçırmak fazla kaçırmak fırsatı kaçırmak Sen aklını kaçırmış olmalısın. Bu fırsatı elinden kaçırdın. Eline geçen fırsatı kaçırdın. Bu fırsatı kaçırmaz. Bu fırsatı kaçırmayalım. gözden kaçırmak Diğer gerçekleri gözden kaçırıyorsun. gözden kaçırmamak gözlerini kaçırmak to be inevitable. It is thought that a coup is inevitable. Is poverty inevitable? to avoid [ivoyd]. Avoid all luxuries [lak§iriz]. to be missed [mist]. This opportunity is too important to be missed. to be kidnapped [kidne:pt]. to be hijacked [hayce:kt], to miss. We missed the series yesterday. He never misses a single match [me:}]. // we don't hurry we'll miss the opening ceremony. to miss. We nearly missed the plane. We'll get up early so as not to miss the bus. to miss (out). Unfortunately, I missed out the beginning. I missed some of the words [mist]. to escape [iskeyp]. to make smb leave. to smuggle [smagil]. to help smb escape [iskeyp]. to put to flight [flayt]. to hijack [hayce:k], to abduct [e:bdakt]. They'll try to abduct him one day. to kidnap [kidne:p]. Maybe they have kidnapped him for a ransom. to let slip. Finally she let the truth slip. to disturb one's comfort [kamfit]. to go mad. I'm going mad. to be out of one's mind [maynd]. You must be out of your mind. to soil one's clothes [klouthz]. to soil one's underwear [soyil]. to overdo it. to let smth slip through one's fingers. You've let this chance slip through your fingers. to have a glass too much. to miss a chance [gams]. (You've thrown away your chance.) (He'll jump at it.) to miss the opportunity [opityumiti]. Let's not miss this opportunity. to lose sight of [sayt]. You're losing sight of the other facts. to keep in sight. not to look smb in the eye. kaçırtmak 424 gümrükten mal kaçırmak hava kaçırmak Neden hava kaçırıyor? huzurunu kaçırmak içkiyi fazla kaçırmak ipin ucunu kaçırmak Bunlar ipin ucunu kaçırmışlar. iplerin ucunu kaçırmak Polis iplerin ucunu kaçırmış gibi. kantarın topunu kaçırmak keçileri kaçırmak kelepiri elden kaçırmak keyfini kaçırmak kız kaçırmak korkutup kaçırmak Kuşları korkutup kaçırdılar. Onları neden korkutup kaçırdın? lafı ağzından kaçırmak neşesini kaçırmak ölçüyü kaçırmak rahatını kaçırmak santim kaçırmamak son şansını kaçırmak Son şansını da kaçırdın. su kaçırmak tadını kaçırmak, aşırdığa kaçmak anlamında: Bunlar, artık tadını kaçırdılar, hoşa gitmeyen durum için: tavı kaçırmak treni kaçırmak, gerçek anlamda: mecazi anlamda: ucunu kaçırmak uçak kaçınnak ürkütüp kaçırmak yangından mal kaçırmak yatağına kaçırmak kaçırtmak kaçışmak kaçışta olmak Çete şimdi kaçışta. kaçmak, firar etmek anlamında: Kaçmaya çalışırken vuruldu. Kimimiz kaçtı, kimimiz yakalandı. Veba olan şehre ne girmeli, ne oradan kaçmalı. Her şeyi geride bırakıp kaçtılar. Kaçan balık büyük olur. hızla uzaklaşmak anlamında: Yerinde dur, sakın kaçma! to do smth in great hurry [hari]. to let air escape [iskeyp]. Why does it let air escape? to disturb smb [distö:b]. to have a glass too much. to lose control of [kmtroul], (The situation has gotten out of hand.) to lose one's grip. The police seems to have lost its grip. to go too far. to go crazy [kreyzi], to miss a golden opportunity. to spoil one's joy [coy]. to elope with a girl [iloup]. to frighten away [fraytm]. They have frightened the birds away. to scare away [ske:]. Why did you scare them away? to let the cat out of the bag. to spoil one's good mood [mu:d]. to exceed the limit. to disturb (the peace of)- to be very meticulous. to throw away one's last chance [cams]. You've thrown away your last chance. to leak [l i : k], to go too far. They are going too far. to spoil the pleasure of [pleji]. to miss the right time. to miss the train. to miss the boat. to let smth get out of hand. to hijack a plane [hayce:k]. to scare away [ske:]. to do smth with unnecessary haste. to mess one's bed. to make smb miss. to flee in all directions [dayrekşmz]. to be on the run. The gang is on the run now. to escape [iskeyp]. He was shot while trying to escape. Some of us escaped, others got caught. to flee [fl i : ]. One must neither get in nor flee a town struck by the plague [pleyg]. They fled leaving everything behind. (The fish that got away is the big one.) to run away (from). Stay where you are, don't run away! kaçmak (abes) 425 çorap için; Amerika'da: ingiltere'de: hava vs için: Valftan hava kaçıyor. sıvılar için: kaçınmak anlamında: kadın için: kendini göstermemek anlamında: konu için: Esas konudan kaçmayalım. Sen, asıl meseleden kaçıyorsun. renkler için: Bu, biraz kızıla kaçıyor. Maviye kaçan bir yeşildir. toz vs için: Kulağıma su kaçtı. olmak anlamında: Bu, biraz kaba kaçtı. birleşikler ve deyimleri Biz artık kaçalım. Kaçanın anası ağlamaz. Tavşana kaç, tazıya tut demek. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. abes kaçmak adaletten kaçmak ağır kaçmak ' ağzından kaçmak Özür dilerim, ağzımdan kaçtı. alıp kaçmak bayağı kaçmak beti bereketi kaçmak bucak bucak kaçmak dara kaçmak fazla kaçmak Şekeri fazla kaçtı. tedirgin edecek bir durum için: genize kaçmak Genzime kaçtı. Özür dilerim, lokma genzime kaçtı. gösterişe kaçmak gözden kaçmak Burada önemli bir gerçek gözden kaçtı, birinin gözünden kaçmak: Hiçbir şey şefin gözünden kaçmıyor. Bu husus gözümüzden kaçmış. gözleri çukura kaçmak gözüne toz kaçmak Gözüne toz kaçmış. hevesi kaçmak hapisten kaçmak huzuru kaçmak ifrata kaçmak iğne deliğine kaçmak işten kaçmak to run. to ladder [le:di]. to escape. Air is escaping from the valve [ve:lv]. to leak [li:k] (out). to avoid [ivoyd]. to elope [iloup]. to evade [ivayd]. to evade. Let's not evade the issue [ifyu:]. (You are begging the question.) to verge on [vox]. It verges on red a bit. It's green verging on blue. to get/slip into. Water got into my ear. to sound [saund]. It sounds a bit rude [ru:d]. We must go now. It always pays to play safe [seyf]. To play a double game. Out of the frying pan into the fire. to be nonsensical [nonsinsikil]. to be on the run. to be unkind. to slip out (inadvertently). I'm sorry, it escaped me inadvertently. to run away with. to be out of place. to become scarce [ske:s]. to escape and hide. to have a narrow escape [iskeyp]. to be in excess [ikses]. (There is a bit too much sugar in it.) to become intolerable. to go down the wrong way. It went down the wrong way. I'm sorry the morsel went down the wrong way. to be given to luxury [lakfiri]. to escape notice [iskeyp]. (An important fact was overlooked here.) to escape one's notice [noutis]. Nothing escapes the chiefs notice [ci:fj. This factor has escaped our attention. to have sunken eyes [sa:nkin]. (for dust) to get into one's eyes. Dust has got into her eye. to lose interest [lu:z]. to break out from prison [prizm]. to be i l l at ease [i:z]. to overdo. to hide oneself in confusion [kinfyu:jm]. to avoid work. kaçmakta olmak 426 keyfi kaçmak kocaya kaçmak kolayına kaçmak kulağına kar suyu kaçmak kulağına su kaçmak masraftan kaçmak masraftan kaçmamak mesuliyetten kaçmak okuldan kaçmak pabucuna taş kaçmak pabuçsuz kaçmak rahatı kaçmak rengi kaçmak soğuk kaçmak sorumluluktan kaçmak Onlara karşı sorumluluklarından kaçıyorsun. tadı kaçmak tatsız kaçmak (kulağa) Bu sözler biraz tatsız kaçıyor. tohuma kaçmak Bamyalar bu ayın sonunda tohuma kaçar, insanlar için: uykusu kaçmak kaçmakta olmak kademelemek kademelendirmek kademeli olmak kader birliği yapmak kaderde olmak Kaderde varmış. Kader böyleymiş. kadir olmak kadirşinas olmak kadro dışı olmak kadrolaşmak Bunlar çok iyi kadrolaşmış. kadrolaştırmak kafalı olmak 1 birleşikler ve deyimler] dar kafalı olmak Bu insanlar yapıları itibariyle dar kafalıdır. dik kafalı olmak eski kafalı olmak kalın kafalı olmak kafasız olmak Ne kafa! kafeslemek kâfi gelmek Kış için stoklar kâfi gelmez. kâğıtlaınak kağşamak, çatlamak anlamında: dağılmaya yüz tutmak: gevşemek anlamında: to become gloomy. to elope [iloup]. to take the easy way out. to be apprehensive. (for water) to get into one's ear. to avoid expenses. to spare no expenses [ikspensiz]. to shun responsibility [§an]. to play truant [tru:mt]. to be on edge [ec], to flee in haste. to be ill-at-ease. to turn pale [peyl]. to fall fiat. to shun one's obligations [obligey§mz]. You're shunning your obligations to them. to lose its charm [ça:m]. to sound out of taste [saund]. These remarks sound a little out of taste. to run to seed [si:d]. The okra will run to seed at the end of this month. to lose one's charm [ça:m]. to lose one's sleep. to be on the run. to grade [greyd]. to graduate [grecuweyt]. to be graded [greydid]. to make common cause with. to be fated (to happen) [feytid]. It was fated to be. That is the way it was fated to be. to have the power to. to be grateful [greytful]. to be dropped from (the side). to be staffed [sta:ft]. They are very well staffed. to staff. to be brainy [breyni]. to be narrow-minded [mayindid]. These people are by nature narrow-minded. to be obstinate [obstimt]. to be old-fashioned [fe:sind]. to be thick-headed. to be stupid [styupid]. How could I be so stupid? to deceive [disi:v]. to be adequate [e:dikwit]. The stocks won't be adequate for winter. to cover with paper [kavi]. to crack [kre:k]. to be about to collapse [kile:ps]. to get loose [lu:s]. kahretmek 427 kahretmek, çok üzmek anlamında: ezmek anlamında: perişan etmek anlamında: beddua etmek: Allah kahretsin! kahrolmak Kahrolası adam! Kahrolsun faşistler! kahvaltı etmek/yapmak Kahvesiz kahvaltı etmezler. kahve yapmak kâhyalık etmek, kâhyalık işi yapmak: her şeye karışmak anlamında: kâhyası olmak (birinin) Keyfimin kâhyası mısın? Onun kâhyası mısın? Onun kâhyası yok. kail olmak kaim olmak, var olmak anlamında: yerine geçmek anlamında: kaka olmak Şaka derken, kaka olur. kaka yapmak kakalamak kakalanmak kakılmak *itilip kakılmak Bu çocukların itilip kakılmalarına izin vermem. *kakılıp kalmak Olduğumuz yerde kakılıp kaldık. kakınç etmek (başına) kakırdamak kakırdatmak kakışmak *itişip kakışmak kakıştırmak kakımak kakmak dürtmek anlamında: itmek anlamında: çivi vs. için: sedef ve gümüş kakma için: | birleşikler ve deyimler | başına kakmak Bu iyiliği başlarına kakmayı bırak. Bu hatayı başıma daha ne kadar kakacaksın? itip kakmak kazık kakmak temel kakmak to grieve deeply [gri:v]. to crush [krasj. to overwhelm [ouviwelm]. to damn [de:m]. Damn it [de:mit]. to be grieved [gri:vd]. Damn him! (Down with the fascists [fe:§ists]/) to have breakfast [brekfist]. They don't have breakfast without coffee. to make coffee. to work as an attendant [itendint]. to stick one's nose in other people's business. to meddle into smb's affairs [ife:z]. Don't meddle into my affairs. (What's it to you?) He can do what he likes. to agree to [lgri:]. to exist, to act for. to be bad. (A joke will end up as a serious matter.) to defecate [defikeyt]. to prod. to be prodded. to be shoved [§avd]. to be shoved around. / won't have these children shoved around. to be rooted to a place. We were rooted to the spot. to keep remind smb of a favour [feyvi]. to crackle [krekil]. to make smth rattle [re:til]. to push one another about. to push and shove one another [§av]. to keep pushing. to rail at [reyl]. to prod, to push. to drive in [drayv], to inlay. to remind smb of past favours [feyviz]. Stop reminding them of that favour. to taunt smb with [to:nt]. How long will you taunt me with that mistake? to scuffle [skafil]. to drive in a stake [steyk]. to settle down for good. kalabalık etmek 428 kalabalık etmek Bu masa burada kalabalık ediyor. *ağız kalabalığı etmek/yapmak *kuru kalabalık etmek kalabalık olmak İstanbul Kahire'den daha az kalabalık değil. kalabalıklaşmak Şehir gittikçe kalabalıklaşıyor. kalafat etmek, gemi için: sathi onanın için: kalafatlamak kalafatlanmak kalakalmak, şaşırmak anlamında: güç durumda kalmak: kalaylamak kalaylanmak kalaylatmak kalaylı olmak kalbi olmak *i yi kalpli olmak *kötü kalpli olmak *taş kalpli olmak kalbi olmamak kalburlamak kalburlanmak kaldırılmak Oradan başka yere kaldırıldı. Yaralı yolcular hastaneye kaldırıldı. yukarı doğru: yasalar için: O yasak çoktan kaldırıldı. ortadan kalkmak anlamında: kaldırmak, bir yerden almak: yukarı doğru almak: Hangi taşı kaldırsan, altından o çıkar, feshetmek anlamında: kriko ile...: Arabanızın yalnız ön tarafını kriko ile kaldırınız. uzaklaştırmak anlamında: Ağır yongayı yel kaldıramaz. taşımak anlamında: Makinenin ağırlığını kaldırır mı? Biz bu lüksü kaldıramayız. katlanmak anlamında: Allah ne verir de kul kaldırmaz. uyandırmak anlamında: Yükseltmek anlamında: to be in the way. This table is in the way here. to wander off the subject [sabcikt]. to hang around doing nothing, to be crowded. Istanbul is no less crowded than Cairo. to get crowded. The city is becoming overcrowded. to caulk [ko:lk]. to repair superficially [surpifigili]. to caulk. to repair [ripe:]. to be caulked. to be repaired. to be left open-mouthed [mautht]. to be left in the lurch [lo:cJ. to tin. to be tinned [tind]. to have smth tinned, to be tinned. to suffer from heart trouble [trabil]. to be good-hearted [ha:tid]. to be evil-hearted. to have a heart of stone. to be merciless [m6:silis]. to sift. to be sifted. to be taken away. It has been taken away from there. The injured passengers were taken to hospital. to be lifted. to be abrogated [e:bngeytid]. (That ban was lifted long ago.) to be removed [rimurvdf. to take away. to lift/pick up. (He turns up everywhere.) to abolish. to jack up [ce:kap]. Jack up only the front end of your car. to remove [rimu:v]. You can't easily remove someone who has influential backing [influwen§il]. to bear [be:]. Will it bear the weight of the machine? We can't afford this luxury [lakgiri]. to bear. Man shall bear what is fated for him. to wake up. to raise [reyz]. kal dı rmak (ablukayı) 429 |birleşikler ve deyimleri ablukayı kaldırmak ambargoyu kaldırmak Ambargoyu yakında kaldıracaklar. ayağa kaldırmak babalarını ayağa kaldırmak baş kaldırmak Kedinin bulunmadığı yerde, fare baş kaldırır. başını kaldıramamak cenazeyi kaldırmak dağa kaldırmak damağım kaldırmak dansa kaldırmak derse kaldırmak el kaldırmak Oylama el kaldırarak yapılacaktır. enkaz kaldırmak hastaneye kaldırmak kadeh kaldırmak Takımın başarısına kadeh kaldıralım. kaldıraçla kaldırmak Tek çare onu kaldıraçla kaldırmaktır. kazan kaldırmak kenara kaldırmak kir kaldırmak laf kaldırmamak mahalleyi ayağa kaldırmak maskesini kaldırmak masraf kaldırmak midesi kaldırmamak, bir şeyi yiyememek anlamında: bir şeyden tiksinmek: omuz kaldırmak ortadan kaldırmak saklamak anlamında: alıp götürmek anlamında: Lütfen şunu ortadan kaldırır mısın? yok etmek anlamında: Bu fikirleri bir günde ortadan kaldıramazsın. Bu, bazı ayrımları ortadan kaldıracaktır. Bu, endişelerimizi ortadan kaldırmaz. ortalığı ayağa kaldırmak parmak kaldırmak parmağını kaldırmak Yardım için kimse parmağını kaldırmadı. pirinci su kaldırmamak Bu adamın pirinci su kaldırmaz. rafa kaldırmak Projeyi yine rafa kaldırdılar. sofrayı kaldırmak söz kaldırmak söz kaldırmamak to raise the blockade [blokeyd], to lift the embargo [emba:gou]. They will lift the embargo soon. to incite [insayt], to infuriate [infu:riyeyt], to rise in rebellion [rayz]. When the cat is away the mice will play. to be engrossed in a job [ingroust], to bury someone [beri], to kidnap. to press the palate up [pedit], to invite to dance. to hear a pupil for his oral. to raise one's hand [reyz], (The vote will be taken by a show of hands.) to clear away the debris [debri:]. to carry smb to hospital. to raise one's glass. (Let's drink to the success of the team.) to lever smth up. The only way is to lever it up. to mutiny. to put aside [isayd]. not to show dirt [do:t]. to be quick to retort [rito:t]. to put the neighbourhood in an uproar. to expose smb [ikspouz]. to bear expenses. to be unable to eat something. to be unable to stand smth [aneybil], to pretend not to know. to hide [hayd]. to remove [rimu:v]. Could you please remove this thing from here? to stamp out. You can't stamp out these ideas in one day. to eliminate [ilimineyt]. This will eliminate some of the discrimination. to remove [rimu:v]. It won't remove our anxieties [erngzayitiz]. to arouse alarm [rrauz]. to raise one's finger, to lift a finger. No one lifted a finger to help. to be very touchy [taci]. (This man can't take a joke [coukj.J to shelve. They have shelved the project again. to clear the table. not to take offence (at a joke) [ifens], to be easily offended. kaldırtmak 430 su kaldırmak su kaldırmamak şaka kaldırmamak Şaka kaldırmayan, şaka etmemeli. Dikkat et, bu adam şaka kaldırmaz. tahtaya kaldırmak tedavülden kaldırmak toz kaldırmak yerine kaldırmak yukarı kaldırmak yüreği kaldıramamak yüreğini kaldırmak kaldırtmak kalgımak, sıçramak anlamında: at için: kalıbının adamı olmamak kalıcı olmak kalın olmak *ensesi kalın olmak kalınlaşmak, kalınlık için: ses için: kalınlaştırmak kalınmak Orada gece kalınır mı? Özür dilemek için biraz geç kalındı. kalıplamak kalıplaşmak kalıplatmak kalır yeri olmamak kaliteli olmak *yüksek kaliteli olmak *düşük kaliteli olmak kalitesiz olmak kalkerleşmek kalkık olmak kalkındırmak kalkınmak kalkışmak Kaçmaya kalkıştılar. Düşman şehri işgale kalkışırsa, karşı koyacağız. Bana şantaj yapmaya kalkıştı. *boyundan büyük işlere kalkışmak kalkmak, oturma durumundan: Neden kalktınız? yatar durumundan: Bu sabah geç kalktım. Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma. yataktan çıkmak: Herkes kalktı mı? Biz genellikle saat yedide kalkarız. to absorb water [ibso:b]. to be unable to absorb much water. to be able to take a joke [couk]. If you can't take a joke you shouldn't make one. Be careful, this man can't take a joke. to call a student to the blackboard. to take out of circulation [sô:kyuleyçin]. to raise the dust. to put back. to raise [reyz]. to be unable to bear [be:]. to give smb a fright [frayt]. to have smth removed [rirmr.vd]. to leap about [li:p]. to rear. not to be the person one seems to be. to be permanent, to be thick. to be influential [influwinjil]. to thicken, to deepen, to thicken, to stay. (Can one spend the night there?) It's a little late to apologize. to press into a mold [mould]. to become stereotyped [steriyitaypt]. to have smth blocked. to be as good as. to be of quality [kwoliti]. to be of high quality. to be of low quality. to be of poor quality. to calcify [kelsifay]. to be raised [reyzd]. to develop. to develop. to attempt. They have attempted to escape. If the enemy attempts to occupy the city we shall resist. to try. He tried to blackmail me. to bite off more than one can chew [çu:]. to get up. Why did you get up? to get up. / got up late this morning. (It's the early bird that catches the worm.) to be up. Is everyone up? We are generally up at seven. kalkmak (altından) 431 Annem namaz kılmak için şafakta kalkar. Okulda sabahleyin altıda kalkardık. cenaze için: Cenaze ne zaman kalkacak? Çengi ölüsü, çalgı ile kalkar. deri ve kabuk için: dikleşmek anlamında: dolaşacak duruma gelmek: On güne kalmaz kalkar. gevşemek anlamında: gelenek vs için: Bu adet bölgemizde çoktan kalktı, girişmek/yeltenmek anlamında: Bizi kandırmaya kalkıştı, hasat vs için toplanmak: Hasat kalkmadan olmaz, havalanmak anlamında: Bu uçak iki saatten önce kalkamaz. sis için: son bulmak anlamında: taşıtlar için: Uçak saat 8'de kalkacakmış. Tren tam saat 6'da kalkar. Geminin iki saat önce kalkması gerekirdi. taşınmak anlamında: Şube buradan kalkmış. yasa için geçerliliğini yitirmek: Bu madde kalktı. yürürlükte olmamak anlamında: uygulanmaz olmak: | birleşikler ve deyimler | Acele ile kalkan, nedametle oturur. Düşe kalka ilerliyoruz. Düşmez kalkmaz bir Allah! Biz kalkıyoruz. altından kalkmak Bu borcun altından nasıl kalkacağız? Takımımız bu işin altından kalkabilecek mi? Bu işin altından kalkacağınızı sanmıyorlar. amuda kalkmak ayağa kalkmak Seyrek git dostuna, kalksın ayak üstüne. Milli Marş çalarken, herkes ayağa kalkar. Konuşmak için ayağa kalktı. hastalıktan sonra: Sayenizde hastamız ayağa kalktı. beraber düşüp kalkmak to rise [rayz]. My mother rises at dawn to pray. At school we used to rise at six in the morning. to be buried [berid]. (What time will the burial be [beriyil]?) (Everyone must be treated as they deserve.) to peel off. to erect. to be on one's feet. He'll be on his feet within ten days. to come loose [lu:s]. to fall in disuse [disyus]. This custom fell in disuse in our area long ago. to attempt. He attempted to fool us. to be reaped [ri:pt]. Not before the harvest is reaped. to take off. This plane won't be able to take off before two hours. to lift. to be abolished. to leave [l i : v]. The plane is to leave at 8. to depart [dipa:t]. The train departs at 6 o'clock sharp. (The ship should have sailed two hours ago.) to move [mu:v]. The branch has moved from here. to be abolished [iboligt]. This article has been abolished. to be abrogated [e:bngeytid]. to fall in disuse [disyus]. Haste will bring repentance [ripentms]. We are struggling along with difficulty. Only God is free from the vicissitudes of fate. We're leaving now. to get out of. How shall we get out from under this debt? to be equal to the task. Will our team be equal to the task? They don't think we're equal to the task. to do a handstand. to stand up. (If you want to be welcome be a rare visitor.) Everybody stands up when the National Anthem is played. to get up. He got up to speak. to be up and about. Thanks to you, our patient is up and about. to live together. kalleş olmak 432 cinleri ayağa kalkmak düşüp kalkmak (birisiyle) hop oturup, hop kalkmak hücuma kalkmak merakı kalkmak ortadan kalkmak Bazı bulaşıcı hastalıklar Avrupa'da tamamen ortadan kalktı. Bu adet, artık ortadan kalkıyor. oturup kalkmak (biriyle) sabahın köründe kalkmak sağ tarafından kalkmak sahura kalkmak sol tarafından kalkmak sustaya kalkmak şaha kalkmak tedavülden kalkmak ters tarafından kalkmak Bugün ters tarafından kalkmıştır. tınsa kalkmak uykudan kalkmak vaktinde yatıp kalkmak yataktan kalkmak yatıp kalkmak (bir yerde) Bu çocuklar nerede yatıp kalkıyor? İtle yatan, bitle kalkar. Körle yatan, şaşı kalkar. Yatıp kalkıp, ona dua etsinler. yerinden kalkmamak Lütfen yerlerinizden kalkmayınız. Başbaşa vermeyince, taş yerinden kalkmaz. yük altından kalkamamak yükün altından kalkmak, ağır görev için: yapılan iyilik için: yüreği kalkmak, heyecanlanmak anlamında: midesi bulanmak anlamında: kalleş olmak kalleşlik etmek kalmak, (ayrıca bak kalmamak) artmak anlamında: Yalnız bir avuç kaldı. Bize yiyecek bir şey kalmadı. Aynısı kalmadı. Tercihimiz kaldığını sanmıyorum. Kala kala şunlar kaldı. Hem midem dolsun, hem aşım kalsın. bir yerde bulunmak anlamında: Biz orada yalnız bir hafta kalacağız. to get nervous [novis], to consort with [konso:t], to be hopping mad. to spring to the attack [ite:k]. to become filled with curiosity. to disappear. Some infectious diseases have completely disappeared from Europe [infek§is], (This practice is dying out.) to follow smb's advice. to rise at dawn [do:n]. (for things) to be going well for one. to get up at dawn to eat for the day's fasting. to get out of bed on the wrong side. to stand up on its hind legs [haynd], to rear. to be taken out of circulation [sb:kyuley§in]. to be in a bad mood. He must have got up on the wrong side of the bed. to break into a trot. to wake up. to keep good hours. to get up. to spend one's night. Where do these children spend the night? (He who keeps company with scoundrels will become one of them.) (Associate with scoundrels and you'll become one of them.) (They should be grateful to him.) to keep one's seat. Please keep your seats. (Unity is strength [ymnhi]). to find the work too much for one. to succeed in carrying out a hard task, to repay a kindness [kayndnis], to get very excited [iksaytid], to feel sick. to be deceitful [disirtful]. to stab smb in the back. to be left (over). There's only a handful left. Nothing was left for us to eat. There isn't any left of the same. I don't think we have any option left. to remain [rimeyn]. These only remain. (To have one's cake and eat it too.) to remain. We'll remain there for only a week. kalmak 433 Gidiyor musun, kalıyor musun? Kalmamız gerekiyorsa, kalırız. Siz burada daha uzun kalıyor musunuz? bir kişinin yanında bulunmak: Bir arkadaşının evinde kalacağız. Bu gece bizde kalabilirsin. Bu gece babamın yanında ben kalacağım. bir şeyin tamamlanması sırasında geri kalan iş için: Yalnız müdürün imzası kaldı. bir yerde/birisine bırakılmak: Biletler evde kaldı. Orası kalsın. Sizde kalsın. Üst tarafı kalsın. Bende kalabilir mi? Sen kazan da düşmana kalsın. Sel gider, kum kalır. Dünya malı dünyada kalır. ertelenmek anlamında: Toplantı pazartesiye kaldı. çıkarma işleminde: Sekizden altı çıkarsa, iki kalır, nitelik karşılaştırmalarda: Onlardan kalır yeri yok. Kıyasla, biz amatör kalırız, konaklamak anlamında: İkinci sınıf bir otelde kaldık. Paris'te nerede kalacaksınız? miktar ve sayı için: Katresi kalmadı. Kala kala beş tane kaldı. Kaç sandık kaldı? Biraz kaldı. Aramadık yer kalmadı. leke vs. için: oyalanmak anlamında: Şimdiye kadar nerede kaldınız? Nerede kaldın? bir durumu/konumu sürdürmek: Basın özgürlüğü boş bir kelime olarak kalacak. Şu temiz siyaset kampanyası nerede kaldı? Fabrika Uç ay kapalı kaldı. uzaklık için: yetki ve görev için: Bana kalırsa... Bize yalnız imza atmak kaldı. sınav için: Maalesef matematikten kaldılar. to stay. Are you staying or leaving? If we have to stay we shall. (Are you here for much longer?) to stay. We shall stay at a friend's house. You can stay with us tonight. I shall remain by my father's side tonight. to remain [rimeyn]. There remains only the manager's signature. to be left/to leave. We left the tickets at home. Let's leave it there. to keep. You may keep it. Keep the change [ceync]. May I keep it? (Make money and don't worry who will get it.) (Some things are here today but gone tomorrow, some last forever [firevi].) (You can't take it with you.) to be postponed. The meeting has been postponed until Monday. to leave [l i : v]. Eight minus six leaves two [mayms]. He is no better than them. By comparison, we are just amateurs [e:mito:z]. to stay. We stayed at a second class hotel [houtel]. Where will you be staying in Paris? to be left. There isn't a drop left. (There only remains five.) How many crates are left [kreyts] ? There is a little left. We have looked everywhere. to remain. to be. Where have you been all this time? Where on earth have you been? to remain. The freedom of the press will remain as an empty word. Where is now this clean politics campaign? The plant has remained shut for three months. to be left, to be left. If it were left to me... There is nothing left to us but sign [sayn]. to fail [feyl]. Unfortunately they have failed in maths. kalmak (aciz) 434 bir şeysiz kalmak anlamında: Yabancı bir ülkede parasız kaldık. Fala inanma ama falsız kalma. Biletsiz kalmayalım! bir yerde bulunmak anlamında: , Çivi çıkar ama yeri kalır. At ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır. Yiğitlik sende kalsın. gerekmek anlamında: Artık iş bir bilgisayara kaldı. Bir o kaldı. Her şey bitti, işimiz bir leğen örtüsüne kaldı. Bir bu kaldı. zaman için: Bu işi bitirmek için bir ayımız kaldı. Kala kala, iki hafta kaldı. Altı aya kalmaz, hepsi iflas eder. Bir haftaya kalmaz, geri dönerler. |sürerlik f i i l i olarak] bakakalmak donakalmak şaşakalmak apışıp kalmak donup kalmak kakılıp kalmak [birleşikler ve deyimler | Hoşça kalın! Kalsın! Ne günlere kaldık! Nerede kalmıştık? Sona kalan, dona kalır. Diğerinden aşağı kalır yanı yok. Bana kalırsa,... Bana kalsa,... Kitabı kaybetmekle kalmayıp, üstelik bedelini ödemedi. aciz kalmak Bunun faydasını anlatmakta aciz kaldı. Bu sefer polis aciz kaldı. aç kalmak Dokuz sanat adamı aç kalır. Sabanın tutağına yapışan el aç kalmaz. Kimse bu ülkede aç kalmamalı. Aç doyuran, aç kalmaz. aç' susuz kalmak açıkta kalmak, işsiz kalmak anlamında: bir iyilikten yararlanmamak: afişte kalmak ağzı açık kalmak ağzı bir kanş açık kalmak to be left without. We were left without money in a foreign country. Don't believe in fortune telling but get your fortune told all the same. (Any more fares?) to remain. You can pull a nail out but its hole remains. Horses and heroes are mortal but fame lasts. Do it and it will be to your credit. to need/to be needed. All that is needed now is a computer. That is all we need at this stage. All that is needed is a cover for a basin. (That's the last straw.) to be left. There's one month left to finish the job. There are only two weeks left. (They'll all go bankrupt in less than six months.) (They'll be back within a week.) to stand in astonishment [istoni§mint], to be left petrified [petrifayd]. to be left bewildered. to be completely bewildered [biwildird]. to stop short. to be rooted to a spot. Good-bye! Leave it! Times have really changed. Where did we get to? First come first served. It's as good as the other one. If you ask me,... If it were left to me,... He not only lost the book but hasn't paid for it. to be unable to do smth. He was unable to explain its benefit. to be powerless. The police was powerless this time. to go hungry [hangri]. A man of many trades will go hungry. The tiller of the land will not go hungry. No one need starve in this land. He who feeds the hungry will not be hungry. to be destitute [destityud]. to be without a job. to be out in the cold. to have (a long) run. to be left open-mouthed [mautht]. to gape with astonishment [geyp]. kalmak (aklında) 435 aklında kalmak Aklımda kaldığı kadarıyle. akim kalmak altında kalmak otomobil altında kalmak: minnet altında kalmak: Boynu altında kalsın! altta kalmak apışıp kalmak arada kalmak İki arada kaldık. aralıkta kalmak arda kalmak arka planda kalmak arkada kalmak arkaya kalmak Sona kalan, dona kalır. ana kalmak askıda kalmak atalardan kalmak Bu gelenek bize atalarımızdan kaldı. âtıl kalmak ayak altında kalmak ayakta kalmak hayat şartları için: Bu zamanlarda fakirlerin ayakta kalabilmeleri çok güç. aşağı kalmak (birinden) Onlardan daha aşağı kaldığımı sanmıyorum. Tüm önceki eserlerinden aşağı kalıyor. Diğerinden aşağı kalır yanı yok. ayaza kalmak ayazda kalmak az kalmak Az kalsın boğuluyorduk. Az kaldı ölecektik. azınlıkta kalmak babadan kalmak bağlı kalmak Verdikleri söze muhakkak bağlı kalacaklardır. Arkadaşlarıma daima bağlı kalmışımdır. baki kalmak, kalıcı anlamında: bir şeyden artmak anlamında: başbaşa kalmak başıboş kalmak Öğretmen gelmeyince, çocuklar başıboş kalmış. berabere kalmak beş parasız kalmak Bu Londra seyahatinden sonra beş parasız kaldık. to stick in one's mind [mayind]. As far as I can remember. to come to nothing, to be unable to reply, to be run over. to be under an obligation to [obligeyfm]. May he die! to get the worse of. to be completely perplexed [piplekst]. to be mixed up in [mikst]. (We were caught in the middle.) to be caught in a dispute [dispyu:t], to survive [sivayv]. to remain in the background. to fall behind. to lag behind. It's the early bird that catches the worm. to be left over. to remain in suspense [sispms]. to be handed down by one's forefathers. This tradition has been handed down to us by our forefathers. to be inactive. to be trodden underfoot. to be left standing. to keep body and soul together. It's hard for the poor to keep body and soul together these days. to be inferior to. / don't think I'm inferior to them. It's inferior to all his previous works. It's just as good as the other one. to be too late for. to be exposed to frost [ikspouzd]. to come within an ace of [eys]. We came within an ace of drowning. (We very nearly died [dayd].) to be in the minority [maynoriti]. to be inherited. to stand by. They'll certainly stand by their pledge. to stick by. I've always stuck by my friends. to survive [sivayv]. to remain (over), to stay alone with, to be left free. When the teacher didn't come, the children were left free. to draw [dro:]. to be flat broke [brouk]. After the trip to London we are flat broke. kalmak (birisine) 436 birisine kalmak Orası ona kalmış bir şey. Bana kalırsa... Karar vermek, size kalmış bir şey. Bana kalsa, "Gitmeyelim." derim. biz bize kalmak (birisiyle) boğazda kalmak boğazında kalmak boşta kalmak boynunda kalmak bütünlemeye kalmak bir canı kalmak cascavlak kalmak cevapsız kalmak Mektuplarımın hepsi cevapsız kaldı. cezasız kalmak cezaya kalmak çağın gerisinde kalmak çakılıp kalmak (bir yerde) çaresiz kalmak Çaresiz kaldım. çekimser kalmak dal gibi kalmak darda kalmak Hiç böyle darda kalmamıştık. denetimsiz kalmak bir deri bir kemik kalmak devede kulak kalmak Bütün bunlar devede kulak kalır. Dıral Dede'nin düdüğü gibi kalmak dışarıda kalmak Kapı kapanınca, dışarıda kaldık. dışında kalmak Bu, belirtilen tipin dışında kalıyor. Kitabın, bu kategorinin dışında kalır. dikiş kalmak İflas etmemize bir dikiş kaldı. diri kalmak, canlı anlamında: solmamış anlamında: zinde anlamında: donakalmak Herkes korkudan donakalmıştı. donup kalmak dört duvar arasında kalmak dul kalmak durakalmak düdük gibi kalmak eksik kalmak eli böğründe kalmak eli ağzında kalmak elinde kalmak çıkmak anlamında: to be up to someone. It's up to him. (If you ask me...) It is up to you to decide [disayd]. If you ask me I'd say, "Let's not go." to have a tête-à-tête with [teytiteyt]. to stick in the throat [throut], to stick in one's throat. to be without work. to be the responsibility of. to have a make-up exam [igze:m]. to be worn out. to be left destitude of [destityu:t]. to remain unanswered. (All my letters were left unanswered.) to go unpunished [anpanist]. to be kept in. to be behind the times [taymz]. to be stuck in a place. to be helpless. (I'm at my wit's end.) to abstain [lbsteyn]. to get thin and slender. to be hard up. We have never been so hard up before. to be left without any supervision. to be reduced to a skeleton [skelitm]. not to amount to much. All this doesn't amount to much. to be at a loss. to be locked out [loktaut]. The door closed and we were locked out. to fall out of. This falls outside the specified type. Your book falls out of this category. to be within an ace of [eys]. We were within an ace of going bankrupt. to remain alive [llayv]. to keep fresh. to remain vigorous [vigms]. to be petrified with [petrifayd]. Everyone was petrified with fear [fi : ]. to stop short. to be shut in. to become a widow. to be bewildered. to be left in the lurch. not to be enough [inafj. to be unable to do anything. to be astonished [istonist]. to come off. kalmak (engele) 437 satılmayan mal için: Bu defolu mallar elimizde kaldı. engele kalmak etki altında kalmak etkisiz kalmak ettiği ile kalmak ettiği yanma kâr kalmak evde kalmak. çıkmamak anlamında: evlenmemek anlamında: finale kalmak gebe kalmak gece yatısına kalmak geç kalmak Özür dilerim, geç kaldım. Geç kalmam. Maalesef, karar almakta geç kaldınız. geri kalmak, arkada kalmak anlamında: gecikmek anlamında: Bu dönem, derslerinde geri kaldılar. Bence, bu işte geri kalıyorsunuz. Onlara nazaran bu işte çok geri kaldık. İhracatımızda neden geri kaldık. istenilen düzeye gelmemek: Ürünlerimiz sizinkilerinden geri kalmaz. geride kalmak Bunlar çok geride kaldılar. Program çok gerilerde kaldı. O günler artık geride kaldı. gıdasız kalmak gizli kalmak gökle yer arasında asılı kalmak gölgede kalmak gönlü kalmak gücenmek anlamında: gözden uzak kalmak gözleri yollarda kalmak gözü kalmak (bir şeyde) Horoz ölmüş, gözü çöplükte kalmış. gözü arkada kalmak guguk gibi kalmak güdük kalmak, büyüyememek anlamında: bitmemiş durumda olmak: sonuç vermemek anlamında: güvendiği dallar elinde kalmak hamile kalmak hasret kalmak (bir şeye) Yıllardır sevgiye hasret kalmış. to lie on one's hands [lay]. These defective goods are lying on our hands. to have to sit for a make-up exam [igze:m]. to be influenced [influwmst]. to be ineffective. to be left with nothing but the shame, to get away with. to stay in. to remain single. to go on to the finals [faynilz]. to become pregnant. to stay the night [nayt]. to be late [leyt]. Sorry, I'm late. I shan't be late. Unfortunately you were late in taking a decision [disijin]. to remain behind, to get behind in. They've got behind their studies this term. In my opinion, you're getting behind in this. to lag behind. We are lagging behind in this with regard to them. to drop behind. Why have we dropped behind in our exports? to be inferior to. Our products are no inferior to yours. to be behind. They are far behind. to fall behind. The schedule has fallen far behind [sedyu:l]. (Those days are over.) to be undernourished [andmarigt]. to remain secret. to be completely bewildered. to keep in the background. to hanker after [he:nki]. to feel resentment [rizentmint]. to remain in obscurity [obskyu:riti]. to be waiting for a long time. to covet [kavit]. To look back greedily to past wealth. to be uneasy about an unfinished job. to live alone [lloun]. to grow stunted [stantid]. to be unfinished. to be without result [rizalt]. to be let down. to get pregnant [pregnmt]. to yearn for [yo:n]. She has been yearning for some love for years. kalmak (hatırı) 438 hatırı kalmak to be offended. Hatırınız kalmasın. Do not feel offended. hatırında kalmak to remember. hatırda kalmak to be remembered. havada kalmak to be left unproved [anpru:vd]. hayatta kalmak to keep alive [ilayv]. hayran kalmak to be filled with admiration [e:dmirey§m]. hayretler içinde kalmak to be amazed [rmeyzd]. hayrette kalmak to be amazed. hevesi kursağında kalmak to be unable to satisfy one's desire. ıssız kalmak to get desolate [desileyt]. ikmale kalmak to be conditioned [kındişınd]. iktidarda kalmak to remain in power [rimeyn]. İşimiz Allah'a kaldı. İşinizden kalmanızı istemem. Bu hükümetin iktidarda kalması için hiç bir sebep görmüyorum. i ki arada kalmak i ki ateş arasında kalmak i ki eli böğründe kalmak ikinci planda kalmak insafına kalmak (birinin) Bu artık onun insafına kalmış bir şey. plik kalmak ş Allah'a kalmak sinden kalmak şsiz kalmak şten güçten kalmak izinsiz kalmak Oğlunuz bugün izinsiz kaldı. kağıt üzerinde kalmak kakılıp kalmak Olduğumuz yerde kakılıp kaldık. kan ter içinde kalmak kan revan içinde kalmak kanlar içinde kalmak kapanın elinde kalmak kapısız kalmak kâr kalmak Ettikleri yanlarına kâr kaldı. karanlığa kalmak karşı karşıya kalmak karşısında kalmak O gün ağır eleştiriler karşısında kaldık. katır kuyruğu gibi kalmak kayıtsız kalmak Bu haksız saldırılara kayıtsız kalamayız. kenarda kalmak kıl payı kalmak Ölmemize kıl payı kalmıştı. Treni kaçırmamıza kıl payı kaldı. I see no reason why this government should remain in power. to be at a loss as to who to believe. to be caught between two fires [ko:t], to feel helpless. to play second fidle [sekind]. to be at the mercy of [mo:si]. (It all depends on his sense of fairness.) to become skin and bones. to be beyond help. We are beyond help. to be kept from one's work. / hate you being kept from your work. to be out of work. to be kept from doing one's work. to be kept in. Your son has been kept in today. to exist on paper only [igzist]. to be rooted to a spot. We were rooted to the spot [ru:tid]. to be all in a sweat [swet]. to be covered with blood. to be soaked with blood [soukd]. to be in great demand. to lose one's job [lu:z]. to remain as profit. They got away with it. to be caught by darkness [ko:t]. to come face to face [feys]. to undergo. That day we underwent severe criticism. to make no progress. to be indifferent [indifmnt]. We can't remain indifferent to these unfair attacks. to be forgotten about [figatm]. to be within a hair's breath of. We were within a hair's breath of dying. to be within an ace of [eys]. We were within an ace of missing the train. kalmak (kilitli) 439 kilitli kalmak Asansörde bir saat kilitli kaldık. kuvvede kalmak kuru başına kalmak kuruda kalmak lâf ağzında kalmak lâfı ağzında kalmak sözünü bitirememek anlamında: şaşırmak anlamında: lafta kalmak lakayt kalmak lâkırdısı ağzında kalmak mahrum kalmak mahsur kalmak Misafirler asansörde mahsur kaldılar. Selde birçok köy mahsur kaldı. maruz kalmak Eğitim politikası hakkında hükümet ağır eleştirilere maruz kaldı. mecbur kalmak Polis ateş açmaya mecbur kaldı. Onlar mecbur kaldıklarından dolayı anlaşıyorlar. mecburiyet altında kalmak mecburiyetinde kalmak İstifa etmek mecburiyetinde kaldı. memnun kalmak merakta kalmak mesaiye kalmak meteliksiz kalmak Yakında hepimiz meteliksiz kalacağız. meydanda kalmak, iş söz konusu ise: ev söz konusu ise: minnet altında kalmak Kimseye karşı minnet altında kalmam. miras kalmak Bunlar, bize miras olarak kaldı. misafir kalmak muallâkta kalmak mutabık kalmak müstenkif kalmak müşkül durumda kalmak bir nefes canı kalmak nefes nefese kalmak nefessiz kalmak neticesiz kalmak nuh nebiden kalmak ocağı kör kalmak ortada kalmak Kendilerini ortada kalmış gibi hissettiler. öksüz kalmak öl dediği yerde ölmek, kal dediği yerde kalmak to be locked in. (We got stuck in the lift for an hour.) to remain as a project [rimeyn]. to be on one's own. to be grounded at low tide [tayd]. to be interrupted [intiraptid]. to be unable to finish one's words, to be struck dumb [dam], to come to nothing, to be indifferent. to be unable to finish one's words, to be deprived of [diprayvd]. to be stuck in [stak]. The guests are stuck in the lift. to be cut off. Many villages were cut off by the flood [flad]. to be subjected to [sabciktid]. The government was subjected to severe criticism on its education policy [sivi:]. to be compelled [kimpeld]. The police was compelled to open fire. They agree because they are compelled to. to be forced to [fo:st]. to be obliged to [lblaycd]. He was obliged to resign [rizayn]. to be satisfied [se:tisfayd], to worry [wari]. to work overtime. to be penniless. We'll all be penniless very soon. to be left jobless, to be left homeless. to be under obligation to smb [obligeysui], / won't put myself under obligation to anyone. to inherit. We have inherited these. to stay with. to remain in suspense [sispens]. to come to an agreement [lgrkmint]. to abstain [lbsteyn]. to be in a predicament [pridikimint]. to be quite worn out. to be out of breath [breth]. to be out of breath. to lead to nothing. to be as old as the hills. to have no descendants [disendmts]. to be left in the cold. They felt as if they were left out in the cold. to be orphaned [o:fmd]. (to obey blindly smb's orders.) kalmak (parmağı ağzında) 440 parmağı ağzında kalmak, şaşırmak anlamında: havran kalmak anlamında: ramak kalmak Ağaca çarpmamıza ramak kalmıştı. Ezilmesine ramak kaldı. Ölmemize ramak kalmıştı. sadık kalmak Biz, vaatlerimize sadık kalırız. İnsan arkadaşlarına sadık kalmalıdır. saf dışı kalmak sağ kalmak Ancak beraber olursak sağ kalabiliriz. Sağ kalan oldu mu? sakin kalmak Her şeyden önce sakin kalın. sallantıda kalmak sap gibi kalmak saplı kalmak, kalıp kalmak anlamında: Ayakkabı çamurda saplı kaldı. saplantı haline gelmek: sebepsiz kalmak Sebep olanlar, sebepsiz kalsın. sessiz kalmak Bu haksızlık karşısında sessiz kalamazdık. seyirci kalmak sıkıda kalmak sıkışıp kalmak sınıfta kalmak sipsivri kalmak sokakta kalmak, dışarıda kalmak anlamında: erinden olmak anlamında: soluk soluğa kalmak sonuçsuz kalmak sözde kalmak sözüne sadık kalmak su içinde kalmak suratı kaşık kadar kalmak susuz kalmak sürüncemede kalmak şap gibi kalmak şaşa kalmak şaşınp kalmak tadı damağında kalmak, bir şeye can atmak: Tadı damağımda kaldı. tat için: Tadı damağımda kaldı. ıınntamamak anlamında: to be greatly astonished [istoni§t]. to be lost in admiration [e:dmirey§in], to be within an ace of [eys]. We were within an ace of hitting a tree. (He was very nearly run over.) (It almost cost us our life.) to be faithful. We are always faithful to our promises. to remain true [rimeyn]. One must be true to one's friends. to be out of the fight [fayt]. to remain alive [llayv]. Only by staying together can we remain alive. to survive [sivayv], (Has there been any survivors?) to remain calm [ka:m]. Above all keep calm. to be unresolved [anrizolvd]. to be left high and dry. to get stuck [stak]. The shoes got stuck into the mud [mad], to be obsessed by [lbsest]. to fall on hard times. (May those responsible suffer for it [safi].) to remain silent [saylint]. We couldn't have remained silent in face of this injustice. to stand by. to be in a tight spot [tayt]. to get stuck [stak]. to fail a grade [greyd]. to be left in the lurch [16:g]. to be locked out [loktaut]. to be left homeless, to be out of breath, to be futile [fyu:tayl]. to come to nothing. to be faithful to one's promise [promis]. to get thoroughly wet [tharili]. to be emaciated [imey§iyeytid], to go without water, to drag on. to be dumbfounded [damfaundid]. to be stupified [styu:pifayd]. to be at a loss. to hanker after [he:nki]. / still hanker after it. to linger in one's palate [pe:lit]. Its flavour still lingers in my palate. to remember with relish. kalmak (takılıp) 441 takılıp kalmak Kafile çamura takılıp kaldı. Bütün gün büroda takılıp kaldım. tek başına kalmak tesir altında kalmak toz (toprak) içinde kalmak tuttuğu dal elinde kalmak uykusuz kalmak uyuya kalmak uzak kalmak Onun yerinde olsam, onlardan uzak kalırdım. İğinden uzak kalamıyor. üstünde kalmak, açık artırmada: suçlanmak anlamında: Sonunda kabahat üstümde kalacak. üstüne kalmak Korkarım bu iş üstüme kalacak. üzerinde kalmak yağmur altında kalmak Yağmur altında kalan var mı? yalnız kalmak Ben bazan yalnız kalmak istiyorum. Yalnız kalanı kurt yer. yanına kâr kalmak yan yolda kalmak Araba bozulunca yarı yolda kaldık. yanda kalmak yarım kalmak yatıya kalmak yavaş kaimak Hükümet tehlikenin mahiyetini anlamakta yavaş kaldı. yaya kalmak ortada kalmak anlamında: yürüyerek gitmek anlamında: yemeğe kalmak Yemeğe kalmıyor musun? yerde kalmak yetersiz kalmak yoksun kalmak yolda kalmak yoldan kalmak Yoldan kal, yoldaştan kalma. yollarda kalmak yükün altında kalmak, ağır görev için: yapılan bir iyilik için: Yükün altında eşek kalır. to get stuck [stak]. The convoy got stuck in the mud. to be tied up [tayd ap]. / was tied up at the office the whole day. to remain all alone [rimeyn]. to be influenced [influwinst]. to be covered with dust [kavid]. to be let down. not to have any sleep. to fall asleep [isli:p]. to keep away from. If I were him I'd keep away from them. He can't stay away from work. to be out of touch. We've been out of touch with the latest developments. to be sold to. to get the blame for [bleym]. At the end, I shall get the blame for it. to be saddled with [sadild]. I'm afraid I'll be saddled with the job. to remain on one [rimeyn]. to stand in the rain. Anyone standing in the rain? to be left alone. / sometimes wish to be left alone. (Woe to the lonely person.) to go unpunished [anpanigt], to be left stranded. The car broke down and we were left stranded. to be left half-finished, to be left half-done, to stay for the night, to be slow to. The government was slow to understand the nature of the danger [deynci]. to be left in the lurch [16:5]. to be compelled to go on foot, to stay for lunch/dinner. Aren't you staying for dinner? not to be shown any respect, to be inadequate [ine:dikwit]. to be deprived [diprayvd]. to be left stranded. to be prevented from setting out on a journey. Better postpone a journey than make it without a companion [kimpeinym]. to be delayed on the road [dileyd]. to fail in carrying a hard task. not to repay a kindness. (One should always repay a kindness.) Son gelişmelerden uzak kalmışız. kalmak/kalmamak 442 yürürlükte kalmak yüz üstü kalmak zaruretinde kalmak zimmette kalmak zor durumda kalmak zorunda kalmak Hisseleri satmak zorunda kaldım. Böyle bir karar almak zorunda kaldık. Bakan istifa etmek zorunda kalmıştı. kalmamak, artmak anlamında: Tepside bir şey kalmamış. bulunmamak anlamında: Kahvemiz kalmadı. Hem suyumuz hem yiyeceğimiz kalmadı, bir durumu veya konumu bildiren: Yapacak başka bir şey kalmadı. Kara gün kararıp kalmaz. Bu işin burada kalmayacağından emin olunuz. Bunlarda utanma diye bir şey kalmamış. Bu dünya Süleyman'a (A.S.) bile kalmamış. Dur dememe kalmadan kapağı açıverdi. ' Gitmedik yer kalmadı. Çalmadığımız kapı kalmadı. Aramadık yer kalmadı. Başvurmadık yer kalmadı. Bilmedik kimse kalmadı. Başvurulmadık yer kalmadı. Kırılmadık tabak kalmadı. | birleşikler ve deyimleri ahi kalmamak Kimsenin ahi kimsede kalmaz. Mazlumun ahi yerde kalmaz. altında kalmamak altta kalmamak anlamı kalmamak Onun için hayatın anlamı kalmadı. aşağı kalmamak (-den) aşağı kalır yanı olmamak Bunun, diğerinden aşağı kalır yanı yok. avuçta bir şey kalmamak, ayakta duracak hali kalmamak benzinde kan kalmamak beti benzi kalmamak beti bereketi kalmamak cam kalmamak dağarcıkta bir şey kalmamak elde kalmamak Bu model elde kalmadı. to remain in effect [ifekt]. to be left unfinished [anfini|t], to be obliged to [lblaycd]. to be owing, to be hard put. to be forced to. / was forced to sell the shares [§e:z]. to be obliged to. We felt obliged to take such a step. to be compelled to [kimpeld]. The minister was compelled to resign [rizayn]. to be left. There is nothing left in the tray [trey], to be out of. We are out of coffee. to run out of. We have run out both of water and food. to be left. There's nothing else to be done. Bad days don't last forever. You can be sure things won't just end here. These people have no sense of shame at all. Not even King Solomon could live forever. He opened the lid before I could say stop. We have been everywhere. We have left no stone unturned [antornd]. We have looked everywhere. We have appealed everywhere [ipi:ld]. Now everyone knows about it. No stone has been left unturned. No plate has been left unbroken fanbroukin]. (for the curse) to take effect [ifekt]. The curse of the oppressed will sooner or later take effect. The curse of the oppressed will eventually take effect. to get even [i:vm]. not to be outdone [autdan]. to lose its meaning. Life has lost its meaning for him. not to be inferior to [infi:yi]. to be as good as. This one is just as good as the other one. to have nothing left. to drop with fatigue [fiti:g]. to look very pale. to have no colour left. to become scarce [ske:s]. to have no life left. to have nothing left. to be out of stock. This model is out of stock. kalmamak (elle tutulacak yanı) 443 elle tutulacak yanı kalmamak faydası kalmamak Bize faydası kalmamıştı. geri kalmamak, bir şey yapmaktan: Gerekli bütün tedbirleri almaktan geri kalmayacağız. birisinden: Bu konuda hiç kimseden geri kalmaz. gücü kalmamak Ayakta duracak gücüm kalmadı. Devam edecek gücümüz kalmadı. habbesi kalmamak Habbesi kalmadı. hacet kalmamak Artık buna hacet kalmadı. hali kalmamak Ayağa kalkacak halim kalmadı. hayrı kalmamak Bunun, artık kimseye hayrı kalmadı. hükmü kalmamak Bu poliçenin hükmü kalmadı. iler tutar yeri kalmamak ilişiği kalmamak kafa kalmamak kendine güveni kalmamak kendine saygısı kalmamak kuşkusu kalmamak Onun suçlu olduğuna dair hiç kuşkum kalmadı. kuvveti kalmamak lâf altında kalmamak maddi değeri kalmamak Bunun hiçbir maddi değeri kalmadı. mahal kalmamak mecali kalmamak memnun kalmamak mevcudu kalmamak kitap için: Aradığınız kitabın mevcudu kalmadı, eşya için: nam ve nişanı kalmamak parası kalmamak sabrı kalmamak seli suyu kalmamak Bunun suyu seli kalmamış. sinir kalmamak Bugün kimsede sinir kalmadı. söz altında kalmamak tadı tuzu kalmamak tahammülü kalmamak Bu kargaşaya tahammülüm kalmadı. takati kalmamak tutar yeri kalmamak to be completely worn out. to be of no use [yu:s]. It had no use to us. not to fail to [feyl]. We shall not fail to take all the necessary steps [nesisiri], to be as good as. (He is second to none in this topic.) to have no strength left. I've no strength left to stand on my feet. We haven't got the strength left to go on. there to be nothing left. There isn't a scrap left [skre:p]. to be no longer necessary [nesisiri]. There is no need for it any more. to have no strength left. / have no strength left to stand up. to be no longer of any use [yu:s]. This is no longer of any use to anyone. to lapse [le:ps]. This insurance policy has lapsed [in§u:nns]. to be in a pitiable state [pityibil]. to have no further connection [kmek§inj. to be too worn out to think. to lose one's self-confidence [konfidins]. to lose one's self-respect. to have no doubt. / have no doubt in mind that he is guilty. to have no strength left. to be quick to retort. to have no material value [mitiryil]. This has no longer any material value [ve:lyu:[. to be no longer necessary [nesisiri], to have no strength. to be displeased [displi:zd]. to be out of print. The book you're looking for is out of print. to be out of stock. to leave no trace [treys]. to be out of cash. to lose one's patience [peysrns]. to be too thick. This is too thick, the juice has boiled away. to have one's nerves on edge [edc]. Everyone's nerves are short today. to be quick to retort. to lose its charm [ca:m], to be unable to stand. / can't stand any more this confusion. to have no more strength left. to be completely worn out. kamalamak 444 tutunacak dalı kalmamak Bizim tutunacak dalımız kalmadı. umudu kalmamak utanma duygusu kalmamak Bunlarda utanma duygusu diye bir şey kalmamış. üst baş kalmamak yapmadığı kalmamak Bize yapmadığı kalmadı. yerde kalmamak, Delikli taş yerde kalmaz. Hak yerde kalmaz. Kanları yerde kalmayacaktır. yüzü kalmamak kamalamak kamaşmak, diş için: gö: için: Dede koruk yer, torununun dişi kamaşır. kamaştırmak diş için: göz için: kamaya gelmek kamburlaşmak kamçılamak, kamçı ile vurmak anlamında: şiddetle çarpmak anlamında: özendirmek anlamında: kamçılanmak Böyle bir ihlâl için orada kamçılanırsın. kamufle etmek kamulaştırılmak kamulaştırmak kan davası olmak (aralarında) kan olmak (aralarında) kan revan içinde olmak kanaat etmek Tutumlu biri aza kanaat eder. Aza kanaat etmeyen, çoğu hiç bulmaz. kanaati olmak Bu konuda bir kanaatim yok. kanaatinde olmak Bütün bunların yanlış olduğu kanaatindeyim. Başarabileceği kanaatinde değilim. kanaatkar olmak kanalize etmek kanamak Burnunuz kanıyor. *burnu kanamak Bunu kimsenin burnu kanamadan yapacağız. *kalbi kanamak to have nothing left to rely on. There is nothing left we can rely on. to have no hope [houp]. to lose all sense of shame [seym]. These people have lost all sense of shame. to have no clothes left. to do everything possible to upset one. He has done everything possible to upset us. Talented people are never out of work. Truth will prevail [priveyl]. Blood will get blood. not to have the nerve to ask for smth. to stab with a dagger [de:gi]. to be set on edge [edc]. to be dazzled [de:zild]. (The sins of the grandfather are visited upon his grandsons.) to set one's teeth on edge, to dazzle. to assault each other with knives [iso:lt]. to become hunchbacked [hancbe:kt]. to flog. , to lash [le:sj. to stimulate [stimyuleyt], to be flogged. You'll be flogged there for that infraction. to camouflage [kemiflac]. to be nationalized [nesimlayzd]. to nationalize [negimlayz]. to be involved in a vendetta. to be involved in a blood feud [blad fyu:d]. to be covered with blood. to be content with [kmtent]. A frugal person is content with little. He who is not content with little will not have much. to have an opinion [lpinyin], / have no opinion on this. to be of the opinion. I'm of the opinion that all this is wrong. to believe. / don't believe he's going to succeed [sikshd]. to be contented [kmtentid], to canalize [kine:layz]. to bleed [bli:d]. Your nose is bleeding. to have a nosebleed. (We're going to do it without hurting anyone.) to be filled with anguish [e:ngwisj. kanatlanmak 445 kanatlanmak uçmak anlamında: 1 inlenmek anlamında: kanatmak Bu işi kimsenin burnunu kanatmadan yap. kancalamak, kancayı takmak anlamında: kancayı atıp çekmek: bıktıracak kadar üzerine düşmek: kancıklık etmek kan çanağı olmak kanda olmak (iki eli) kandırılmak kandırmak, aldatmak anlamında: Sizi kandırmaya çalışıyor. Bu insanları kandırmak o kadar kolay ki! Aklı sıra beni kandıracak. ikna etmek anlamında: kandilleşmek kangal etmek/yapmak kangal olmak yılan için: kangallamak kangren olmak kangrenleşmek kanı bozuk olmak kanıklanmak kanıksamak, etkilenmez olmak anlamında: -den gına getirmek: usanmak anlamında: kanıksatmak kanında olmak Asalet, kanlarında var. Bu, onun kanında var. kanırmak kanırtmak kanısında olmak Bunun geçici bir şey olduğu kanısındayız. Dolandırıldığım kanısındayım. kanıtlamak Sen tam olarak neyi kanıtlamaya çalışıyorsun Bu, suçlu olduğunu kanıtlamaz. Zamanla değerini kanıtlayacaktır. kanıtlanmak Her insan suçlu olduğu kanıtlanmadıkça suçsuz sayılır. kanıtsamak kani olmak to fly away. ' to be fledged [flecd]. to make smth bleed. (Do it gently, without hurting anyone.) to hook [huk], to grapple [gre:pil]. to pester. to stab smb in the back, to become bloodshot [blad§ot]. to have very important work to do. to be fooled [fu:ld]. to fool. He's trying to fool you. to deceive [disi:v]. It's so easy to deceive these people! He's trying to deceive me, as he sees it. to persuade [pisweyd]. to exchange greetings on "Kandil". to coil [koyl]. to become a coil. to coil up. to coil smth up. to gangrene [ge:ngri:n]. to become gangrenous [ge:ngri:ms]. to be degenerate [dicemrit]. to be content with [kmtent]. to become inured to [inyu:d]. to be satiated [seyskytid]. to be fed up with, to cloy. to run in one's blood. Nobility runs in their blood. to be innate with [ineyt]. It's innate with him. to twist smth loose [lu:s]. to bend smth loose. to be of the opinion that [îpinym]. We are of the opinion that it is just temporary [tempirrri]. to feel. I feel I've been cheated [çktid]. to prove [pru:v]. ? What are you trying exactly to prove [igze:ktli]? That doesn't prove that he is guilty. In the course of time it'll prove its value. to be proved. Everyone is presumed innocent until proved guilty [prizyu:md]. to accept as evidence [evidms]. to be convinced [ktnvinst]. kanlamak 446 kanlamak kanlanmak, kan bulaşmak anlamında: kan birikmek anlamında: kanı çoğalmak anlamında: *biti kanlanmak kanlı olmak, , kana bulaşmış anlamında: Bu, kanlı mı, yoksa kansız mı olacak? kanlanmış anlamında: et için: kanlı bıçaklı olmak kanmak, aldanmak anlamında: Onun sözlerine kandım. doymak anlamında: Acıkan doymam, susayan kanmam sanır. Bu adam servete kanmıyor. inanmak anlamında: Sakın kanma! yetinmek anlamında: kanser olmak kanserleşmek kansız olmak, • kan dökmeden yapılan: Kansız bir darbe oldu. kanı az olan: korkak anlamında: kansızlaşmak kanun hükümde olmak kanunlaşmak kanunsuz olmak kapaklanmak, kişiler için: tekne için: kapalı olmak kapı, pencere vs. için: Bütün pencereler kapalıydı. iş yeri için: Bayram ve fazladan tatil dolayısıyla bankamız bir hafta kapalı olacaktır. Bayram münasebetiyle kapalıyız. elektrik için: •kulakları kapalı olmak (bir şeye) kapamak, baş ve yüz için: borç için: elektrik için: geçişi engellemek anlamında: Kar, girişi kapamış. gizlemek anlamında: görüntüyü engellemek: hesap için: to stain with blood [steyn]. to become bloodstained [bladsteynd]. to become bloodshot, to become revitalized [rkvaytilayzd]. to become wealthy. to be bloody. Will this be bloodless or bloody? to be bloodstained [bladsteynd]. to be rare [re:]. to be at daggers drawn [dro:n]. to be taken in [teykin]. / was taken in by her words. to be satiated [seysjeytid]. The hungry will not have enough to eat, the thirsty not enough to drink. This man has an insatiable desire for wealth. to believe. Don't you believe it! to be content [kintent]. to get cancer [ke:nsi]. to become cancerous [kemsins]. to be bloodless [bladles]. There has been a bloodless coup [ku:]. to be anemic [ini:mik]. to be spineless [spaynles], to get anemic [inkmik]. to have the force of law [lo:]. to become a law. to be illegal [ili:gil]. to fall flat on one's face [feys]. to capsize [ke:psayz]. to be shut. All the windows were shut. to be closed/shut [klouzd]. Because of the Feast and the extra holidays our bank will remain closed for a week. Closed because of the Feast. to be off. to be deaf to [def]. to cover up [kavirap]. to settle. to turn off [to:n]. to block. The snow has blocked the entrance [entrins]. to hide [hayd]. to block, to close. kapanık olmak 447 içini doldurmak anlamında: iş yeri için: kapı, pencere vs. için: İnsan, kapıyı arkasından kapar. At çalındıktan sonra, ahırın kapısını kapamak gibi bir şey. Allah bir kapıyı kaparsa, başka bir kapıyı açar. bir konuyu...: Bu konuyu kapama zamanı geldi de geçiyor. radyo için: su için: tıkamak anlamında: yüz için: |birleşikler ve deyimleri açıp kapamak Valf, suyu otomatik olarak açıp kapar. Her şey göz açıp kapayıncaya kadar oldu. ağzını kapamak bahsi kapamak celseyi kapamak dükkân kapamak dünyaya gözlerini kapamak eyer kapamak fermuarını kapamak gedik kapamak gözünü kapamak Vardığın yer korse, bir gözünü kapa. Vardığın yer karanlıksa, sen de gözünü kapa. hayata gözlerini kapamak hesabı kapamak iştah kapamak kepenk kapamak kontağı kapamak konuyu kapamak kulaklarını kapamak perdeyi kapamak radyoyu kapamak telefonu kapamak Sözümü bitirmeden önce telefonu kapadı. yolu kapamak kapanık olmak kapanık olmak (içine) kapanmak, dışarı ile ilişiğini kesmek: delik için: hava için: iş yeri için: Fabrika yakında kapanacakmış. Bu atölyeler neden kapandı? Birçok dükkân yakında kapanır. to fi l l up. to close down. to close [klouz]. You might close the door after you. (It's like locking the barn door after the horse is stolen.) If one door is shut, God will open another. to drop. It's time we dropped that matter. to turn off. to turn off. to plug up [plag]. to cover up. to turn off and on. The valve automatically turns off and on the water. (Everything happened in the twinkling of an eye.) to shut up. to close the subject [sabcikt]. to close the meeting, to shut down a shop, to die [day]. to saddle an animal [se:dil]. to zip up. to fi l l a gap. to pretend not to see. (When in Rome do as Romans do.) You, too, close your eyes, if the place you reach is dark. to die [day]. to close the account [lkaunt]. to ki l l one's appetite [e:pitayt]. to shut down. to shut off the engine [encin]. to close the subject [sabcikt]. to stop up one's ears, to draw the curtain [ko:tin], to turn off the radio [reydiou]. to hang up. She hung up before I could finish my words. to block the road, to be overcast, to be shy [§ay]. to shut oneself up. to be filled in. to be overcast [ouvikast]. to close down [klouz]. Apparently the factory will close down soon. to shut. Why have these workshops shut down? to go out of business [biznis]. Many shops will soon go out of business. kapatılmak 448 kapı için: Bu kapı neden kapanmıyor? Kendiliğinden kapanan bir kapıya ihtiyacımız var. perde için: telefon için: tartışma vs. için: Bu tartışma kapanmıştır. yer için: Burası 24 saat açıktır, hiç kapanmaz. yara için: Yakında kapanır. yüz için: | birleşikler ve deyimleri açılıp kapanmak Bu, açılıp kapanır mı? Açılır kapanır cinsinden istiyoruz. ağzı kapanmak ayağına kapanmak ayaklarına kapanmak (birinin) dizlerine kapanmak eline ayağına kapanmak eve kapanmak gözleri kapanmak içi kapanmak içine kapanmak iştahı kapanmak odasına kapanmak Bütün gün odasına kapandı. secdeye kapanmak şırak diye kapanmak yere kapanmak yere kapanmak (bir yere) kapatılmak kapatmak, kapamak anlamında: Dükkânı kapatıp maça gitmişler, (eksiklik için) gidermek anlamında: Zayıf tekniğini fiziğiyle kapatır, faaliyete son vermek anlamında: Yakında kapatmak zorunda kalacağız, fermuar için: ışık için: kapı veya pencereye duvar örerek: kusur için: nikâhsız yaşamak anlamında: 7V ve radyo için: Televizyonu kapatmayı unutma! telefon için: Üzgünüm, telefonu kapatmak zorundayım. ucuza elde etmek anlamında: bir yere...: | birleşikler ve deyimler | açığı kapatmak to close/shut. Why doesn't this door close? We need a door that shuts of itself. to close [klouz]. to ring off. to be closed. This debate is closed [dibeyt]. to close/shut. We are open 24 hours a day, we never close. to heal [hi:]]. It will heal soon. to veil oneself [veyl]. to fold up. Does it fold up? to be collapsible [krle:psibil]. We want one that is collapsible. to be reduced to silence [sayhns]. to implore smb for mercy [mo:si]. to go down on one's knees. to fall at smb's feet. to implore. to shut oneself up. to be sleepy. to feel depressed [diprest]. to be aloof [ilu:f]. to lose one's appetite [e:pitayt]. to confine oneself to one's room. She confined herself to her room the whole day. to prostrate oneself in prayer [prostreyt]. to snap. to prostrate oneself, to shut oneself up. to be closed. to close/shut. They shut the shop and went to the match. to make up for. His physique will make up for poor technique. to close down [klouz]. We shall have to close down soon. to zip. to turn off. to wall up a door/a window. to cover [kavi]. to keep (a mistress). to turn off. Be sure to turn off the TV. to hang up. I'm sorry, I have to hang up. to get smth cheap, to shut up. to meet the deficit [defisit]. kapı dışarı etmek 449 ağzını kapatmak bahsi/faslı kapatmak Bu bahsi artık kapatalım. Bu faslı çoktan kapattık. borcunu kapatmak delik kapatmak Tek çare delikleri kapatmaktır. dükkân kapatmak eski defterleri kapatmak eyer kapatmak fermuarı kapatmak Arkanın fermuarını kapatır mısın? hesabı kapatmak hücreye kapatmak kapıyı birinin yüzüne kapatmak konuyu kapatmak Lütfen bu konuyu artık kapatalım. odaya kapatmak tartışmayı kapatmak Bu saçma sapan tartışmayı kapatmalıyız. telefonu kapatmak zararını kapatmak Zararımızı nasıl kapatabiliriz? kapı dışarı etmek kovmak anlamında: dışarı almak anlamında: işten atmak anlamında: Onların hepsini kapı dışarı edemezsiniz. kapı yapmak, konu veya istek için: tavlada: kapılandırmak kapılanmak kapılmak, aldanma söz konusu ise: bir şeye tutulma söz konusu ise: sürüklenme söz konusu ise: | birleşikler ve deyimler | akıntıya kapılmak cazibesine kapılmak coşkuya kapılmak dehşete kapılmak duygularına kapılmak endişeye kapılmak Gelen haberlerden endişeye kapıldık. evhama kapılmak fikre kapılmak Böyle fikirlere kapılmayınız. hayale kapılmak Hayale kapılmayalım. hayallere kapılmak heyecana kapılmak hiddete kapılmak Hiddete kapılıp, rakibini öldürdü. to shut up. to close the subject [sabcikt]. Let's close this subject. We closed that subject long ago. to settle one's debt [det]. to stop up. The only way is to stop up the holes. to shut up shop. to let by-gones be by-gones fbay-ganz]. to saddle an animal, to zip up. Could you please zip up the back? to settle the account [lkaunt]. to confine to a cell [sel]. to shut the door in smb's face [feys], to close the subject [sabcikt]. (Let's say no more about this, please.] to confine to one's room [kinfayn]. to end the debate [dibeyt]. We must put an end to this silly debate. to hang up. to make good one's loss. How can we make good our loss? to show smb the door, to throw out. to give smb the sack [se:k]. You can't give all of them the sack. to prepare the way for a topic, to capture a space [kerpci]. to secure smb a job. to secure a job. to be taken in. to be seized with [si:zd]. to be caught by/in [ko:t]. to be caught in a current. to be charmed [fa:md]. to become enthusiastic [inthyu:ziestik]. to be horrified [horifayd]. to be carried away by one's feelings. to be alarmed [ila:md]. We were alarmed at the news [lla.md], to be apprehensive [eprirhensiv]. to be carried away by one's thoughts. Don't be carried away by such thoughts. to delude oneself [dilyu:d]. Let's not delude ourselves. to build castles in the air [keisilz]. to get excited [iksaytid]. to fly into a passion [pe:§in]. He flew into a fit of passion and killed his rival [rayvil]. kapışılmak 450 hislerine kapılmak Sakın, hislerine kapılıp karar verme! hissiyata kapılmak hoş sözlere kapılmak korkuya kapılmak paniğe kapılmak Ne olursa olsun, paniğe kapılmayınız. Paniğe kapılan defans, üçüncü golü de yedi. Seyirciler neden birden paniğe kapıldı? salgınına kapılmak (bir şeyin) Herkes video salgınına kapılmıştı. sanısına kapılmak telaşa kapılmak Halk, cepheden gelen haberlerden dolayı telaşa kapılmıştı. umuda kapılmak umutsuzluğa kapılmak ümitsizliğe kapılmak üzüntüye kapılmak zevahire kapılmak kapışılmak Bunlar kapışılıyor. kapışmak, kavgaya tutuşmak anlamında: bir şevin üzerine üşüşmek: Kapışan kapışana. Bu mal kapış kapış gidiyor. kapıştırmak kaplamak, astar için: ince tahta ile...: çepeçevre sarmak anlamında: Çevreyi pis bir koku kapladı. duygular için: içimizi sevinç kapladı. diş için: istilâ etmek anlamında: kitap için: madeni eşya için: diğer eşya için: Duvarı ne ile kaplayabiliriz? örtmek anlamında: Yoğun bir duman şehri kaplıyordu. Ormanlar adanın yansını kaplıyordu. Sel suları çok büyük bir saha kaplamış, sis vs. için: Yoğun bir sis vadiyi kaplamıştı. bir tabaka ile örtmek: Hapları çikolatayla kaplayalım. to be carried away by one's feelings. Don't let your judgement be carried away by your feelings [cacmint]. to be ruled by one's emotions [imou§mz]. to be taken in by fair words. to be seized with fear [fi : ]. to panic [pe:nik]. Whatever happens don't panic. to be seized with panic. Seized with panic, the defence conceded the third goal [kmsi:did]. to get into a panic. Why did the spectators suddenly get into a panic? to be caught by the general craze [kreyz]. Everyone got caught by the general craze for videos [ko:t]. to imagine [ime.cinj. to be alarmed [ila:md]. The people were alarmed by the news coming from the front. to nourish the hope of [narisj. to be seized with despair [dispe:]. to abandon oneself to despair. to be seized with distress. to be taken in by outward appearances. to be in great demand. (They are selling like hot cakes.) to come to grips with. to snatch smth from one another. There is a big rush on these goods. These goods sell like hot cakes. to incite people to fight with each other. to line [layn]. to veneer [vini:]. to envelop [invehp]. Afoul smell enveloped the surroundings. to be filled with. We were filled with joy. to crown. to invade [inveyd]. to bind [baynd], to plate [pleyt]. to face [feys]. What can we face the wall with? to cover [kavi]. A thick smoke covered the city. The forests used to cover half of the island. The flood waters covered a very large area. to blanket. A thick fog blanketed the valley. to coat [koutj\ Let's coat the pills with chocolate [co:kilit]. kaplanmak 451 | birleşikler ve deyimler | astar kaplamak gümüş kaplamak hasır kaplamak içi sevinç kaplamak Haberi duyunca içimi sevinç kapladı. kağıt kaplamak kiremit kaplamak kürk kaplamak nikel kaplamak yer kaplamak Dolap çok yer kaplayacak. zırh kaplamak kaplanmak, genel anlamda; metal eşya için: tahta için: tabaka için: kaplatmak, genel anlamda: astarla...: diş...: ince tahta ile...: kağıtla...: kitap...: madeni eşya için: bir tabaka ile...: kaplı olmak Haplarımız şekerle kaplıdır. Çok ince bir tabakayla kaplıdır. astar için: Her yer tozla kaplıydı. Her yanı çamurla kaplıydı. Dörtte üçü denizle kaplıdır. Kutularımız ipekle kaplıdır. kapmak, aniden almak anlamında: Bir adam çantasını kapıp kaçtı. hastalık için: huy için: öğrenmek anlamında: yer vs. için: yakalamak anlamında: Sürüden ayrılanı kurt kapar. Çobansız koyunu kurt kapar. Sayılı koyunu kurt kapmaz. | birleşikler ve deyimler | ağzından kapmak ağzından kapmak (birinin) buluttan nem kapmak gönlünü kapmak hastalık kapmak Kapan kapana. to line. to silver-plate. to cover with wicker work. to be filled with joy. On hearing the news I was filled with joy. to cover with paper. to tile [tayd]. to line with fur [fo:]. to nickel-plate. to take up space/room. The cupboard will take up a lot of space. to armour-plate [a:mi-pleyt]. to be covered [kavid]. to be plated [pleytid]. to be veneered [vini:d]. to be coated [koutid], to have smth covered [kavid]. to have smth lined [laynd]. to have a tooth crowned [kraund]. to have smth veneered [vini:d]. to have a wall covered with wallpaper. to have a book bound [baund]. to have smth plated [pleytid]. to have smth coated [koutid], to be coated with. Our pills are coated with sugar [§ugi]. It's covered with a very thin layer [leyi]. to be covered [kavid]. Everywhere was covered with dust. He was all covered with mud. Three quarters of it is covered by sea. to be lined with [laynd]. Our boxes are lined with silk. to snatch (up) [sne:c], A man snatched her bag and ran away. to catch [ke:c]. to acquire [ikwayi]. to pick up. to scramble for [skre:mbi]]. to seize [si:z]. (He who goes his way is lost.) (Wolves will get the unattended sheep.) (It's hard to steal smth that has been counted.) There was a general scramble. to learn by ear [ i : ] . to learn smth accidentally from smb. to be excessively touchy [taci]. to win smb's love. to catch a disease [dizi:z]. kapris yapmak 452 hisse kapmak (-den) huy kapmak laldan nem kapmak kulaktan kapmak İngilizceyi kız kardeşimin arkadaşlarından kaptım. külah kapmak lafı ağzından kapmak Lafı ağzımdan kaptı. mikrop kapmak Bu haplar mikrop kapmanızı engellemez. Yara mikrop kaptı. Nezle kapmış gibisin. nem kapmak nezle kapmak post kapmak su kapmak şifayı kapmak kapris yapmak kaprisli olmak kapsamak Kitap tüm konuları kapsamıyor. Bu, son değişiklikleri kapsıyor. Tüm programları kapsıyor mu? sigorta için: Maalesef, poliçe mobilyayı kapsamıyor. *öncesini kapsamak kapsamlı olmak kaptanlık etmek/yapmak kaptırmak İhaleyi yabancı bir firmaya kaptırdık. |birleşikler ve deyimleri batakçıya mal kaptırmak dizginleri başkasına kaptırmak gönlünü kaptırmak kendini kaptırmak kendini akıntıya kaptırmak kendini melankoliye kaptırmak kendini içkiye, kumara vs'e kaptırmak Bu insanlar kendilerini esrara kaptırmış. kendini olaylara kaptırmak kolunu makineye kaptırmak müflise mal kaptırmak paçasını kaptırmak sakalı kaptırmak yakasını kaptırmak kâr ettirmek kâr etmek, kazanç elde etmek anlamında: Zarardan korkan, kâr etmez. to draw a lesson from [dro:]. to contract a bad habit [kintrerkt]. to be unduly touchy [andyu:li]. to pick up (a language) by listening. / picked up English from my sister's friends. to secure an advantageous post [ldvinteycis]. to take the words out of one's mouth. He took the words out of my mouth. to become infected. These pills will not prevent you from becoming infected. The wound has become infected. to absorb damp [ibso:b]. to catch a cold. You seem to have caught a cold [ko:t]. to obtain an official position [lfisil]. to form a blister and fester [festi]. to be taken i l l . to behave capriciously [kiprisisli]. to be capricious [kipri§is]. to cover [kavi]. The book doesn't cover all the subjects. to include [inklurd]. It includes the latest changes. to contain [kinteyn]. Does is contain all the programs? to cover [kavi]. Unfortunately, the policy doesn't cover the furniture. to be retroactive [ri:troe:ktiv], to be comprehensive [konprihensiv]. to captain [ke:ptin]. to lose out to [lu:z]. We lost the adjudication to a foreign firm. to have one's money swindled. to let smb take control [kintroul]. to fall in love with. to be wrapped up in [re:pt]. to go with the tide [tayd]. to be driven to melancholy. to give oneself to. These people have given themselves to drugs. to succumb to events [sikam]. to get a limb caught in a machine [mi§i:n]. to lose smth that one cannot get back. to get involved in a hopeless situation. to be led by the nose [nouz], to get deeply involved in a situation. to bring profit. to make a profit. He who fears loss can't make any profit. kara olmak 453 yarar sağlamak anlamında: Kâr etmez. etkili olmak anlamında: Cezalar kâr etmez. Zararın neresinden dönüliirse kârdır. Kısa günün kân. kara olmak, renk için: Tencere dibin kara, seninki benden kara. uğursu: anlamında: [birleşikler ve deyimler | bağrı kara olmak bahtı kara olmak baştan kara etmek mecazi anlamda: gönlü kara olmak on parmağı kara olmak kara listede olmak karagözlük etmek karakolluk olmak karalamak, boya vs ile: leke sürmek anlamında: çizerek bir yeri kirletmek: taslak olarak: üzerini çizmek anlamında: yazmak anlamında: Bize birkaç satır karala da gönder. karalanmak, duvar vs için: kelime için: lekelenmek anlamında: karambol yapmak karanlık etmek karanlık olmak, ışık sözkonusu ise: gereğince anlaşılmamak: Bir nokta biraz karanlık. Çıra dibi karanlık olur. karar kılmak (bir şeyde) kararında olmak, kararlı olmak anlamında: gerektiği ölçüde olmak: karalamak kararlaşmak kararlaştırılmak Kararlaştınldığı şekilde, oraya tek başına gideceksin. Ulusal bir kongrenin ivedilikle toplanması kararlaştınldı. kararlaştırmak Kararlaştırdığımız gibi, orada sizi bekleyeceğim. Kararlaştırdığımız gibi, ikinci planı uygulayacağız. to help. It's no good. to be effective. (Punishment won't solve anything.) Any reduction of loss can be counted as profit. It's better than nothing. to be black. It's the case of the pot calling the kettle black. to be ill-omened [oumend]. to be unhappy. to be unlucky [anlaki]. to run (a ship) ashore [iso:]. to take desperate measures [mejiz]. to be malevolent. to be in the habit of backbiting [be:kbayt]. to be blacklisted. to amuse people [imyu:z]. to become a matter for the police [pili:s]. to blacken. to slander [sle:ndi]. to deface with scribblings. to draft. to cross out. to scribble. Just scribble a few lines [laynz]. to be defaced with scribblings [difeyst]. to be crossed out [krostaut]. to be slandered [slarndird]. to carom [ke:nm]. to block the light [layt]. to become dark. to be obscure [obskyu:]. One point is a bit obscure. A lamp will not light its own base. to settle upon smth [setil]. to be resolved [rizolvd]. to be in the right quantity. to make a rough estimate [estimit], to be agreed upon. to be decided on [disaydid]. You shall go there alone as planned. It has been decided to urgently convene a national congress. to arrange [ireync]. As we have arranged, I shall be waiting for you. to decide (on) [disayd]. As we have decided, we shall apply the second plan. kararlı olmak 454 kararlı olmak Ben son derece kararlıyım. Hiçbir tadilatı kabul etmemeye kararlıyım. Onu satın almaya kararlı görünüyorlar. Gitmekte kararlı olduğu görünüyor. kararmak, hava için: siyahlaşmak anlamında: Hava kararmadan döneriz. Saat yedide hava kararmaz. Üzüm üzüme baka baka kararır. 1 birleşikler ve deyimleri açlıktan gözü kararmak Aç ölmez, gözü kararır. içi kararmak gönlü kararmak gözü kararmak, baygınlık geçirmek anlamında: kendini kaybetmek anlamında: kalbi kararmak ortalık kararmak sular kararmak Eve sular kararırken varırım. yüreği kararmak kararsız olmak Bir bakan, nasıl bu kadar kararsız olabilir? Bu konuda hâlâ kararsız. karartmak, siyahlaşlırmak anlamında: Gökyüzünü aniden kararttı. ışığı örtmek anlamında: *iç karartmak Bugün haberler iç karartıyor. karbonlaşmak, karbon durumuna gelmek: kömür haline gelmek: kardeş payı yapmak kargatulumba etmek kargımak kargış etmek kargışlamak kârı olmamak Bu iş herkesin kârı değil. Bu, her yiğidin kârı değil. Bu, benim kârım değil. karıncalanmak, vücııd için: metal için: karışık olmak, açık seçik olmayan: Durum sandığından daha karışıktır. to be determined [dito:mind]. I'm quite determined. to be resolved [rizolvd], I'm resolved not to accept any alterations. They seem resolved on buying it. to be bent on. He seems bent on leaving. to get dark, to turn black. We'll be back before it gets dark. It doesn't get dark at seven. (Evil will spread evil [i:vil].J to be starving. (Poverty doesn't kill people it makes them destitute [destityu:t].J to feel hopeless [houplis]. to feel disgusted [disgastid]. to feel giddy. to lose control of oneself [kintroul]. to lose faith [feyth]. to get dark. (for night) to fall. / reach home when night falls. to lose heart [hart]. to be irresolute [irezdyurt]. How can a minister be so irresolute? to be undecided [andisaydid]. He is still undecided about it. to blacken/darken. It suddenly blackened the sky. to blackout [blerkaut]. to depress [dipres]. The news are very depressing today. to be carbonized [karbmayzd]. to be charred [card]. to divide smth equally [i kwi l i ]. to carry smb by arms and legs. to curse [ko:s]. to curse. to curse. not to be up to. Not everyone is up to this job. That is not something anyone can do. It's not something I can do. to tingle [tingil], to be full of blowholes. to be complicated [komplikeytid]. It's more complicated than you think. karşılamak 455 ayrı nitelikte alan: kargaşa içinde olmak anlamında: Özür dilerim, kafam çok karışık. İşler çok karışık. saf olmayan: karışılmak karışlamak *alnım karışlamak karışmak, Allah'ın işine karışılmaz. Alnını karışlarım! araya girmek anlamında: Onların işlerine karışmamalısın. Bu polemiğe karışmak istemiyorum. Medya, insanların özel hayatlarına karışmamalıdır. müdahale etmek anlamında: Ne karışıyorsunuz? Bu işe karışmayınız. bulaşmak anlamında: Sen bu işe nasıl karıştın? birbirinin içine girmek: düzensiz ve dağınık anlamında: başkaları ile kaynaşmak: akarsular için: yetkisinde bulunmak: |birleşikler ve deyimleri Acele işe şeytan karışır. adı karışmak aklı karışmak aklı fikri birbirine karışmak aralarına karışmak araya karışmak Araya başka konular karıştı. başından büyük işlere karışmak birbirine karışmak Renkler birbirine karışmış. çoluk çocuğa karışmak elinin hamuru ile erkek işine karışmak etliye sütleye kanşmamak gaiplere karışmak işe karışma (bir) Bu işe karışmak istemiyorum. Nasıl oldu da bu işe karıştınız? Bu işe karışmak istemiyor. Bu işe rüfâîler karışır. Bu işe karışmamalısın. işlerine karışmak (birinin) Bunların işlerine sakın karışma! it izi, at izine karışmak İt izi at izine karışmış durumda. kafası karışmak to be mixed [mikst]. to be confused [kinfyu:zd], (I'm sorry, I'm so mixed up.) The situation is quite confused. to be adulterated [idaltireytid]. to be interfered with [intrfhd], (God knows best.) to measure by the span of the hand [meji]. to dare [de:]. / dare you! to interfere [intifi:]. You shouldn't interfere in their affairs. to intervene [intivkn]. / don't want to intervene in this polemic. to meddle with [medil]. The Media should not meddle with people's private lives [layvz]. to interfere [intifi:]. What are you interfering for? (Keep out of this.) to get involved in. How did you get involved in this? to be mixed [mikst]. to be mixed up. to mingle with [mingil]. to flow into. to be in charge [ca:c]. Haste makes waste [weyst]. to be involved in. to be confused [kinfyu:zd]. to be bewildered. to mix with [miks]. to intervene [intivim]. Other subjects cropped up [kropt]. to chew off more than one can bite [bayt]. to get mixed up [mikst]. (The colours have passed into one another.) to get married and have children. to try to do a man's job. to mind one's business [biznis]. to disappear [disipi:]. to get involved [involvd], / don't want to get involved in this. How come you got involved in this? (He doesn't want to have anything to da with it.) What happens next is anybody's guess [ges]. to interfere [intifi:]. You shouldn't interfere. to meddle in smb's affairs. Don't ever meddle in their affairs. to be very complicated [komplikeytid]. This seems to be a very complicated matter. to get confused [kmfyu:zd]. karıştırılmak 456 karışanı görüşeni olmamak kayıplara karışmak kırklara karışmak lâfa karışmak maziye karışmak olaylara karışmak Olaylara karıştıklarını inkâr ediyorlar. ortalık karışmak ötesine karışmamak Ötesine karışma! Bundan ötesine karışmam. saç sakal birbirine karışmak söze karışmak tarihe karışmak Bu uygulama yavaş yavaş tarihe karışıyor. zihni karışmak Zihnim tamamen karıştı. karıştırılmak, birbirine kalmak anlamında: ayırt edilememek anlamında: Daha iyi bir netice elde etmek için az su ile karıştırılmalıdır. karıştırmak, ayırt edememek anlamında: burun için: dış için: elle yoklamak anlamında: harman etmek anlamında: iskambil kağıtları için: iki maddeyi: kaşıkla...: Tahta bir kaşıkla karıştırınız. kitap için: kurcalamak anlamında: karıştırarak aramak anlamında: | birleşikler ve deyimleri birisiyle karıştırmak (birisini) Beni daima kardeşimle karıştırırlar. bir şeyi bir şeyle karıştırmak burnunu karıştırmak ceplerini karıştırmak diş karıştırmak Herkesin önünde dişlerini karıştırma! eski defterleri karıştırmak Müflis bezirgan, eski defterlerini karıştırır, mecazi anlamda: fesat karıştırmak halt karıştırmak dolap çevirmek anlamında: Bunlar yine ne halt karıştırıyorlar? hile karıştırmak iş karıştırmak işe karıştırmak (birini) Lütfen beni bu işe karıştırmayınız. Beni bu işe karıştırmaya çalışıyorlar. to be free from interference [intifinns]. to vanish [ve:nisj. to disappear from sight [sayt]. to cut in. to become a thing of the past. to be involved in (an incident). They deny having been involved in the incident. (for trouble) to break out. not to be concerned (with what follows). (Leave the rest!) I won't be concerned with the rest. to look very unkempt [ankempt]. to cut in. to be a thing of the past. This practice is slowly dying out. to be mixed up [mikstap]. I'm all mixed up. to be mixed together. to be confused with [kinfyu:zd]. To obtain a better result it should be mixed with a little water. to confuse smth with smth. to pick, to pick. to feel in (for). to blend. to shuffle [safil]. to mix. to stir up. Stir with a wooden spoon [spu:n]. to thumb through [tham thru], to fumble [fambil]. to rummage about [ramie]. to mistake smb for. They always mistake me for my brother. to confuse smth with smth [kinfyu:z]. to pick one's nose [nouz]. to search through one's pockets [so:}]. to pick one's teeth. Don't pick your teeth in public! to hunt for debtors [detiz]. One hunts for debtors when one is in need. to rake up the past [reyk]. to cause trouble [ko:z]. to blunder [blandi]. to be up to. What are they up to again? to rig. to complicate things, to get smb mixed up in [mikst]. Don't get me mixed up in this, please. (They are trying to draw me into this.) karikatürize etmek 457 işleri karıştırmak kafasını karıştırmak kitap karıştırmak lakırdı karıştırmak ortalığı karıştırmak sayfa karıştırmak zihnini karıştırmak Zihnimi karıştırıyorsun. Hastanın durumu doktorların zihnini karıştırdı. karikatürize etmek karlamak karina etmek kârlı olmak karmak, hamur için: karıştırmak anlamında: karmakarışık etmek Her şeyi karmakarışık ettin. işleri daha karmakarışık etmenin anlamı yok. karmakarışık olmak Burada her şey karmakarışık olmuş. *kafası karmakarışık olmak karman yorman etmek karman çor m an olmak karmanyola etmek karmaşa içinde olmak karmaşık olmak karşı gelmek karşı olmak Böyle bir projeye karşıyız. Babası böyle bir evliliğe karşıydı. Herkes bu işe karşıydı. karşı karşıya olmak İnsanlarımız açlık tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çok büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Bugün aynı problemle karşı karşıyayız. karşılamak, misafir veya yolcu için: Gidip onları kim karşılayacak? Bizi bu şekilde karşılamanız çok hoş. Prensesi her yerde içtenlikle karşılamışlardı. Orada bizi candan karşıladılar. Misafirleri kaputa Mm karşılayacak? to muddle things up [madtl], to puzzle one [pazil]. to browse [brauz]. to change the subject [ceync]. to stir up trouble [trabil]. to thumb through [tham thru]. to confuse [kinfyu:z]. You're confusing me. to baffle [be:fil]. The condition of the patient has baffled the doctors. to caricature [kerrikityu:]. to snow. to careen [kirin]. to be profitable. to knead [ni:d]. to blend. to make a mess of. You made a mess of everything. to complicate [komplikeyt]. There's no point in complicating things any further. to be in a mess. Everything is in a mess here. to be all confused [krnfyu:zd]. to mess up. to be all mixed up. to assault to rob [iso:lt]. to be in confusion [kmfyu:jin]. to be complex [kompleks], to oppose [lpouz]. to be against [lgenst]. We are against such a project. Her father was set against such a marriage. to be opposed to [lpouzd]. Everyone was opposed to it. to face [feys]. Our people are facing the danger of starvation [sta:veysin]. to be face to face with. We are face to face with a great danger. to be faced with. We are faced with the same problem today. to meet [mi:t]. Who is going to go to meet them? It's nice of you to meet us like that. to receive [risi:v]. The princess had been warmly received everywhere. We received a very warm velcome there. to welcome. Who is going to welcome the guests at the door? karşı l anmak 458 bir şeyi veya bir kişiyi: Onu alkışlarla karşılayalım. Haberi büyük sevinçle karşıladılar, tepki göstermek anlamında: Korkunç haberi nasıl karşıladılar? Nasıl karşıladı? Baban evlenmeni nasıl karşıladı? ihtiyaç için: Bu, ihtiyacımı tam karşılar. karşılık almak; karşılık vermek anlamında: O yumruğu bir solla karşıladı. masraflar için: Bunlar masrafların yarısını karşılayamaz. Bu masrafları nasıl karşılayacağız? önlemek anlamında: zarar için: Onların zararını neden ben karşıhıyım? Ibirleşikler ve deyimleri Bir iyiliği, iyilikle karşılamak gerek. anlayışla karşılamak Ben bu davranışı anlayışla karşılayamam. candan karşılamak hoş karşılamak Bu gibi davranışları hoş karşılayamayız. ihtiyacı karşılamak Yeni liman bölgenin ihtiyacını karşılar mı? Bu ihtiyacımızı tam karşılar. ihtiyatla karşılamak Sözlerini ihtiyatla karşılıyoruz. iyi karşılamak Bunu iyi karşılamayacağından eminim. iyiliği kötülükle karşılamak kayıtsızlıkla karşılamak Bu konuyu kayıtsızlıkla karşılayamayız. metanetle karşılamak masrafı karşılamak Sen gidecek ol, biz tüm masrafları karşılarız. masrafını karşılamak Herkes kendi masrafını karşılayacaktır. soğuk karşılamak soğukkanlılıkla karşılamak şüpheyle karşılamak uc uca karşılamak zaran karşılamak Şirket zararı karşılayacaktır. karşı l anmak Bu poliçe böyle bir zararı karşılamaz. Boykot çağrısı iyi karşılanmadı. to greet. Let's greet her with applause [iplo:z]. They greeted the news with great joy. to react [rie:kt]. How did they react to the terrible news? to take. How did she take it? How did your father take your getting married? to meet (a need). This meets exactly my need. to be enough for. to counter [kaunti]. He countered that jab with a left. to cover [kavi]. These don't cover half of the expenses. to meet. How are we going to meet these expenses? to prevent [privent], to make up. Why should I make up their loss? One good turn deserves another. to understand [andistemd]. / just can't understand this behaviour. to welcome with open arms, to approve [ipru:v]. We can't approve of such behaviour [biheyvyi], to meet the need. Will the new port meet the needs of the region? This will exactly meet our need. to take smth with a grain of salt [so:lt]. We're taking his statement with a pinch of salt. to take it well. I'm sure he won't take it well. to return bad for good. to treat with indifference. We can't treat this subject with indifference. to bear up [be:]. to cover the expenses [ikspensiz]. You decide to go, we'll cover all the expenses [kavi]. to pay one's own way. Everyone is to pay their own way. to greet coldly. to greet with composure [kimpouji]. to greet with doubt [daut]. to hardly make both ends meet, to make good. The company will make good the loss. to cover [kavi]. This policy doesn't cover such damage. to be received [risi:vd]. The appeal to boycott wasn't well received. karşılaşmak 459 Bu sözler alkışlarla karşılandı. Her yerde içtenlikle karşılandık. *hoş karşılanmak Bu tür davranışlar hoş karşılanamaz. *soğuk karşılanmak karşılaşmak, rastlamak anlamında: Onunla otobüste karşılaştık. Son karşılaştığımızdan beri hiç değişmemişsin. Muhbirle nerede karşılaştınız? Burada her türlü insanla karşılaşacaksınız, karşı karşıya gelmek: Orada nelerle karşılaşacağımızı Allah bilir. | birleşikler ve deyimler | güçlüklerle karşılaşmak Karşılaştıkları güçlükler az değildi. Ciddi güçlüklerle karşılaştık. problemlerle karşılaşmak Yakında hükümet ciddi problemlerle karşılaşacaktır. sorunlarla karşılaşmak Böyle sorunlarla ilk defa karşılaşmıyoruz. zorluklarla karşılaşmak Her yıl aynı zorluklarla karşılaşıyoruz. karşılaştırma yapmak karşılaştırılmak, mukayese için: Diğerleriyle karşılaştırıldığında o bir melek sayılır, yüzleşmek anlamında: karşılaştırmak, kıyaslamak anlamında: Notlarımızı karşılaştıralım. aynı şeyler için: ayrı şeyler için: Onunla hiçbir şey karşılaştırılamaz. yüzleştirmek anlamında: karşılığı olmamak karşılıksız olmak, karşılığı olmamak anlamında: karşılık gerektirmeyen: karşısında olmak Bunun tamamen karşısındayım. yer bakımından: Postahanenin karşısındadır. karşıt olmak karşıtlamak kartalmak kartlaşmak kasılmak Bu iki hareketi yaparken kasılmayınız. to be met. These remarks were met with applause [iplo:z]. to be welcomed. We were warmly welcomed everywhere. to be approved [ipru:vd]. This sort of behaviour can't be approved of. to get a cold reception [risep§m]. to meet. / met him on the bus [bas]. You haven't changed at all since we've last met. Where did you meet the informer? You'll meet here all sort of people. to encounter [inkaunti]. God knows what we'll encounter over there. to encounter difficulties [difiktltiz]. The difficulties they encountered were numerous. to be confronted with [kmfrantid]. We've been confronted with serious difficulties. to be faced with [feyst]. Soon the government will be faced with serious problems [govinmmt]. to come to grips with. It's not the first time that we have come to grips with such problems. to meet with difficulties. Every year we meet with the same difficulties. to draw a parallel [dro:]. to be compared [kimpe:d]. Compared to others she is an angel [eyncil]. to be brought face to face. to compare [kimpe:]. Let's compare our notes. to compare smth with smth. to compare smth to smth. Nothing compares to/with it. to confront one person with another. to be without provision [pnvijin]. to be uncovered [ankavird], to be gratis. to be opposed [lpouzd]. I'm completely opposed to it. to be opposite [opizit]. // is opposite the post office. to be contrary [kintnri]. to refute [rifyu:t]. to get old. to get tough [tafj. to stiffen. Don't stiffen when you do these two actions. kastı olmak 460 gururlanmak anlamında: kastı olmak Ona kastın mı var? kasıtlı olmak kasem billah etmek kasmak, dqrahınak anlamında: kısaltmak anlamında: baskı altında tutmak anlamında: kasnaklamak, çemberlemek anlamında: kasnak içine almak anlamında: kollarıyla kavramak: kastarlamak kasten yapmak Onu kasten yaptılar. kastetmek, amaçlamak anlamında: Tam olarak neyi kastediyor? demek istemek anlamında: Bunu kastetmiş olamaz. Kastettikleri biziz. Baban kimi kastetti? kıymak istemek anlamında: *canına kastetmek kastı olmak Neden sana kastı olsun? kasvetli olmak kaş etmek kaş göz etmek kaşağılamak kaşağılanmak kaşarnak kaşandırmak kaşanmak kaşarlanmak, duygusuzlaşmak anlamında: eskimek anlamında: tecrübe kazanmak anlamında: kaşıklamak kaşıklanmak kaşımak | birleşikler ve deyimler] başını kaşıyacak vakti olmamak İşten başımı kaşıyacak vaktim yok. Tırnağın varsa, başını kaşı. *ensesini kaşımak kaşındırmak kaşınmak, kaşıntısı olmak: kendi kendini kaşımak: Züğürt olup düşünmektense, uyuz olup kaşınmak yeğdir. to show off. to harbour evil intentions [ha:bi]. Do you harbour evil intentions against her? to be intentional [inten§tml]. to swear by God [swe:]. to tighten [taytin]. to shorten. to oppress [ipres]. to hoop up [hu:pap]. to put in a hoop. to hug [hag]. to bleach [bl i : f]. to do smth on purpose [pb:pis]. They did it on purpose. to drive at [drayv]. What is she exactly driving at? to mean [mi:n]. He can't have meant that. It is us they mean. Who did your father mean? to have designs on [dizayn]. to plot against one's life [lgeynst]. to harbour evil intentions [ha:bi]. Why should he harbour any evil intentions against you? to be depressing. to raise one's eyebrows [aybrauz]. to wink at. to groom [gru:m]. to be groomed. to curry [kari]. to let an animal stale [steyl]. to stale. to be hardened [ha:dind]. to get old and worn out. to become sophisticated [sifistikeytid]. to eat spoonfuls. to be eaten with a spoon [spu:n]. to scratch. to have no time to scratch one's head. (I'm swamped with work.) If you can afford it you can have it. to wonder what to do. to make smb itch [ i f ] . to itch. to scratch oneself. It's better to have the itch and scratch than be penniless and worry. katakulli yapmak 461 kötü bir karşılık gerektiren davranış için: Sen dayak yemek için kaşınıyorsun. Bu sefer kaşındı. Kendisi kaşındı. |birleşikler ve deyimleri avucu kaşınmak kavgaya kaşınmak sırtı kaşınmak Senin sırtın kaşınıyor. katakulli yapmak katakulliye gelmek katarlamak, tek sıra haline koymak: arka arkaya dizmek: katetmek, bölmek anlamında: kesmek anlamında: mesafe için: Bu sabah epey mesafe katettik. Yol katetmekle, borç ödemekle tükenir. katı olmak, sert anlamında: acımasız anlamında: Kızlara karşı neden bu kadar katıdır? ilkelere sıkı sıkı bağlı: *yüreği katı olmak katık etmek Peyniri ekmeğe katık et. katıklamak katılaşmak, çimento için: duyarsız hale gelmek: katı duruma gelmek: sertleşmek anlamında: sıvı durumundan geçmek: katılaştırmak katılmak, darbe, komplo vs. için: Ben böyle bir komploya kanlamam. ilave edilmek anlamında: bulunmak anlamında: Toplantıya yalnız yüz kişi katıldı. bir düşünceye...: Söylediklerine katılmıyorum. bir örgüte...: O günler herkes orduya katılıyordu. Yüzlerce kişi partimize katılıyor. O da bize katılmaya hazır. bir etkinliğe...: Bu gibi faaliyetlere katılmamalıdırlar. Birçok faaliyetlere katılıyordu. to be itching for. You're itching for a beating. to be asking for it. This time she asked for it. He brought it on himself [bro:t]. to anticipate getting money. to be itching for a quarrel [kwonl]. to be itching for a beating. You're itching for a beating. to cheat [ci:t]. to be taken in. to form into a line [layn]. to form a file/train ffayl/treyn]. to intersect, to cut off. to cover (a distance) [kavij. We've covered quite a distance this morning. (A journey diminishes by travelling, a debt by being paid off .) to be hard, to be hard on. Why is she so hard on the girls? to be unyielding. to be obdurate [obdyunt]. to eke out one's food [i:k]. Eat your cheese with your bread. to eat with bread. to set. to become insensitive, to harden, to stiffen, to solidify, to harden. to be a party to. / can't be a party to such a plot. to be added, to turn up. Only a hundred people turned up at the meeting. to agree with [lgri]. / don't agree with what you say. to join [coyn]. Those days, everyone was joining the army. Hundreds of people are joining our party. He, too, is willing to join us. to participate [partisipeyt]. They shouldn't participate in such activities. to take part. She took part in many activities. katışıksız olmak 462 Bize katılmaz mıydınız? Şarkılara katılmanızı candan diliyoruz. Başbakan da kutlamalara katılacaktır. Ben size sonra katılırım, iştirak etmek anlamında: Oyunlara katılmak niyetinde değiliz. Bu konferansa neden katılmadık? Bu turnuvaya Türkiye katılmıyor mu? Hepsi, ispanya iç savaşına katılmışlardı. Hasta olduğundan merasime katılamadı. | birleşikler ve deyimleri fikrine katılmak Bu konuda fikirlerine katılmıyorum. finale katılmak gülmekten katılmak Herkes gülmekten katılıyordu. kervana katılmak orduya katılmak sürüye katılmak yüreği katılmak katışıksız olmak katışmak katıştırmak kat'î olmak kat'îleşmek katkısı olmak Şehrin kültürel hayatına büyük katkısı olacaktır. katlamak Gömlekleri katlayıp çekmeceye koydu. Lütfen katlamayınız. katlandırmak katlanılmak katlanmak, üst üste kat oluşturulmak: tahammül etmek anlamında: Bu tür saçmalığa artık katlanamıyorum. Sesimizi çıkartmadan bu işe katlanacakmışız. Ben bu gibi küstahlığa katlanamam. Öfkesine neden katlanalım? Gülü seven dikenine katlanır. Böyle yüzsüzlüğe katlanmam mümkün değil. Neden bütün bunlara sessizce katlanalım? | birleşikler ve deyimler | Göz görmeyince, gönül katlanır. Gülü seven dikenine katlanır. to join (in). Won't you join in? You're cordially invited to join in the singing. The Prime Minister will also join the celebrations. I'll join you later. to take part. We don't intend to take part in the games. Why didn't we take part in that conference? Isn't Turkey taking part in that tournament? They all had taken part in the Spanish civil war. to attend. (He was ill and could not attend the ceremony). to agree with smb's views. / don't agree with your views on this subject. to participate in the finals [faymlz]. to split one's sides with laughter [la:fti]. (Everyone was shaking with laughter.) to go with the rest. to join the army [coyn]. to join the throng. to lose one's breath [breth]. to be pure [pyu:]. to join [coyn]. to add smth to [e:d]. to be definite [definit]. to become definite. to contribute [kintribyu:t]. It will contribute enormously to the cultural life of the city [kalcinl]. to fold (up) [fould]. She folded up the shirts and put them in the drawer. Please do not fold. to make smb endure smth. to be endured [indyu:]. to be folded, to put up with. / can't put up with this sort of nonsense. to bear [be:]. We are to bear it up and keep quiet [kwayit]. J can't bear such insolence [insihns]. to endure [indyu:]. Why should we endure his temper? He who loves the rose endures its thorns. to stand. / can't possibly stand such impudence. to suffer [safi]. Why should we suffer all this in silence? What the eye doesn't see the heart doesn't rue. There are no roses without thorns. katlatmak 463 acıya katlanmak Böyle acıya nasıl katlanabiliyor? fedakârlığa katlanmak mahrumiyete katlanmak masraflara katlanmak Biz bu masraflara katlanmak zorunda değiliz. rahatsızlığa katlanmak sıkıntılara katlanmak sonucuna katlanmak Doğacak sonuçlara katlanmak zorundayız. şakaya katlanmak Şakaya katlanamıyorsan, şaka etme. yokluğuna katlanmak Biz, şeker yokluğuna bir yıl katlandık. zahmetine katlanmak Raporu okumak zahmetine katlanırsa, anlar. zorluğa katlanmak Onun için her zorluğa katlanmaya hazırım. katlatmak katledilmek katletmek Öğrencileriniz İngilizceyi katletti. katmak, ilâve etmek anlamında: Erken kalktım işime, şeker kattım aşıma, karıştırmak anlamında: birlikte göndermek anlamında: döllemeyi sağlamak anlamında: | birleşikler ve deyimler j birbirine katmak bire bin katmak cana can katmak derde dert katmak geceyi gününe katmak güç katmak hesaba katmak İşçilerin tepkisini hesaba katmaları gerekirdi. Siz, son ilaveleri hesaba katmadınız. Talepteki değişiklikleri hesaba katmanız gerekiyordu. Kıvırma payını hesaba katmayı unuttu. Çekme için 1 santimi hesaba katınız. hesaba katmamak Halkın tepkisini hesaba katmamışlardı. Böyle bir skoru hesaba katmamıştık. Beni hesaba katmayın, gelemem. Onu hesaba katmayın. to bear suffering. How can she bear such suffering? to make sacrifices [se:krifaysiz]. to suffer privation [prayvey§in]. to bear the charges [ca:ciz]. We don't have to bear these charges. to put up with discomfort. to bear hardship. to take the consequences [konsikwinsiz]. We shall have to take the consequences. to take a joke [couk]. If you can't take a joke, don't make one. to do without. We did without sugar for a whole year. to take the trouble to. If he takes the trouble to read the report he'll understand. to put up with difficulties [difikiltiz]. (I'm ready to go through thick and thin for it.) to have smth folded. to be murdered [mo:did]. to murder [mo:di]. Your students have murdered English. to add. (It's the early bird that catches the worm.) to mix in. to send with, to mate [meyt]. to set at loggerheads [logmedz]. to exaggerate [igzecireyt]. to delight [dilayt]. to pile one trouble on another [payl], to work day and night. to give a stimulus. to take into account [lkaunfj. They should have taken into account the reaction of the workers [ri:ek§m]. You didn't take into consideration the latest additions [idismz]. to reckon with. You should have reckoned with the change in demand. to allow for. She forgot to allow for the hem. Allow 1 cm for the shrinkage. to reckon without. They reckoned without the public reaction. not to bargain for [ba:gin]. We didn't bargain for such a score [sko:]. to count smb out. / can't come, so you can count me out. Don't count him in. katmanlaşmak 464 ortalığı birbirine katmak (ortalığı) tozu dumana katmak önüne katmak pişmiş aşa soğuk su katmak renk katmak, canlılık kazandırmak: değişiklik getirmek: su katmak tozu dumana katmak yeri göğü birbirine katmak yeni bir boyut katmak katmanlaşmak katmer katmer olmak katmerleşmek katmerli olmak katranlamak katranlanmak katranlı olmak kavga etmek birisiyle: bir şey üzerinde: bir şeyden dolayı birisiyle: Önüne gelenle kavga eder. Sen kavga edercesine konuşuyorsun, dövüşmek anlamında: ı Burada birbirimizle kavga etmeyiz. Komşu çocuklarıyla kavga etmekten başka bir şey yaptığı yok. Kimseyle kavga etmeye niyetim yok. Bunlar, daha şimdiden kavga etmeye başladılar. | birleşikler ve deyimleri ağız kavgası yapmak/etmek Onunla ağız kavgası etmenin anlamı yok. Bunlar, herşey hakkında ağız kavgası ederler. boku ile kavga etmek kedi köpek gibi kavga etmek saç saça, baş başa kavga etmek sille tokat kavga etmek kavgalı olmak kavgası olmak (birisiyle) Azıcık aşım, kavgasız başım. kavgasını yapmak Siz neyin kavgasını yapıyorsunuz? kavileşmek kavileştirmek kavilleşmek kavlamak, deri için: ağaç kabuğu için: kavlanmak, .deri için: kabuk için: to cause alarm and confusion [kinfyu:jin], to cause commotion [kimou§in], to drive in front of one. to spoil everything at the last moment. to enliven [inlayvin]. to lend colour to [kali]. to water down. to create an uproar [krieyt]. to move heaven and earth. to introduce a new dimension [dimensin]. to stratify. to become layers [leyiz]. to become layered [leyid]. to be in layers, to cover with tar. to be tarred [ta:d], to quarrel [kwonl], to quarrel with smb. to quarrel over smth. to quarrel with smb over smth. He quarrels with everyone. You talk as if you're quarrelling. to fight [fayt]. We don't fight each other here. All he does is fighting with the neighbour's children [neybiz]. I've no intention to fight with anyone. They have already started fighting. to bandy words. There's no point in bandying words with him. to bicker [bike]. They bicker over just about everything. to be mad at everything, to fight like cat and dog. to fight it out. to fight slapping and cuffing each other, to be at loggerheads with smb. to have a quarrel with. I have got little wealth, so I have got nothing to care for. to quarrel about. What are you quarrelling about? to become strong, to strengthen. to come to an understanding. to peel [pi:l], to chip off. to peel. to scale off [skeyl]. kavlatmak 465 kavlatmak kavlaşmak kavramak, elle tınmak anlamında: algılamak anlamında: Evren aklın kavrayamayacağı bir şeydir. anlamak anlamında: Anlamını pek kavradıklarını sanmıyorum. Durumu kavrayan tek kişi o idi. ambriyaj için: [birleşikler ve deyimler] havsalası kavrayamamak Havsalam bunu kavrayamıyor. işi kavramak Bir ay içinde işi kavramış olacağım. İşi kavraması biraz zamanını alacaktır. konuyu kavramak Bu konuyu pek kavramış gibi görünmüyor. kavranılmak kavrulmak, kızartılmak anlamında: yakılmak anlamında: ufak ve cılız kalmak: uğramış anlamında: Ülkemiz korkunç bir kuraklıkla kavruluyor. *için yanıp kavrulmak *kendi yağı ile kavrulmak kavurmak, fırında kızartmak: yağda kızartmak: kahve için: toprak için: sıcak sözkonusu ise: don vs. sözkonusu ise: *kasıp kavurmak, topluluğu ezmek: mahvetmek anlamında: kavurtmak kavuşmak, akarsular için: bir araya gelmek anlamında: Dağ dağa kavuşmaz insan insana kavuşur. bir şeye erişmek anlamında: bir şeyi elde etmek: güneş için: katılmak anlamında: uçlar için: uzun ayrılıktan sonra: varmak anlamında: yol için: | birleşikler ve deyimler] açıklığa kavuşmak to make smth peel, to become like tinder. to grip, to grasp. The universe is something beyond the grasp of the mind [maynd]. to understand. / don't think they quite understand its meaning. He was the only one to understand the situation. to clutch [klac]. to be unable to comprehend. (This is beyond my comprehension [komprihensm].) to learn the job. / shall have learned the job within a month. It'll take him some time to learn the job. They don't seem to have quite a good grip of the subject [sabcikt]. to be grasped. to be roasted [roustid]. to be scorched [sko:ct]. to be stunted [stantid]. to be afflicted. Our country is afflicted with a terrible drought. to have an obsession [lbsesin]. to stew in one's own juice [cu:s]. to roast. to fry. to roast. to parch [pa:c]. to scorch. to blight [blayt]. to oppress, to destroy. to have smth roasted. to flow into. to come together. Mountains don't get together but people do. to attain [iteyn]. to .get a long-sought thing. to set. to join [coyn]. to overlap [ouvilep]. to be reunited with [ri:yu:naytid]. to reach [ri:cj. to join. to come to light. kavuşturmak 466 Allanın rahmetine kavuşmak Hakkın rahmetine kavuşmak huzura kavuşmak neşesine kavuşmak Görüyorum, neşenize kavuşmuşsunuz. sağlığına kavuşmak servete kavuşmak sıhhatine kavuşmak Yakında sıhhatinize kavuşmanızı dilerim. kavuşturmak, bitini bir şeye. birini birine...: Allah kavuştursun! | birleşikler ve deyimleri açıklığa kavuşturmak Nedenini açıklığa kavuşturun, cinayeti çözersiniz. İlk önce bir hususu açıklığa kavuşturmamız gerek. el kavuşturmak kolları kavuşturmak sağlığa kavuşturmak Bol istirahat, sizi eski sıhhatinize kavuşturacaktır. kay etmek kayak yapmak kaybedilmek Kayak yapma zamanı değil. Henüz herşey kaybedilmiş değil. kaybetmek Çok şey kaybederler. Onu kaybetmesen, iyi edersin. Kaybettik vesselam! yitirmek anlamında: Sevgili babanızı kaybetmişsiniz. Karısını ve tek çocuğunu kaybetti. I birleşikler ve deyimleri akimi kaybetmek bahsi kaybetmek cesaretini kaybetmek dengesini kaybetmek Sakın dengenizi kaybetmeyiniz. haklarını kaybetmek gözden kaybetmek gözden kaybetmemek güveni kaybetmek Bu insanlara olan güvenimi kaybettim. iradesini kaybetmek işini kaybetmek iştahını kaybetmek itidalini kaybetmek izini kaybetmek Tüm iştahımı kaybettim. Bir yıl önce izini kaybettik. to die [day]. to decease [disks]. to be easy in mind. to perk up [po:k]. / see you've perked up. to be restored to health [helth]. to hit the jackpot [ce:kpot]. to recover one's health. Best wishes for a speedy recovery. to enable smb to get smth. [ineybil]. to reunite [rkyu:nayt]. May God bring him back to you! to bring to light [layt]. Bring to light the why and you'll solve the crime [kraym]. to clear [klk]. We must first clear one point [poynt]. to fold the hands on the chest. to fold the arms. to restore one to health. Plenty of sunshine will restore you to your health. to vomit, to ski. This is no time to go skiing. to be lost. All is not lost yet. to lose [lu:z]. They'll lose a great deal. You had better not lose it. We have lost and that's that. to lose. / hear you've lost your dear father. to be bereaved of. He is bereaved of his wife and only child. to lose one's mind [maynd]. to lose the bet. to lose heart [had], to lose one's balance [bedins]. Mind you don't lose your balance. to lose one's rights [rayts]. to lose sight of [sayt]. to keep smth in sight. to lose confidence [konfidms]. I've lost confidence in these people. to lose one's wi l l . to lose one's job. to lose one's appetite [e:pitayt]. I've lost all my appetite. to lose one's temper. to lose track of [tre:k]. We've lost track of him a year ago. kaybettirmek 467 kan kaybetmek kendini kaybetmek Ne yaparsan yap, kendini kaybetme! kıl payı kaybetmek kozu kaybetmek kulpunu kaybetmek partiyi kaybetmek servet kaybetmek Bir gecede bir servet kaybetti. sırasını kaybetmek soğukkanlılığını kaybetmek son meteliğine kadar kaybetmek vakit kaybetmek Bunu vakit kaybetmeden göndermeniz gerek. Burada çok vakit kaybettik. varını yoğunu kaybetmek Neredeyse varını yoğunu borsada kaybediyordu. yeteneğini kaybetmek yolunu kaybetmek kaybettirmek Açgözlülük her şeyi kaybettirir. Sadme ona dengesini kaybettirdi. * izini kaybettirmek kaybı olmak Şimdiye kadar pek kaybımız olmadı. Çok can ve mal kaybı olmuştur. kaybolmak Az kalsın, kayboluyorduk. Çıngıraklı deve kaybolmaz, ortadan yok olmak: Yakında barışın olacağı umudu kayboldu. Olay sonucu 20 kişi kaybolmuş. Her şey henüz kaybolmadı. Kaybolan koyunun kuyruğu büyük olurmuş. |birleşikler ve deyimleri gözden kaybolmak Birden, gözden kayboldu. Kum saatinin, gözden kaybolmasını bekleyin. iştahı kaybolmak ortadan kaybolmak Kamyon birdenbire ortadan kayboldu. kayda değer olmak kaydedilmek kaydetmek, hatırlamak için yazmak: Bir yere kaydet! not etmek anlamında: deftere geçirmek anlamında: belirtmek anlamında: Ayrıca, stadın dolu olduğunu kaydedelim. sonuç almak anlamında: to lose blood [blad]. to lose control of oneself. Whatever you do, don't lose control of yourself. to lose by a hair's breath. to lose one's trump card [tramp ka:d]. not to know what to do. to lose the game [geym]. to lose a fortune [fo:cm]. He lost a fortune overnight. to get confused about its feeding and sleeping time (for a baby). to lose one's head. to lose one's shirt [hr.z]. to lose time. You must send it without losing any time. We have lost a great deal of time here. to lose everything. He almost lost all he had in the stock exchange. to lose one's touch [tag]. to lose one's way. to make smb lose smth. Greed will make you lose everything. The blow made her lose her balance [be.lms]. to cover one's tracks [trerks]. to lose [lu:z]. We haven't lost much up to now. There has been a great loss of lives and property. to get lost. We nearly got lost. A camel with a bell won't get lost. to vanish. The hope that there would soon be peace vanished. to be lost. 20 lives were lost as a result. All is not lost yet. A lost thing is usually better than it actually was. to drop/go out of sight [sayt]. Suddenly it went out of sight. to disappear. Wait for the hourglass to disappear. to lose one's appetite [e:pitayt]. to disappear [disipi:]. The truck suddenly disappeared into thin air. to be noteworthy [noutwodhi]. to be registered [recistid]. to write smth down. Write it down somewhere. to take down. to enter [enti]. to mention [mensin]. / must also mention that the stadium is full. to score. kaydırılmak 468 «ve için: basınç vs için: teyp için: \ birleşikler ve deyimler | gol kaydetmek ilerleme kaydetmek Yoksulluğa karşı bir ilerleme kaydetmedik. Biz bu alanda büyük ilerleme kaydettik, ilerleme kaydettikleri görünmüyor. isabet kaydetmek kütüğe kaydetmek sayı kaydetmek Takımımız yine bir sayı kaydetti. sicile kaydetmek kaydırılmak kaydırmak Fareyi masanın üzerinde kaydırınız. *birinin ayağını kaydırmak *gözlerini kaydırmak kaydırtmak kaydolmak kaygılandırmak Söylenti bizi çok kaygılandırdı. kaygılanmak Bu gibi şeylerden kaygılanacak adam değil. Bu insanların kaygılanmakta hakları var. Askerler söylentilerden dolayı kaygılanmıştı. kaygılı olmak kaygısız olmak kayırılmak kayırmak *adam kayırmak kayıtlamak kayıtlı olmak kayıtsız olmak Cezaya veya ödüle karşı tamamen kayıtsız. Bütün bu ıstıraplara karşı kayıtsız olamayız. *işine kayıtsız olmak kaykılmak kaymak, araba için: dengesini yitirmek: kaygan zemin üstünde: paten söz konusu ise: yelini değiştirmek anlamında: Acaba biraz kayabilir misiniz? 1 birleşikler ve deyimler] ayağı kaymak gözü kaymak to enroll. to register [recisti]. to record [riko:d]. to score a goal [go:l]. to make headway. We made no headway against poverty. to make progress. We have made great progress in this field. They don't seem to be making any progress. to hit home. to enter in the register [reciste]. to score [sko:]. Our team has scored again. to enter into the register. to be slid. to slide [slayd]. Slide the mouse around on the desk. to cause smb to lose his job. to slant the eyes, to have smth slid, to enroll. to worry [wari] smb. The rumour worried us a lot [ru:mi]. to worry. He isn't the type of man to worry about such things. to feel anxious [e:nksis]. These people are justified to feel anxious. to be alarmed [ila:md]. The military were alarmed by the rumours. to be anxious. to be carefree [ke:fri:]. to be favoured [feyvid]. to give preferential treatment [prefiren§il]. to show favouritism. to restrict. to be registered [recistid]. to be insensitive. He is completely insensitive to either reward our punishment [pamsmmt]. We can't be indifferent to all these sufferings. to be negligent in one's work [neglicint]. to lean back. to skid along/across, to slip. to slide [slayd]. to skate [skeyt], to move [mu:v]. Could you move a little? to slip. to squint lightly [laytli]. kaymaklanmak 469 hayatı kaymak kızak kaymak paten kaymak sağa/sola kaymak kaymaklanmak kaynak yapmak, metal için: \ama için: kaynaklanmak Bu, aşırı vitamin kullanımından kaynaklanabilir. Bu, türlü psikiyatrik rahatsızlıklardan kaynaklanıyor. Bu, günlük stresten de kaynaklanabilir. kaynamak, fokurdamak anlamında: Ağır kazan geç kaynar, gizlice hazırlanmak anlamında: Burada fesat kaynıyor. kırık şeyler için: kemik için: Kemik daha kaynamadı. mayalı bir şey için: mide için: miktar veya sayı çokluğu için: Odalar böcekle kaynıyordu. O gün şehir turistlerle kaynıyordu. pişmek anlamında: yerden çıkmak anlamında: unutulmak anlamında: | birleşikler ve deyimler [ Her evin tenceresi üstü kapalı kaynar. Ağır kazan geç kaynar. arada kaynamak fıkır fıkır kaynamak, suyun çıkardığı ses için: çok bulunmak anlamında: cilveli anlamında: kanı kaynamak (birine) kanı kaynamak karınca yuvası gibi kaynamak kazanı kapalı kaynamak kazanda kaynamak (bir) kum gibi kaynamak midesi kaynamak suyu kaynamak taşım kaynamak Bu sütün, iki taşım kaynaması gerek. kaynaşmak, arkadaşlık için: birleşmek anlamında: to be ruined [ruwind], to sledge [slec], to skate [skeyt], to shift towards the right/left. to form cream [kri:m], to weld, to patch [pe:ç], to be put down to. It could be put down to the excessive use of vitamins [vaytiminz]. to arise from [irayz]. It arises from various psychiatric illnesses [saykie:trik]. to stem from. This can stem from the daily stress, too. to boil [boyl]. Heavy cauldrons take time to boil [koddnn]. to be brewing [bru:wing]. Mischief is brewing here. to weld, to set. The bone hasn't set yet. to ferment [fo:ment]. to burn [bo:n]. to swarm [swo:m]. The rooms were swarming with insects. to be teeming with. The city was teeming with tourists that day. to cook. to gush forth [gasj. to be forgotten [figatin]. Private matters should remain private. Great things take time to be done. to be lost in the confusion [kinfyu:jin]. to boil with a bubbling sound [saund]. to abound in [ibaund]. to be lively [layvli]. to take to smb. to be exuberant [igzyu:btnnt]. to teem with people. to keep one's affairs to oneself. to be in complete agreement. to swarm in great numbers [swo:m]. to have heartburn. (one's goose) to be cooked. to come to the boil [boyl]. This milk should come to the boil twice. to become close friends [klous]. to unite [yu:nayt]. kaynaştırmak 470 birbirine iyice uymak: çok kalabalık olmak: kalabalık için: kaynak için: kimyada birleşmek anlamında: *birbirine kaynaşmak *kanları kaynaşmak kaynaştırmak kaynatılmak kaynatmak, iş çevirmek anlamında: kaynamasını sağlamak: Sütü iki taşım kaynatınız. kemik için: mide için: sohbet etmek anlamında: kaypak olmak, kaygan olmak anlamında: sözünde durmaz anlamında: kaypaklaşmak kaypamak kayrılmak kaytarmak, işten kaçmak anlamında: , geri çevirmek anlamında: ödemeden kaçmak anlamında: kaza yapmak Bugün yine bir kaza yaptı. Bu, bir ay içinde yaptığınız ikinci kaza. Kaza olmuşa benziyor. kazan gibi olmak (başı) kazanç kaynağı olmak kazandırmak Bu, soruna yeni bir boyut kazandıracak. | birleşikler ve deyimler] hak kazandırmak itibar kazandırmak Bu, bize büyük itibar kazandıracaktır. ivme kazandırmak Bu tedbirlerin, yatırıma yeni bir ivme kazandırması bekleniyor. şeref kazandırmak Bu neticeler okulumuza şeref kazandıracak. Bu, kimseye şeref kazandırmaz. zaman kazandırmak Bu sistem bize çok zaman kazandıracak. kazanılmak Kazanılacak hiçbir şey yok. Bu yıl kazanılan, ilk kupadır. toprak için: Bütün bu topraklar denizden kazanıldı. to fuse [fyu:z]. to teem with [ti:m], to become agitated [exiteytid], to weld. to combine [kimbayn]. to fuse [fyu:z]. to come to like each other. to weld together. to be boiled [boyld], to plot. to boil [boyl]. Bring the milk to the boil twice. to knit [nit], to burn [bo:n]. to chat [ce:t]. to be slippery. to be unreliable [anrilayibil]. to become slippery, to slip. to be given preferential treatment [prefiren§il]. to avoid doing work [ivoyd]. to reject [ricekt]. to dodge payment [doc]. to have an accident [e:ksidint]. He had an accident again today. This is your second accident this month. It seems there has been an accident. to have one's head throb. to be a source of profit [so:s], to cause smb to gain [geyn]. This will bring a new dimension to the problem. to entitle [intaytil]. to earn one prestige [o:n]. This will earn us a great prestige. to give a boost [bu:st]. These measures are expected to give a new boost to the investment. to bring credit. These results will bring honour to our school. to bring credit. This will bring no credit to anyone. to save time. This system will save us a lot of time. to be gained [geynd]. There is nothing to be gained. to be won. This is the first cup to be won this year. to be recovered [rikavid]. All this land has been recovered from the sea. kazanmak 471 kazanmak, celiıınıek anlamında: Bu işten kazanacağımız bir şey yok. Bunu yapmakla ne kazandılar? kâr etmek anlamında: Bunlar ayda ne kadar kazanırlar? Geçen yıl, şimdi kazandığımdan iki kat fazla kazanıyordum. Pek fazla kazanmıyorlar. galip gelmek anlamında: Yarışı üç boy farkla kazandı. Hangi taraf kazandı? Önemli olan, kazanmak değil, iştirak etmektir. Kazanmamıza ramak kaldı, toprak sözkonıtsu ise: kendinden yana çekmek: Bu gençleri kazanmamız gerek. [birleşikler ve deyimleri Çalışan, kazanır. açıktan para kazanmak ad kazanmak alın teriyle kazanmak Ben bütün bunları alnımın teriyle kazandım. bağışıklık kazanmak bahsi kazanmak Ya bahsi kazanırsa? başarı kazanmak, beğeni kazanmak bilgi kazanmak birini kendine çekmek Hükümet isyancıları kazanmaya çalışmalı. boğazına yetecek kadar kazanmak burs kazanmak çuvalla para kazanmak Bu yaz oteller çuvalla para kazandılar. ekmeğini kazanmak emeğiyle ekmeğini kazanmak güvenini kazanmak Başbakanın güvenini kazanmış birisidir. hak kazanmak hayatını kazanmak Hayatlarını ancak kazanabiliyorlar. hayatını alnının teriyle kazanmak helâl para kazanmak Bu adam hayatında helâl bir kuruş kazanmamıştır. ihtisas kazanmak ikramiye kazanmak itimadını kazanmak (birinin) kalbini kazanmak (birinin) Mesele halkın kalbini kazanmaktır. katiyet kazanmak kişilik kazanmak to gain [geyn]. There is nothing to gain from this. What have they gained by doing this? to earn [o:n]. How much do they earn a month? Last year I used to earn twice as much as I'm earning now. to make. They don't make much. to win. She won the race by three lengths. Which side won? The important thing is not to win but to take part. We came within an ace of winning. to recover [rikavi]. to win over. We must win over these youngsters. He who works prospers. to earn money doing nothing. to make a name for oneself. to earn by hardwork. I've earned all these by working hard. to gain immunity [imyumiti], to win the bet. What if he wins the bet? to achieve success [ i f i : v] . to win approval [ipru:vil]. to acquire knowledge [lkwayi nolic], to gain over. The government should try to win over the rebels. to earn barely enough to keep alive. to win a scholarship. to rake in money [reyk]. This summer the hotels have raked in money. to earn one's bread [b:n]. to work for one's living. to win smb's confidence [konfidms]. (He enjoys the confidence of the Prime Minister.) to earn the right to. to earn one's living. They earn a bare living [be:]. to earn one's life honourably [onmbli]. to earn an honest penny [onist]. This man has never earned an honest penny in his life. to earn a specialist's degree [spe§ihst]. to win a prize [prayz]. to win smb's confidence [konfidms]. to win the heart of smb. The question is to win the heart of the people. to gain finality [faynediti]. to gain a personality. kazdırmak 472 kuvvet kazanmak maharet kazanmak nam kazanmak ödül kazanmak Bütün ödülleri kazandılar. önem kazanmak ı Kış turizmi büyük önem kazanmaktadır. Nükleer enerji gitgide önem kazanıyor. para kazanmak Biz bu işte çok para kazandık. Doktor olarak çok para kazanıyor musun? puan kazanmak resmiyet kazanmak savaşı kazanmak Ya Hitler savaşı kazansaydı? sempatisini kazanmak (birinin) servet kazanmak sevap kazanmak sevgisini kazanmak (birinin) şan kazanmak savaş alanında: şöhret kazanmak takdirini kazanmak tecrübe kazanmak teveccühünü kazanmak ün kazanmak vahamet kazanmak vakit kazanmak zafer kazanmak Ordumuz sayısız zaferler kazanmıştır. zaman kazanmak Bu, bize gerekli zamanı kazandıracaktır. kazdırmak kazı/kazılar yapmak kazık olmak Bu yılki sorular çok kazıktı. kazıklamak, aldatmak anlamında: kazık çakmak anlamında: kazık cezasına çarptırmak: kazıklanmak kazılmak, çukur için: çizerek temizlemek/kaldırmak: Buradan bir şeyler kazılmış, boya vs için tabakayı kaldırmak: Paslar yüzeyden kazınmahdır. kazı yapılmak: metal vs'e ovulmak: kazımak, çizmek anlamında: boya, pas vs için: oymak anlamında: to gain strength. to become skillful. to make a name for oneself. to win a prize [prayz]. (They swept the board.) to gain in importance. Winter tourism is gaining in importance. Nuclear energy is becoming more and more important. to make money. We have made a lot of money in this business. to earn [ö:n]. Do you earn much as a doctor? to score points. to become official [ifİşıl]. to win the war [wo:]. What if Hitler had won the war? to win smb round. to make a fortune [fo:çın]. to acquire divine merit [lkwayi]. to win smb's affection [ıfekşm]. to become famous [feymis]. to cover oneself with glory. to gain fame [feym]. to win smb's approval [ıpru:vıl]. to gain experience [ikspkryms]. to win favour in smb's eyes. to become famous. to become critical. to gain time. to win/gain a victory. Our army has gained countless victories. to buy time. This will enable us to buy the necessary time. to have smth dug. to excavate [ekskiveyt]. to be a stinker. This year's questions were a real stinker. to fleece [fli:s]. to enclose with palings, to impale [impeyl]. to be fleeced [fli:st], to be dug [dag]. to be scratched [skre:çt]. Something has been scratched from here. to be scraped [skreypt]. Any rust must be scraped from the surface. to be excavated [ekskiveytid]. to be engraved [ingreyvd]. to scratch, to scrape, to engrave. kazınmak 473 tıraş etmek anlamında: yok etmek anlamında: kazınmak, her tarafı temizlemek: kazır gibi kaşınmak: *içi kazınmak *midesi kazınmak kazıtmak kazmak kazı yapmak anlamında: Az kaz, uz kaz, boyunca kaz. | birleşikler ve deyimler] çay kenarında kuyu kazmak çukur kazmak çukurunu kazmak (birinin) deniz kenarında kuyu kazmak iğne ile kuyu kazmak kökünü kazmak kuyu kazmak kuyusunu kazmak (birisinin) Kazma elin kuyusunu kazarlar kuyunu. kuyusunu kazmak (kendi) kazdığı kuyuya kendisi düşmek lağım kazmak pis sular için: patlayıcı maddeler için: mühür kazmak siper kazmak Siper kazıp, saldırıyı beklemeye koyulduk. kebap olmak, fırında: kömürde: *ciğeri kebap olmak kebap yapmak fırında: kömürde: keçelenmek, keçe sözkonusıt ise: nasır sözkonusıt ise: uyuşmak atılanımda: keçeleşmek, telleri birbirine girmek: deri için: uyuşmak anlamında: keçeleştirmek keçe için: tel için: keçileşmek keder etmek kederlendirmek kederlenmek kederli olmak kedersiz olmak kefalet etmek Orada kedersiz bir hayat sürüyor. to shave (off). to eradicate [ire:dikeyt]. to be scraped out. to scratch oneself. to feel very hungry [hangri]. to feel very hungry. to have smth scraped off [skreypt]. to dig. to excavate [ekskiveyt]. (Do dig, but no deeper than your own height.) to do smth the hard way. to dig a hole. to plot against [lgeynst]. to do it the hard way. to dig a well with a needle. to eradicate [ire:dikeyt]. to sink a well. to dig a pit for smb. Do not set a trap for others, they'll set one for you. to dig one's own grave [greyv]. to be hoist with one's own petard. to dig a sewer [syuiwfj. to tunnel for a mine [taml]. to engrave a seal [si:l]. to dig in/trenches. We dug in and waited for the attack [ite:k]. to be roasted. to be broiled [broyld]. to suffer greatly [safi]. to roast, to broil. to become matted [me:tid]. to become callused [kedist]. to become numb [nam]. to become matted, to become callused. to become numb. to make smth into felt. to make smth become matted. to become obstinate [obstimt]. to be grieved [gri:vd]. to grieve. to become grieved, to be grieved. to be free from grief [gri:f]. He leads a life free from grief there. to stand as surety for. kefaret etmek 474 kefaret etmek kefelemek kefenlemek kefil olmak insanlar günahları için kefaret etmelidir. Ben ona kefil olurum. Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol. mahkeme kefaleti için: Ona kefil olmak niyetinde değilim. kehlenmek kekelemek şaşırıp kelimeleri karıştırmak: kekeme olmak kel olmak Benim başım kel mi? Hem kel, hem fodur. kelepçelemek kelepir olmak Fiyatına göre kelepirdir. kelime oyunu yapmak Kelime oyunu yapmaktansa, ne demek istediğini söyle. kemerlemek kemik olmak (bir deri bir) kemikleşmek kemirilmek kemirmek, dişleriyle: pas için: Pas çerçeveyi kemiriyor. *içi içini kemirmek *tırnaklarım kemirmek İnsanlar tırnaklarını neden kemirir? kem küm etmek kendi âleminde olmak kendi halinde olmak kendinde olmak Sen bugün kendinde değilsin. kendinde olmamak, şuursuz olmak anlamında: aklı yerinde olmamak anlamında: kendine etmek Ne ettiyse, kendine etti. Herkes ne ederse, kendine eder. kendine gelmek Yakında kendine gelir. kendine sahip olamamak kenetlemek, kenetle tutturmak: eller için: çene için: kenetlenmek, kenetle: cene itin: to atone for one's sins [ttoun]. One must atone for one's sins. to groom a horse with a hair glove. to wrap in a shroud [sraud]. to vouch for [vauc]. / can vouch for him. to act as a guarantor [ge:nnto:]. If you're seeking trouble be a guarantor or a court witness. to stand bail for. / have no intention to stand bail for him. to become lousy [lauzi]. to stammer [ste:mi]. to fumble for words. to be a stutterer [statin]. to get bald [bo:Id]. (What is wrong with me?) (He is a vain silly fellow [felou].) to handcuff [he:ndkaf]. to be a bargain [ba:gin]. Given the price, it's a bargain. to play upon words. Say what you mean instead of playing on words. to round the spine of a book [spayn]. to be a bag of bones [bounz], to ossify. to be gnawed [no:d]. to gnaw [no:]. to corrode [kiroud]. (The rust is eating away the frame.) to be consumed by anxiety [emzayiti]. to bite one's nails [bayt]. Why do people bite their nails [neylz]? to hum and haw [ham in ho:]. to keep to oneself. to be quiet and inoffensive. to be oneself. You're not yourself today. to be unconscious [ankonsis]. not to know what one is doing. to harm oneself. He only harmed himself. (One reaps what one sows [souz].) to be oneself again. She'll soon be herself again. to be unable to control oneself. to clamp [kle:mp]. to clasp [kla:sp]. to lock. to be clamped in place [kle:mpt]. to be locked [lokt]. kenetli olmak 475 Allah kerim! kenetli olmak kentleşmek kentleştirmek kepaze etmek, gülünç durum için: utanacak durum için: kepaze olmak, gülünç duruma düşmek: utanacak duruma düşmek: kepçelemek kepeklenmek, başla kepek oluşmak: susuz ve tatsız duruma gelmek: kepekli olmak kerahet etmek kerim olmak kertesine gelmek kertiklemek kertikli olmak kertilmek kertmek, kertik açmak anlamında: sürtünmek anlamında: kesbetmek, elde etmek anlamında: kazanmak anlamında: | birleşikler ve deyimler ] kanuniyet kesbetmek nezaket kesbetmek salâh kesbetmek vahamet kesbetmek keselemek keselenmek keseletmek kesik olmak arızalı anlamında: Şunu kesik kesik cümlelerle anlatmasana. cereyan için: Cereyan yine kesik. kesilmiş bir şey için: süt için: aralık verilmek anlamında: Görüşmeler üçüncü kez kesildi, bitkin duruma gelmek: dinmek anlamında: elektrik için: Elektrikler kesildiği taktirde ne yapacağız? gürültü için: kesik duruma gelmek: Bütün kaçış yolları askerlerimiz tarafından kesildi. Köpek sürünmekle, etek kesilmez. kesilmek, to be clamped together. to be urbanized [o:bmayzd]. to urbanize. to ridicule [ridikyud]. to disgrace [disgreys]. to be a laughing-stock [lad'ingstok]. to disgrace oneself [disgreys]. to scoop [sku:p]. to become scurfy [sko:fi]. to get dry and tasteless [teysflis]. to be scurfy. to loathe [louth]. to be generous [ceniris], (Never mind, it will come all right.) to come to the right place and time. to notch. to be notched [noct]. to get notched. to notch. to scrape [skreyp]. to acquire [tkwayi]. to gain [geyn], to acquire the force of law. to become delicate [delikit]. to get better. to become serious [si:ryts]. to rub with a bath hair glove. to rub oneself with a bath glove. to have one's body rubbed with a bath glove. to be dense. to be broken. Don't relate it in broken sentences. to be off. The electricity is off again. to be cut. to be spoilt [spoylt]. to be interrupted [inttraptid]. The talks were interrupted for the third time. to be exhausted [igzo:stid]. to die down, to be cut off. (What shall we do in the event of a power cut?) to cut down, to be cut. All the escape routes have been cut off by our troops [traps], (A reputation is never blemished by slanders.) kesilmek (adetten) 476 Vakitsiz öten horozun başı kesilir. Taze ekmek iyi kesilmiyor. rüzgâr için: Fırtına kesildi. su- için: Sular her gece böyle kesilir. süu için: Süt yine kesildi. sona ermek anlamında: Ses başladığı gibi birden kesildi. telefon için: yağmur için: Bu yağmur kesileceğe benzemiyor. birleşikler ve deyimler] Sakalı kesilesi. adetten kesilmek amanı kesilmek ardı kesilmek ardı arası kesilmemek ardı arkası kesilmemek Gümrükte sorunların ardı arkası kesilmedi. arkası kesilmek, arkası gelmemek anlamında: tükenmek anlamında: aslan kesilmek ayağı/ayakları yerden kesilmek, yere değmemek anlamında: yaya gitmekten kurtulmak: bacakları kesilmek Bacaklarım kesiliyor. barut kesilmek başına kahya kesilmek buz kesilmek, buz gibi soğumak anlamında: Ayaklarım buz kesildi. donmak anlamında: bir durum karşısında donakalmak: bülbül kesilmek canavar kesilmek cin ifrit kesilmek derebeyi kesilmek dikkat kesilmek dizleri kesilmek Dizlerim kesiliyor. doğram doğram kesilmek düşman kesilmek eli ayağı buz kesilmek göbekleri beraber kesilmek göz kulak kesilmek hızı kesilmek Talebin hızı neden kesildi? hoşafın yağı kesilmek iflahı kesilmek ifrit kesilmek A cock that crows untimely has his head cut off. Fresh bread won't cut well. to subside [sibsayd]. The storm has subsided. to be shut off. The water is shut off every night in this manner. to curdle [ko:dil]. The milk has curdled again. to stop. The sound ended almost as soon as it had begun. to be cut off. to stop. It doesn't seem this rain is going to stop. May he have his beard cut [bird], to reach menopause. to be too weak to plead for mercy [mo:si]. to cease [si:s]. to continue uninterrupted. to have no end. There was no end to our troubles at the customs [kastimz]. to come to an end. to run out. to act like a lion [layin]. to be swept off one's feet. to ride instead of walking [rayd]. to be weak in the legs. I'm weak in the legs. to fly into a rage [reyc]. to meddle into the affairs of others [ife:z]. to freeze [fri:z]. (My feet are like ice [ays].) to be frozen. to be stunned [stand], to spill the beans [bi:nz], to get brutal. to get very angry. to lord it over. to be all ears [i:z]. to feel groggy. I feel groggy. to be cut up in slices [slaysiz]. to become an enemy. to be stunned [stand]. to be inseparable. to be all eyes [ayz]. to peter out [pi:tiraut]. Why has the demand petered out? to be dumbfounded [damfaundid]. to be exhausted [igzo:stid]. to fly into a rage [reyc]. kesin olmak 477 iştahı kesilmek kahya kesilmek kazık kesilmek kerpiç kesilmek korkudan buz kesilmek kulak kesilmek Altın kelimesini duyunca kulak kesildi. kuvvetten kesilmek kuzu kesilmek kül kesilmek Yüzü birden kül kesildi. mosmor kesilmek nefesi kesilmek O yürüyüşten sonra hepimizin nefesi kesilmişti. önü ardı kesilmemek pancar kesilmek put kesilmek sapsarı kesilmek sesi kesilmek sesi soluğu kesilmek sinir kesilmek soluğu kesilmek sucuk kesilmek sütü kesilmek şap kesilmek takati kesilmek taş kesilmek şaşırıp ne yapacağını bilememek: tuğlu vezir kesilmek turşu kesilmek, yiyecek için, bozulmak: çok yorulmak: umut kesilmek Allah'tan umut kesilmez. Çıkmadık candan umut kesilmez. yemeden içmeden kesilmek zindan kesilmek yaşanmaz duruma gelmek: kesin olmak Bunu kabul etmeyeceği hemen hemen kesindir. Gelmeyecekleri kesin. kesinleşmek kesinleştirmek kesinti yapmak kesişmek *söz kesişmek kesivermek Başını oracıkta kesiverdiler. keskin olmak, iyi kesen anlamında: Kalem kılıçtan keskindir. sert anlamında: tad ve koku için: Bu şarap keskin. *gözü keskin olmak to lose one's appetite [e:pitayt], to interfere in other people's affairs. to become stiff. to be petrified [petrifayd], to be petrified with fear. to be all ears. He was all ears when he heard the word gold. to be exhausted. to become as tame as a lamb [le:m]. to turn pale [peyl]. His face suddenly turned pale. to become purple [pb:pil]. to be/get out of breath [breth]. We were all out of breath after that march. to have no end. to turn red. to be as still as a pole [poul]. to turn pale [peyl]. to be reduced to silence [sayhns]. to become completely silent. to become all nerves [no:vz]. to have no breath left. to be wet through. (for cows) to go dry. to be dumfounded [damfaundid], to have no more strength left. to be petrified [petrifayd]. to be striken dumb with surprise [dam]. to act high and mighty [mayti]. to turn sour [sawi], to become very tired, to despair [dispe:]. Do not despair of God's mercy [mo:si]. Where there is life there is hope. to lose one's appetite [e:pitayt], to get very dark. (for life) to become unbearable [anbe:nbil]. to be certain [so:tin]. It's almost certain that he'll refuse. They are sure not to come. to become final [fayml]. to make smth definite. to deduct [didakt], to intersect. to come to an agreement, to cut. They cut his head on the spot. to be sharp. The pen is sharper than the sword. to be strong, to be pungent. This wine is pungent [pancint], to be sharp-eyed. keskinleşmek 478 keskinleşmek keskinleştirmek kesmek, kesici bir aletle ayırmak: Onu makasla kesmeyin. Bu bıçak iyi kesmiyor. küçük parçalara ayırmak: dilimlere ayırmak: bedenin bir yerini: Bu bıçakla bir yerini keseceksin. ara vermek anlamında: ağaç için: Bahçedeki ağaçları kesmişler. ağrı için: durdurmak anlamında: elektrik için: gaz, buhar vs için: hayvanlar için: ilişkiler için: iskambil kağıtları için: konuşma, film vs için: Konuşmanın büyük kısmını kestiler, kararlaştırmak anlamında: son vermek anlamında: Birden konuşmayı kesti. Artık bu konuyu burada keselim. Ağlamayı keser misin? su vs için: telefon için: vermemek anlamında: Dervişe git demezler, lokmasını keserler. Küçük bir meblağ kestiler. yolu bölmek anlamında: Yol, tren yolunu bu noktada kesiyor. yolu kapatmak anlamında: Polis ileride yolu kesmiş. I birleşikler ve deyimleri Kılıç kınını kesmez. Domuzun kuyruğunu kes, yine domuzdur. Çingeneye beylik vermişler, önce babısını kesmiş. ağaç kesmek ağrıyı kesmek ahkâm kesmek aklı kesmek Bu işi aklım kesmiyor. Bunu aklın kesiyor mu? alakayı kesmek altın yumurtlayan tavuğu kesmek ardım kesmek asıp kesmek ateş kesmek to get sharp, to sharpen. to cut [kat]. Don't cut it with scissors [siziz]. This knife doesn't cut well. to cut up. to slice [slays], to cut (oneself). You're going to cut yourself with that knife. to interrupt, to fell. They have felled the trees in the garden. to ki l l . to stop. to cut off. to turn off. to slaughter [slo:ti]. to break off. to cut. to cut. They have cut the bulk of the talk. to agree upon [lgri]. to stop. Suddenly he stopped talking. (Let's just leave it at that.) Will you stop crying? to shut off. to cut off. to cut down. You don't chase a guest, you cut down on his food. to deduct [didakt]. They have deducted a small amount. to intersect. The road intersects the railway line at this point [intisekts]. to block. The police has blocked the road ahead. A sword doesn't cut its scabbard [ske:bid], (You can't change human nature [neyci].) They placed a gypsy in a position of authority and his first action was to hang his father. . to fell trees, to ki l l pain. to put forward arbitrary judgement. to think smth possible. / don't think it possible. to judge feasible [fi:zibil]. Do you judge it feasible? to break off relations with [riley§inz]. to ki l l the goose that lays the golden eggs. to stop. to terrorize [tenrayz]. to cease fire [si:s]. kesmek (ayağını -bir yerden-) 479 ayağını kesmek (bir yerden) bağlantıyı kesmek başını kesmek Yaş kesen baş keser. bıçak gibi kesmek bilet kesmek bindiği dalı kesmek boğazından kesmek boğazım kesmek boynunu kesmek cereyanı kesmek ceza kesmek çivi kesmek dilim dilim kesmek elini kesmek (bir şeyden) elini ayağını kesmek (bir yerden) fatura kesmek faturayı birine kesmek gazı kesmek gırtlağından kesmek göbeğini kesmek göbeğini kendi kesmek görüşmeleri kesmek gözü kesmek Gözüm kesmiyor. haraca kesmek hararet kesmek hesabı kesmek hesap için: ilişkiler için: hızını kesmek Cinayet dalgasının hızını kesmenin bir yolu olmalı. iflahını kesmek i ki taraflı kesmek (acem kılıcı gibi) ilişiğini kesmek ilişkileri kesmek Bu ülkeyle diplomatik ilişkileri kestik. iştah kesmek kellesini kesmek Yalan söylüyorsam, kellemi keserim. kendi göbeğini kendi kesmek Öksüz, kendi göbeğini kendi keser. kısa kesmek Maalesef ziyareti kısa kesmek zorundayız. kurban kesmek lafı kesmek Lafı bu kadar kesmemelisiniz. lâfını kesmek Lafınızı balla kestim. lime lime kesmek makbuz kesmek memeden kesmek to stop going to. to disconnect [diskinekt]. to behead. He who cuts a tree is a murderer. to stop at once. to issue a ticket [isju:]. to cut off the branch one is sitting on. to save on food [seyv]. to cut smb's throat. to behead [bihed]. to cut off the electricity. to fine [fayn]. to shiver with cold. to cut into slices [slaysiz]. to cease doing smth [si:s]. to stop going to. to make out an invoice [invoys]. to put the blame on smb. to throttle back. to save on one's food. to cut the umbilical cord [ko:d]. to do it all on one's own. to break off talks. to feel oneself capable of [keypibil]. (J don't dare.) to extort protection money [iksto:t]. to quench one's thirst. to settle an account [lkaunt]. to cut off relations [riley§inz]. to stem. There must be a way of stemming the crime wave. to wear smb down [we:]. to treat two sides with equality. to severe one's connection with [kinek§m]. to break off relations with. We have broken diplomatic relations with that country. to ki l l one's appetite [e:pitayt]. to eat one's hat. If I'm lying I'll eat my hat. to rely on oneself. A person without relations has to look after himself or herself. to cut short. Unfortunately we have to cut short our visit. to slaughter a sheep as a sacrifice [se:krifays]. to cut in. You shouldn't cut in so much. to interrupt smb. Excuse me for interrupting you. to cut into long narrow strips. to write a receipt [risi:t]. to wean a child [wi:n]. kestirmek 480 merhabayı kesmek (biriyle) nefesini kesmek (birinin) Oradaki manzara insanın nefesini kesiyor. odun kesmek oturduğu dalı kesmek önünü kesmek (birinin) para keshıek postayı kesmek selâmı sabahı kesmek sesini kesmek Kes sesini! soluğunu kesmek (birinin) söz kesmek sözünü kesmek Affedersiniz, sözünüzü kestim. Sözünüzü balla kestim. sütten kesmek tartışmayı kesmek Bu tartışmayı burada kesmek zorundayız. tatlı yerinde kesmek tırnaklarını kesmek, gerçek anlamda: birini güçsüz bırakmak: tırtıl kesmek umudunu kesmek ümidini kesmek Çantasını bulmaktan ümidini kesti. ümit kesmek yol kesmek yolunu kesmek kestirmek, kesilmesini sağlamak: kısa bir süre uyumak : takdir etmek anlamında: talimin etmek anlamında: karar vermek anlamında: Ne söyleyeceğimi kestiremiyorum. | birleşikler ve deyimleri biraz kestirmek gözüne kestirmek, başarabileceğini ummak: beğenmek anlamında: saçını kestirmek yem kestirmek uyku kestirmek keşfetmek, gizli bir şey için: Onun hakkında birçok şeyler keşfettik. Tetkik edince, iki pasaportu olduğunu keşfettik. yeni bir şey için: Amerika'yı kim keşfetti? keşfe çıkmak anlamında: askeri keşif için: Amerika'yı yeniden keşfetmeye benzer. to break off with. to take one's breath away. The scenery there takes one's breath away. to cut firewood. to cut off the branch one is sitting on. to bar the way of. to make a lot of money. to cut one's ties with [tayz]. to stop speaking to. to shut up. Shut up! to take smb's breath away. to conclude a marriage agreement [me:ric], to interrupt smb. I'm sorry to interrupt [intirapt]. Excuse my interrupting [ikskyu:z]. to wean [wi:n]. to leave it at that. We have to leave it at that. to break off a story at an exciting point. to cut one's nails. to render smb harmless. to cut into a serrated pattern.. to give up hope (of). to despair of. She despairs of ever finding her bag. to abandon hope [houp]. to stage a hold-up. to waylay. to have smth cut. to doze off. to appreciate [rpri'.siyeyt]. to estimate [estimeyt]. to make up one's mind. / can't make up my mind as to what to say. to take a nap. to feel capable of [keypibil]. to fancy [fe:nsi], to have one's hair cut. to stop to feed a mount [maunt]. to have a nap [ne:p]. to find out [fayndaut]. We found out a lot of things about him. On enquiry we found out that he was carrying two passports. to discover [diskavi]. Who discovered America? to explore [eksplo:]. to reconnoitre [rekinoyti]. It's like rediscovering America. keşide etmek 481 keşide etmek keşikleşmek keşmekeş içinde olmak ketmetmek ketum olmak keyf için yapmak keyfetmek keyfi gelmek keyfi hali yerinde olmak keyfi olmak keyfi olmamak Değme keyfine! Keyfiniz nasıl? Bu sabah hiç keyfim yok. Bugün kimsenin keyfi yok. keyfi yerinde olmak keyfi yerine gelmek keyif etmek keyif yapmak keyiflendirmek keyiflenmek keyifli olmak keyifsiz olmak neşesiz anlamında: sağlığı yerinde olmamak: keyifsizlenmek kıçtan kara etmek kıkırdamak, ses çıkararak gülmek: Lütfen şu kıkırdamayı keser misiniz? soğuktan donmak anlamında: kıkırdatmak kılağılamak kılavuz etmek Akıllıyı arkada tutma, akılsızı kılavuz etme. kılavuzluk etmek kılçıklı olmak, balık için: sebze için: kılçıksız olmak kıldırmak, kılmak işini yaptırmak: kılmak işini birisine yaptırmak: kılıbıklaşmak kılıçlamak kılıflamak kılığında olmak kılıksız olmak kılıksızlaşmak kılınmak *-in namazı kılınmak Senin namazın kılındı. to draw [dro:]. to work in shifts. to be in great confusion [kinfyu:jin]. to conceal [kinsid]. to be discreet [diskrkt]. to do smth for pleasure [pleji]. to enjoy oneself. to feel in good mood. to feel in the mood. He should be very pleased! to feel well. How do you feel? not to feel up to. J don't feel up to the mark this morning. to feel low. Everyone feels rather low today. to be in good mood [mu:d]. to be in high spirit again. to amuse oneself [imyu:z]. to have fun [fan]. to put smb into a good mood. to perk up [pb:k]. to be in good humour [hyu:mi]. to be in bad humour. to be unwell. to get rather unwell. to moor by the stern [mu:r]. to giggle [gigil]. Will you please stop giggling? to be freezing. to make smth crackle [kre:kil]. to burr [bo:], to follow smth. Never lead a wise man nor follow a fool. to guide [gayd]. to be bony [bouni]. to be stringy. to be without bones [bounz]. to have smth performed [pifo:md]. to have smb perform smth [pifo:m]. to become henpecked [henpekt]. to put to the sword [so:d]. to put smth in a cover [kavi]. to be in the guise of [gayz]. to be shabby [se:bi]. to become shabby. to be performed [pifo:md]. (for smb's funeral service) to be held [fyu:mnl]. (You're as good as dead [ded].) kıllartmak 482 kıllanmak kılları çıkmak anlamında: sakalı akmak anlamında: kılmak | birleşikler ve deyimler] Gaye, ulusal bilinci işlemez kılmaktı. geçersiz kalmak hâkim kdmak hükümsüz kılmak imkânsız kılmak Bu, işi bitirmemizi imkansız kıldı. karar kılmak (bir şeyde) Daha pahalısını almaya karar kıldık. meskûn kılmak mümkün kılmak namaz kılmak Çimen üzerinde duran adam, aslında namaz kılıyor. olanaksız kılmak Kurallar bir ertelemeyi olanaksız kılıyor. olurlu kılmak saçı kılmak yetkili kılmak yükümlü kılmak kılsız olmak kımıldamak O yerden kımıldamak niyetinde değil. hareket etmek anlamında: Kımıldama! kıpırdamak anlamında: Kımıldayıp durma! kımıldamamak kımıldanmak kımıldatmak Bu kasayı kimse yerinden kımıldatamaz. kınalı olmak Eller ve ayaklar kınalıydı. kınamak Kimseyi kınamak istemiyorum. Generallerin tutumunu şiddetle kınıyoruz. Muhalefet, hükümetin ekonomik siyasetini kınadı. kınanmak kıpırdamak Biraz kıpırdayınız, yoksa treni kaçıracağız. |birleşikler ve deyimler] kılı kıpırdamamak Kılı kıpırdamadı. kıpırdayıp durmak Kıpırdayıp durma! to become hairy [he:ri]. to begin to show a beard fbirrd]. to make. The aim was to paralyze the national conscience [konsins]. to make invalid [invilid]. to make smb/smth dominant [domimnt]. to invalidate [invilideyt]. to make it impossible. This made it impossible for us to finish the task. to settle upon smth [setil]. (We've decided to buy a more expensive one.) to populate [popyuleyt]. to make it possible. to perform the ritual prayer [rityuwil]. The man standing on the grass is actually praying. to preclude [priklu:d]. The rules preclude any adjournment. to make smth possible [posibil]. to scatter coins/candy [koynz/ke:ndi]. to authorize [orthirayz]. to compel [kimpel]. to be hairless [he:les]. to move [mu:v]. She doesn't mean to move from her place. to make a move. Don't make a move! to stir [sto:]. Don't stir! to sit tight [tayf]. to move slightly [slaytli]. to budge [bac]. Nobody can budge this safe. to be dyed with henna [dayd]. The hands and feet were dyed with henna. to blame [bleym]. I don't want to blame anyone. to condemn [kmdem]. We strongly condemn the attitude of the generals [e:tityu:d], to censure [sensi]. The opposition has censured the economic policy of the government [gavinmmt]. to be blamed (for), to move [mu:v]. Get a move on or we'll miss the train. not to bat an eyelash [aylas]. She didn't bat an eyelash. to fidget [ficit]. Don't fidget! kıpırdanmak 483 yaprak kıpırdamamak Etrafımızda tek bir yaprak kıpırdamıyordu. Rüzgâr esmeyince dal kıpırdamaz. yerinden kıpırdamamak Hiçbir şekilde yerimden kıpırdamam. yerinden kıpırdayamamak kıpırdanmak kıpırdatmak | birleşikler ve deyimleri dudak kıpırdatmak kılını kıpırdatmamak parmağım kıpırdatmamak Bize yardım etmek için kimse parmağını bile kıpırdatmaz. kıpıştırmak kıpkırmızı olmak, herhangi bir sebeple: utancından: Kız kardeşim utancından kıpkırmızı oldu. kıraat etmek Kuran için: kırba olmak kırbaçlamak kırbaçlanmak kırçıllanmak kırçıllaşmak kırdırmak, bir şeyi: birisine: senet için: buğday için: kırdırtmak bir şeyi birisine: senet için: fiyat için: kırgın olmak Çok kırgınım. kırıcı olmak kırık olmak, kırılmış şeyler için: kemik için: gücenmiş anlamında: kırılmak, parçaya ayrılmak anlamında: Elimde kırılıverdi. Kırılır diye korktum. gücenmek anlamında: ışın için: kemik için: hava için: Sular kırıldı. [ birleşikler ve deyimler | Eli kırılsın! Oldu olacak, kırıldı nacak. Araba kırılınca, yol gösteren çok olur. (for a leaf) not to stir [stb:]. Not a leaf was stirring around us. (There is a reason for every happening.) not to stir [sto:]. I'm not stirring from my place on any account. to be unable to extricate oneself, to budge [bac]. to budge smth. to move the lips slightly [slaytli]. not to turn a hair [he:]. not to move a finger. No one will move a finger to help us. to blink. to go red. to glow with shame [seym]. My sister's face glowed with shame. to read [ri:d], to recite [risayt]. (for a child) to be potbellied [potbelid]. to whip. to be whipped [wipt]. to be sprinkled with gray, to become gray [grey]. to have smth broken [broukin]. to have smb break smth [breyk]. to discount [diskaunt]. to have grain cracked [krekt]. to have smb break smth. to have a bill discounted [diskauntid]. to get smb to reduce a price [ridyu:s]. to be offended [lfended]. I'm deeply offended. to be offensive [ifensiv]. to be broken [broukin]. to be fractured [fre:kcid], to be hurt [ho:t], to break [breyk]. It suddenly broke in my hand. I was afraid it might break. to be hurt [ho:t], to refract [rifre:kt]. to fracture [fre:kci], to become milder [mayldi]. The weather is warmer. May his hand break! It's no use crying over spilt milk. Help is always available when it's too late. kırışık olmak 484 Çanak çanağa değer, kırılır. Kol kırılır, yen içinde; baş yarılır, börk içinde. Pilavdan dönenin, kaşığı kırılsın. Su testisi su yolunda kırılır. açlıktan kırılmak beli kırılmak burnu kırılmak Bunların burunlarının, zaman zaman kırılması gerek. burnunun direği kırılmak cesareti kırılmak Neden bu insanların cesareti kırılmış? Bu cesareti kırılmış insanlara ne olacak? direnci kırılmak Yakında direnci kırılır ve itiraf eder. eli kırılmak işe eli kırılmak gülmekten kırılmak kolu kanadı kırılmak Kolumuz kanadımız kırılmıştı. şevki kırılmak kırışık olmak, deıidc kıvrım için: kumaş vs'de: kırışmak, deride kırışıklık oluşmak: kumaş, kağıt vs için: birbirini öldürmek anlamında: bir şeyi paylaşmak: bahse tutuşmak anlamında; kırıştırmak, flört etmek anlamında: kırışıklık için: kırıtmak kırkılmak kırklamak, kırk günü doldurmak anlamında: bir şeyi kırk defa vapmak: kırkmak, saç ve uçlar için; hayvanlar için: kırktırmak kırklaşmak kırmak, genel anlamda: bono, senet vs için: direnç veya eylem için: doğa olayları için: fiyat için; incitmek anlamında: Kimseyi kırmak istemedim, bir isteğe reddetmek anlamında: O sizi kırmaz. Lütfen bizi kırma. A pot gets broken when it touches another. Private matters should remain private. We'll see this through, come what may. There is a risk in every occupation. to be starving. to be exhausted [igzo:sted]. to be pulled down [puld]. These people need to be pulled down once in a while. to be overcome by bad smell. to be down-cast [daun kast]. Why are these people down-cast. to be disheartened [disha:tind]. What will happen to these disheartened people? to breakdown. He'll soon breakdown and confess [kmfes]. to get used to (a job). to be an adept at a thing [idept]. to split one's sides with laughter [la:fti]. to be thoroughly helpless [thanli], (We were left sitting high and dry.) to be dispirited. to be wrinkled [wrinkild]. to be creased [kri:st]. to become wrinkled. to become creased. to ki l l each other. to divide smth among one another. to bet with each other. to flirt (with) [flo:t]. to wrinkle. to behave in coquettish manner, to be shorn. to complete a forty-day period [pi:ryid]. to do smth forty times. to trim. to shear [§i:]. to have smth clipped [klipt]. to turn grey. to break [breyk]. to discount [diskaunt]. to crush [krasj. to abate [tbeyt]. to reduce [ridyu:s]. to offend [ifend]. / didn't mean to offend anyone. to reject a request [ricekt]. He won't reject your request. (Please don't say no.) kırmalı olmak 485 kabaca kırmak anlamında: kemik için: odun için: tahıl için: yaprak, kağıt vs için: yarmak anlamında: yok etmek anlamında: |birleşikler ve deyimler) Kıran kırana bir dövüş oldu. Kırdığı ceviz bini aşıyor. Hanım kırarsa kaza, halayık kırarsa ceza. Suyu getiren de bir, testiyi kıran da. Dilin kemiği yok, ama kemiği kırar. belini kırmak burnunu kırmak (birinin) cesaretini kırmak ceviz kırmak direksiyonu kırmak dümen kırmak dümeni sağa kırmak dümeni sola kırmak fiyat kırmak gişe rekoru kırmak gönül kırmak grevi kırmak hatırını kırmak hevesini kırmak kafasını kırmak Bunu yaparsa, kafasını kırarım. kalbini kırmak kapıyı kırıp odun etmek kemiklerini kırmak kolunu kanadını kırmak kozunu kırmak kösteği kırmak, çocuk için yürümeye başlamak: ilişiğini kesmek anlamında: kulunç kırmak not kırmak odun kırmak para kırmak pot kırmak rekor kırmak senet kırmak şeytanın bacağını kırmak tel kırmak umudunu kırmak kırmalı olmak kırmızılaşmak kırpılmak kırpıştırmak (gözlerini) to kibble [kibil]. to fracture [fre:kci]. to chop [cop], to crush [krasj. to fold, to split, to destroy. It was a fight with no holds barred [ba:d]. She is making one gaffe after another. What is excusable for a superior is a fault for a subordinate [sibo:dinit]. Deserving and undeserving people are treated alike [ílayk]. Those who do not know how to speak will hurt their friends. to cripple [kripil]. to humble smb's pride [prayd]. to discourage [diskaric]. to do the wrong thing. to turn the wheel hard [wi : l ]. to change course [ko:s]. to steer to starboard. to steer to port [sti:]. to reduce the price [ridyu:s]. to be a box-office success [sikses]. to hurt smb's feelings. to break a strike [strayk]. to hurt smb's feelings [fi.lingz]. to dampen smb's zeal [zi:l]. to box one's ears. I'll box his ears if he does it. to break one's heart [ha:t[. to ki l l the goose that lays the golden egg. to give smb a good beating. to clip one's wings [klip]. to play a trump card [ka:d]. to learn how to walk for the first time. to sever all one's ties [sevi]. to massage an aching place [me:sa:j]. to give a low grade [greyd]. to chop wood [wud]. to make a lot of money. to put one's foot in one's mouth. to beat a record [reko:d]. to discount a bill [diskaunt]. to finally succeed in doing smth [sikskd]. to blunder [blandí]. to destroy smb's hopes [houps]. to be pleated [pli:tid]. to turn red. to be clipped [klrpfj. to blink one's eyes. kırpmak 486 kırpmak, hayvanlar için: kesip düzeltmek anlamında: ucunu kesmek anlamında: kesinti yapmak anlamında: göz kapakları için: I birleşikler ve deyimleri göz kırpmak göz kırpmak (karanlıkta) gözünü kırpmamak Suçlamayı gözünü kırpmadan dinledi. kısa olmak *boyu kısa olmak kısalmak kısaltmak, kısa duruma getirmek: kelime için: özetlemek anlamında: kısalttırmak kısas etmek kısılmak, güç vs için: ses için: göz için: , adele için: | birleşikler ve deyimler) boğazı kısılmak kapana kısılmak köşeye kısılmak kuyruğu kapana kısılmak kısımlamak kısınmak kısıntı yapmak kısır olmak, insan ve hayvan için: toprak için: kısırganmak (birini bir şeyden) kısırlaşmak kısırlaştırmak kısıtlama yapmak kısıtlamak, sınırlamak anlamında: hacir altına almak anlamında: kısıtlı olmak kıskanç olmak kıskandırmak kıskanılmak kıskanmak Nesini kıskanayım? Arkadaşlarını neden o kadar kıskanıyorsun? Kıskanılacak bir şey görmüyorum. Başarılarımı kıskanıyorlar. to shear [§i:]. to clip, to trim, to cut down, to wink. to blink. to try to explain smth unintelligibly. not to bat an eye [bed]. He listened to the indictment without batting an eye [indaytmint]. to be short. to be short. to become shorter. to shorten. to abbreviate [ibri:vieyt]. to abridge [ibric]. to have smth shortened, to retaliate [ritedieyt]. to be curtailed [kodeyld]. to become hoarse [ho:s]. to be slitted. to contract [kintre:kt]. to get hoarse [ho:s]. to be caught in a trap. to have one's back to the wall. to be in a great straits [streyts]. to grasp with one hand. to abstain from [ibsteyn]. to cut down. to be sterile [sterayl]. to be barren. to grudge smb smth [grac]. to become sterile, to sterilize [sterilayz]. to limit. to restrict. to put under the care of a guardian. to be restricted. to be jealous [celis]. to arouse smb's jealousy [rrauz]. to be envied. to be jealous of [cells]. Why should I be jealous of him? Why are you so jealous of his friends? to be envious of [enviyis]. I don't see anything to be envious about. They are envious of my success [sikses]. kısmak 487 Onları kıskanmanıza gerek yok. *sağ gözünü sol gözünden kıskanmak kısmak, azaltmak anlamında: göz İçin: hak vs için daraltmak anlamında: köpeklerde kavruk için: Birden kuyruğunu bacaklarının arasına kıstı. köpeklerde kulak için: kemer için: lâmba için: masraf vs için: radyo vs için: Radyoyu biraz kısabilir misiniz? Lütfen müziği biraz kısar mısınız? Televizyonun sesini biraz kısar mısın? ses için: Lütfen sesinizi kısınız, sizi işitebilirler. |birleşikler ve deyimleri dizginim kısmak gemini kısmak kulaklarını kısmak kuyruğunu kısmak, köpek için: mecazi anlamda: kısmet olmak Kısmet ise. Kısmet! Parmağı uzun olan balyemez, kısmeti olan yer. kısmet olmamak Her kaşığın kısmeti bir olmaz. kıstırılmak, sıkıştırılmak anlamında: kaçamayacak duruma getirilmek: kıstırmak, iki şey arasında bırakmak: kaçamayacak duruma getirmek: |birleşikler ve deyimleri elini kıstırmak Elini makineye kıstırma! köşeye kıstırmak kuyruğunu kıstırmak parmağını kıstırmak Dikkat et, parmağını kıstıracaksın! kış kış etmek kışkırtılmak Kışkırtılırsa, saldırıya geçer. kışkırtmak İşi durdurmaları için işçileri kışkırtıyor. Ayaktakımını kışkırtmaya çalışıyorlar. to envy. You needn't envy them. to be extremely jealous [celis]. to lessen [lesin], to narrow [narou]. to reduce [ridyu-.s]. to tuck [tak]. It suddenly tucked its tail between its legs. to lower its ears, to tighten [taytin]. to turn down, to cut down, to turn down [to:n]. Could you turn down the radio a little? Could you please turn down the music a little? Could you please turn down the TV a little? to lower one's voice [voys]. Please lower your voice, they can hear you. to tighten one's control over [taytin]. to rein smb in [reyn]. to lay back its ears [i:z], to tuck its tail between the legs [tak]. to be cowed [kaud]. to be in one's destiny. If fate so decides [disaydz]. May be! It's not the one with the long fingers that will eat the honey but the lucky one. not to be in one's destiny. (Fate doesn't treat everyone equally.) to be squeezed [skwi:zd]. to be cornered [ko:nid]. to squeeze. to corner [ko:ni]. to get one's hand caught in [ko:t]. Mind you don't get your hand caught in the machine [mi§i:n], to hold at bay [bey]. to put smb in a difficult position [przisin]. to crush one's finger [kra§]. Be careful! you'll crush your finger. to shoo [su:]. to be provoked [pnvoukd]. If provoked, it will attack. to incite [insayt]. He's inciting the workers to stop working. to stir up [sto:rap]. They are trying to stir up the mob. kışkışlamak 488 kışkışlamak kışlamak, kış olmak anlamında: *Kış kışlığını yapacak. kışı bir yerde geçirmek: kuşlar için ürkütmek: kışlatmak kıt olmak *kısmeti kıt olmak kıtır kıtır olmak kıtırdamak kıtırdatmak kıtlaşmak kıvamına gelmek kıvamında olmak, en uygun anında olmak: fizik ve moral yönünden: koyuluk derecesi yönünden: kıvamlanmak, olgunlaşmak anlamında: sıvılar için: kıvandırmak, övünç yönünden: sevinç yönünden: kıvanma^, övünç için: sevinç için: kıvılcımlanmak kıvır kıvır yapmak kıvırmak, becermek anlamında: bükmek anlamında: kalçalarını sallamak anlamında: katlamak anlamında: kitap yaprağı için: Sayfanın kenarını kıvırma! kumaşı tersine bükmek anlamında: saç için: uydurup söylemek anlamında: | birleşikler ve deyimler] burun kıvırmak işi kıvırmak Al Center işini kıvıran, aynı çetedir. kollarını kıvırmak kıvırtmak kıvrak olmak kıvramak kıvrandırmak kıvranmak, acı çekmek anlamında: çok ihtiyaç duymak: | birleşikler ve deyimler] ağrıdan kıvranmak to shoo away [su:]. to become wintry. Everything must act in accordance with its nature [neyci]. to pass the winter somewhere. to shoo away [su:]. to put a flock in place for the winter. to be in short supply [srplay]. to be short on luck [lak]. to be crisp. to make a crunching sound [saund]. to make smth crackle [kre:kil]. to become scarce [ske:s]. to come to the right consistence [kansistms]. to be at the right moment [moummt]. to be in top shape [seyp]. to be of the right consistency. to be in one's prime [praym]. to come to the right consistence. to make smb feel proud [praud]. to make smb glad [gle:d]. to take pride in [prayd]. to be glad about, to give off sparks, to frizzle. to manage to do smth [me:nic]. to twist. to undulate one's hips [andyuleyt]. to fold back, to crease [kri:s]. Don't crease the corner of the page. to turn in an edge of cloth, to curl [ko:l]. to make up. to turn up one's nose, to pull a job. It's the same gang that pullet the Al Center job. to tuck up one's sleeves [sli:vz]. to have smb curl smth. to be lively [layvli]. to get tangled. to tantalize [temtilayz]. to squirm [skwo:m]. to crave for [kreyv]. to be convulsed with pain [kinvalst]. kıvratmak 489 çaresizlik içinde kıvranmak endişe içinde kıvranmak ihtiyaç içinde kıvranmak imkânsızlıklar içinde kıvranmak Halk imkânsızlıklar içinde kıvranıyor. kahkaha ile kıvranmak Seyirci kahkaha ile kıvranıyordu. kıskançlıktan kıvranmak kıvrım kıvrım kıvranmak sancıdan kıvranmak umutsuzluk içinde kıvranmak yoksulluk içinde kıvranmak kıvratmak kıvrık olmak kıvrık kıvrık olmak kıvrılmak, kıvırcık duruma gelmek: bükülmek anlamında: yuvarlak bir biçim almak: katlanmak anlamında: sancı ile...: Yol kıvrıla kıvrıla gidiyordu. kıyamamak, acımak anlamında: esirgemek anlamında: feda edememek anlamında: hayatını bağışlamak anlamında: kötülük edememek anlamında: Gerçeği ona söylemeye kıyamadım. Rüyasını sona erdirmeye kıyamadım, para ve masraf yönünden: kıyas etmek kıyaslamak kıyaslanmak Eğlence bakımından Bodrum'la kıyaslanamaz. kıydırmak, et vs için: nikâh vs için: kıyıcılık etmek kıyılmak, doğramak anlamında: et için: kıyılmamak, Yüzüne bakmaya kıyılmaz. Bakmaya kıyılmaz bir manzaraydı. kıyınmak kıyışmak kıymak, acımamak anlamında: et için: doğramak anlamında: esirgememek anlamında: to writhe in helplessness [rayth], to be torn by anxiety [emgzayiti]. to be in great need. to be at grips with poverty [poviti]. The people are at grips with poverty. to be convulsed with laughter [laftı]. The audience was convulsed with laughter. to be consumed with envy [kmsyu:md]. to writhe in agony [rayth]. to be convulsed with pain [kinvalst]. to writhe in desperation [despıreyşın]. to suffer great misery [miziri]. to curl tightly [taytli]. to be twisted. to be curly. to curl [kö:l]. to twist. to curl up. to be folded back. to be doubled up with pain [peyn]. The road twisted and twisted up the hill. to have pity on. to be unable to spare [spe:]. to be unable to sacrifice [se:krifays]. to spare smb's life [layf]. not to have the heart to [ha:t]. I didn't have the heart to tell her the truth. to be unable to bring oneself to. / couldn't bring myself to end her dream. to grudge expenses [grac]. to compare [kimpe:]. to compare. to be comparable with. In point of entertainment it isn't comparable with Bodrum [kompınbıl]. to have smb cut up smth. to have smb perform smth. to treat smb cruelly [kru:eli]. to be cut up finely [faynli], to be minced [minst]. She is very beautiful. It was a view one was never tired of looking at. to feel sore all over [so:]. to come to an agreement [igri:mrnt]. to act pitilessly, to mince [mins]. to cut up. not to spare [spe:]. kıymeti olmak 490 feda etmek aıdanunda: kötülük etmek anlamında: öldürmek anlamında: loptan öldürmek atılanımda: Ona nasü kıydın? [birleşikler ve deyimleri canına! kıymak, öldürmek anlamında: intihar etmek: kendine kıymak nikâh kıymak paraya kıymak kıymeti olmak Nasihatin kıymeti olmaz. kıymetlendirmek, değerini belirtmek anlamında: değerini artırmak anlamında: değerlendirmek anlamında: kıymetlenmek kıymetli olmak Davaya katkısı çok kıymetli olmuştur. Akçesi ucuz olanın, kendisi kıymetli olur. kıymetsiz olmak kıymıklanmak kızak yapmak taşıt için: kızamık olmak kızarmak, Çocuğunuz kızamık oluyor. ateş üstünde pişmek: kızgın yağda pişmek: Bunlar kızarmış! Pek fazla kızarmasınlar. kızgın yağda pişirmek: ekmek için: kömür için: meyve ve sebze için: kırınızı bir renk almak: yüzünün rengi için: utanma vs'den dolayı: | birleşikler ve deyimleri gözü kızarmak Ağlamaktan gözleri kızarmıştı. kulaklarına kadar kızarmak yüzü kızarmak kızartılmak kızartmak, renk için: ateş üstünde pişirmek: kızgın yağda pişirmek: Biraz patates kızartır mısın? ekmek için: to sacrifice [serkrifays]. to bring oneself to. How could you bring yourself to do that to her? to ki l l without pity, to massacre [mersiki]. to ki l l . to commit suicide [syu:wisayd]. to ki l l oneself. to perform the marriage ceremony [serimini]. to shell out money [mani]. to have a value [ve:lyu:]. There can be no price high enough for advice [ldvays]. to evaluate [ivedyueyt], to raise the value of [vedyu], to bring into profitable use [yu:s], to gain value [geyn]. to be valuable [vedyubil]. His contribution to the cause was invaluable. Generous people are highly thought of. to be worthless [wothlis], to splinter. to slide [slayd]. to skid. to come down with measles [mkziz]. Your child is coming down with measles. to roast [roust], to be fried [frayd]. These have been fried! to fry [fray]. Don't let them fry too long. to fry [fray]. to be toasted [toustid]. to glow. to ripen [raypin]. to redden, to turn red. to blush [blasj. to have red eyes [ayz]. (His eyes were red with weeping.) to blush to one's ears, to blush [blasj. to be fried [frayd]. to make smth red. to roast [roust], to fry [fray]. Could you fry up some potatoes [piteytouz]? to toast [toust]. kızdırılmak 491 *yüz kızartmak *yüzünü kızartmak (birinin) kızdırılmak kızdırmak, öfkelendirmek anlamında: Bu, hâkimi kızdıracak. Sizi kızdıracak ne yaptı? Onun yerinde olsam, öğretmeni kızdırmam. Onu kızdıracak bir şey yapmayın. Beni çok kızdırıyor. ısıtmak anlamında: kızgın olmak, öfkeli anlamında: Kızgın olmaktan öte, çok üzgünüm. Aslında kızgın değilim. birisine...: bir şeye...: Hepimiz tutumundan dolayı kızgınız. Polis memuru neye bu kadar kızgın? birisine kızmış olmak: Size neden kızgın olsunlar ki? bir şeyden dolayı...: çok ısıtılmış anlamında: çok ısınmış anlamında: hayvanlar için: kızgınlaşmak kızıllaşmak kızılmak Böyle şeylere kızılmaz ki. kızışmak, canlanmak anlamında: hareketlenmek anlamında: çok ısınmak anlamında: şiddetlenmek anlamında: hayvanlar için: kızıştırmak, canlandırmak anlamında: heyecanlandırmak anlamında: gayret vermek anlamında: şiddeti artırmak anlamında: ısı için: kızmak, öfkelenmek anlamında: Kızmamak çok zor. Onun kızmasına bir neden görmüyorum. Gel de kızma! Kızacak bir şey yok. Kızdığı görülmüş değil. Kızmaya görsün! to forget about one's pride [prayd]. to make smb blush, to be angered [e:ngid]. to anger [e:ngi]. This will anger the judge [cac]. What did she do to anger you? If I were him I wouldn't make the teacher angry [e:ngri]. Don't do anything that will make him angry. (She makes my blood boil [boyil].) to make smth red-hot. to be angry [e:ngri]. I'm much more sorry than angry. Actually, I'm not angry. to be indignant with [indigmnt]. to be indignant at. We are all indignant at her attitude. to be mad about. What is the policeman mad about? to be angry with. Why should they be angry with you? to be angry at. to be overheated. to be red-hot. to be on heat [hi:t], to get angry. to turn red. to get angry at/with, You don't get angry at such things. to get lively [layvli]. to get heated [hi:tid]. to get fiercely hot [fksli]. to get violent [vayihnt]. to be in rut [rat]. to enliven [inlayvin]. to excite [iksayt]. to get people worked up. to increase the violence [vayilins], to overheat [ouvihi.t]. to get angry [e:ngri]. It's hard not to be angry. I don't see any reason why he should get angry. How could one not get angry? There's no reason to get angry. to lose one's temper [lu:z]. He was never seen losing his temper. Wait till he loses his temper! kibar olmak 492 birine sinirlenmek: Bana kızdın mı? bir şeyden dolayı...: Yaptığı işe kızmadınız mı? ısı için: hayvanlar için: [ birleşikler ve deyimleri Kızar mı, kızar. Bir kızarsa, pir kızar. gözü kızmak kafası kızmak keli kızmak pireye kızıp yorgan yakmak gavura kızıp orucu bozmak kibar olmak, nazik anlamında: zengin ve soylu anlamında: kibarlaşmak kibarlık etmek kibirlenmek kibirli olmak kifayet etmek, -ile yetinmek anlamında: yeter/i olmak anlamında: kifayetli olmak, yeterli anlamında: vetenekli anlamında: kifayetsiz olmak yetersiz anlamında: yeteneksiz anlamında: kilidi küreği olmamak kilit altında olmak kilit kürek olmak kilitlemek, anahtarla bir yere kapamak: birbirine geçirmek anlamında: kenetlemek anlamında: kapıyı üzerine kilitlemek: kilitlenmek Kapılar gece neden kilitleniyor? O gün fax cihazları protesto mesajları ile kilitlenmişti. *çenesi kilitlenmek kilitli olmak kimsesi olmamak kimsesiz olmak kinci olmak kindar olmak kirada olmak kiralamak, kira ile tutmak anlamında: uzun bir müddet için: kısa bir müddet için taşıt vs.: to be angry with. Are you angry with me? to be angry at. Aren't you angry at what he has done? to get hot. to be in heat [hi:t]. Of course he'll get angry. He doesn't easily lose his temper but when he does. to be beside oneself with anger [e:ngi]. to fly into a temper. to lose one's temper [lu:z], to cut off one's nose to spite one's face. to cut off one's nose to spite one's face. to be refined [rifaynd]. to be well-bred. to become refined. to behave politely [pilaytli]. to become haughty [ho:ti]. to be conceited [kinsi:tid]. to be contented with [kintentid]. to be enough [inaf], to be adequate [e:dikwit]. to be efficient [lfigint]. to be inadequate [ine:dikwit]. to be inneficient [inifi§int]. to be left unguarded [angardid]. to be under lock and key [ki:]. to guard (a place) [ga:d]. to lock up. to interlock, to clamp [kle:mp]. to lock in. to be locked [lockt]. Why are the gates locked at night? That day, fax machines were clogged with messages of protest [mesiciz]. to be dumbfounded [damfaundid]. to be locked [lokt]. to have no friends or relatives to turn to. to be without relations or friends. to be vindictive. to be grudgeful [gracful]. to live in a rented flat [fle:t]. to rent, to rent, to hire [hayi]. kiralanmak 493 ıAmerikan İngilizcesi) ticari amaçla: gemi ve uçak için: Toplantı için iskemle kiralamamız gerek. Nereden bir otomobil kiralayabilirim? Taksim yakınında bir ev kiralayacak. İstanbul'elan bir uçak kiralayabilirsiniz, kira ile vermek anlamında: Burada minder kiralamıyorlar mı? Daireyi size bir yıllığına kiralayacak. Odaların bir tanesini kiralamak istiyor. kiralanmak, ev, oda, taşıt vs için: ticari amaçla: kısa bir müddet için: Dürbün kiralandığını ilk defa duyuyorum. kirasız olmak kireç gibi olmak Yüzü birden kireç gibi oldu. kireçlemek, badana yapmak anlamında: kireç katmak anlamında: kireçlenmek kireç sürülmek anlamında: kireçleşmek kireçsizleşrnek kireçsizleştirmek kirişlemek kirizma etmek/yapmak kirizmalamak kirlenmek, kirli duruma gelmek anlamında: pislenmek anlamında: çevre kirlenmesi için: ırzına geçilmek anlamında: onuru lekelenmek: aybaşı olmak anlamında: *eteği kirlenmek kirletmek, kirli duruma getirmek: pisletmek anlamında: çevre kirlenmesi yönünden: leke için: onur vs için: ırzına geçmek anlamında: şöhret için: *üstünü kirletmek kirli olmak kişileşmek kişileştirmek kişlemek to rent. to lease [li:s]. to charter [ca:ti]. We should hire some chairs for the meeting. Where can I rent a car? He's renting a house near Taksim. You can charter a plane from Istanbul. to hire (out). Don't they hire out cushions here [ku§in]? to let. He'll let you the flat for one year. to rent (out). He wants to rent one of the rooms. to be rented. to be leased [li:st]. to be hired [hayid]. It's the first time I hear that binoculars are hired out [baynokyuhz]. to be rent free. to turn pale [peyl]. He suddenly turned pale [to:nd]. to whitewash [waytwosj. to add lime to [laym]. to calcify [ke:lsifay]. to be limed [laymd]. to get calcified [kedsifayd]. to be decalcified. to decalcify [dikedsifay]. to string a bow [bau]. to trench the land. to plow [plau]. to get dirty [do:ti]. to be soiled [soyld]. to become polluted [polyuitid]. to be raped [reypt]. (one's honour) to be sullied [salid]. to menstruate [menstru:eyt]. to be accused of immorality [ikyuizd]. to dirty [do:ti]. to soil [soyl]. to pollute [polyu:t]. to stain [steyn]. to sully [salt]. to rape [reyp]. to tarnish [ta:nisj. to get one's clothes dirty. to be dirty. to develop a personality [posine:liti]. to personify [posinifay]. to shoo away [su:]. kişnemek 494 kişnemek kitlemek klasikleşmek klikleşmek klişeleşmek klorlamak klorlanmak kocalmak ' kocaltmak kocamak *bir yastıkta kocamak Kurt kocayınca, köpeğin maskarası olur. kocatmak koçlanmak koçmak kodlamak kof olmak, içi boş veya boşalmış: değersiz ve bilgisiz anlamında: koflaşmak, kof duruma gelmek: değersiz bir duruma gelmek: koklamak havayı koklamak anlamında: Kedi yine havayı kokluyor. *gül üstüne gül koklamak *üstüne gül koklamamak (birinin) koklaşmak, birbirini koklamak: Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır. birbirini sevmek: koklatmak çok az vermek anlamında: kokmak, koku çıkarmak anlamında: Ne güzel kokuyor. kötü koku yaymak anlamında: Bu oda tütün ve şarap kokuyor. Bu balık çok fena kokuyor. bir şey kokmak: Bu çay, naftalin kokuyor. Sen sarmısak kokuyorsun. çüriiyüp kokuşmak anlamında: Bunlar kokmuş, belirtiler göstermek anlamında: Bütün bunlar, sahtekârlık kokuyor. | birleşikler ve deyimleri Ne kokar, ne bulaşır. Tuzlayım da kokma! Balık baştan kokar. Balık kokarsa tuzlanır, ya tuz kokarsa? to neigh [ney]. to lock. to become a classic [kletsik]. to form a clique [klik]. to become a cliche [klise]. to chlorinate [klo:nneyt]. to be chlorinated [klormeytid]. to grow old. to make smb age [eye], to grow old. to have a long married life [me:rid]. When the powerful get old and powerless they become the object of fun. to make smb grow oid. to develop into a robust young man [roubast]. to hug [lag]. to codify [koudifay]. to be empty inside, to be hollow [holou], to become hollow. to become worthless [wodhlis]. to smell. to sniff. The cat is sniffing the air again. to be unfaithful in love [lav], to be faithful in love. to fondle each other. Animals understand one another by sniffing, people by talking to one another [matin]. to fondle each other. to have (a dog) sniff smth. to give in very small quantity. to smell. It smells so nice. to reek of [ri:k]. This room reeks of tobacco and wine [wayn]. to stink. This fish stinks. to smell of. This tea smells of naphthalene [ne:fthili:n]. You smell of garlic [gadik], to go bad. These have gone bad. to smack of [sme:k]. All this smacks of forgery [foxrrij. It's quite harmless but useless too. That's utter nonsense [nonsins]. Corruption starts at the top [kirapsm]. When fish gets spoiled you salt it, what if salt gets spoiled [spoyld]? kokulu olmak 495 açlıktan nefesi kokmak ağzı kokmak Sarımsak yemedim ki ağzım koksun. ağzı süt kokmak buram buram kokmak güzel kokmak O kadar güzel kokan ne? is kokmak kötü kokmak küf kokmak leş gibi kokmak mis gibi kokmak nefesi kokmak pis kokmak sası sası kokmak yanık kokmak Yanık kokuyor. Her yer yanık kokuyordu. kokulu olmak kokuşmak, kötü bir koku çıkarmak: bozulmak anlamında: kokutmak, kötü bir koku bırakmak: Korkarım, mutfağı kokutacak, bozulup kokmasına sebep olmak: Bir baş soğan, bir kazanı kokutur. kola yapmak kolaçan etmek kolalamak kolalatmak kolay gelmek kolay olmak Kolay gelsin! İşte bu kadar kolay! Ulaşılması kolay mı? Taşıması kolay. Onu bulmak kolay olmayacak. Bu çok kolay oldu. Merak etmeyin, sonrası kolay. I birleşikler ve deyimler | Dile kolay! Alçak eşek, binmeye; öksüz çocuk, dövmeye kolay. Düşmanı affetmek, dostu affetmekten daha kolaydır. Ölümün ötesi kolay. kolayına gelmek kolaylamak kolaylanmak kolaylaşmak Ne kadar kararlı olursak başarı da o ölçüde kolaylaşacaktır. to be starving. to have bad breath [breth], / have nothing to be afraid of [lfreyd], to be immature [imityu:]. to smell excessively [iksesivli]. to smell nice. What smells so nice? to give off a burnt smell [bo:nt]. to smell bad. to smell musty [masti], to stink to high heaven [hevm]. to give a fragrant smell [freygrmt]. to have a foul breath [faul]. to stink. to smell of decay [dikey]. to smell smth burning [homing]. / smell something burning. to have a burnt smell about it. The whole place had a burnt smell about it. to be scented [sentid]. to smell rotten, to go bad. to make smth/a place stink. I'm afraid it'll make the kitchen stink. to cause smth to spoil [spoyl]. A few degenerate people will contaminate the society they live in [dicenint]. to starch [sta:c], to have a look round a place. to starch [sta:§], to have smth starched [sta:ct]. to come easy [i:zi]. / hope everything goes well. to be easy. It's as easy as that! Is it easy of access [e:kses]? It's easy to carry [ke:ri]. It won't be easy to find him. It's been quite easy. Don't worry, the rest is easy. That's easier said than done. To compete with weak opponents is no proof of strength [kimpirt]. It is easier to forgive an enemy than a friend. It's a hard hard world. to be convenient (for) [kmvknyint]. to finish most of the job. (for a job) to be nearly over. to get easier [i:zye]. The more resolute we are the easier success will be [rezolud]. kolaylaştırmak 496 kolaylaştırmak Bunlar ve diğerleri hayatı çok kolaylaştırdı. Bu, merkezle irtibatı kolaylaştıracaktır. İstifa etmesini kolaylaştırır mı? Bu, malların ihracatını büyük ölçüde kolaylaştıracaktır. koleksiyon yapmak kollamak, gözetmek anlamında: Gaye, büyük şirketlerin çıkarlarını kollamaktadır. gözlemek anlamında: ortaya çıkmasını beklemek: korumak anlamında: | birleşikler ve deyimleri çıkarım kollamak fırsat kollamak İyi bir fırsat kolluyor. kendini kollamak sıra kollamak vakit/zaman kollamak kollanmak, gözetlenmek anlamında: ' korunmak anlamında: koltuklamak, koltuğa girmek anlamında: kolluk altına almak anlamında: övmek anlamında: koltuklanmak koltukta olmak komik olmak Bunun neresi komik? komikleşmek komiklik yapmak komplike olmak kompliman yapmak komşuluk etmek/yapmak komuta etmek Herkes bir orduya komuta edemez. konaklamak asker için: kondurmak, takı vermek anlamında: söylevivermek anlamında: üzerine yormak Hastalığı kendine kondurmuyor. [ birleşikler ve deyimleri kuş kondurmak öpücük kondurmak toz kondurmamak Kuş mu kondurdu? Üstüne toz kondurmam. to make smth easy. These and others have made life a lot easier. It will make it easier to communicate with the head office [krmyumikeyt]. Will it make it easier for him to resign? to facilitate [fisiliteyt]. This will greatly facilitate the export of these goods. to collect [kilekt]. to look after. The aim is to look after the interest of the major companies [meyci]. to look out for. to be on the alert for [ilo:t]. to protect. to feather one's nest [fethi]. to be on the look out for an opportunity. He's on the look out for a good occasion. to watch one's step. to wait for a suitable moment [syu:tibil]. to bide one's time [bayd]. to be watched [woct]. to be protected. to take smb under the arm. to tuck smth under one's arm [tak]. to flatter. to be flattered. to be entertained at smb's expense. to be funny [fani]. What's funny about it? to become funny [fani]. to do funny things. to be complicated. to pay compliments to. to be good neighbours [neybiz]. to command [kima:nd]. Not everyone can command an army. to stay for the night [nayt]. to billet. to tack on [te:k]. to retort [rito:t]. to accept what one is [lksept]. (He doesn't admit he is ill.) to make smth with great care. Has he produced a masterpiece? to place a kiss on [pleys]. not to allow anything to be said against. I won't have a word to be said against him. konforlu olmak 497 konforlu olmak konforsuz olmak konmak, /;//• yere inmek anlamında: arı vs için: kus için: gecesi bir yerde geçirmek: bir vere yerleşmek: tuz vs için: Buna şeker konmaz. vergi vs için: Tütüne yeni vergi konmayacaktır. Bütün bu işlemlere vergi konmalı. | birleşikler ve deyimleri Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar. başına devlet konmak beleşe konmak daldan dala konmak, iş için: konu için: el konmak Pankartlara ve bayraklara el kondu. Bütün silah ve cephanelere derhal el konacaktır. fırsata konmak hazıra konmak katafalka konmak kelepire konmak lüpe konmak mirasa konmak Amcası ölünce büyük bir mirasa kondu. servete konmak uygulamaya konmak Bu kararlar bir an evvel uygulamaya konmalı. yerine konmak Kesilen baş yerine konmaz. konsolide etmek kontak yapmak Yine kontak yaptı. kontrat yapmak Üç yıllık kontrat yapmak zorunda kaldık. kontrol edilmek Her biri, paketlenmeden önce kontrol edilir. kontrol etmek Toplamı kontrol eder misiniz? Çocukları kontrol edemiyor. sağlık kontrolü için: kalabalık için: Polis, kalabalığı kontrol etmekte zorluk çekiyor. denetlemek anlamında: İçindekileri kontrol etmek istiyor. to be comfortable [kamfitibil], to be without comfort [kamfit], to alight [llayt], to light [layt], to perch [pô:ç], to stay for the night at. to settle [setil]. to put. You don't put sugar on this one. to be imposed [impo:zd]. No new tax will be imposed on tobacco. All these transactions should be taxed. Great feats are usually the product of humility and not of bragging [bre:gingj. to have a stroke of good luck [lak]. to get on the gravy train [greyvi]. to change one's job often [çeync]. to jump from one subject to another [sabjikt]. to be confiscated [konfiskeytid]. The flags and banners were confiscated. All arms and ammunitions are to be confiscated immediately. to avail oneself of an opportunity [iveyl]. to enjoy the fruit of others' endeavour. to lie in state [lay]. to get a bargain [ba:gin]. to get smth for nothing. to come into an inheritance [inheritins]. When her uncle died she came into a fortune. to come into a fortune [fo:çm]. to be put into effect. These decisions must be put into effect as soon as possible. to be put back. You can't put back a head that's been cut off. to consolidate [kimsolideyt]. to short-circuit [§o:tsô:kit]. It has short-circuited again. to make a lease [li:s]. We had to make a three-year lease. to be checked [çekt]. Each is checked before being wrapped. to check [çek]. Will you please check the total [toutil]? to control [lantroul]. He is unable to control the children. to check up. to hold back. The police is having trouble holding back the crowd. to inspect. He wants to inspect the content [kontent]. kontrol altında olmak 498 kontrol altında olmak konu dışı olmak Her şey kontrol altındadır. Onun sözleri konu dışıydı. konuk etmek konuk olmak konuklamak konulmak Aptal yerine konulmak istemiyorum. *yürürlüğe konulmak konuşkan olmak konuşma yapmak Paşa kısa bir konuşma yaptı. *açış konuşması yapmak konuşmak Sırf konuşmuş olmak için konuştu. Burada hiç çekinmeden konuşabilirsin. Daha kendisiyle konuşmadım. Hiç kimseyle konuşmayacaksınız. Onun adına konuşmaya hakkın yok. Özel olarak konuşabilir miyiz? Konuşmaz olaydım! Bu adam konuşmak için konuşur. Sen tıpkı diğerleri gibi konuşuyorsun. Kavga edercesine konuşmayalım. Bu adam cinlerle konuştuğunu iddia ediyor. Bunu münasip bir zamanda konuşuruz. resmi bir toplantıda: konu için: Sizinle bir mevzuu konuşabilir miyim? dil için: İngilizce bir yana, Türkçeyi doğru dürüst konuşamıyor. İngilizceyi pürüzsüz konuşur. Aranızda Türkçe konuşan var mı? Yarım yamalak bir İngilizceyle konuşur. bir ilişkiyi sürdürmek anlamında: şık ve zarif görünmek: Kravatınız konuşuyor. 1 birleşikler ve deyimleri İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır. Ölüler konuşmaz. Eğri oturalım, doğru konuşalım. abuk sabuk konuşmak acı acı konuşmak açık konuşmak adına konuşmak (birinin) Ben burada millet adına konuşuyorum. ağır ağır konuşmak ağzı dolu konuşmak Ağzın dolu iken konuşma. to be under control [kmtroul]. Everything is under control. to be beside the point [poynt]. His remarks were beside the point. to host [houst]. to be entertained [entiteynd]. to put up a guest [gest]. to be put. (/ don't want to be treated as a fool.) to be put into effect. to be talkative [to:kitiv]. to give/make a speech [spi:c]. The general gave a short speech. to deliver the opening speech. to speak [spi:k]. He spoke just to have spoken [spoukm]. You can speak here without any constraint. I haven't spoken to him yet. You are not to speak to anyone. You have no right to speak on his behalf. to talk [to:k]. Can we talk privately [prayvitli]? J wish I hadn't talked! This man talks for the sake of talking. You talk just like the others. Let's not talk as if we were quarrelling. That man claims that he talks with djins. to discuss. We'll discuss this at the proper time. to take the floor [flo:]. to have a word with. Could I have a word with you? to speak. He can't speak Turkish properly, let alone English. She speaks English fluently [flu:wintli]. Is there anyone among you who speaks Turkish? He speaks in broken English. to be on speaking terms. to be eye catching. Your tie is eye catching. Animals communicate by sniffing, people by talking. Dead men tell no tales [teylz]. Let's call a spade a spade. to talk nonsense [nonsms], to speak harshly, to talk frankly, to speak for smb. / speak here in the name of the nation. to drawl [drod]. to speak with one's mouth full [mauth]. Don't talk with your mouth full. konuşmak (ağzına geldiği gibi) 499 ağzına geldiği gibi konuşmak alçak sesle konuşmak aleyhinde konuşmak aralık vermeden konuşmak arkasından konuşmak Arkasından konuşmak istemiyorum. az ama öz konuşmak Az konuştu, fakat öz konuştu. bağrışa çağrışa konuşmak bülbül gibi konuşmak büyük konuşmak Bu konuda büyük konuşmak istemiyorum. çatpat konuşmak İngilizceyi çatpat konuşuyor. çekinmeden konuşmak çıtır çıtır konuşmak dangıl dungul konuşmak dereden tepeden konuşmak dobra dobra konuşmak O, daima dobra dobra konuşur. doğru dürüst konuşmak dura dura konuşmak durmadan konuşmak duvarla konuşmak Duvarla konuşuyor olsam, fark etmez. ezbere konuşmak fıs fıs konuşmak fısıltı halinde konuşmak genizden konuşmak habire konuşmak harbi konuşmak havadan sudan konuşmak hım hım konuşmak iki satır konuşmak ileri geri konuşmak irticalen konuşmak iş konuşmak Biz evde iş konuşmayız. işten konuşmak kaba konuşmak kanımdan konuşmak konuşup durmak langır lungur konuşmak lastikli konuşmak makara gibi konuşmak mevsimli mevsimsiz konuşmak namına konuşmak (birinin) Partiniz ne zamandan beri milli irade namına konuşuyor? Bu partiler milli birlik namına konuşamaz. olur olmaz konuşmak öteden beriden konuşmak peltek konuşmak to talk without consideration [kinsidirey§m]. to speak in a low voice [voys]. to talk against. to talk continuously [kontinyuwisli], to talk behind one's back. I don't want to talk behind his back. to speak little but to the point. He spoke little but to the point. to speak with a lot of shouting [§auting]. to speak fluently [flu:wmtli], to talk big. / don't want to talk big on this matter. to talk a little. (He has a smattering of English.) to speak out. to speak long and well. to speak with a horrible accent [e:ksmt]. to talk of different things. to speak bluntly [blantli]. (He always calls a spade a spade [speyd].) to speak decently [dksintli]. to stumble for words [stambil], to talk on and on. to speak to a wall. / might as well be talking to the wall, to talk about smth without understanding it. to whisper. to speak above one's breath [breth], to speak through the nose [thru:]. to speak continuously [kontinyuwisli]. to speak the truth. to talk at random. to talk through the nose [nouz]. to have a friendly chat [ce:t], to speak tactlessly. to improvise [impnvayz]. to talk shop. We don't talk shop at home. to talk shop. to use bad language [lerngwic], to ventriloquize [ventrilikwayz]. to spend one's time talking. to speak in a loud and vulgar way. to speak in double entendre [dabil antandr]. to talk nonstop. to speak out of turn [to:n]. to speak in the name of. Since when did your party speak in the name of the national will [ney§iml]. These parties can't speak in the name of national unity [yu:niti]. to speak when one feels like [layk]. to talk about this and that. to lisp. konuşmamak 500 pes perdeden konuşmak saçma sapan konuşmak senli benli konuşmak sert konuşmak şundan bundan konuşmak tane tane konuşmak uluorta konuşmak Hiç böyle uluorta konuşmazdı. uzun uzun konuşmak Onunla uzun uzun konuştum. üst perdeden konuşmak, büyük konuşmak anlamında: yüksek sesle konuşmak: üstü kapalı konuşmak üstü örtülü konuşmak vakitli vakitsiz konuşmak yavaş konuşmak yerli yersiz konuşmak yollu yolsuz konuşmak yüksek perdeden konuşmak, büyük konuşmak anlamında: yüksek sesle: yüksek sesle konuşmak Yüksek sesle konuşabilir misiniz? konuşmamak, bir şeyden söz etmemek: Bu konuda konuşmamaya karar verdim. Şimdi konuşmak istemiyorum. dargın bulunmak anlamında: Birbirimizle konuşmuyoruz. konuşturmak, konuşmasını sağlamak: Sen konuşmazsan, seni konuşturmasını bilirler. Bizi tanıkla konuşturmazlar. müzik aleti için: Gitarını gerçekten konuşturuyor. konuşturulmak Hiç kimse hastayla konuşturulmayacak. konuşulmak Sınavda konuşulmaz. Orada şundan bundan konuşulur. Bunun hakkında ne kadar az konuşulursa o kadar iyidir. Bu konu konuşulmadı. kooperatifleşmek koordine etmek Bu büro, şubelerin çalışmalarını koordine etmek için kurulmuştur. to speak softly. to talk nonsense [nonsins]. to talk on familiar terms [td:mz], to speak harshly [ha:;li]. to talk about this and that. to speak each word distinctly. to talk recklessly [reklisli]. He never used to talk so recklessly. to have a long conversation [konvrsey§in]. / had a long conversation with her. to talk big. to talk loudly [laudli]. to speak in an indirect way [indayrekt]. to imply [implay]. to speak when one feels like. to talk in a low voice [voys]. to talk without considering whether it is proper [propi]. to talk loosely [lu:sli], to talk challengingly [cerlincingli]. to talk in a loud voice [voys]. to speak up. Could you speak up? to remain silent [saylint]. I've decided to remain silent about this subject [sabjikt]. not to speak. / don't want to speak now. not to be on speaking terms [to:mz]. We are not on speaking terms. to make smb talk. If you don't talk they know how to make you talk. They won't let us talk to the witness. to make (an instrument) talk. He can certainly make his guitar talk [gita:]. to let smb talk to smb. (No one is to talk to the patient [pey§int].,) to talk [to:k]. You don't talk during the exam [igze:m]. One talks of this and that there. to be discussed [diskast], (The less said about it the better.) This matter was not discussed. to become a cooperative [kouopmtiv]. to coordinate [kouo:dineyt]. This office was set up to coordinate the activities of the branches. koparılmak 501 koparılmak, gövdeden cıyrtimak anlamında: çiçek ve meyve için: koparmak, gövdeden ayırmak anlamında: güçlükle elde etmek: Bir hafta izin kopardık. baskı ile elde etmek anlamında: meyve ve cicek için: [ birleşikler ve deyimler | bir bardak suda fırtına koparmak cartıyı koparmak curcunayı koparmak çekip koparmak çıbanın başını koparmak çığlık koparmak çiçek koparmak daldan koparmak domuzdan kıl koparmak gürültü koparmak ilişkileri tümden koparmak ipi koparmak ipini koparmak kıyamet koparmak kökünden koparmak ödünü koparmak para koparmak toz koparmak tuttuğunu koparmak Tuttuğunu koparır. tüy koparmak vaveylayı koparmak yaygara koparmak yırtıp koparmak zincirini koparmak kopçalamak kopçalanmak kopmak, birdenbire ortaya çıkmak: Konuşmadan sonra büyük bir patırtı koptu. çok ağrımak anlamında: fırtına için: gövdeden ayrılmak anlamında: Sapı kopup elimde kaldı. gürültü vs için: Genel bir alkış koptu. ikiye ayrılmak anlamında: ilişki için: tel. ip vs için: Teller arka arkaya kopmaya başladı, uzaklaşmak anlamında: Ne yapıp yapıp, o gruptan kopman gerek. | birleşikler ve deyimler j Kafası kopasıca! Boyu kopsun! to be broken off [broukin], to be picked [pikt]. to break off. to wangle [we.mgil]. We wangled one week leave. to extort [iksto:t]. to pluck [plak]. to raise a storm in a teacup [reyz]. to start shouting [§auting]. to raise an uproar [apro:]. to pull off. to bring matters to a head, to scream [skri:m]. to pick flowers, to pluck [plak]. to manage to wangle smth [we:ngil]. to cause trouble [ko:z]. to make a clean break (with). to break the link with. to get out of hand. to raise hell [reyz]. to eradicate [ire:dikeyt]. to scare smb to death [ske:]. to squeeze money out of smb [skwi:z], to raise dust [dast]. . to be very resolute [reziluit]. He knows how to get what he wants. to pluck up [plak]. to begin to shout [§aut]. to make a fuss [fas]. to tear off [te:]. to go raving mad [reyving]. to fasten with hooks and eyes. to be fastened [fa:sind]. to break out [breyk aut]. A row broke out after the speech [rau]. to ache violently [vayilmtli]. to break out. to come off. The handle came off in my hand. to break out. (There was a round of applause [iplo:z].) to break into two. to break off. to snap [sne:p]. The strings started snapping one after the other. to break away. You must break away from that group at all cost. Damn him! [de:m]. May he die! [day]. kopuk olmak 502 Hepsinin boyunları kopsun! Ip inceldiği yerden kopar. Eğreti kuyruk, tez kopar. dananın kuyruğu kopmak Bugün danının kuyruğu kopacak. gönlünden kopmak Gönlünüzden ne koparsa. kıyamet kopmak Toplantı ertelenirse, kıyamet kopacaktır. Zamanında başlamazsak, kızılca kıyamet kopacaktır. Kıyamet mi koptu? Biri yer, biri bakar; kıyamet, ondan kopar. ödü kopmak kopuk olmak kopya edilmek kopya etmek korkak olmak Ben, onun gibi korkak değilim. korkmak Uçakla seyahat etmekten korkuyor mu? Birçok kişi köpekten korkar. Korkarım, yakıtımız bitiyor. Ölmüş eşek, kurttan korkmaz. Bir şeyden korkuyor gibi halleri vardı. Korktuğumdan daha az kötüymüş. Bu insanlar hasta ve korkuyorlar. Çok korkmuştum. incinmiş olmaktan çok korkmuştu. özellikle gelebilecek bir şeyden: En çok bundan korkuyorum. [ birleşikler ve deyimleri Ölümden korkma kinden kork. Sen işten korkma iş senden korksun. Allahtan korkmak Allahtan kork! Allahtan korkmayandan kork. Allahtan korkanın bedduasından kork. Kork, Allahtan korkmayandan. gölgesinden korkmak gözü korkmak inşallah yığılmış işlerden gözünüz korkmamıştır. Zorluklardan gözü korkmuş olabilir. korktuğu başına gelmek korku içinde olmak Her an saldırıya uğrama korkusu içindedirler. Doğacak sonuçtan dolayı korku içindeydi. May they all die! The rope will break at the weakest spot. Shoddily done things will not last long. to come to a head [hed]. Today matters are coming to a head. to be given gladly. Whatever you feel like giving. (for hell) to break loose [lu:s]. If the meeting is put off hell will break loose. (There will be pandemonium, if we don't start in time [pe:ndimounyim].) Did all hell break loose? When one eats while another looks on, there will be trouble [trabil]. to be scared out of one's life [ske:d]. to be broken off. to be copied [kopid]. to copy. to be a coward [kawid]. I'm not a coward like him. to be afraid [lfreyd]. Is she afraid of travelling by air? Many people are afraid of dogs. I'm afraid our fuel is running out. to fear [fi : ]. Those who have lost everything have nothing to fear. They seemed to fear something. It's less bad than I feared it would be. to be scared [ske:d]. These people are ill and scared. I was scared stiff. to be frightened [fraytind]. He was more frightened than hurt. to dread [dred]. This is what I dread most. Fear hatred not death [heytrid]. Get the job done and forget how hard it is. to fear God. Shame on you [seym]. Fear those who have no fear of God. Fear the curse of the pious man [payis]. Beware of those who do not fear God. to be afraid of one's own shadow. to be frightened of [fraytind]. / hope you're not frightened of the piled up work. He may have been daunted by the difficulties. to turn out the way one feared [fi:d], to be in fear. They are in fear of being mugged at any time. to be fearful of [fi:ful]. We were fearful of the consequences [konsikwmsiz]. korkulmak 503 korkulmak korkunç olmak korkusu olmak Korkulacak bir şey yok. O, korkulacak bir insan değil. Korkulacak ne var ki? Bu adamdan korkulur. Buradaki hava korkunç. Kaza yerindeki manzara korkunçtu. Islanmışın, yağmurdan korkusu olmaz. korkusuz olmak korkutmak Bu sizi korkutmasın. ürkütmek anlamında: Onları korkutup kaçırdın, gözdağı vermek anlamında: Söz dinlemeyenleri nasıl korkutacaklarını öğrenirler. kaygıya düşürmek anlamında: *gözünü korkutmak Umarım, görev gözünüzü korkutmaz. Zorluklar gözünü korkutmuş olabilir, göz dağı vermek anlamında: Onun gözünü fena halde korkutmuş olmalılar. korlanmak korumak, muhafaza etmek anlamında: Özel sektörü korumak, hükümetin işi değil. Tanrım, bizi kötülüklerden koru! Bu tür kremler, cildinizi güneşten korumaz. Tanrı sizi tehlikelerden korusun! Tanrım, her türlü serden bizi koru! Bu nadide çiçekleri soğuktan korumalısın. savunmak anlamında: hak ve çıkarlar için: İşçilerin çıkarlarını kim koruyacak? Haklarını bu şekilde koruyamazsınız. himaye etmek anlamında: giderleri karşılamak anlamında: |birleşikler ve deyimleri Allah korusun! barışı korumak Barış Gücünün görevi, barışı korumak değil mi? to fear [fi : ]. There is nothing to fear. to be afraid [lfreyd]. He isn't a person to be afraid of. (What is there to be nervous about?) (This man is dangerous.) to be dreadful [dredful]. The weather here is dreadful. to be terrible. The scene at the site of the accident was terrible. to fear. A suffering person does not fear more suffering [safiring]. to be fearless. to frighten [fraytm]. Don't let this frighten you. to scare (away) [ske:]. You have scared them away. to intimidate [intimideyt]. They learn how to intimidate the recalcitrants [rikedsitnnts]. to alarm [ila:m]. to frighten. / hope the task does not frighten you. to daunt [do:nt]. The difficulties may have daunted him. to intimidate. They must have intimidated him pretty badly. to form a bed of glowing coal [koul]. to protect [pntekt]. It's not the business of the government to protect the private sector [prayvit], O Lord, protect us from evil [i:vil]. This sort of cream won't protect your skin from the sun. to guard [ga:d]. May God guard you from dangers [deynciz]. to preserve [prisoiv], O Lord, preserve us from all evil. You should preserve these rare flowers from the cold. to defend [difend], to safeguard [seyfga:d]. Who is going to safeguard the interests of the workers? You can't safeguard your rights this way. to patronize [pe:tnnayz]. to cover [kavi]. Godforbid! to keep the peace [pi:s]. Isn't the task of the Peace Keeping Force to keep the peace? korunmak 504 ciddiyetini korumak Durumu, ciddiyetini koruyor. dengesini korumak formunu korumak haklarını korumak soğukkanlılığını korumak yerini korumak Siz dönünceye kadar ben yerinizi korurum, siyaset yönünden: Yalnız birkaç bakan yeni kabinede yerini korudu. korunmak, kendini korumak anlamında: sakınmak anlamında: korunma statüsünde olmak: koşmak, hızla gitmek anlamında: Koşmak şöyle dursun, yürümek bile olanaksızdı. Başlangıçta olabildiğince hızlı koş. Koşa koşa geldiler. bir yere ivedilikle gitmek: kovalamak anlamında: Var gücümüzle koşmaya başladık. bir yarışta...: [ birleşikler ve deyimler | arkasından koşmak aşağıya koşmak Koşan koşana. Koş babam, koş! Haberi alınca, aşağıya koştuk. at koşmak atı işe koşmak baş koşmak boyunduruğa koşmak çifte koşmak Yalnız öküz, çifte koşulmaz, düzüp koşmak gücüne koşmak ikişer ikişer koşmak imdada koşmak işe koşmak kadın peşinde koşmak koşup durmak menzilci beygiri gibi koşmak öküzleri boyunduruğa koşmak ölümüne koşmak öteye beriye koşmak peşinden koşmak Sen, olmayacak şeylerin peşinden koşuyorsun. Ben sokaklarda onların peşinden koşamam. şart koşmak Adın gizli tutulmasını şart koştuk. to remain serious [si:ryis]. His condition remains serious [kindism]. to keep one's balance [bedins]. to keep fit. to safeguard one's rights [seyfga:d]. to keep cold. to keep smb's place. I'll keep your place until you come back. to retain one's seat [riteyn]. Only a few ministers have retained their seat in the new cabinet [ke:binit]. to defend oneself [difend]. to avoid [lvoyd]. to be protected. to run [ran]. It was impossible to walk, let alone to run. Run as rapidly as possible at the start. They came running. to rush [rasj. to chase [ceys]. We started running as fast as our legs would carry. to race [reys]. Everyone was running. I have to run like mad. to run after smb. to run down. At the news, we ran down. to hitch a horse to a cart [ka:t]. to harness a horse [ha:ms]. to enter heart and soul into a job. to break in a bullock. to harness to the plough [plau]. One person should not do a job that requires two [rikwayiz]. to arrange and put together. to do smth the hard way. to harness a pair of horses to a cart. to go to one's rescue [reskyu:]. to put a person to work alongside another. to philander [file:ndt]. to be rushing about [raging]. to run here and there. to yoke the oxen together. to run into the jaws of death [co:z]. to run to and fro. to run after. You're running after impossible things. to follow smb around. / can't just follow them around in the streets. to stipulate [stipyuled]. We stipulated that the name be kept secret. koşturmak 505 Özür dilemesini şart koşuyorum. Tanrıya şirk koşmak ufak tefek işlere koşmak yardımına koşmak (birinin) yokuşa koşmak zora koşmak koşturmak, insanlar için: Bu çocukları biraz koşturun. Tüm yaptığı, insanları sağa sola koşturmaktır. hayvanlar için: çabalamak anlamında: acele ile göndermek anlamında: •istediği gibi at koşturmak koşullandırmak koşullanmak koşulmak, koşmak anlamında: Bu mesafe, bu şartlar altında koşulmaz. birlikte iş görmesi için birinin yanına verilmesi: atı, çekeceği arabaya bağlamak: koşuşmak, birlikte koşmak anlamında: Bu insanlar neden oraya buraya koşuşuyor? koşuşturmak anlamında: koşuşturmak kotarmak, yemeği başka kaba boşaltmak: bir İşi tamamlamak: •pişirip kotarmak •sağlam kaba kotarmak kotlamak harita için: kov etmek kovalamak, arkasından koşmak: Bir çok seyyar satıcı sokaklarınızda insan kovalıyor. yakalamaya çalışmak anlamında: kovdurmak birisine: kovmak, gitmesini söylemek anlamında: görevinden atmak anlamında: kovalamak anlamında: Kapıdan kov, pencereden girer. bir yerden sürüp çıkarmak: Göreviniz, düşmanı bu topraktan kovmaktır. Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar. to make it a condition [krndism]. / make it a condition that he apologize. to be a polytheist. to run errands [enndz]. to go to one's rescue [reskyu:]. to make things difficult for smb. to raise difficulties [difikiltiz]. to make smb run. Make these children run a little. to order around/about. All he does is ordering people around. to have an animal hitched [hict]. to buzz about [baz]. to hurry smb. [hari]. to do as one pleases [pli:ziz]. to condition [kindi§in]. to be conditioned [kindi§md]. to run. You can't run that distance under these circumstances [so:kimste:nsiz]. to be put to work along smb. to be hitched to. to run together. Why are these people running about? to rush about [rasj. to rush from one place to another. to dish out. to finish off a job. to cook and serve up [so:v]. to reorganize an enterprise [entiprayz]. to codify [kodifay]. to put down the elevations. to gossip about. to chase [ceys]. A lot of peddlers chase people in your streets. to give chase. to have smb kicked out. to have smb kick out someone. to send smb away, to dismiss, to chase [ceys]. Chase him from the door he'll get in from the window. to drive away [drayv]. Your duty is to drive the enemy out of our land. Tell the truth and you'll be driven out of everywhere. kovlamak 506 uzaklaştırmak anlamında: Bizi oradan resmen kovdular. | birleşikler ve deyimleri Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar. Allah'ın ondurmadığını, Peygamber sopa ile kovar. Dağdan gelir, bağdakini kovar. Destursuz bağa gireni sopa ile kovalarlar. kovlamak, yermek anlamında: gammazlamak anlamında: kovulmak Oradan da kovulmuştu. Adeta kovulduk. işine son verilmek anlamında: Kovuldun! Sen kovulmak mı istiyorsun? okul vs için: kovuşturmak koydur(t)mak Bu pencerelere demir koydurmanız gerek. koymak, (ayrıca bak koymamak) belli bir yere bırakmak: Kitapları nereye koydunuz? Onları lütfen masaya koyunuz. dokunmak anlamında: Bu sözler ona çok koymuşa benziyor, eklemek veya katmak anlamında: Biraz daha şeker koyman gerek. fon vs için: Bu fonu öğrencilere yardım amacıyla koydu. gazete vs için: Bu reklamı nereye koyalım? kura! için: Bu kuralları biz koymuyoruz. para için ayırmak anlamında: Bunun için bütçeye para koymadılar. sermaye vs için: Bir tamirhane kurmak için 5000 dolar koymuşuz. tarih, adres vs için: Adresi yazmayı unutma! birini yerleştirmek: Komisyonun başına kimi koyacağız? | birleşikler ve deyimleri Aşağı koysam pas yukarı koysam is olur. Boşa koysan dolmaz, doluya koysan almaz. Koy avcuma, koyayım avcuna. ad koymak Çocuğa büyükbabasının adını koydular. Bu ürüne ne ad koyalım? to kick out. They pretty well kicked us out from there. Truth is never welcomed. Misfortune never comes singly [misfo:cin]. Upstarts and newcomers often treat the old ones with contempt [kintempt]. (Intruders are never welcome anywhere.) to denigrate [denigreyt]. to inform on. to be kicked out [kikt]. He was kicked out of there too. We were pretty well kicked out. to be fired [fayid]. You're fired! Do you want to get fired? to be expelled [ikspeld]. to prosecute [prosikyud]. to have smth put somewhere. (You must bar these windows.) to place [pleys]. Where did you place the books? to put. Put them on the table, please. to upset. It seems these remarks have upset him deeply. to add [e:d]. You should add some more sugar [sugi]. to set up. He has set up this fund to help the students. to insert [inso:t]. Where shall we insert this advertisement? to lay down. We don't lay down these rules. to appropriate fiprouprieyt]. They haven't appropriated any money for this purpose [po:pis]. to put up. We have put up 5000 dollars to set up a repair shop [ripe:], to write [rayt]. Don't forget to write the address. to install [instod]. Who shall we install at the head of the committee? To be too fussy [fasi]. However hard you try, it just doesn't work. You scratch my back and I'll scratch yours. to be named [neymd]. The boy was named after his grandfather. to give a name. What name shall we give this product? koymak (adam yerine) 507 adam yerine koymak adaylığını koymak adını koymak ağırlığını koymak aklına koymak Bu adam, hayatını mahvetmeyi aklına koymuş. Payını satmayı aklına koydu. alçıya koymak ambargo koymak aptal yerine koymak Seni aptal yerine koyuyorlar. araya koymak (birini) araya mesafe koymak astar koymak aşağı koymak Aşağı koysam pas, yukarı koysam is olur. ayağının altına karpuz kabuğu koymak bahis koymak başını ortaya koymak başlık koymak besiye koymak budala yerine koymak Sen beni budala yerine mi koyuyorsun? canım ortaya koymak cebine koymak cendereye koymak çelenk koymak davaya baş koymak destek koymak düzene koymak ekmeğine göz koymak el koymak, buyruğuna geçirmek anlamında: uyuşturucu, silah vs için: Polis kamyonda bulunan silahlara el koydu. müsadere etmek anlamında: Sopalara ve teneke kutulara el konacaktır. taşıt ve gemi için: askeri alanda görevlendirmek için: elinden geleni ardına koymak elini göğsüne koymak elini vicdanına koymak Elini vicdanına koy! engel koymak engel koymak (önüne) eşek yerine koymak fıçıya koymak fiyat koymak geri koymak to show due consideration [kmsidireys.in]. to put forward one's candidacy [kemdidisi], to define precisely [prisaysli]. to throw one's influence in the balance. to be bent on doing smth. This man is bent on destroying his life. to set one's mind. He has set his mind to becoming a doctor. to make up one's mind [maynd]. He has made up his mind to be a boxer. to resolve [rizolv]. He has resolved to sell his share. to put in plaster. to impose an embargo on [emba:gou]. to take smb for a fool [furl]. They take you for a fool. to put in smb as intermediary. to keep smb at a distance [distins]. to line [layn]. to put smth down. To be too fussy [fasi]. to cut the grass from under a person's feet. to lay a wager [weyci]. to risk one's life. to give a title [taytil], to put an animal out to fatten [fe:tin]. to take smb for a fool. Are you taking me for a fool? to stake one's life [layfj. to pocket. to put smb under pressure [pre§i], to lay a wreath [ri:th]. to be ready to sacrifice oneself [se:krifays]. to prop up. to put smth in order. to try to get smb else's job [cob]. to lay hands on. to seize [si:z]. The police seized the arms found on the truck. to confiscate [konfiskeyt]. Sticks and cans will be confiscated. to impound [impaund]. to requisition [rekwizism]. to do one's worst [w5:st]. to lay one's hand on one's heart [ha:t]. to be just [cast]. Try to be just. to obstruct [ibstrakt]. to put an obstacle on one's way. to make a fool of. to barrel [be:nl]. to set a price [prays]. to put back. Doktor olmayı aklına koydu. Boksör olmayı aklına koymuş. koymak (göz) 508 göz koymak Başkalarının varlığına göz koymayınız, gücünü ortaya koymak gün koymak haciz koymak hâle yola koymak ısıtıp ısıtıp önüne koymak içeri koymak imza koymak işaret koymak işe el koymak işlerini yoluna koymak kafasına koymak kalıba koymak (ayakkabı içini kapıya koymak karantina koymak karşı koymak Düşman işgaline karşı her türlü araçla karşı koyacağız. kenara koymak Kış için birkaç tanesini kenara koyalım. kılıcı kınına koymak kınına koymak kıymet koymak kontrol işareti koymak kurallar koymak Neden yeni kurallar koysunlar ki? limit koymak meydana koymak mezada koymak mim koymak, işaret koymak anlamında: üstünde durmak anlamında: Sözüme mim koy, pişman olacaksın! narh koymak nişan koymak nizama koymak nokta koymak ortaya koymak konu için: göstermek anlamında: Şampiyonlar, zayıf bir ekip karşısında ortaya kötü bir oyun koydular. oya koymak öpüp başına koymak Isıramadığm eli öpüp başına koy. parmağını koymak posta koymak rafa koymak rehine koymak Biletleri alabilmek için saatimi rehine koymak zorunda kaldıni. bir rehinciye: reye koymak to covet [kavit]. Don't covet other people's wealth. to put one's strength. to assign some time [isayn]. to sequestrate [sikwestreyt]. to put things in order. to keep bringing up the same subject [sabcikt]. to let inside [insayd]. to sign [sayn]. to mark [ma:k], to set one's hand to the job. to put one's affairs in order. to set one's mind on [maynd]. to put a shoe on a last. to kick out of doors. to quarantine [kwonntim], to resist [rizist]. We shall resist any attempt at occupation by the enemy with every means. to lay aside [isayd]. Let's set aside a few for the winter. to cease fighting [si:s], to sheathe [si:th]. to value [vedyu:]. to tick off. to lay down rules [ru:lz]. Why should they lay down new rules? to set a limit. to produce [pndyu:s]. to put up smth for auction [o:ksm], to tick off. to attach importance [impodins], Mark my words, you'll regret it! to set a fixed price [fikst]. to make a mark, to put smth in order, to put a period [pi:ryid]. to bring up. to display [displey]. (The champions made a poor showing against a weak side [sayd].) to put smth to the vote [vout]. to be thankful for. Kiss the hand you can't bite [bayt]. to take a hand in. to intimidate [intimideyt]. to shelve. to put in pledge [plec]. / had to put in pledge my watch to be able to get the tickets. to put in pawn [po:n], to put to the vote [vout]. koymamak 509 sahneye koymak yönetmek anlamında: sansür koymak sermaye koymak sıkıya koymak (birisini) sınır koymak sıraya koymak şart koymak takoz koymak tarafa koymak (bir) Bu proje için bir tarafa para koymamız gerek. tarih koymak taşı gediğine koymak tatbik sahasına koymak tefe koymak tehlikeye koymak Bu şekilde davanızı tehlikeye koyuyorsunuz. tekerine taş/çomak koymak teşhis koymak tıkırını yoluna koymak uygulamaya koymak üstüne koymak (bir şeyi, bir şeyin) varım yoğunu ortaya koymak vergi koymak Yakında kitaplara vergi koyarlar. yana koymak (bir) yanma işaret koymak yasa koymak yastığa baş koymak (bir) yem koymak yere koymak yerine koymak, gibi görmek anlamında: Bunları kahraman yerine koyuyorlar, saymak anlamında: Kendini benim yerime koy. benzerini sağlamak anlamında: geri koymak anlamında: Bunun işi bittiyse, aldığınız yere koyunuz. Lütfen dergileri yerlerine koyunuz. yerli yerine koymak yola koymak yoluna koymak Yakında her şeyi yoluna koymuş oluruz. Burasını yeniden yoluna koymamız gerekiyor. yumurtalarını bir sepete koymak (bütün) yürürlüğe koymak koymamak |birleşikler ve deyimleri adam yerine koymamak ağzına bir lokma koymamak Daha ağzıma lokma koymadım. ağzına çöp koymamak Bu sabah ağzıma çöp koymadım. to put on a play. to direct a play [dayrekt]. to put censorship [sensigip], to invest capital [ke:pitil]. to put great pressure on [pre§i]. to put a limit. to put in order. to lay down a condition [kindism]. to put a wedge [wee], to set aside [isayd]. We should set aside some money for this project [procekt]. to date [deyt]. to make a clever retort [rito:t]. to put smth into practice [pre:ktis]. to hold up to public ridicule [ridikyu:l], to put in jeopardy [cepidi]. You're putting your cause in jeopardy in this way. to put a spoke in smb's wheel [wi : l ]. to diagnose [dayignouz]. to be doing well. to put into practice [pretktis], to add one thing to another [inathi]. to be ready to sacrifice everything. to impose a tax [impouz]. Soon they'll impose a tax on books. to set aside [isayd]. to tick off. to make laws [lo:z]. to get married [meirid]. to bait [beyt]. to put down. to regard as [riga:d]. They regard them as heroes [hirouz]. to put smb in another's place. Put yourself in my place [pleys]. to replace [ripleys], to put back. If you have finished with it put it back. Please put the magazines back [me:grzi:nz]. to put into its proper place, to send smb off. to put right [rayt]. We shall soon have put everything right. (We must set this place on its feet again.) to put all one's eggs in one basket, to put into force [fots]. not to place/put. not to show any consideration [kinsidirey§in]. to go without food. / haven't eaten anything yet. not to eat anything. / haven't eaten yet a morsel since morning. koyu olmak 510 çöp çöp üstüne koymamak elden koymamak elinden geleni ardına koymamak yanına koymamak Bunu yanına koymam! yere göğe koyamamak koyu olmak, < renk için: yoğunluk için: koyulaşmak, sıvı için: renk için: koyulaştırmak, renk için: yoğun/ıık için: koyulmak, sıvı için koyulaşmak anlamında: renk için: başlamak anlamında: Bekçi gider gitmez, kazmaya koyulduk. girişmek anlamında: *işe koyulmak Derhal işe koyulmamız gerek. *yola koyulmak koyultmak koyuvermek, koymak anlamında: Onu oraya koyuver. cep vs için: Parayı hemen cebine koyuverdi, salmak anlamında: oluruna bırakmak: | birleşikler ve deyimler] dizginleri koyuvermek Bu filmde hayal gücünün dizginlerini tamamen koyuveriyor. dört ucunu koyuvermek kahkahayı koyuvermek kendini koyuvermek kendini kapıp koyuvermek makaraları koyuvermek sakal koyuvermek su koyuvermek koz olmak (elinde) kozu olmak (biriyle paylaşacak) Onunla paylaşacak kozum var. köhneleşmek kök etmek köklemek, köküyle çıkarmak anlamında: toprakta kalan kökleri ayıklamak: minder vs için: saç örgüleri için: not to do a stroke of work. not to grudge [grac]. to do one's worst [wo:st]. to leave unpunished [anpani§t], / certainly shan't forget that. to be at a loss as to how to honour smb. to be dark, to be thick. to become dense, to get dark. to darken, to thicken. to thicken, to darken, to set about. As soon as the watchman had left we started digging again. to embark upon, to set to work. We have to set to work at once. to set off. to thicken. to put. Just put it down over there. to slip. He promptly slipped the money into his pocket. to set free, to let go. to give rein to [reyn]. In this film he gives free rein to his imagination [imexineysm]. to give smth up. to burst into laughter [la:fti]. to let oneself go. to let oneself drift. to burst into roars of laughter [bo:st]. to let one's beard grow [bi:rd]. to spoil the fun [fan], to have a trump card in hand, to have a bone to pick with smb. / have a bone to pick with him. to become outmoded, to tune [tyu:n]. to uproot [apru:t]. to clean the soil of roots. to quilt [kwilt]. to plait [pleyt]. köklendirmek 511 köklendirmek köklenmek, kök salmak anlamında: kalıcı bir şekilde yerleşmek: kökleşmek, kök salmak anlamında: yerleşmek anlamında: Biz buraya kökteştik, nereye gidelim ki? fikir için: kökleştirmek, bitkiler için: kuruluşlar için: köle olmak Kölen olayım! *kul köle olmak köleleşmek köleleştirmek kömürleşmek köpekleşmek köpükleşmek köpüklenmek köpülemek köpürmek sabun için: Bu sabun neden iyi köpürmüyor? bira için: Bu bira iyi köpürüyor. çak kızmak anlamında: Haberi duyunca öfkeden köpürdü. *ağzı köpürmek •hiddetten köpürmek köpürmemek Bu bira köpürmüyor. köpürtmek kör olmak, görme duyusu için: o duruma gelmek anlamında: keskinliği olmamak anlamında: az aydınlık vermek anlamında: sezme yetkisinden mahrum olmak: | birleşikler ve deyimleri anadan doğma kör olmak kör kadıya, "körsün" demek Tuz ekmek hakkını bilmeyen, kör olur. Kör olasıca! Kör olasıca adam! Aşığın gözü kördür. Tımarhanecinin gözü kör olsun! Yalan söylüyorsam, gözüm kör olsun. İki gözüm kör olsun! Gözü kör olasıca! Gözün kör olsun! körelmek, ateş veya ışık için: to root [ru:t]. to take root. to become firmly established [iste:bli§t], to take root, to be rooted. We are rooted here, where could we go? to become accepted [ikseptid]. to make a plant take root. to make smth to become established. to be a slave [sleyv], / beg you! to keep one's nose to the grindstone. to turn into a slave. to enslave [insleyv], to turn into coal [koul]. to cringe [crinc], to become frothy [frathy]. to foam [fount]. to quilt [kwilfj. to foam [foum], to lather [le:thi]. Why doesn't this soap lather well? to froth. This beer froths well. to be enraged [inreycd]. He was enraged with indignation at the news. to foam at the mouth. to foam with anger [e:ngi]. to get flat. This beer is flat. to froth up. to be blind [blaynd]. to go blind. to be blunt [blant]. to give a dim light [layt]. to be unaware of what is happening [aniwe:]. to be born blind. to call a spade a spade [speyd]. God will punish the ungrateful [angreytful]. Damn him! [de:m]. Damn fellow! Love is blind. You ought to be locked up in an asylum! Strike me blind if I'm lying. I swear! Damned fellow! Curse you! to die down [day]. köreltmek 512 organ için: keskinliğini yitirmek anlamında: SOYU 'tükenmek anlamında: SUYU çekilmek anlamında: gücünü yitirmek anlamında: köreltmek, keskinlik söz konusu ise: organ söz konusu ise: beyin gücü söz konusu ise: köretmek, görme duyusu için: keskinlik için: körlenmek/körleşmek, gücünü yitirmek anlamında: keskinliğini yitirmek anlamında: yeteneğini yitirmek anlamında: kuyu için: yer için: yara için: körleştirmek körletmek, keskinlik için: yetenek için: *nefsini körletmek körüklemek, ' körükle üfleınek anlamında: kışkırtmak anlamında: *alevi körüklemek körüklenmek kösemenlik etmek kösnümek köstek olmak kösteklemek, zincir için: engel için: kösteklenmek köşeklemek kötü etmek İyi eden, iyi bulur; kötü eden, kötü bulur. kötü olmak, Bu sizin için kötü olur. Korktuğumdan daha az kötüymüş. Sandıktan, kötü olanları ayırabilir misin? | birleşikler ve deyimleri kötü adam olmak Kötü adam olmak istemiyorum. kötü durumda olmak daha kötü durumda olmak Bugün durumumuz çok daha kötü olurdu. kötü halde olmak kötü kişi olmak kötü niyetli olmak to atrophy [e:tnfay]. to get dull. to become extinct [ikstinkt]. to run dry. to decline [diklayn]. to dull [dal]. to cause to atrophy [ko:z]. to cause to decline. to blind [blaynd]. to blunt [Want], to decline. to become dull [dal]. to be out of practice [pre:ktis]. to go dry [dray]. to lose its attraction [itre:ksm]. to begin to heal [hid]. to cause smth to decline. to blunt [blant]. to rust [rast], to take the edge of one's desire [dizayi]. to fan [fe:n]. to incite [insayt], to fan the flame [fleym]. to be fanned [fe:nd]. to lead [li:d]. to be on heat [hi:t]. to be a fetter [fett]. to fetter. to hamper [he:mpt]. to be fettered [fetid], (for a camel) to foal [foul], to do evil [i' .vil]. He who does good finds good, he who does evil will find evil. It will be bad for you. It is less bad than I feared it would be. Could you pick up the bad ones from the crate [kreyt]? to be the villain [vihn]. / don't want to be the villain. to be badly off. to be worse off. We would be much worse off today. to be in a sore state [so:]. to become the villain. to be evil-minded [ivil-mayndid]. kötülemek 513 maddi durumu kötü olmak maksadı kötü olmak kötülemek kötülenmek kötüleşmek Durum yakında daha da kötüleşeceL Ekonomik durum hızla kötüleşiyor. Durum kötüleşiyor. Bankanın durumu gittikçe kötüleşiyor. kötüleştirmek kötülük etmek *birisine kötülük etmek Konuşursan, davaya kötülük edersin. Kendilerine çok kötülük ettiler. Bu gazetenin niyeti partimize kötülük etmektir. İyilik eden iyilik bulur, kötülük eden kötülük bulur. Ona kötülük etmeye niyetim yoktu. kötülük yapmak Binayı satmakla hepimize en büyük kötülüğü yapmış olacaksın. kötümsemek kötümser olmak kötürüm olmak kötürümleşmek közlemek açık hava ateşinde: kraldan çok kralcı olmak kremlemek kristalleşmek kroki yapmak kromlamak kronikleşmek Bu iki ülke arasında kronikleşmiş derin bir nefret var. Korkarım, kronikleşti. kubbe yapmak (habbeyi) kubbesini yapmak (bir yalanın) kucak kucağa olmak kucaklamak, sarılmak anlamında: Çocuğu son defa (olarak) kucakladı. Beni sessizce kucakladı. içine almak anlamında: kucaklaşmak kudretinde olmak kudretli olmak kudretsiz olmak to be badly-off. to mean i l l [mi:n]. to speak i l l of. to be disparaged [dispe:ricd], to get worse. The situation will soon get worse. to deteriorate [ditiiryrreyt]. The economic situation is deteriorating. to go from bad to worse. His condition is going from bad to worse. The position of the bank is getting worse and worse. to make smth worse. to do evil [ivil]. to do one an i l l turn [tö:n]. If you speak you'11 do the cause an ill turn. to do one harm [ha:m]. They did themselves a lot of harm. This newspaper is out to do harm to our party. He who does good will find good and he who does evil will find evil [i : vi l ]. / didn't mean to harm him. to inflict harm (upon). By selling the building you'll have inflicted the greatest harm upon us all. to disparage [dispe:ric]. to be pessimistic. to become paralyzed in the legs [peirilayzd]. to become paralyzed. to broil [broyl]. to barbecue [ba:bikyu:]. to be more royalist than the king. to cream [kri:m]. to crystallize [kristilayz]. to sketch [skeç]. to chrome [krom]. to become chronic [kronik]. (There's a chronic deep hatred between these two countries.) I'm afraid it has become chronic. to make a mountain out of a molehill, to make a lie seem true, to be in each other's arms. to embrace [imbreys]. She embraced her child for the last time. to hug [hag]. He hugged me in silence [saylins]. to encompass [inkampis]. to embrace/hug each other. to be within one's power. to be powerful [pawiful]. to be powerless. kudurmak 514 kudurmak, kuduz hastalığına yakalanmak: azmak anlamında: Acıkmış, kudurmuştan beter. Alışmış, kudurmuştan beterdir. çok öfkelenmek anlamında: ağız söz konusu ise: *öfkeden kudurmak kudurtmak, : kuduz hastalığı için: azdırmak anlamında: öfkelendirmek anlamında: kuğurmak kukla olmak kul olmak Dertsiz kul olmaz. Hatasız kul olmaz. kul köle olmak Bu adama kul köle olmuşlar. kulaçlamak, ölçmek anlamında: yüzmek anlamında: kulağa yabancı gelmemek kulağı olmak Adayın müzik için kulağı olması şart. kulağı ağır olmak kulağı bir şeyde olmak kulağı delik olmak kulağı kirişte olmak kulağına gelmek kulağına küpe olmak Bu, kulağına küpe olsun. kulak ardı etmek kulak misafiri olmak *eli kulağında olmak Zam, eli kulağında. *devede kulak olmak *göz kulak olmak * Yerin kulağı var. kulis yapmak kullandırmak kullanılmak 1998'den sonra kullanılmaz. Bu hiç kullanılmamış. Nasıl kullanıldığını biliyor musun? *-de kullanılmak Temizlemede kullanılır. Tam olarak ne için kullanılır? Bu ayakkabıları kullanıla kullanıla eskitemezsiniz. Su, kullanılmayacak kadar pis. Bunların bir arada kullanılması tehlikeli. Bunun nasıl kullanıldığını biliyor musun? kullanılmamak Bunlar artık kullanılmıyor. to become rabid [re:bid]. to go wild [wayId]. A hungry man is worse than a rabid man. (Old habits die hard [he:bits]. to get enraged [inreycd]. to be foaming at the mouth [fouming]. to go white with anger [e:ngi]. to cause an animal to become rabid [re:bid]. to drive smb mad/wild. to enrage [inreyc]. to coo [ku:]. to be a puppet [papit]. to be the slave of [sleyv]. Nobody is free of troubles [trabilz]. Nobody is perfect [po:fikt]. to be at the beck and call of smb. (They are completely devoted to this man.) to measure in fathoms [fedhimz]. to swim overarm. to ring a bell. to have an ear for. Candidates must have an ear for music [myu:zik]. to be hard of hearing. to be listening to. to be alert [ilo:t]. to be all ears. to reach one's ears [ri:c]. to be a lesson to [lesm]. Let this be a lesson to you. to turn a deaf ear to [defj. to overhear [ovihi:]. to be imminent. An increase in price is imminent [inkri:s]. to be a drop in the ocean [ousin], to be all eyes and ears. Walls have ears. to lobby. to let smb make use of smth. to be used. Not to be used after 1998. (It is brand-new). Do you know how it is used? to be used for [yu:zd]. It is used for cleaning. What is it exactly used for? (You can't wear out these shoes.) The water is too dirty to be used. It's dangerous for them to be used together. Do you know how to use it? to go/fall out of use [yu:s]. These have gone out of use. kullanışlı olmak 515 kullanışlı olmak kullanışsız olmak kullanmak, genel anlamda yararlanmak: İyi bir komutan yedek birliklerini ne zaman kullanacağını bilir. Biz başka bir yöntem kullandık. Memnuniyetle kullanabilirsiniz. Çocuklar asansörü tek başlarına kullanamaz, araba ve taşıt için: Arabayı kendi kullanmayı seviyor. Büyük kamyonları hiç kullandınız mı? Size otomobil kullanmayı kim öğretecek? bir araç olarak: Kişisel çıkar sağlamak için, dini araç olarak kullanıyorlar. Bu tür şeyleri hiç kullanmam. Öyle istediğiniz yöntemi kullanamazsınız, esrar için: fren için: Bu şartlar altında freni kullanmayınız. dümen için: hak için: içki için: kişi için: sigara için: oy için: Hükümet önergeye karşı oy kullanacak. sömürmek anlamında: Bizi hayvan gibi kullandılar. \i\ecek vs için: yetki, etki vs için: | birleşikler ve deyimler | aklını kullanmak araba kullanmak Güle güle kullanınız. Sefayı hatırla kullanınız. Sağlıcakla kullanınız. Çok iyi araba kullanır. aynı ağzı kullanmak basamak olarak kullanmak (birini) birini, birine karşı kullanmak Bir partiyi diğerine karşı kullandılar. cebir kullanmak çıkarları için kullanmak Bu konuyu kendi çıkarlarınız için kullanıyorsunuz. Partideki uyuşmazlığı kendi çıkarları için kullanmaya çalışıyor. iyi şekilde kullanmak: forsunu kullanmak İhaleyi aldı, çünkü birisi forsunu kullandı. to be handy [heindi], not to be practicable [pre:ktikibil], to utilize [yudilayz], A good commander knows when to utilize his reserves [rizb:vz], to use [yu:z]. We have used another method. You're welcome to use it. Children are not to use the lift by themselves. to drive [drayv]. He likes to drive the car himself. Have you ever driven big lorries? Who is going to teach you how to drive? to make use of [yu:s]. They make use of religion to further their personal interest. I have no use for such things [yu:s]. You can't make use of any technique you like. to take drugs [dragz], to apply [lplay]. Don't apply the brake under such conditions. to steer [sti:]. to exercise (one's right) [eksisayz], to drink. to employ. to smoke [smouk]. to vote [vout]. The government will vote against the motion. to treat [tri:t]. They treated us like animals. to consume [kinsyu:m]. to exert [igzoit]. May you use it in happy times. May you enjoy the use of it [yu:s]. May you use it in happy days [yu:z]. to use one's head. to drive [drayv]. He drives very well. to speak in agreement. to use smb as a stepping stone. to use one against another. They've used one party against the other. to use force [fo:s]. to use smth for one's own interest. You are using this issue for you own selfish interest [isju:]. to use smth to one's advantage [idva:ntic]. He is trying to use the conflict in the party to his own advantage [konflikt]. to pull strings. He has got the adjudication because somebody has pulled strings [icu:dikeysm]. kulluk etmek 516 güç kullanmak İnşallah güç kullanmak zorunda kalmayız. haklarını kullanmak Haklarımızı sonuna kadar kullanacağız. hor kullanmak idareli kullanmak Pek fazla kalmadı, onu idareli kullanınız. insanları kullanmak Hiç utanmadan hepimizi kullandı. Onun doğa sevgisini kullandılar. iyi şekilde kullanmak Bağışları iyi biçimde kullanmalısınız. Bunu en iyi şekilde kullanacağız. iznini kullanmak iznini ne zaman kullanacaksın? kaba kuvvet kullanmak Dağıtmazsanız kaba kuvvet kullanacağız. kafasını kullanmak kozunu kullanmak Kozlarımızı iyi kullanırsak, kazanırız. Elindeki kozu iyi kullanman gerek. kötü kullanmak kötüye kullanmak Yetkisini kötüye kullanmakta tereddüt etmeyecektir. Güvenimizi asla kötüye kullanmaz. kuvvet kullanmak maşa gibi kullanmak oyunu kullanmak şiddet kullanmak tepe tepe kullanmak tüm imkânları kullanmak uyuşturucu kullanmak Uyuşturucu kullanmaya ne zaman başladın? yetkisini kullanmak zor kullanmak Gerekirse, zor kullanacağız. kulluk etmek, birinin buyruğunda yaşamak: ibadet etmek anlamında: Hangi peygambere kulluk edeceğimi bilemiyorum. kulu kölesi olmak kuluçka olmak kulunlamak kumanda etmek kundaklamak, kundağa sarmak anlamında: kasten yakmak anlamında: saçları yemeninin içine bağlamak: tüfek için: bozmak anlamında: kundaklanmak, kundağa sarılmak: yangın için: sac için: to use force [yu:z]. / hope we shan't have to use force [fo:s]. to exercise one's rights [eksisayz]. We shall exercise our rights to the limit. to use roughly [rafli]. to use economically [i:kınomikıli]. There isn't much left, use it economically. to use people. He has used us all without any shame [şeym]. (They have played upon his love of nature.) to put to good use [yu:s]. You should put to good use the donations. (We shall make the most of it.) to use one's leave [l i : v]. (When are you taking your vacation [vıkeyşın]?) to resort to force [rizo:t]. If you don't disperse we shall resort to force. to use one's head [he:d]. to play one's card [ka:d]. We shall win if we play our cards well. You must play your card right. to misuse [misyu:z]. to abuse [ibyu:z]. He won't hesitate to abuse his authority. He will never betray our trust [trast]. to use force [fo:s]. to use smb as a pawn [po:n]. to cast one's vote [vout], to use violence [vayılıns]. to use smth as roughly as one pleases. to use every possible means [rnknz]. to take drugs. When did you start taking drugs [dragz], to exercise one's authority [eksisayz]. to use force. We shall use force, if necessary [nesisiri]. to serve smb [sö:v]. to worship God [wö:şip]. I'm at a loss as to whose orders I should follow. to be at the beck and call of smb. to be broody. to foal [foul]. to command [kimamd]. to swaddle [swodil]. to set fire to. to tie up one's hair with a head scarf, to mount on a stock, to wreck. to be swaddled [swo:dild]. to be set on fire [fayı]. to be tied up with a head scarf. kur yapmak 517 tüfek için: bozmak anlamında: kur yapmak kurası olmak kural dışı olmak kurallaşmak kurallaştırmak kurallı olmak kuralsız olmak kuramsal olmak kurban etmek kurban olmak, kendini feda etmek anlamında: uyuşturucu vs kurbanı olarak: Kurban olayım! Yaradana kurban olayım! Doğru söze can kurban! kurcalamak, ellemek, karıştırmak anlamında: Şu fotoğraf makinesini kurcalamayı lütfen keser misin? geçmişi, eski günleri: bir konuyu: Bu konuyu şimdilik kurcalamıyalım. sivri bir şeyle: sivilce için: tamir maksadıyla: Nasıl çalıştığını bilmiyorsan, kurcalama. |birleşikler ve deyimleri fazla kurcalamamak Bu işi fazla kurcalama. Sivilceyi kurcalama, çıban edersin. işi kurcalama, alt tarafı Çapanoğlu çıkar. kafasını kurcalamak zihnini kurcalamak Zihnini kurcalayan bir şey olmalı, hatırlamaya çalışmak anlamında: kurdu olmak (bir şeyin) kurdurmak kurdurtmak kurmak, oluşturmak anlamında: inşa etmek anlamında: monte etmek anlamında: parçaları birleştirmek anlamında: tesis etmek anlamında: Biz yeni bir devlet kuruyoruz. Karaya indikleri yerde bir şehir kurdular, hükümet vs için: Herkesin sendika kurmaya hakkı vardır. Tek gayemiz, güçlü bir yönetim kurmaktır. saat için: Saati yine kurmayı unuttum. to be fitted with a gunstock. to be wrecked [rekt]. to court [ko:t]. to be among the conscript [konskript]. to be irregular [iregyuli]. to become a rule [ru:l]. to make it a rale. to be regular. to be irregular [iregyuli]. to be theoretical. to sacrifice [serkrifays]. to sacrifice oneself (for). to be a victim (of). That is so wonderful! O Lord, what a beauty! It's so wonderful to hear the truth. to tinker with. Would you please stop tinkering with tliat camera? to rake up [reykap]. to go into. Let's not go into this for the moment. to poke [pouk]. to scratch [skre:ç]. to fiddle with [fidil]. If you don't know how it works don't fiddle with it. to let well alone. (Let sleeping dogs lie [lay].) Let small matters alone or they will end up becoming big problems. Better leave the matter as it is. to make one think. to keep popping into one's mind [maynd]. He must have something in his mind. to try hard to recall smth [rikod]. to be an old hand at. to make smb set up smth. to have smb establish smth [iste:bli§]. to establish. to erect [irekt]. to assemble [isembil]. to put together. to found [faund]. We are founding a new state. They founded a city where they had landed. to form. Everyone has the right to form trade unions [treyd yu:nymz]. Our only aim is to form a strong administration. to wind (up) [waynd]. I've forgotten again to wind up the clock. kurmak (ahenk) 518 çalar saat için: Çalar saati ayarlayıp kurmayı unutma, sistem, kurum vs için: Burada yepyeni bir sistem kurmamız gerek. | birleşikler ve deyimleri ahenk kurmak arkadaşlık kurmak bağdaş kurmak bağlantı kurmak Bu ikisinin arasında bağlantı kuramıyorum, telefon vs için: Hala bağlantı kuramadım. barikat kurmak baskı kurmak Görevlilere baskı kurarak hiçbir yere varamayız. benzerlik kurmak Bunların aralarında bir benzerlik kurmak yanlış olur. boş düşler kurmak çadır kurmak Çadırınızı dereye yakın bir yere kurun. çürük temel üzerine kurmak denge kurmak Bu iki unsur arasında denge kurmak gerek. divan kurmak dostluk kurmak Komşularımızla yeniden dostluk kurmalıyız. düşler kurmak Bu çocuk gününü düş kurmakla geçiriyor. düzen kurmak, alet takımı için: hileye başvurmak anlamında: sistem için: irtibat kurmak ittifak kurmak ev kurmak ev ocak kurmak fesat kurmak fesat kazanı kurmak hayal kurmak hayaller kurmak Vaktini hayal kurmakla geçiriyor. hükümet kurmak ilişki kurmak irtibat kurmak iskele kurmak iş kurmak ittifak kurmak kamp kurmak Kampı oradan olabildiğince uzak kurun. kapan kurmak komisyon kurmak to set the alarm clock [ila:m]. Don't forget to set the alarm clock. to set up. We have to set up a completely new system. to set up harmony [ha:mini], to strike up a friendship [strayk], to sit cross-legged [kroslegd]. to establish a link/connection [kmeksin]. / can't establish any link between these two. to get through [thru]. / haven't been able to get through yet. to set up a barricade [be:rikeyd]. to intimidate [intimideyt]. We can't achieve anything by intimidating officials [lfisilz]. to draw a parallel [pe:rdel]. It will be wrong to draw any parallel between them. to build castles in the air [ke:silz]. to pitch a tent [pic]. Pitch your tent close to a stream. to build on sand. to balance [be:lms]. We should keep a balance between these two elements. to hold court [ko:t]. to strike up a friendship [strayk]. (We must befriend our neighbours again.) to day-dream [deydriim]. That child spends his whole day day-dreaming. to lay out one's set of tools [tu:lz], to use cunning [kaning], to organize [o:ginayz], to establish a connection [kineksm], to form an alliance [llayins], to set up house. to set up house. to plot mischief [miscif]. to conspire [kmspayi]. to dream of [dri:m]. to build castles in the air [ke:silz]. He spends his time building castles in the air. to form a government [gavinmint]. to establish relations with [rileysins]. to get in touch with [tag], to erect scaffolding [irekt], to set up business [biznis]. to form an alliance [llayins]. to pitch camp [ke:mp]. Pitch the camp as far as possible from there. to set a trap [tre:p]. to set up a committee. kurnaz olmak 519 komplo kurmak kumpas kurmak meclis kurmak münasebet kurmak ordu kurmak parti kurmak pazar kurmak plan kurmak dolap çevirmek anlamında: pusu kurmak saati kurmak sofrayı kurmak Bugün sofrayı kim kuruyor? sömürge kurmak şirket kurmak temas kurmak tezgâh kurmak turşu kurmak Turşusunu mu kuracaksın? tuzak kurmak Kurduğu kuzağa kendi düştü. yaprak kurmak Şahin için tuzak kursam bahtıma kuzgun düşer. yuva kurmak Her erkek ve kadın yuva kurmak hakkına sahiptir. kurnaz olmak kurşunlamak, kurşunla kaplamak anlamında: kurşunla mühürlemek anlamında: kurşunla ateş etmek anlamında: kurşunlanmak kaplanmak anlamında: mühürlenmek anlamında: ateş edilmek anlamında: kurtarılmak kurtarmak, felâketten veya zor durumdan: Doktor onu kurtaramadı. Bu bizi birçok zahmetten kurtarır. Gemisini kurtaran kaptan oldu. Kendimizi kıl payı kurtardık. Onları o büyük tehlikeden kurtaracağız. Bakalım kendini bu işten nasıl kurtaracak. kurtulmasını sağlamak anlamında: Halkı bu zulümden kurtarmaya geldik. Bu tedbirler kenar mahalleleri şiddet ve cinayetlerden kurtarabilir. Birliklerimiz binlerce müttefik esir kurtarmıştır. to plot. to conspire [kinspayi]. to sit in council [kaunsil]. to establish a relation with [rileysin], to gather an army. to found a party. to set up an open market. to form a plan [ple:n]. to scheme [ski:m]. to lay an ambush [e:mbu§], to wind a clock/watch [waynd]. to set/lay the table. Who is setting the table today? to found a colony [kohni]. to found a company [kampini]. to establish contact with [konte:kt]. to set up shop. to pickle [pikil]. (What on earth do you want to keep it for?) to lay a trap [tre:p]. He fell into his own trap. to pickle vine leaves [vayn]. If I set a trap for afaulcon, a crow will fall in. to set up a home. Men and women have the right to set up a family [wimin]. to be cunning fkaning]. to cover with lead [led], to seal with lead [si:l]. to shoot with a gun [gan]. to be covered with lead, to be sealed with lead, to be shot at. to be saved [seyvd]. to save [seyv]. The doctor couldn't save him. This will save us a lot of trouble [trabil]. (He was the man who saved the day.) (We had a narrow escape [iskeyp].) to rescue [reskyu:]. We shall rescue them from that great peril. to extricate [ekstrikeyt]. Let's see how he is going to extricate himself from this. to free [fri:]. We've come to free the population from this oppression [tpresin]. These measures may free the inner city from crime and violence [vayilins]. Our units have freed thousands of allied prisoners [llayd]. kurtarmamak 520 Üçüncü Ordu birçok kasaba kurtarmıştır. Gayemiz ülkeyi dış istiladan kurtarmaktır. yeniden kazanmak anlamında: Çoğunu kurtardık. Topraklarımızı kurtarmaya azimliyiz. | birleşikler ve deyimleri Bir mıh, bir nal kurtarır; bir nal da bir at kurtarır. başını kurtarmak Dilini tutan, başını kurtarır. canını kurtarmak canını zor kurtarmak görünüşü kurtarmak hayatını kurtarmak kendini kurtarmak kötü alışkanlıktan kurtarmak ölümden kurtarmak paçasını kurtarmak paçayı kurtarmak Bu sefer hafif bir ceza ile paçayı kurtardı. Para cezası ile paçayı kurtaramazsın. postu kurtarmak / Herkes kendi postunu kurtarmaya çalışıyor. rehin kurtarmak vaadinden kurtarmak yakasını kurtarmak (birinden) yakayı kurtarmak İhtarla yakayı kurtardık. zevahiri kurtarmak kurtarmamak, değerini karşılamamak: Vallah, kurtarmaz! Ondan aşağısı kurtarmaz! kurtlanmak, kurt üremek anlamında: sabırsızlık göstermek: sürekli kımıldamak anlamında: kurtlu olmak Kurtlu baklanın, kör alıcısı olur. kurtulmak, alışkanlıklardan: Alışkanlıktan kurtulmak o kadar kolay değil. Bu çocuklar, bu kötü alışkanlıktan nasıl kurtulabilirler? atlatmak anlamında: Turistler sokak satıcılarından nasıl kurtulacaklarını bilemiyorlardı. Peşindekilerden kurtulmayı başarmıştı. O şehirde dilencilerden kurtulamazsınız. to liberate [libireyt]. The Third Army has liberated numerous towns. to deliver [delivi]. Our aim is to deliver the country from foreign occupation [okyupey§in]. to recover [rikavi]. We have recovered most of it. to regain [rkgeyn]. We are determined to regain our land. (A stitch in time saves nine.) to save one's life [layf]. A closed mouth will save a wise head [wayz]. to save one's life. to have a narrow escape [iskeyp]. to keep up appearances [lpknnsiz]. to save one's/smb's life [layf]. to extricate oneself [ekstrikeyt]. to break smb of a bad habit. to save from death [deth]. to extricate oneself from. to get off with. This time he got off with a light punishment. You can't get off with a fine. to save one's skin. Everyone is trying to save their own skin. to redeem smth pawned [po.nd]. to release smb from a promise [rili:s]. to get rid of. to get off with. We got off with a reprimand. to save appearances [ipi:rmsiz]. not to leave a profit. Trust me, it won't leave any profit. Nothing less will do! to get wormy [wo:mi]. to get impatient [impeysmt]. to fidget [ficit]. to be maggoty [me:giti]. Even worthless things can sometimes find a buyer [bayi]. to break off. It's not that easy to break off a habit. to be cured of [kyu:d]. How can these children be cured of this bad habit? to shake off [§eyk]. The tourists were at a loss how to shake off the peddlars [pedliz]. He managed to shake off his pursuers [pisyu:wiz]. You can't shake off the beggars in that city. kurtulmak (alışkanlıktan) 521 doğum \apmak anlamında: hastalıktan: Krizden henüz tam kurtulmuş değil. Bu adam, bu hastalıktan nasıl kurtulacak? istenmeyen şeyden, kişiden vs: Biz, bu adamdan nasıl kurtulabiliriz? Bu öksürükten asla kurtulamayacağım. Bu kuşlardan nasıl kurtulacağız? Şu saçma kuşkudan kurtulman gerek. Bu görevden kurtulduğuma sevindim. kaçmak anlamında: Cezadan kurtulamazsın. Bu işten öyle kolay kolay kurtulamayacak, bağlı yerden serbest kalmak: Kayık bağlı olduğu yerden nasıl kurtuldu? tehlikeli veya zor durumdan: Umanın, arkadaşınız bu üzücü durumdan kurtulur. Bu iş bitse de kurtulsam! yok etmek anlamında: Bütün bu eski dosyalardan kurtulmamız gerek. [birleşikler ve deyimler| Kılavuzu karga olanın, burnu pislikten kurtulmaz. Gözü tanede olan kuşun, ayağı tuzaktan kurtulmaz. Meramın elinden bir şey kurtulmaz. alışkanlıktan kurtulmak Bu alışkanlıktan kurtulmak iki yılımı aldı. azrailin elinden kurtulmak can sıkıntısından kurtulmak Can sıkıntısından kurtulmak için yapıyor. dar kurtulmak Bu sefer dar kurtulduk. dilinden kurtulmak (birinin) Artık dilinden kurtulamayız. elinden kurtulmak (birinin) gedikten kurtulmak kazadan kurtulmak Kazadan kurtulan tek kişiydi. kazasız belasız kurtulmak Bu sefer yolcular kazasız belasız kurtuldu. kıl payı kurtulmak külfetten kurtulmak meraktan kurtulmak Kutuyu açsa da meraktan kurtulsak. sağ kurtulmak Maalesef kazadan sağ kurtulan olmadı. sağ salim kurtulmak silkinip kurtulmak şoktan kurtulmak ucuz kurtulmak, to give birth [bo:th]. to recover from [rikavi]. He hasn't quite recovered from the attack. to be cured of [kyu:d]. How will this man get cured of that illness? to be/get rid of. How can we get rid of that man? I'll never get rid of that cough [kof], (What are we to do with these birds?) You must rid yourself of this silly suspicion [sispi§m]. I'm so glad to be rid of this task. to escape [iskeyp]. You can't escape from the punishment. (He won't easily be able to get away with it.) to break loose [lu:s]. How did the boat break loose from its mooring? to pull through [thru:]. / hope your friend will pull through. (I'll be glad when I get it over with.) to do away with. We have to do away with these old files. He who has the crow for his guide will never be free from filth. A greedy bird is easy to trap. Where there is a will there is a way. to kick a habit. It took me two years to kick that habit. to escape death [deth], to escape boredom [bo:rdim]. He does it to escape boredom [iskeyp]. to have a narrow escape. (We had a close call this time.) to escape from smb's complaints [kimpleynts]. (We'll never hear the last of it.) to manage to escape from smb. to get out of a difficult situation. to survive an accident [sivayv]. She was the only person to survive the accident [e:ksidmt]. to escape unhurt [anho:t]. This time the passengers escaped unhurt. to escape by a hair's breath [breth]. to spare oneself the trouble [spe:]. to relieve one's curiosity [kyurriositi]. / wish he opened the box and relieved our curiosity. to get out alive [llayv]. Unfortunately no one got alive. to escape unhurt [anhcxt]. to shake oneself free from, to recover from a shock [rikavi]. kuru olmak 522 cezadan: Bu sefer ucuz kurtulduk. Sen bir ihtarla gerçekten ucuza kurtulmuşsun. Gelecek sefer öyle ucuza kurtulamıyacaklar. kazadan: Ucuz kurtulmuşa benziyorlar. zor bela kurtulmak kuru olmak, yaş karşıtı olarak: sıska anlamında: tadı olmayan anlamında: *tuzu kuru olmak kurulamak *silip kurulamak kurulanmak kurulmak, tesis için: kurum ve kuruluş için: Hesapları denetlemek için kurulmuştu. Bu amaç için bir komisyon kurulacaktır. övünmek anlamında: rahatça yerleşmek anlamında: roman, piyes vs için: Yazarlar senaryoyu iyi kurmuşlar. saat için: sofra için: Sofra ne zaman kurulacak? | birleşikler ve deyimler j beşlik simit gibi kurulmak Cezayir dayısı gibi kurulmak kurum kurum kurulmak maça beyi gibi kurulmak kurumak, kuru duruma gelmek anlamında: Bu yeni tip ekmek çabuk kurumuyor. bitki için: Parktaki çiçeklerin hepsi kurumuş. akarsu için: Anadolu'da birçok dere yazın kuruyor, sıskalaşmak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Daha mürekkebi kurumadan anlaşmayı bozdu. Çeşmeye gitse, çeşme kuruyacak. ağzında tükürük kurumak boğazı kurumak damağı kurumak dili kurumak *Damarı kurusun! Dili kuruyası! Dilin kurusun! Eli kurusun! to get off cheap [ci:p]. This time we got off cheap. You certainly got off cheap with just a warning[wo:nmg]. They won't get off that lightly next time. to have a narrow escape [iskeyp]. (They seem to have escaped with little or no harm [ha:m].) to escape with great difficulty. to be dry. to be lean [li:n]. to be bare [be:], to be well-off. to dry. to wipe dry [wayp dray], to dry oneself. to be founded [faundid]. to be established. It was established to audit the accounts. to be formed. A committee will be formed for this purpose. to show off. to sit back comfortably in. to work up. The authors have worked up the script well. to be wound (up), to be set. When will the table be set? to give oneself airs [e:z]. to put on an air of importance. to be puffed up [paftap]. to sprawl on one's seat [spro:!]. to dry (out). This type of bread doesn't dry quickly. to die [day]. The flowers in the park have all died. to dry up. In Anatolia, many streams dry up in summer. to get thin and weak. He broke the agreement immediately after he had signed it [saynd]. He is a very unlucky person [anlaki]. to talk oneself hoarse [ho:s]. to get very thirsty [tho:sti]. to feel very thirsty. Damn him [de:m]! to be very thirsty. May his tongue be withered [tang].' Curse your tongue [ko:s].' May his hand wither! kurumlanmak 523 kanı kurumak kurumlanmak kurumlaşmak kurumlaştırmak Modernleşme, toplumlardaki değişimi kurumlaştırıyor. kuruntu etmek kuruntulanmak kuruntulu olmak kurutmak |birleşikler ve deyimler] Denize girerse, kurutur. iliğini kurutmak kanını kurutmak kökünü kurutmak hastalık için: kusmak Sanırım kusacağım. Zavallı hayvan sık sık kusuyor. Gece öğrenciler kusmaya başladılar. Galiba kusacağım. Kusacağım geliyor. kumaş için: *kan kusmak kusturmak *kan kusturmak kusur etmek kusur etmemek kusurlu olmak, çalışmayan parça veya kısım: Kusurlu olan parçayı değiştiririz, çalışmayan alet veya makine: Kusurlu olan ürünü geri alırlar. kusuru olan: Baskı hâlâ kusurlu. kabahatli olmak anlamında: kusursuz olmak Kul kusursuz olmaz. Kusursuz güzel, olmaz. Kul kusursuz olmaz. Bu dünyada kimse kusursuz değil. Kusursuz güzel, olmaz kusuru olmak, eksiklik yönünden: Her güzelin bir kusuru var. kabahat yönünden: Bu, benim kusurum. kuşaklamak kuşanılmak kuşanmak, beline bağlamak anlamında: to be extremely worried [warid]. to put on airs [e:z]. to be institutionalized [instityu:§milayzd]. to institutionalize. Modernization is institutionalizing change in society [sisayiti]. to worry for no reason [wan]. to fear the worst for no reason [ri:zin]. to be suspicious [sispigis]. to dry. He can hardly do anything right. to suck to the marrow [sak]. to exasperate [igza:spireyt]. to exterminate [iksto:mineyt]. to eradicate [ire:dikeyt]. to throw up. / think I'm going to throw up. to vomit. The poor animal vomits frequently. The students started vomiting at night. to be sick. I'm going to be sick. I feel like being sick. to show trace of original colour [kali]. to suffer greatly [safi]. to make smb vomit. to oppress [rpres]. to act wrongly. to spare no effort [efit]. to be faulty [fo:lti]. We'll renew the part that is faulty. to be defective [difektiv]. They take back any product that is defective. to be imperfect [imp6:fikt]. The print is still imperfect. to be in the wrong. to be flawless [flo:hs]. (The best steed sometimes stumbles.) The most beautiful things have their flaws. to be perfect [po:fikt]. No man is perfect. Nobody in this world is perfect. No beauty is perfect. to have a flaw [flo:]. (Every person has a weak side.) to be smb's fault [fo:lt]. It is all my fault. to brace [breys]. to be girded on [go:did]. to gird on [go:d]. kuşatılmak 524 giyinmek anlamında: | birleşikler ve deyimleri İş bilenin, kılıç kuşananın. At binenin, kılıç kuşananın. giyinip kuşanmak i Açılış merasimi için hepimiz giyinip kuşanacağız. Bu çocuklar neden bugün giyinip kuşanmışlar. ipten kuşak kuşanmak kılıç kuşanmak peştemal kuşanmak kuşatılmak Evin etrafı tamamen kuşatıldı. kuşatmak, çevresini sarmak anlamında: çevrelemek anlamında: beline bağlamak anlamında: savaşta bir şehri...: kuşkucu olmak kuşkulandırmak Sizden kuşkulanıyor. kuşkulanmak kuşkusu olmak, kuşku içinde olmak anlamında: şüpheli anlamında: Kuşkuluyum. Kabul edeceği kuşkulu. kuşkulu olmak Kabul edeceğinden kuşkum yok. Hiç kuşku yok. kutlamak, tebrik etmek anlamında: Evliliğinizi candan kutlarım. Sınavdaki başarınızı candan kutlarız. Evlilik yıldönümünüzü kutlar, daha nice mutlu yıllar dilerim. Doğum gününüzü kutlarım. Hepinizi candan kutlarım. Yıldönümünüzü kutlarız. Sizi kutlarım. tören yapmak anlamında: Yılbaşı gecesini evde kutlayacağız. Bu olayı kutlayalım. insanlar neden doğum günlerini kutlarlar. O günü hep beraber kutlamalıydık. Biz müslümanlar, bazı günleri bayram olarak kutlarız. kutlanmak, tebrik olarak: Kutlanacak ne var ki? to dress. He who knows a thing best is entitled to use it. The horse is his that rides it, the sword is his that wears it. to dress up. We shall all be dressed up for the opening ceremony [serimini], to put on one's best. Why have these children put on their best? to be very poor. to gird oneself with a sword [go:d]. to become a master workman. to be surrounded [siraundid]. The house is completely surrounded. to surround [siraund]. to encircle [inso:kil]. to gird smb with [go:d]. to besiege [bisix]. to be sceptic [skeptik]. to arouse smb's suspicion [sispism]. (He distrusts you.) to get suspicious [sispi§is]. to be suspicious. to be doubtful [dautful]. (I doubt it [daut].) It is doubtful whether he would accept. to have doubts about. / have no doubts that he will accept [iksept]. It's beyond any doubt. to congratulate [kingre:tyuleyt] smb on. (Hearty congratulations on your marriage.) (Hearty congratulations on your examination success [sikses].,) (Many happy returns of your wedding anniversary.) (Best wishes for a happy birthday.) (My hearty congratulations to you all.) (Best wishes on your anniversary.) (Congratulations [kmgreityuleyginz].,) to celebrate [selibreyt]. We shall celebrate New Year's eve at home. Let's celebrate the occasion. Why do people celebrate their birthday? We should have celebrated the day together. We Muslims observe certain days as feast [mazlimz]. to be congratulated [kmgre:tyuleytid]. What is there to congratulate? kutlu olmak 525 tören olarak: Kutlanacak bir şey yok. Bu yıl kutlanmıyor. Bugüne dek hiç kutlanmamıştı. kutlu olmak, mübarek anlamında: uğurlu anlamında: Doğum gününüz kutlu olsun. Yeni yılınız kutlu olsun. Bayramınız kutlu olsun. kutsal olmak kutsallaşmak kutsallaştırmak kutsamak, kutsallaştırmak anlamında: takdis etmek anlamında: kutulamak kutulanmak kutuplanmak kutuplaşmak kuvvetlendirmek, desteklemek anlamında: güçlendirmek anlamında: takviye etmek anlamında: tahkim etmek anlamında: teyit etmek anlamında: kuvvetlenmek kuvvetli olmak, güçlü anlamında: nüfuzlu anlamında: şiddetli anlamında: Burada akıntı çok kuvvetli. dinç anlamında: dayanıklı anlamında: kuvvetsiz olmak kuyruk olmak kuzulamak, kuzu için: bebek için: kuzulaşmak küçük olmak, boyut için: Bu oldukça küçük geldi. Tehlikenin büyüğü küçüğü olmaz. Başarısızlığın büyüğü küçüğü olmaz. Delik büyük, yama küçük. yaş için: O benden altı yaş küçüktür. Yaşı küçüktür. nitelik için: küçükleşmek, ebat yönünden: küçük düşmek anlamında: to be celebrated [selibreytid]. There is nothing to celebrate. It won't be celebrated this year. It has never been celebrated up to now. to be blessed [blest]. to be lucky [laki]. (Happy birthday). (Happy New Year.) (I wish you a happy Feast [fi:st].J to be sacred [seykrid]. to become holy [houli]. to sanctify [se:nktifay]. to sanctify. to bless. to box [boks]. to be put in boxes [baksiz]. to point towards the pole. to polarize [poularayz]. to buttress [batrts]. to strengthen, to reinforce [ri:info:s]. to fortify. to corroborate [kirobireyt]. to gain in strength [geyn]. to be strong. to be powerful [pawtful]. to be strong. The current is vey strong here [karmt]. to be robust [roubast]. to be hardy. to be weak [wi:k]. to queue up [kyu:]. to lamb [le:m]. to crawl on all fours [kro:l]. to become as mild as a lamb. to be small [smod]. It's pretty small. (Danger is danger.) A miss is as good as a mile. The patch is too small for the hole [houl]. to be young [yang]. He is six years younger. (She is under age.) to be petty. to grow smaller. to humiliate oneself [hyu:milyeyt]. küçüksemek 526 küçüksemek küçülmek, ufak duruma gelmek anlamında: büzülmek anlamında: küçük düşmek anlamında: Bunu yapacak kadar küçülmedim. *büyümüş de küçülmüş küçültmek, daha küçük/ufak duruma getirmek: Onun yaşını küçültemezsiniz. Prospektüsün ebadını neden küçülttüler? Gelecek sefer kutuyu küçültmemiz gerekecek. onur için: Kendini bu kadar küçülteceği hiç aklıma gelmezdi. büzmek anlamında: *vites küçültmek küçümsemek, hor görmek anlamında: küçük görmek anlamında: Muhalefetin gücünü küçümsediler. Düşmanınızı asla küçümsemeyiniz. küçümsenmek küflendirmek küflenmek, küf oluşmak: Kalaylı bakır küflenmez. köhneleşmek anlamında: küfletmek küflü olmak zamanı geçmiş anlamında: küfretmek, sövmek anlamında: insanlara neden küfrediyorsun? Birbirlerine küfretmeye başladılar, kutsal şeylere: küfürbaz olmak kükremek kükürtlemek kükürtlenmek kükürtlü olmak kül etmek, yakmak anlamında: yok etmek anlamında: kül olmak yok olmak anlamında: *benzi kül olmak to belittle [bilitil], to become small, to shrink. to abase oneself [tbeys]. (I'm above doing that.) to be precocious [prikou§is]. to reduce [ridyu:s]. You can't possibly reduce her age. to reduce the size [sayz]. Why did they reduce the size of the prospectus [prospektis]? to make smth smaller. We shall have to make the box smaller next time. to abase [tbeys], / would have never thought she would abase herself so much. to shrink. to shift to a lower gear [ci:]. to look down on. to underestimate [andirestimeyt]. They underestimated the power of the opposition. to underrate [andireyt]. Don't ever underrate your enemy [enimi]. to be looked down on. to cause smth to mould [ko:z]. to mould. An honest man's reputation is safe from smirch. to get musty [masti]. to cause smth to mould, to be mouldy. to be old-fashioned [fe:smd]. to curse [ko:s]. Why do you curse people? to swear at smb [swe:]. They started swearing at each other. to blaspheme [ble:sfi:m]. to be foul mouthed [faul mauthd]. to roar [ro:]. to sulphurize [salfirayz]. to be sulphurized. to be sulphurous [salfins]. to reduce to ashes [e:siz]. to ruin [ruwin]. to be reduced to ashes [ridyu:st]. to be utterly ruined [atili]. to tum very pale [peyl]. külçeleşmek 527 yanıp kül olmak O gece birçok ahşap ev yanıp kül olmuştu. külçeleşmek, külçe haline gelmek: çok yorulmak anlamında: külfet etmek külfet olmak Bu, gereksiz bir külfet olur. külfetli olmak, güç anlamında: masraflı olmak merasimli anlamında: zahmetli anlamında: külfetsiz olmak, kolay anlamında: az masraflı anlamında: özen istemeyen anlamında: teklifsiz anlamında: küllemek küllenmek, kül oluşmak anlamında: acı için: hatıra için: *hallenip küllenmek küllü olmak kümelemek kümelenmek bir yerde toplanmak anlamında: kümeleşmek küngürlemek kürelemek kürtaj yapmak küskün olmak küsmek, darılmak: Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. bitki için: 1 birleşikler ve deyimler [ bahtına küsmek hayata küsmek kaderine küsmek talihine küsmek küstah olmak küstahlaşmak küstahlık etmek küstürmek küsüşmek küşad etmek küt etmek kütlemek Bahtına küs. Talihinize küsün! Küstahlaşıyorsun. to burn down [bo:n]. Many wooden houses were burnt down that night. to harden in a lump [lamp]. to be exhausted [igzo:stid]. to put oneself to inconvenience [inkinvknyins]. to involve expenses. It will involve unnecessary expenses. to be laborious [libo:ryis]. to be expensive [ikspensiv]. to be ceremonious [serimounyis]. to be troublesome [trabilsim]. to be easy [i:zi]. to be inexpensive [inekspensiv], not to be elaborate [ile:birit]. to be unceremonious [anserimounyis]. to cover with ashes [e:siz]. to be covered with ashes [kavird]. to die down [day]. to fade away [feyd]. to get along on one's own resources. to contain ash [kmteyn]. to heap up [hi:p]. to be heaped up. to cluster around a place [klasti]. to form groups. to be drowsy [drauzi], to shovel up [§avil], to have an abortion [ibo:§m], to be vexed [vekst]. to be offended [lfendid]. The hare was cross with the mountain but the latter never noticed it [noutist]. to become stunted [stantid]. to be cross with one's luck. (It's just bad luck.) to be weary of life [wi:ri]. to curse one's fate [ko:s]. to curse one's luck [lak]. (It's just bad luck!) to be insolent [insihnt]. to behave insolently [biheyv]. (You're being insolent.) to behave insolently. to offend. to get cross with each other, to inaugurate [ino:gyureyt]. to pound [paund]. to give a pounding sound [saund]. kütleşmek 528 kütleşmek kütletmek kütür kütür olmak, gevrek anlamında: taze anlamında: kütürdemek kütürdetmek, •parmaklarını kütürdetmek to get blunt [blant]. to bang on. to be crisp. to be fresh. to crunch [kranc]. to give out a crunching sound. to snap one's fingers. laçka etmek gevşetmek anlamında: halat için: düzen için: laçka olmak gevşemek anlamında: düzen için: vida vs için: laçkalaşmak = laçka olmak lâf etmek Bu insanlar, şaka yapmadan lâf edemez mi? |birleşikler ve deyimler] abuk sabuk lâflar etmek bir çift lâf etmek bir şeyi lâf etmek büyük lâf etmek ileri geri lâflar etmek lâfı lâf etmek lâf olmak Lâf olur diye gitmedim. Lâf olur. Lâf! Lâf ola! Lâf ola, beri gele! Lâf değil. Bunun lâfı mı olur? Lâf olsun diye. Ona lâf yok. Soğuk da laf mı, donuyoruz! lâf ebesi olmak lâfını etmek laflamak lağvedilmek, yürürlükten kaldırmak: dağıtılmak anlamında: Özel görev gücü neden lağvedildi? lağvetmek, kanun için: kaldırmak anlamında: lağvolmak, kanun için: kaldırılmak: to slacken [slerkin]. to slacken off. to let things get lax [le:ks]. to get slack [sle:k]. to become lax. to come loose [lu:s], to talk [to:k]. Can't these people speak without making jokes? to speak nonsense [nonsms]. to speak [spi:k] to gossip about. to talk big. to speak tactlessly. to gossip (about). (for people) to talk. / didn't go because people would talk. It will make people talk. Nonsense! [nonsms]. That has nothing to do with it. What nonsense! This isn't idle talk [aydil]. It's not worth talking about it. For the sake of conversation [konviseyfin]. There is nothing wrong with her. Cold isn't the word for it, we are freezing. to be talkative [torkttiv]. to talk about smth/smb. to chat [ce:t], to abrogate [e:bngeyt]. to be disbanded [disbemdid]. Why was the special task force disbanded? to abrogate [e:bngeyt]. to abolish [lbolisj. to be abrogated. to be abolished [lbolist]. laikleştirmek 530 laikleştirmek lakırdı etmek, dedikodu yapmak anlamında: konuşmak anlamında: laklak etmek *Lamı cimi yok. lanet etmek lanetlemek lanetlenmek lânetli olmak Lanet olsun şu toza! Lanet olsun! *Boş fıçı langırdar. lanse etmek, başlatmak anlamında: tanıtmak anlamında: lâtife etmek lâubalileşmek lâyık olmak Karşılaştığı kötü muameleye lâyıktır. Bunlar her övgüye lâyık. Ağızlara lâyık. Ağzına lâyık. Ağzınıza lâyık. | birleşikler ve deyimler] ağızlara lâyık olmak övgüye lâyık olmak şanına lâyık olmak lâzım gelmek lâzım olmak Bu gerçekten lâzım mı? Laf değil, bana para lâzım! | birleşikler ve deyimleri Adam adama lâzım. Sarmısak da acı ama evde lâzım dişi. Aleme cellat lâzım, benim neme lâzım. Sizin ne üstünüze lâzım. Nenize lâzım. Neme lâzım, şirkete bağlutır. lehimlemek lehinde olmak Ben de bunun lehindeyim. Ben lehindeyim. birinin lehinde olmak: Bu, senin lehinde. lehte olmak leke etmek leke olmak leke yapmak lekelemek, leke için: şöhret vs. için: şaibe için: to secularize [sekyulrrayz]. to gossip, to chat [fed], to yak [ye:k]. There are no but's and ifs. to curse [ko:s]. Curse this dust [dast]! (Damn it!) to curse. to be cursed [ko:sfj. to be accursed [iko:st]. Empty vessels make the most sound [saund]. to launch [lo:nc]. to introduce [intndyu:s]. to joke [couk]. to take liberties with [libitiz]. to deserve [dizo:v]. She deserves the bad treatment she's getting. to be worthy of [wodhi]. They are worthy of all praise [preyz]. to be delicious [dili§is]. It's delicious. That was a treat [tri:t]. It's fit for your palate [pedit]. to deserve praise [preyz]. to befit smb's dignity. to be necessary [nesisiri]. to be necessary. Is it really necessary? to be needed. / need money not empty words! Man is necessary to man. Some things have drawbacks but are necessary. Let someone else do the hard tasks. What's that got to do with you? What is it to you? He is attached to the firm, and that's a fact. to solder [soldi]. to be in favour of [feyvi], I'm in favour of it, too. (I'm all for it.) to be in one's favour. It's in your favour. to favour [feyvi]. to stain [steyn]. to become stained [steynd]. to leave a stain [l i : v]. to stain [steyn]. to blemish, to tarnish. lekelenmek 531 lekelenmek, lekeli anlamında: şaibeli anlamında: lekeli olmak, leke için: şaibe için: lekesiz olmak lemsetmek lezzetlendirmek lezzetlenmek lezzetli olmak lezzetsiz olmak Iıkırdamak liberalleşmek liberalleştirmek liflemek liflenmek Uf oluşmak: lifle sabunlanmak: limanlamak lime lime olmak limon gibi olmak linç etmek lisans yapmak listelemek liyakatli olmak liyakatsiz olmak, değer için: yetenek için: lodoslamak loşlaşmak loşlaştırmak lütfetmek, vermek/bildirmek anlamında: Adınızı lütfeder misiniz? Kaleminizi biraz lütfeder misiniz? yapılan iyilik için: Buraya kadar gelmekle lütfettiniz. lüzumlu olmak lüzumsuz olmak lüzumu olmak Bütün bunlara ne lüzum var? to be stained. to be tarnished [ta:ni§t]. to be stained. to be tarnished. to be spotless. to touch [tac]. to give taste to. to become tasty [teysti]. to be delicious [dilisis]. to be tasteless [teystlis]. to gurgle [go:gil], to become liberal [librnl]. to liberalize [libinlayz]. to scrub with a loofah [skrab]. to get fibrous [faybns]. to scrub oneself with a loofah [lu:ft]. to anchor in a harbour [ha:bi]. to be in tatters [tediz], to turn pale [peyl]. to lynch. to study for a degree [digri:]. to list. to be competent [kompittnt]. to be unworthy [anwodhi]. to be incompetent [inkompitint]. (for the south wind) to blow [sauth], to become dim. to make dim. to (kindly) give. Would you kindly give your name? Would you kindly lend me your pen? to have the kindness [kayndnis]. (It was kind of you to come up to here.) to be necessary [nesistri]. to be unnecessary [anesisiri]. to be required [rikwayid]. What's the good of all this? macunlamak macunlanmak macunlaşmak maç yapmak maddileşmek mağdur etmek mağdur olmak mağfiret etmek mağlup etmek Bu sefer onları mağlup etmek zor olmayacak. mağlup olmak Yardımınızla düşmanı mağlup edeceğiz. Ancak finalde mağlup olmuşlardı. Bir tek puanla mağlup oldu. *hükmen mağlup olmak mağrur olmak mağrurlanmak mahal olmamak Artık böyle şeylere mahal yok. Sevince kapılmaya mahal yoktur. maharetli olmak maharetsiz olmak mahcup etmek mahcup olmak mahcuz olmak (hacizli) mahfuz olmak mahir olmak mahkemelik olmak mahkûm etmek, hüküm giydirmek anlamında: Kimse suç oluşturmayan fiillerden ötürü mahkum edilemez. kötü bir duruma sürüklemek: mecbur etmek anlamında: Bu insanları yoksulluğa mahkum ediyorsun. mahkûm olmak, hüküm giymek anlamında: On yıl hapse mahkûm oldu. to putty [pati). to be puttied. to become like putty. to play a match [me:c]. to become materialistic [miti:nyilistik]. to wrong [rong]. to be wronged [rongd]. to forgive one's sins. to beat [bi:t]. It won't be hard to beat them this time. to defeat [difi:t]. We shall defeat the enemy with your help. to be beaten [bi:tm]. But they were beaten in the final. to be defeated [difktid]. He was defeated by a single point [poynt], to lose by default [difodt]. to be arrogant [e:ngint]. to become conceited [kmsidid]. there to be no need for. There is no need for such things any more. there to be no ground for [graund]. There is no ground for jubilation [cu:bileysm]. to be skillful. to be awkward [o:kwid]. to put to shame [seym]. to be embarrassed [imbernst], to be sequestrated [sikwestreytid]. to be reserved [rizdivd]. to be skillful. to go to court [ko:t]. to sentence to [sentins]. No one can be held guilty of any offence that does not constitute one [ifens]. to doom [du:m]. to condemn to [kindem]. You're condemning these people to a life of poverty [poviti]. to be sentenced to. He was sentenced to ten years in prison. mahmurlaşmak 534 Vergi kaçırmaktan mahkum oldular, mecbur olmak anlamında: Bu sefalette yaşamaya mahkûm muyuz? mahmurlaşmak mahmuzlamak mahmuzlanmak mahrum etmek Kimse bunları insan haklarından mahrum edemez. Neden bu insanlar mallarından mülklerinden mahkum edilmişler? mahrum olmak Neden haklarımdan mahrum olayım? yoksun anlamında: Bu insanlar duygudan mahrum. Çocuklar, yetimhanede sevgi ve mutluluktan mahrum. mahsubunu yapmak mahsup etmek mahsus olmak, özel anlamında: özgü anlamında: *umuma mahsus olmak mahvetmek, heba etmek anlamında: Böyle devam edersen, kariyerini mahvedeceksin. Alkol sağlığını mahvetti, yok etmek anlamında: mahzurlu olmak mahzuru olmak Gelmezsem mahzuru var mı? Bence mahzuru yok. Ben de gelsem, sizce mahzuru var mı? makaslamak makaslanmak makineleşmek, üretim için: davranış için: makineleştirmek maksadı olmak Senin maksadın ne? maksatlı olmak (kasıtlı) makul olmak makyaj yapmak mal edinmek mal etmek, değer için: Acaba kaça mal ederiz? atfetmek anlamında: to be convicted of [kinviktid]. They were convicted of tax evasion [iveyjin]. to be condemned to [kmdemd]. Are we condemned to live in this poverty? to get drowsy [drauzi]. to spur spo:]. to be spurred [spo:d], to deprive smb of [diprayv]. Nobody can deprive them of their human rights [rayts]. Why have these people been deprived of their property [propiti]? to be deprived of [diprayvd]. Why should I be deprived of my rights? to be devoid of [divoyd]. These people are devoid of any feelings. to be bereft of [bireft]. The children are bereft of any love or happiness in the orphanage [o:fmic]. to enter in an account. to count [kaunt]. to be special [spe§il]. to be peculiar to [pikyudi]. to be open to all. to wreck [rek]. If you go on like that you will wreck your career [krri:]. to ruin [ru:win]. Alcohol has ruined his health [helth]. to destroy. to be inconvenient [inkinvimymt]. to be inconvenient. (Is it all right if I don't come?) (I don't mind.) (Would you mind if I came too?) to cut [kat]. to be cut. to become mechanized [mekmayzd]. to become machinelike [mt§i:nlayk]. to mechanize [mektnayz], to aim at [eym]. (What are you driving at [drayving]?) to be intentional [intensmil]. to be reasonable [rkzmbil]. to make up [meykap]. to amass wealth [ime:s], to produce at a given cost [pndyu:s]. How much would it cost to produce? to attribute [e:tribyu:t]. mal olmak 535 | birleşikler ve deyimler | kendine mal etmek Örf ve adetlerini kendimize mal etmişiz. ucuza mal etmek Sen bunları ucuza mal etmeye çalışıyorsun. Daha ucuza mal edemez miyiz? üstüne mal etmek üstüne mal etmemek mal olmak, maliyet yönünden: Kaça mal olur? Bize 2000 dolara mal oldu. Bu milyonlara mal olacak. zarara uğramak anlamında: | birleşikler ve deyimler] Onun ne mal olduğunu bilemezsiniz. Ne mal olduğunu herkes bilir. Ne mal olduğu hâlâ anlaşılmadı mı? çoğa mal olmak hayatına mal olmak Şu sigara hayatına mal olacak. pahalıya mal olmak maliyet için: zarar için: Bu sana çok pahalıya mal olacak. Bu bize çok pahalıya mal olmasın. tuzluya mal olmak Bu bize tuzluya mal olacak. zamana mal olmak Bu bize bir hayli zamana mal olacak. mal yapmak malalamak malik olmak Malik olduğumuz her şey. *kendine malik olmamak mallanmak malûm olmak Ne malûm? Malûmunuz... Ne malûm ödeyeceği? Doğru olup olmadığı da malûm değil. malum olmak (birine) Aptala malûm olur. malûmat edinmek malûmatı olmak Ondan malûmatım yok. Bundan hiçbir malûmatımız yok. mamur olmak (dört başı) manalı olmak, anlam yönünden: manidar anlamında: manasız olmak, anlam yönünden: versiz anlamında: to appropriate [îproupnyeyt]. We have appropriated their manners. to get smth cheap. You're trying to get them cheap. (Can't we produce them more cheaply?) to regard smth as one's concern [kinso:n]. to take no account of [lkaunt]. to cost [kost]. How much will it cost? It cost us 2000 dollars [dohz]. It is going to cost millions. to cost smb. You don't know what a scoundrel he is. Everybody knows what he's like. Isn't it clear now what a rascal he is [ra:skil]? to cost a lot. to cost smb one's life. (Smoking will be the death of you [deth].) to cost a lot. to pay dear for. You'll pay dear for it. to cost smb a lot. Let's hope it won't cost us a lot. to cost dear. It's going to cost us dear. to take a good deal of time [did]. It is going to take us a good deal of time. to accumulate wealth [ikyu:mileyt]. to smooth with a trowel [smu:th]. to own. Everything we own. to lose one's self-control [kmtroul]. to acquire wealth [ikwayi]. to be known. How do you know? As you know... How do you know that he's going to pay? It is not known whether it's true or not. to sense [sens]. A fool will sense things. to obtain information [info:mey§in]. to know about. (/ have no knowledge of that.) We don't know anything about it. to be perfect [po:fikt]. to be significant [signifikint]. to be suggestive [sicestiv]. to have no significance [signifikins], to be out of place [pleys]. mandallamak 536 mandallamak, çamaşır için: kapı re pencere için: mandallanmak, çamaşır için: kapı ve pencere için: manevra yapmak, iren için: mâni olmak, engellemek anlamında: Bu, yangının yayılmasına mâni olmadı. Orada değildim, yoksa mâni olurdum, önüne geçmek anlamında: Hiçbir önlem kavga etmelerine mâni olmaz. | birleşikler ve deyimleri Size mâni olmayayım. başkalarına mâni olmak ekmeğine mâni olmak Dükkancılar ekmeğimize mâni oluyor. kısmetine mâni olmak manidar olmak Bu sözler son derece manidardır. mantarlamak mantıklı olmak manyetize etmek manyetize olmak marifeti olmak (birinin) Bu senin marifetin, değil mi? marifetli olmak marifetsiz olmak marizlemek (argo) markalamak, işaret koymak anlamında: ticari marka için: kuş için: markalanmak marke etmek mars etmek, tavla için: söz söyleyemeyecek duruma getirmek: bozguna uğratmak anlamında: mars olmak, bozguna uğramak anlamında: söz söyleyemeyecek duruma gelmek: masaj yapmak maskara etmek (kendini) Kendini âleme maskara etti. maskara olmak Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olur. maskaralık etmek/yapmak maskelemek, maske ile örtmek: to peg up. to latch [le:c], to be pegged [pegd]. to be latched [le:ct]. to manoeuvre [mmu:vt]. to shunt [sant]. to prevent [privent]. It did not prevent the fire from spreading. (I wasn't there or else I would have stopped it.) to deter [dito:]. No measure will deter them from fighting. I won't keep you. to be in the way. to prevent smb from earning their living. The shopkeepers are preventing us from earning our living. to prevent smb from getting their due. to be significant [signifikint]. These remarks are highly significant. to line with cork [ko:k]. to be reasonable [rkzimbil]. to magnetize [me:gnitayz]. to be magnetized. to be one's doing. This is your doing, isn't it? to be skilled. to be unskilled [anskild]. to thrash [thre:§], to mark. to label with a trademark [treydma:k]. to band [be:nd]. to be marked, to mark. to gammon [ge:min]. to silence [saylins]. to defeat completely. to be badly beaten. to be left speechless [spirglis]. to massage [me:sa:j]. to make a laughing stock of oneself. He made a laughing stock of himself. to become a laughing stock [la:fingstok]. Old age is often exposed to the mocking of the young [ikpouzd]. to play the fool [fu:l]. to mask. maskelenmek 537 gizlemek anlamında: Gaye, hükümetin operasyona karıştığını maskelemekti. maskelenmek gerçek görüntüsünü saklamak: masraf etmek masraflı olmak masrafsız olmak massetmek içine çekmek anlamında: emmek anlamında: masum olmak maşalamak maşalık etmek maşası olmak (birinin) mat etmek, satranç için: yenmek anlamında: cevap veremez hale düşürmek: mat olmak, satranç için: yenik düşmek: cevap veremez duruma düşmek: matemli olmak matlaşmak matlaştırmak mavileşmek mayalamak mayalanmak mayasında olmak Asalet, bu ailenin mayasında var. mayhoş olmak, t ad için: dostluk ilişkisi için: Şu an araları mayhoş. mayınlamak mayınlanmak mayna etmek, yelken için: fırtına için: mayna olmak mazereti olmak Hiçbir mazeretim yok. Yaptığınız işin mazereti olamaz. mazhar olmak mebzul olmak (bol) mecbur edilmek İtiraf yazmaya mecbur edildim. mecbur etmek Gitmek istemiyorsa, onu mecbur edemezsin. Kabul edeceğiz, mecburuz. Mecbur olmadıkça parayı kullanmayacağız. to mask. The aim was to mask the involvement of the government in the operation [optrey§in], to become masked. to camouflage [ke:miflaj]. to spend money. to be costly. to be cost-free [kost-fri:]. to absorb [ibso:b], to suck [sak]. to be innocent [inisint]. to crimp [krimp]. to act as a tool for smb. to be smb's tool. to checkmate [cekmeyt]. to defeat [difi:t]. to silence [sayhns]. to be checkmated, to be defeated. to be reduced to silence [ridyu:st]. to be in mourning [morning]. to become dull [dal]. to dull [dal]. to turn blue [blu]. to leaven [levin], to ferment [foment]. to run in the blood [blad]. Nobility runs in the blood of this family. to be mildly sour [saur]. to be on bad terms [to:mz] with. They are on bad terms with each other at the moment [moumint]. to mine [mayn]. to be mined. to lower sails [seylz]. to die down [day daun]. to come to a stop. to have an excuse [ikskyu:s], / have no real excuse. There can be no excuse for what you've done. to be the object of [obcikt]. to be abundant [ibandint]. to be compelled [kimpeld]. / was compelled to write a confession. to force smb to do smth [fo:s]. If he doesn't want to go, you can't force him to. We shall have to accept [iksept]. We shan't use the money unless we have to. mecburi olmak 538 mecburi olmak Bizde oy vermek mecburidir. mecburi iniş yapmak maç yaptırmak medar olmak medenileşmek meftun etmek meftun olmak mektuplaşmak melankoli içinde olmak melemek melezlemek melezleşmek memede olmak memnun etmek Annemi memnun etmek için yaptım. Onların niyeti, taraftarları memnun etmek. Herkesi memnun edemezsin. Karar her iki tarafı da memnun etmedi. Sınavların ertelenmesi herkesi memnun etti. memnun olmak Hiç de memnun değilim. Müdür hiç de memnun değildi. Sonuçtan memnunum. Takımınızın kazandığını duymaktan memnun değil misiniz? Çalışmasından memnunum. Ondan hepimiz memnunuz. Sizi tekrar gördüğüme çok memnun oldum. Size faydalı olabilirsem, memnun olurum. Bunu duymakla çok memnun olacaktır. •halinden memnun olmak memnun olmamak Neden takımdan memnun değil? memur etmek •ikamete memur edilmek menedilmek menetmek menfaatine olmak menolunmak mensup olmak, üye olmak anlamında: bağıntısı olmak anlamında: merak etmek, anlamak istemek anlamında: İnsan, bütün bu bilgileri nereden bulduğunu merak ediyor. Ne söyleyeceğini bilmeyi merak ediyorum. to be compulsory [kimpalsiri]. Voting is compulsory here. to crash-land [kre:§ le:nd]. to have one's hair streaked [strkkt]. to be of some help. to become civilized [sivilayzd]. to charm [fa:m]. to be captivated [ke:ptiveytid]. to exchange letters [iksgeync]. to be in the blues [blu:z]. to bleat [bli:t], to crossbreed [krosbri:d]. to become crossbred. to be suckled [sakild]. to please Lpli:z]. / did it just to please my mother. They are out to please the fans. You can't please everyone. to satisfy [se:tisfay]. The decision satisfied neither party [disijtn]. To everyone's satisfaction the exams were postponed [se:tisfek§in]. to be satisfied. I'm not satisfied at all. The manager was by no means satisfied. I'm satisfied with the result. to be pleased [pli:zd]. Aren't you pleased to hear that your team has won? I'm pleased with his work. We are all pleased with him. to be glad [gle:d]. I'm so glad to see you again. I'll be glad to be of any service to you. to be happy [he:pi]. He'll be very happy to hear this. to be contented [kmtentid]. to be displeased [displi:zd] with. Why is he displeased with the team [ti:m]? to charge smb with (the task of) [fax], to be ordered to reside at [rizayd]. to be forbidden. to forbid. to be for the benefit of. to be prohibited. to be a member of. to be connected with [ktnektid]. to wonder [wandi]. One wonders where he gets all this information from [informeysm]. to be curious about [kyu:ryis]. I'm curious to know what he's going to say. merak olmak 539 Burada herkes geçmişinizi merak ediyor. Çok merak ediyorum, acaba İngilizce biliyor mu? kaygılanmak anlamında: Merak etmeyin! Merak etmenize gerek yoktu. Hiç bu kadar geç kalmazdı, merak ediyorum. Giriş sınavı neticelerini merak edip duruyorlar. Sizi çok merak ettik. Arkada bıraktıklarının güvenliğini merak ediyorlar. bir şeye merak sarmak anlamında: merak olmak merakı olmak (bir şeye) meraklandırmak, kaygı yönünden: merak yönünden: meraklanmak meraklı olmak her şeyi bilmek istemek: bir şeye çok düşkün olmak: titiz olmak anlamında: bir şey yapmaya...: meraklısı olmak meram etmek merdanelemek merhabalaşmak merhabası olmak merhamet etmek merhamete gelmek merhametli olmak merhametsiz olmak merhem olmak merhum olmak mer'i olmak merkezde olmak Bizim düşüncemiz daima bu merkezde olmuştur. Onların düşüncesi ne merkezdedir? merkezileşmek merkezileştirmek merkezlenmek mert olmak, sözünün eri anlamında: yiğit anlamında: mesai yapmak mesele olmak İşte asıl mesele buradadır! Mesele yok! Bu bir şeref meselesi mi? Mesele para ise. Bizim için hayat memat meselesidir. *asıl meseleye gelmek Everybody here is curious about your past. I'm very curious, does he know any English? to worry about [wari]. Don't worry! You needn't have worried [warid]. She never stayed so late, I'm worried. to be anxious about [e:nk§is]. They are anxious about the result of the entrance exam [entnns]. We were very anxious about you. to be concerned for [kinsdmd]. They are concerned for the safety of the ones they left behind. to have a passion for [pe:sm]. to become the object of one's curiosity. to be greatly interested in. to make smb anxious [e:nk§ts]. to make smb curious [kyu:ryis]. to get worried [warid], to be inquisitive [inkwizitiv]. to be very fond of. to be exacting about. to be interested in. to be addicted to [e:diktid]. to intend. to roll. to greet one another [gri:t]. to know smb casually [ke:jyuli]. to have pity on. to be moved to pity. to be merciful [mo:siful], to be merciless [mo.silis], to be a cure of [kyu:]. to die [day]. to be in force [fo:s]. to run along a (certain) line [layn]. Our thoughts have always been along these lines. (What do they think about it?) to become centralized [sentrilayzd]. to centralize [sentrilayz]. to be centralized. to be dependable [dipendibil]. to be brave [breyv]. to work overtime [ouvitaym]. to be the question [kwescin]. That's the question! No problem! Is it a question of honour [om]? If it's a question of money [mani]. (It's a matter of life and death for us. to get down to business [biznis]. mesele yapmak 540 mesele yapmak (bir şeyi) *onur meselesi yapmak meshetmek meskûn olmak Bu ada meskûn değil. meslek sahibi olmak mesnet olmak mest etmek mest olmak mestur olmak mesuliyetli olmak Bu bana mesuliyetli gibi geldi. meşakkatli olmak meşakkatsiz olmak meşgul etmek (birini) Bu oyun, onları bir müddet meşgul eder. Bu iş, beni haftalarca meşgul edecektir. Zihnini meşgul edecek bir şeyler bulmalıyız. Bu gibi konularla kafanızı meşgul etmeyin. Bu bizi çok meşgul edecek. iş görmesine engel olmak: Korkarım, sizi meşgul ediyorum. meşgul olmak, iş görmek anlamında: Şu anda meşgul. Meşgulüm, görmüyor musun? bir şeyle uğraşmak: Çocuklar ödevleriyle meşgul. Personel neden işleriyle meşgul değil? Herkes işiyle meşgul olsun. Şu an herkes bir şeyle meşgul, bir şey yapmakla meşgul olmak: Odasını boyamakla meşguldü. İzciler bahçeyi temizlemekle meşgul, ilgilenmek anlamında: Ben meşgul olurum. hizmet etmek anlamında: Kimse bizimle meşgul olmadı. Bu insanlarla meşgul olacak kimse yok mu? işgal edilmiş anlamında: Meşgul. meşhur olmak -ile meşhur olmak: Bu bölge beyaz şarabı ile meşhurdur. Atlarıyla meşhurdur. kötü şöhret için: Şehir, batakhaneleriyle meşhurdur. meşk etmek meşk olmak Aşk olmayınca, meşk olmaz. to make a fuss about [fas]. to consider it a point of honour. to perform the ritual ablutions by rubbing the prayer shoes with the palm of one's hand. to be inhabited. This island isn't inhabited [aylmd]. to have a profession [pnfesin]. to be a support [sipo:t]. to enchant [inca:nt]. to be enraptured [inreipfid]. to be veiled [veyld]. to entail responsibility [inteyl]. This seems to me to entail responsibility. to be wearisome [wkrisim], to be arduous [a:dyuwts]. to keep busy [bizi]. This game will keep them busy for some time. This will keep me busy for weeks. We must find something to keep his mind busy. (Don't let your mind dwell on such subjects.) to take up one's time. It will take a lot of our time. to take smb's time. I'm afraid I'm taking your time. to be busy [bizi]. He is busy at the moment. Can't you see I'm busy? to be busy with smth. The children are busy with their homework. Why isn't the staff busy with their work? (Everyone must go about his business.) (Everybody is busy working.) to be busy doing smth. She was busy painting her room. The scouts are busy cleaning the garden. to see to it. I'll see to it. to attend to [itend]. No one attended us. Is there no one to attend these people? to be engaged [ingeyed]. It's engaged. to be/become famous [faymis]. to be famed for [feymd]. This area is famed for its white wine. to be famous for. It's famous for its horses. to be notorious for [nouto:ryis]. The town is notorious for its joints [coynts]. to practise [pre:ktis] (calligraphy). to serve as a model [so:v]. There can be no learning without hard work. metelik etmemek 541 metelik etmemek Bunlar metelik etmez. meteliği olmamak meteliksiz olmak methetmek Onu methederek göklere çıkardınız. metin olmak Cenaze töreninde metin olmaya çalıştı. metruk halinde olmak mevcut olmak var olmak anlamında: bulunmak anlamında: Her yerde mevcut. mevkii olmak mevsimi olmak Şimdi üzümün mevsimi mi? Şimdi yaban domuzu avının mevsimidir. mevsimi olmamak Bu meyvenin mevsimi değil. Pahalı, çünkü mevsimi değil. mevzîlenmek mevzu(u)bahis olmak Para mevzubahis değil. meyanesi gelmek meydana gelmek, ortaya çıkmak anlamında: Bu hafta meydana gelen onuncu kaza. -den oluşmak anlamında: Kurul beş üyeden meydana gelir. Yüzlerce parçadan meydana gelmiştir. meydanda olmak Hesap meydanda. Mal meydanda. meyilli olmak, rağbet için: yamaç için: meyletmek meziyeti olmak mezun olmak, bir okulu bitirmek anlamında: izinli olmak anlamımla: yetkili olmak: mıhlamak, çivilemek anlamında: kıpırdayamaz hale getirmek: mıhlanmak, çivilenmek anlamında: olduğu yerde kalmak: mıknatıslamak mıknatıslanmak mıncık mıncık etmek mıncıklamak not to be worth a penny. (These are worthless.) to be penniless, to be flat broke [brouk]. to praise [preyz]. You praised her to the skies [skayz]. to bear [be:]. He tried to bear it up at the funeral [fyuninl], to be in a derelict state [steyt], to exist. to exist [igzist]. to be available [iveyhbil]. It's available everywhere. to have a position [pizi§in]. to be in season [si:ztn]. Are grapes in season now? Hunting boars is in season now. to be out of season. That fruit is out of season. It's expensive, because it's out of season. to take position. to be a question of [kwescrn]. It is not a question of money. to reach the right consistency [kinsistmsi]. to occur [iko:]. It's the tenth accident to occur this week. to consist of [kmsist]. The board consists of five members. to be composed of [kimpouzd]. It's composed of hundreds of parts. to be obvious [obviyis]. It's quite obvious. Everything is in the open. to be inclined to [inklaynd]. to slope [sloup]. to slant [sla:nt]. to have merit. to graduate [gre:dyuwit]. to be on leave fli.'v]. to be authorized [o:thirayzd]. to nail [neyl], to nail smb down. to be nailed. to be nailed to the spot. to magnetize (me:gnitayz]. to be magnetized. to squash to a pulp [palp]. to squash [skwosj. mınlda(n)mak 542 mınlda(n)mak Bombardıman atanda halk dualar mırıldanıyordu. Orada ne mırıldanıyorsun? mırın kırın etmek mırlamak *kedi gibi mırlamak -mış/miş gibi yapmak Birisini bekliyormuş gibi yaptı. Biz de anlıyormuş gibi yaparız. Onu görmemiş gibi yapalım. Bizi dinlemiyormuş gibi yaptı. Onda yokmuş gibi yaptı. mızıkçılık etmek mızıklanmak mızmızlanmak mızmızlık etmek miadı gelmek midesi ağzına gelmek, kusacak gibi olmak: iğrenmek anlamında: mikroplanmak millileşmek millileştirmek mimlemek mimlenmek mimli olmak minder altı etmek minelemek minnet etmek Canıma minnet! Canıma minnet olsun! minnet altında olmak Kimseye karşı minnet altında değilim. minnettar olmak Gösterdiğiniz ilgiden dolayı size minnettarım. Yardımınızdan dolayı size minnettarız. Kulübümüze yaptıklarınız için size minnettarız. Bu konuda ilgilerinizden ötürü size ve derneğinize minnettarım. misafir etmek Onu bu gece evimde misafir edebilirim. Sizi misafir etmekle mutlu oluruz. misafir olmak Misafirimiz olun. Misafir, üç gün misafirdir. *aydedeye misafir olmak misafirperver olmak miskin olmak Ne azgın ol asıl, ne miskin ol basıl. miskinleşmek to mutter to oneself [mail]. Under the bombardment the people were muttering prayers. What are you muttering there? to feign reluctance [rilaktins]. to purr [po:]. to purr with satisfaction [se:tisfe:k§in]. to pretend to [pritend]. He pretended to be waiting for somebody. We'll just pretend we understand. Let's pretend we haven't seen him. She pretended not to be listening to us. He pretended not to have any. to spoil a game [spoyl]. not to play the game [geym]. to fuss about trifles LtrayfilzJ. to make a fuss about trifles [fas]. to expire [ikspayi]. to feel like vomiting, to be revolted by. to become contaminated [kinte:mineytid]. to become nationalistic [neygmihstik]. to nationalize [ney§imlayz]. to mark down. to be marked down (as). to be marked [ma:kt]. to cover up [kavirap]. to enamel [inemil]. to plead [pli:d]. (So much the better!) (What more could one want?) to be under obligation [obligey§in]. I'm under obligation to no one. to be grateful to [greytfulj. I'm grateful to you for the kind interest you have shown. We are grateful to you for your help. to be indebted to [indetid]. We are indebted to you for what you have done for our club [klab]. I'm indebted to your association for your concern in this subject [sabcikt]. to put smb up. J can put him up for tonight. We shall be very happy to put you up. to be a guest (of) [gest]. Be our guest. One can't just remain as a guest for too long. to sleep at night in the open [oupin]. to be hospitable [hospitibil]. to be indolent. Be neither belligerent nor meek [bilicinnt]. to become indolent. misli olmamak 543 misli olmamak Bunun misli yok. misli menendi olmamak miting yapmak mitleştirmek miyavlamak moda olmak Moda oldu. Bu şapkalar bu yaz moda olacak. model olmak kalıp için: örnek için: modernize etmek modernleşmek modernleştirmek monoton olmak monte etmek Makinenin bir kısmını monte edemedik. Bir motoru bir tek günde monte ediyorlar. morarmak, renk için: vücud için: Kolum ve bacaklarım çürüyüp morarmıştı. *gözü morarmak •soğuktan morarmak morartmak vücud için: •birinin gözünü morartmak Gözünü nasıl morartmışlar? morlaşmak mosmor olmak Kolları ve bacakları mosmor oldu. •öfkeden mosmor olmak muadil olmak muaf olmak Asgari ücret vergiden muaf olmalı. muaheze etmek muallakta olmak muamele etmek I birleşikler ve deyimler) eşit muamele etmek iyi muamele etmek kötü muamele etmek Bize çok kötü muamele ettiler. muavenet etmek muarız olmak muayene etmek, incelemek anlamında: hastalık için: muayene ettirmek Gözlerini muayene ettirmelisin. mubah olmak mubayaa etmek to be matchless [me:clis]. This is matchless. to be unparalleled [anpe:nleld]. to hold a demonstration [dimmstreysm]. to mythicize [mithisayz]. to miaow. to be in fashion [fe:§m]. It's the fashion today. These hats will be in fashion this summer. to be a model [modil]. to be a pattern [pe:tin] . to be an example [igza:mpil]. to modernize [modmayz]. to become modern [modin]. to modernize. to be monotonous [mmotims]. to assemble [tsembil]. We haven't been able to assemble some parts of the machine [mi§i:n]. They assemble an engine in a single day. to turn purple [popil]. to become bruised [bru:zd]. (My arms and legs were black and blue.) to have a black eye. to go blue with cold. to turn smth purple [popil]. to make smth turn black and blue. to give smb a black eye. How did they ever give you a black eye? to turn purple [popil]. to become black and blue. His arms and legs became black and blue. to become livid with anger [e:ngi]. to be equivalent [ikwivilmt]. to be exempt [igzempt]. The minimum wage should be exempt from tax. to blame [bleym]. to be undecided [andisaydid]. to treat [tri:t]. to treat without discrimination. to treat smb well. to treat smb badly [be:dli]. We got treated pretty badly. to assist [isist]. to be against [lgeynst], to inspect. to examine [igze:min]. to have smth examined. You should have your eyes examined. to be permissible. to purchase [po:cis]. mucip olmak 544 mucip olmak, gerektirmek anlamında: sebep olmak anlamında: muğber olmak muğlak olmak muhabbet etmek muhabere etmek muhaceret etmek muhafaza edilmek muhafaza etmek Hepsi kızlık adlarını muhafaza etmek ister. [ birleşikler ve deyimleri ciddiyetini muhafaza etmek itidalini muhafaza etmek Ne olursa olsun, itidalini muhafaza et. mesafeyi muhafaza etmek Lütfen aradaki mesafeyi muhafaza edelim. soğukkanlılığım muhafaza etmek Ne derse desin, soğukkanlılığı muhafaza et. korumak anlamında: muhakeme edilmek muhakeme etmek, mahkeme için: düşünce için: muhakkak olmak Eninde sonunda hata yapması muhakkak. Muhakkak ki kırıktır. Şurası muhakkaktır. Burada muhakkak olan bir şey var. muhalefet etmek, karşı çıkmak anlamında: kanun için: muhalif olmak Biz tamamen muhalifiz. muhasara etmek muhasebesini yapmak muhatap olmak O, asla benim muhatabım olamaz. muhayyer olmak Bunlar bize muhayyer olarak satılmıştı. seçmeli anlamında: İkincisi muhayyerdir. muhit edinmek muhiti olmak *muhiti geniş olmak muhtaç etmek muhtaç olmak İyi doktor ve öğretmenlere muhtaçtırlar. •nâmerde muhtaç olmak Ben nâmerde muhtaç değilim. muhtar olmak to necessitate [nisesiteyt]. to cause [ko:z], to take offence [lfens]. to be obscure [obskyu:]. to have a friendly chat [ce:t]. to correspond. to migrate [maygreyt]. to be protected [pritektid]. to keep [ki:p]. They all want to keep their maiden names. to keep one's countenance [kauntimns]. to keep calm [ka:m]. Whatever happens, keep calm. to keep one's distance [distins]. Let's keep our distance, please [ki.p]. to keep cool [ku:l]. Whatever he says, just keep cool. to protect [pritekt]. to stand trial [trayil]. to try in court [ko:t]. to think smth through [thru:]. to be sure to [§u:]. He is sure to make a mistake in the end. to be bound to [baund]. It's bound to be broken [broukin]. to be certain [so:tin]. This much is certain [mac]. One thing is certain here. to oppose [tpouz]. to violate [vayileyt]. to disagree [disigri:]. We utterly disagree [attli], to surround [siraund]. to weigh up all aspects of [wey]. to be the object of [obcekt]. (I'll never stoop to speak with him.) to be sold on approval [ipru:vil]. These were sold to us on approval. to be optional [opsmil]. The second one is optional. to acquire a circle of friends [lkwayi]. to know a lot of people. to have a wide circle of friends [sdkil]. to leave smb dependent upon. to be in need of. They are in need of good doctors and teachers. to be under obligation to smb one despises. I'm under obligation to no one. to be autonomous [o:tomrms]. muhtemel olmak 545 muhtemel olmak *kuvvetle muhtemel olmak muhteris olmak muhteşem olmak mukabele etmek, karşılıklı alıp vermek: Bilmukabele. karşılık vermek anlamında: misillemede bulunmak anlamında: mukavele yapmak mukavemet etmek mukavemetli olmak mukavemetsiz olmak mukavim olmak mukayese etmek mukayyet olmak mukim olmak muktedir olmak mulaj yapmak kalıba dökmek anlamında: mum olmak mumlamak, mum sürmek anlamında: mühürlemek anlamında: mumlaşmak mumyalamak mumyalaşmak munis olmak muntazam olmak, düzenli anlamında: deıii toplu anlamında: murakebe etmek, denetlemek anlamında: teftiş etmek anlamında: hesaplar için: murat etmek murdar olmak musallat etmek musallat olmak mustarip olmak (bir şeyden) muştalamak muştulamak mutaassıp olmak mutabık olmak muteber olmak mutlu olmak Mutlu olunuz! Ne mutlu Türküm diyene! Sizi bu kadar mutlu eden ne? Sizi bu gece misafir etmekle mutlu oluruz. Ne mutlu bana! Ne mutlu ona! Yeniden yürüyebildiğin için ne mutlu size. to be possible. to be probable [probtbil], to be covetous [kavitis]. to be magnificent [me:gnifisint]. to reciprocate [risipnkeyt]. The same to you. to respond [rispond]. to retaliate [ritedyet]. to make a contract [kontre:kt], to resist [rizist], to be resistant [rizistmt]. to lack resistance [le:k]. to be resistant. to compare [kimpe:]. to watch [woe]. to reside in [rizayd]. to be capable of [keypibil]. to take an impression of [impresm]. to cast [ka:st]. to become well behaved [biheyvd]. to wax [we:ks]. to seal [sid]. to become waxy [we:ksi]. to mummify [mamifay]. to mummify, to be tame [teym]. to be regular [regyuh]. to be orderly [o:dtli]. to control [kmtroul]. to inspect. to audit [o:dit]. to desire [dizayi]. to be unclean [ankli:n], to set smb to worry another. to pester smb [pestt]. to suffer [safi] from. to hit with a brass knuckle [naktl], to bring smb a piece of good news [nyu:z], to be bigoted. to agree with [lgri:]. to be valid [vedid]. to be happy [he:pi]. May you be happy! Happy is the person who can say, "I'm a Turk". What makes you so happy? We'll be very happy to put you up for tonight. to be lucky [laki], to be fortunate. How lucky for me! How fortunate for him! [fo:§mit]. How fortunate you are to be able to walk again. mutsuz olmak 546 Allah muvaffak etsin! mutsuz olmak muvafakat etmek muvaffak olmak, başarmak: başarılı olmak: muvaffakiyetliîOİmak muvaffakiyetsiz olmak muvakkat olmak muvazeneli olmak muvazenesiz olmak muzaffer olmak muzır olmak, çocuklar için: zararlı anlamında: muzipleşmek muziplik etmek mübadele etmek mübalağa etmek mübarek etmek Allah mübarek etsin! Yeni eviniz mübarek olsun! Bayramınız mübarek olsun! Mübarek olsun! mücadele etmek ' Çok zor şartlar altında mücadele ediyor. Hayat boyunca sefalete karşı mücadele ettik. Halk, bu zulme karşı, kurtulmak için yıllarca mücadele etmiştir. Sonuna kadar mücadele edeceğiz. Son nefesime kadar mücadele edeceğim. Takımımız çok iyi mücadele etti. müdafaa etmek müdahale edilmek Müdahale edilmemesi rica olunur. müdahale etmek Müzakerelere müdahale etmeyeceğiz. Lütfen yersiz müdahale etmeyiniz. müdana etmek müdanası olmamak müdavim olmak müdrik olmak müesseseleşmek müessir olmak mühim olmak mühimsemek mührelemek mühürlemek, mühür basmak anlamında: bir yeri kapatmak anlamında: üzerine mum koymak anlamında: mühürlenmek, kapanmak anlamında: üzerine mum konmak: to be unhappy [anhapi]. to consent to [kinsent], to succeed (in) [siksi:d]. to be successful (in) [siksesful]. May God grant you success! to be successful [siksesful], to be unsuccessful. to be temporary [tempinri]. to be balanced [be:lmsf]. to be unbalanced. to be victorious [viktoxyis]. to be mischievous [misçivis]. to be harmful [ha:mfull. to get in a teasing mood [tkzing]. to tease [ti:z]. to exchange [iksçeync]. to exaggerate [egzecireyt]. to bless. God bless you! May your new home be blessed [blest]. / wish you an auspicious Feast [orspifis]. May it be auspicious! to struggle [stragil]. He is struggling under grave difficulties. We have struggled against misery all our lives. The people have struggled for years to free themselves from this tyranny [tinni]. We shall fight it out to the finish. I shall fight to the bitter end. Our team has put up a good fight. to defend [difend], to be interfered with. You are requested not to interfere. to interfere [intifi:]. We shall not interfere in the negotiations. Please stop barging in [baiting]. to feel indebted [indetid], to be ungrateful [angreytful]. to be a regular visitor [viziti]. to be conscious of [kon§is]. to institutionalize [instityu:§imlayz]. to be effective [ifektiv]. to be important [impo:tint]. to attach importance [ite:ç]. to burnish [bo:ni§]. to stamp with a seal [si:l]. to seal up. to seal. to be locked up [lokt]. to be sealed [si:ld]. mühürletmek 547 mühürletmek mühürlü olmak müjdelemek Müjdeler olsun! Beklenen ekonomik iyileşmeyi müjdeliyor. Burada kırmızı bir gök, fırtına müjdeler. mükâfatlandırmak mükemmel olmak mülâhaza etmek Bu işi iyi mülâhaza ettin mi? mülakat yapmak mülhem olmak mümbit olmak mümkün olmak Mümkünü yok. Bu, işçilerimizin alın teri ile mümkün olmuştur. Mümkün olduğu mertebede. Mümkün olduğu kadar çok. Mümkün olduğu kadar sık. Ne mümkün! Mümkün olup olmadığını bilmek isterim. mülk edinmek Her insanın mal ve mülk edinme hakkı var. münakaşa etmek Biz neyi münakaşa ediyoruz? münasebet olmak Bunların arasında bir münasebet yok mu? Ne münasebet! münasebetsiz olmak, yakışıksız anlamında: ters anlamında: münasebetsizlik etmek münasip olmak, yakışır anlamında: yerinde anlamında: uygun anlamında: mündemiç olmak münezzeh olmak münhal olmak müphem olmak, belirsiz anlamında: kesin olmayan: müptelâ olmak müptelâsı olmak Çoğu uyuşturucu müptelasıdır. müracaat etmek, başvurmak anlamında: Erken müracaat etmelisiniz. bir şey için: Yardım için müracaat etmeleri gerekecek. iş için: to have smth put under seal, to be locked up and sealed, to tell smb a piece of good news. I've got some good news for you. to promise [promis]. It promises the expected economic recovery. to herald [henld]. A red sky heralds a stormy weather here. to reward [riwo:d]. to be perfect [po:fikt]. to think carefully [ke:fuli]. Did you think about it carefully? to have an interview with. to be inspired by [inspayid], to be fertile [fodayl], to be possible. It's not possible. This has been possible by the effort of our working people. As far as it is possible. As much as possible. As often as possible. That's impossible. I'd like to know whether it is possible or not. to own property. Everyone has the right to own property. to argue [a:gyu:]. What are we arguing about? to have a connection [kinekstn]. Is there no connection between them? (What has that got to do with it?) to be impertinent. to be ill-timed [il-taymd]. to behave tactlessly [te:ktlisli]. to be fitting. to be appropriate [iproupriytt]. to be suitable [syu:ttbtl]. to be contained in [kinteynd]. to be free from. to be vacant Iveykint]. to be vague [veyg], to be uncertain [ansodin]. to become/be addicted to [e:diktid]. to be addicted to. Most of them are addicted to drugs [dragz]. to apply [tplay]. You should apply early. to apply for. They'll have to apply for assistance. to apply for a job. mürekkeplenmek 548 bir eser için: danışmak anlamı uda: mürekkeplenmek müsaade etmek Orada oynamanıza müsaade ettiler mi? Bana müsaade ediniz. Lütfen müsaade eder misiniz? Onu görmemize müsaade etmiyorlar. Burada kalmanıza müsaade etmezler, müsamaha etmek anlamında: Bu gibi davranışlara müsaade edemem. müsademe etmek müsadere etmek müsait olmak Cumartesi müsait değil. Buna şartlar henüz müsait değil. müsamaha etmek müsamahakâr olmak müsamahalı olmak müsebbibi olmak Müslüman olmak Bunun müsebbibi kendisidir. O gün hepsi Müslüman oldu. Müslümanlaştırmak müsrif olmak müstahak olmak, hak kazanmış anlamında: lâyık olmak anlamında: müstakil olmak müstehcen müsterih olmak Müsterih olunuz. Müsterih olsunlar, herşey tamam. müşahade altında olmak müşahade etmek müşerref olmak Müşerref oldum. müşfik olmak müşkül olmak müşkülpesent olmak müşterek olmak Hayat müşterektir. müşterisi olmak mütalâa etmek, okumak anlamında: ders çalışmak anlamında: incelemek anlamında: mütecanis olmak mütecaviz olmak müteessif olmak müteessir olmak, etkilenmek anlamında: üzülmek anlamında: to refer to [rifo:]. to consult [kinsalt], to be ink stained [steynd]. to allow [dau]. Did they allow you to play there? Allow me, please. (Excuse me, please [ikskyuiz]. to let. They won't let us see him. They won't let you stay here. to tolerate [tohreyt]. I can't tolerate such behaviour [biheyvyt]. to collide with [ktlayd]. to confiscate [konfiskeyt]. to be suitable [syu:tibil]. Saturday is not suitable. (The conditions are not right for this.) to tolerate [tohreyt]. to be tolerant [tohrint]. to be indulgent [indalcint]. to be the cause [ko:z]. (She brought it upon herself.) to turn Muslim [mazhm]. They all turned Muslim that day. to Islamize [izlemayz], to be a spendthrift. to be entitled to [intayttld]. to deserve [dizb:v]. to be independent, to be obscene [obsi:n]. to be/feel at ease [i:z]. Please be at ease. (They have nothing to worry, everything is right.) to be under observation [obztveystn]. to observe [ibzo:v]. to be honoured [omd]. Glad to meet you [gle:d]. to be kind. to be arduous [a:dyuwis]. to be fastidious [fe:stidyis]. to be shared [se:d]. (Life is a joint venture.) to patronize [pednnayz]. to read. to study [stadi]. to examine [igzetmin]. to be homogeneous [homouci:nyis]. to be aggressive [tgrestv]. to regret greatly [rigret]. to be affected by [lfekted]. to be grieved [gri:vd]. mütehassis olmak 549 mütehassis olmak mütekabil olmak mütenasip olmak Maaş, görevle mütenasiptir. Maaş kabiliyet ve tecrübe ile mütenasiptir. mütereddit olmak müteselsil olmak müteşekkil olmak müteşekkir olmak Allah'a, verdiği nimetlerinden dolayı müteşekkiriz, müttefik olmak Biz müttefik değil miyiz? müzakere etmek müzik kulağı olmak müzmin olmak Aralarında müzmin hale gelmiş bir anlaşmazlık vardı. müzminleşmek to be moved [mu:vd]. to be reciprocal [risipnkil]. to be commensurate [kimen§irit]. The salary is commensurate with the work. The salary will be commensurate with experience and ability [ikspi:ryins]. to be hesitant [hezittnt]. to be in succession [stkse§in]. to be composed of [kimpouzd]. to be thankful [themkful]. We are thankful to God for His blessings. to be allied [dayd]. Aren't we allied? to discuss [diskas]. to have an ear for music [myu:zik]. to be chronic [kronik]. There was a chronic misunderstanding. to become chronic. N nadas etmek nadide olmak az görülen anlamında: çok değerli anlamında: nadim olmak nadir olmak nafakalanmak nafile olmak, boşuna olmak anlamında: Bunların hepsi nafile, yararsız olmak anlamında: naftalinlemek nağme yapmak nahif olmak nahoş olmak nail olmak, ulaşmak anlamında: elde etmek anlamında: |birleşikler ve deyimleri meramına nail olmak şahadete nail olmak Ne mutlu onlara ki şahadete nail oldular. şerefe nail olmak Bu şerefe henüz nail olmadık. nakavt etmek nakışlamak nakil yapmak, görev için: organ vs için: tayin için: taşımak anlamında: yazı için: nakledilmek nakletmek, anlatmak anlamında: Size bir olayı nakledeyim. hesap için: iletmek anlamında: tayin etmek anlamında: taşımak anlamında: yazı, resim vs için: Resmi ilk önce ipek üzerine naklediniz. to fallow land. to be rare [re:]. to be precious [presis]. to feel repentance [ripentins]. to be rare. to gain one's livelihood [layvlihud]. to be futile [fyudayl]. All this is futile. to be useless [yu:slis]. to sprinkle with naphthalene [ne:fthi:li:n]. to affect ignorance [igmnns]. to be thin. to be unpleasant [anple:zint]. to attain [iteyn]. to acquire [lkwayi]. to attain one's object [obcikt]. to gain martyrdom [madidim]. How lucky they are to have gained martyrdom. to have the honour [oni] of. We haven't had this honour yet. to knock out [nokaut]. to embroider [imbroydi]. to transfer smb to [trarnsfo:]. to transplant [tren:spla:nt]. to move smb to. to move smth from to [mu:v], to transcribe [tremskrayb]. to be transported [tre:nspo:tid]. to relate [ril.eyfj. Let me relate to you an incident [insidint]. to carry forward [fo:wid]. to convey [kinvey]. to assign [isayn]. to transport [tre:nspo:t]. to transfer [trernsfo:]. First transfer the drawing on silk. nakşetmek 552 yer değiştirmek anlamında: *kan nakletmek * organ nakletmek nakşetmek, nakış yapmak anlamında: süslemek anlamında: iyice yerleştirmek anlamında: *zihnine yerleştirmek nakşolmak nallamak Bu, pireyi nallamak gibi bir şey. nallanmak namağlup olmak namaz kılmak namert olmak, alçaklık yönünden: korkaklık yönünden: namus sahibi olmak namuslu olmak, iffetli anlamında: dürüst anlamında: onurlu anlamında: namussuz olmak, ahlâk yönünden: dürüstlük yönünden: namzet olmak nanik yapmak nankör olmak nankörlük etmek narin olmak nasbetmek nasırlanmak nasırlaşmak, nasır oluşmak anlamında: katı yürekli anlamında: nasihat etmek nasip etmek Allah nasip etsin! nasip olmak, fırsat düşmek anlamında: Ne yazık ki bana nasip olmadı. erişmek, kavuşmak anlamında: Nasip olursa. Nasip olmadı. Nasip olursa, geliriz. Bu adamın insanlıktan nasibi yok. Ailemle beraber yaşamak bana nasip olmadı. Eh, nasip öyle imiş. Onu bir daha görmek nasip olmadı. Bana nasip olmadı. Rahat yüzü görmek nasip olmadı. to move [mu:v]. to transfuse blood [tre:nsfyu:z]. to transplant [tren:spla:nt]. to embroider [imbroydi]. to decorate [dekrreyt]. to imprint. to engrave smth in one's mind [ingreyv]. to be imprinted, to shoe [su:]. (This is an impossible task.) to be shod [§od]. to be undefeated [andifidid]. to perform the rites of prayer. to be vile [vayl]. to be a coward [kawid]. to be a person of honour [oni]. to be chaste [ceyst]. to be honest [onist]. to be honourable [onmbil]. to be immoral [imonl]. to be unscrupulous [anskru:pyulis]. to be a candidate [kemdideyt]. to thumb one's nose at [tham]. to be ungrateful [angreytful]. to show ingratitude [ingre:tityu:d]. to slender [slendi]. to appoint smb to [tpoynt]. to become calloused [kedist]. to form a callus [kedis]. to get callus, to advise [ldvayz]. to grant. (May God will it!) to fall to one's lot. Unfortunately it did not fall to my lot. to be granted. If God grants it. (It was not to be.) (If God should will it we shall come.) (There is nothing human about that fellow.) to be destined [destind]. / was not destined to live with my family. Well, that's destiny. to be vouchsafed [vaucseyft]. It was not vouchsafed to see him again. It was not vouchsafed to me. It was not vouchsafed to me to lead a peaceful life [pi:sfuTJ. nasiplenmek (bir şeyden) 553 Bu ne naz! nasiplenmek (bir şeyden) naz etmek, cilve için: isteksiz gibi görünmek: nazarda olmak nazik olmak, saygılı anlamında: Daha nazik olamaz mısınız? insan daha nazik olamaz. Çok naziksiniz. narin anlamında: insan taştan pek, gülden naziktir. kritik anlamında: nazikleşmek nazlanmak, isteksiz görünmek anlamında: cilve için: nazlı olmak, gönlü olmayan anlamında: üstüne titretilen: cilveli anlamında: nedamet etmek neden olmak Bu felâkete ne neden oldu? Bu banka skandali hükümetin düşmesine neden olur. Bu skandal kovulmasına neden olacak. Kriz birçok bankanın çöküşüne neden oldu. Bu, yalnız huzursuzluğa neden olacak. İstifası birçok spekülasyonlara neden olur. Böyle bir af, cinayetlerin artmasına neden olacaktır. Bu karar büyük kargaşaya neden olacak. Bir bakanın istifası hükümette bir krizin çıkmasına niçin neden olsun ki? Sigara gerçekten kansere neden oluyor mu? birinin bir şey yapmasına...: Bu olay yardım konusunda dikkatli davranmamıza neden oldu. nedeni olmak Şikayet etmesinin hiç nedeni yok. Bu konuda hiç konuşmamasının nedeni bu olabilir. to get a measure of [meji]. to affect coyness [tfekt], to affect reluctance [rilaktins]. Why this reluctance? to be in favour [feyvi]. to be courteous [ko:tiyis]. Can't you be more courteous? to be nice. One couldn't be nicer [naysi]. to be kind [kaynd]. It's very kind of you. to be delicate [delikit]. A man is harder than stone and more delicate than the rose [rouz]. to be critical [kritikil]. to become delicate. to feign reluctance [feyn]. to show coyness [koynis]. to be reluctant [rilaktint]. to be spoonfed [spumfed]. to be coy [koy]. to regret [rigret]. to bring (about). What brought about this disaster [diza:stt]. ? The bank scandal has brought about the fall of the government. This scandal will bring on his dismissal. This crisis has brought the collapse of many banks [kraysis]. to give rise [rayz]. It will only give rise to unrest. His resignation will give rise to much speculation [spekyuleysm]. to lead to [li:d]. Such an amnesty will lead to an increase in crime. This decision will lead to great disorders. Why should the resignation of a minister lead to a crisis in the government? to cause [ko:z]. Does smoking really cause cancer [ke:nst]? to make smb be/do smth. This incident made us careful about helping people. to have a reason/cause for. He has no cause for complaining [kimpleyning], to be the reason for/why. This may be the reason why he never talks about it. nefes etmek 554 *haklı nedeni olmak Bunun hiçbir haklı nedeni olamaz. nefes etmek nefes kesici olmak nefeslemek=nefes etmek nefeslenmek nefret etmek, tiksinmek anlamında: nefret duygusu için: Bir kaşık suda boğacak kadar ondan nefret ediyorum. İnsanlar neden birbirinden nefret eder? nemalandırmak nemalanmak nemlendirmek nemlenmek nemli olmak nesnelleşmek neşelendirmek Onu neşelendirecek bir şeyler vereceğim. Her şeyi denedik ancak onu neşelendiremedik. neşelenmek Bu, neşelenmelerine yetmez. neşeli olmak neşesi yerinde olmak Onların neşesi yerinde olmalı. neşesiz olmak neşet etmek neşredilmek neşretmek neticelendirmek neticelenmek •başarıyla neticelenmek neticesi olmak (bir şeyin) Bu, yılların ihmalinin neticesidir. netleşmek nezaketli olmak nezaketsiz olmak nezaketsizlik etmek nezaret etmek Temizlik işlerine kim nezaret edecek? nezaret altında olmak nezih olmak nezle olmak Siz nezle olmuşsunuz. nicelemek nida etmek nihayetlenmek nikâh etmek, nikâhla almak: evlendirmek anlamında: nikahlamak nikahlanmak nikâhlı olmak nikbin olmak to have justification for [castifikeysm]. There can be no justification for it. to cure by blowing one's breath upon smb. to be breathtaking [brethteyking]. to take a short rest. to loathe [louth]. to hate [heyt]. / hate him like poison [poyzin]. Why do people hate each other? to make (money) grow. to bring interest. to dampen [deimpin]. to become damp. to be moist [moyst]. to turn into an object [objikt]. to cheer up [ci:]. I'll give him something to cheer him up. We tried everything but couldn't cheer him up. to perk up [po:k]. That's not enough to perk them up. to be cheerful. to be in good humour [hyu:mi]. They must be in good humour. to be dejected [dicektid]. to originate from [iricineyt], to be published [pabli§t]. to publish [pablisj. to bring smth to an end. to result in [rizalt]. to come off well. to be the consequence of [konsikwms]. This is the consequence of years of neglect. to get clear. to be polite [pilayt]. to be impolite. to be inconsiderate [inkinsidirit]. to supervise [syu:povayz]. Who is going to supervise the cleaning? to be in police custody [kastidi]. to be above reproach [riprouc]. to catch a cold [ke:c]. You have caught a cold [ko:t]. to quantify [kwontifay]. to cry out [kray]. to draw to an end [dro:]. to marry [me:ri]. to give smb in marriage [me:ric]. to marry. to get married [me.rid]. to be in a wedded state [steyt]. to be optimistic. nispet etmek/olmak 555 nispet etmek/olmak Bunu, sırf bana nispet olsun diye yaptı. nispet yapmak nispetsiz olmak nişan yapmak nişanlamak, evlenme işi için: hedef vurmak için: verini belirtmek anlamında: nişanlanmak nişanlı olmak nitelemek nitelendirmek nitelenmek nitelikli olmak niteliksiz olmak nitratlaştırmak niyaz etmek niyet etmek niyeti olmak Böyle bir şey yapmaya niyetim yok. Burada yaşamaya niyetin var mı? *niyeti bozuk olmak niyeti olmamak Öyle bir niyetim yok. Onu görmeye (hiç) niyetim yok. *kötü niyeti olmamak Kötü niyeti yok. niyetinde olmak Onu yollamak niyetinde değilim. Size her şeyi söylemek niyetindeydim. niyetlenmek, niyet etmek anlamında: tasarlamak anlamında: niyetli olmak, niyet etmek anlamında: oruçlu anlamında: Bugün hepimiz niyetliyiz. *i yi niyetli olmak Göstermeyebilir, fakat iyi niyetlidir. nizami olmak nizamsız olmak nodullamak nodullanmak noksan olmak Bunun bir şeyi noksan. noktalamak, nokta koymak anlamında: sona erdirmek anlamında: noktalanmak, nokta konmak: sona ermek: normal olmak to do smth. out of spite [spayt]. He did it just to spite me. to do smth out of spite. to be out of proportion [pnpo:§in], to arrange an engagement [ingeycmmt]. to engage smb to [ingeyc]. to take aim at [eym], to mark. to get engaged to. to be engaged (to) [ingeycd]. to qualify [kwolifay]. to characterize [ke:rikttrayz], to be qualified. to be qualified [kwolifayd]. to be unqualified [ankwolifayd]. to nitrify. to plead with [pli:d]. to intend, to intend to. / don't intend to do such a thing. Do you intend to live here? to have evil intentions [i:vtl]. to have no intention of fintenfin]. 7 have no such intention. I have no intention to see her. to mean no harm. He means no harm. to intend to. / don't intend to send it. to mean to. I had meant to tell you everything. to intend to. to plan to. to be resolved [rizolvd]. to be fasting. We are all fasting today. to mean well. He may not show it but he means well. to be regular [regyuh]. to be irregular. to goad [goud]. to be goaded. to lack [le:k]. It lacks something. to dot. to terminate [tomineyt]. to be dotted, to be terminated, to be normal. normalleşmek 556 normalleşmek not etmek nöbetçi olmak nöbetleşmek nöbette olmak nötrlemek nötrleşmek numara yapmak Bunlar numara yapıyor. Bize uyuyor numarası yaptı. *hasta numarası yapmak *ölii numarası yapmak Ayı yaklaşınca ölü numarası yaptı. numaralamak numune olmak nurlanmak nüfus sayımı yapmak nüfuz etmek, içine geçmek anlamında: Gaye karşı örgüte nüfuz etmektir, etkili olmak anlamında: anlamak anlamında: |birleşikler ve deyimler) içine nüfuz etmek ; Hastalık, akciğerinin içine kadar nüfuz etmiş. nüfuz sahibi olmak nüfuz ticareti yapmak nüfuzlu olmak nüksetmek nükte yapmak nümayiş yapmak to become normal [no:mil], to make a note of [nout]. to be on duty [dyu:ti]. to take turns [to:nz]. to be on duty. to neutralize [nyu:tnlayz]. to become neutralized. to act [e:kt]. They are only acting. to pretend. He pretended to be sleeping. to feign illness, to play possum. When the bear got near, he played possum. to number [nambi], to be a model. to shine [§ayn]. to take a census [sensis]. to penetrate [penitreyt]. The aim is to penetrate the opposite organization. to influence [influwms]. to understand. to work into. The disease has worked deep into his lungs. to be an influential person [influwinsil]. to make a profit out of one's high position, to be influential, to recur [riko:]. to make a witty remark [rima:k]. to demonstrate [deminstreyt]. o objektif olmak oburlaşmak odaklamak odaklanmak odaklaşmak odaklaştırmak odun etmek (kapıyı kırıp) odunlaşmak, odun durumuna gelmek: kabalaşmak anlamında: oflamak oğlu olmak oğul edinmek okkalamak, bir şeyin ağırlığı için: pohpohlamak anlamında: oklamak okramak oksijenlemek oksitlemek oksitlenmek okşamak, sevgi belirlisi için: hafifçe dövmek anlamında: övmek anlamında: benzemek anlamında: \ birleşikler ve deyimler] gururunu okşamak kulağını okşamak Müzik kulağı okşar. ruhunu okşamak sırtını okşamak tatlı sözlerle okşamak zevkini okşamak okşanmak okşatmak okuma yazması olmak okumak, ezan, dua vs için: bir konuyu öğrenmek anlamında: Kimya okuyor. Şimdi okumazsan, hiç okuyamazsın. Ben iktisat okuyacağım. to be objective. to become gluttonous [glatims]. to focus [foukis]. to be focused [foukist]. to come to focus. to bring to focus. to ki l l the goose that lays the golden eggs. to get woody [wu:di]. to get rude [ru:d]. to puff [paf]. to have a son. to adopt as a son [san]. to heft, to flatter. to shoot smb with an arrow [e:rou]. to whinny. to oxygenate [oksicineyt]. to oxidize [oksidayz]. to be oxidized. to caress [kires]. to give smb a gentle beating [bi:ting]. to flatter. to resemble [rizembil]. to flatter smb's pride [prayd]. to delight the ear [ i : ] . Music delights the ear [dilayts]. to please smb greatly [pli:z]. to pet smb on the back. to blandish [blemdisj. to be to one's taste [teyst]. to be caressed [kirest]. to let smb caress. to be literate [litirit]. to recite [risayt]. to study [stadi]. He is studying chemistry [kemistri]. If you don't study now you'll never study. (I'm taking up economics [kkmomiks]). okumak (aklından geçenleri) 558 kötü ruhlar için: öğrenim görmek anlamında: Hangi okulda okudunuz? Ben üniversiteyi çalışarak okudum. şarkı ve türkü için: şifre için: üfürükçülük etmek anlamında: yazılı bir metin için: Sözleşmeyi herhalde okuyup imzalamışsınız. Bir okuduğunu bir daha unutmuyor. Sen hiç gazete okumaz mısın? Haberi okumuş olacaksınız. Bunu yüksek sesle okuyabilir misiniz? birleşikler ve deyimler | aklından geçenleri okumak baştan başa okumak Kitabı baştan başa okudum. belâ okumak besmele okumak bildiğini okumak O daima bildiğini okumuştur. Cemaat ne derse desin, imanı yine bildiğini okur. canına okumak Çalışma şartları birçok işçinin canına okudu. ciğerini okumak çarkına okumak ezan okumak ezbere okumak fatiha okumak, dua olarak: mecazi anlamda bir şeye: gazel okumak gürül gürül okumak hariçten gazel okumak içinden okumak içini okumak (birinin) kafasından geçenleri okumak kalbini okumak kendi bildiğini okumak Hep kendi bildiğini okumasına izin veremeyiz. kurt masalı okumak künyesini okumak lambanın ışığında okumak lanet okumak martaval okumak masal okumak maval okumak mevlit okumak meydan okumak Onun bize meydan okumasına izin veremeyiz. "Yap", diye meydan okudu. to exorcise [ekso:sayz]. to attend school. Which school did you attend? I worked my way through university [thru]. to sing. to decipher [disayfi]. to spell over, to read [ri:d]. You must have signed the agreement after reading it. She never forgets what she reads once [wans]. Don't you ever read newspapers? You'll have read the news. Could you please read it out? to read smb's thoughts [tho:ts], to read smth from cover to cover [kavi]. I've read the book from cover to cover. to curse [ko:s]. to pronounce "In the name of God" formula, to go one's way. He has always had it his own way. Whatever people say the final decision lies with the responsible person. to destroy. (The working conditions finished off many workers.) to penetrate one's thought [penitreyt]. to wreck one's affairs [ife:z]. to call to prayer [ko:l]. to recite from memory [risayt]. to recite the "Fatiha". to give up hope on. to sing a solo. to read in a loud voice [voys]. to offer one's opinion on a subject one is unfamiliar with [sabcikt]. to read silently [sayhntli]. to see through smb. to read smb's mind [maynd]. to understand smb's feelings. to have one's way. We can't let him always have his own way. to invent all sorts of excuses [ikskyu:siz]. to chew smb out [cu:]. to read by the light of a lamp. to curse smb [ko:s]. to tell idle tales [aydil]. to tell smb a cock and bull story. to tell tales [teylzj. to chant the Nativity of the Prophet [profit], to defy [difay]. We can't allow him to defy us. (He dared me to do it.) okuması olmamak 559 mukabele okumak rahmet okumak ruhunu okumak salâ okumak salâvat okumak satır aralarını okumak Ne demek istediğini kavramak için, satır aralarını okumak gerek. sesli okumak su gibi okumak şarkı okumak tersinden okumak yatsıdan sonra ezan okumak yüksek sesle okumak yüzünden okumak okuması olmamak okunaklı olmak okunaksız olmak Bu adamın el yazısı okunaksız. okunmak, kitap vs için: Bunlar, bugün okunan kitap türü değil. Okunmaya değmez. büyü için: Kuran için: şarkı için: yazı için: Duvardaki yazı okunmuyordu. *adı bile okunmamak •esâmisi okunmamak okur yazar olmak okutmak, yazılı metin için: Planı bir uzmana okutmalısın. öğrenim görmesini sağlamak: ders vermek anlamında: kötü ruhlar için: Bu çocuğu okutunuz. I birleşikler ve deyimler] başını okutmak dersi okutmak kendini okutmak Sen git, kendini bir okut. rahmet okutmak Bu adam eski müdüre rahmet okutacak. Gelen gidene rahmet okuturmuş. sınıfı okutmak okutturmak okutulmak Bu kızı bir hocaya okutturunuz. Bu ders artık okutulmuyor. to recite the Koran by heart [risayt]. to pray for the soul of [soul]. to be able to read smb's inner thoughts. to recite the special prayer "Sala". to recite a special prayer asking God to bless the Prophet [profit]. to read between the lines [laynz]. You must read between the lines to understand what he means [andisteind]. to read aloud [llaud]. to read smth fluently. to sing a song. to misunderstand [misandistemd]. to do smth too late, to read aloud. to read smth in smb's face [feys]. to be illiterate [ilitrrit]. to be legible [lecibil]. to be illegible. This fellow's handwriting is illegible. to be read [red]. These aren't the type of books that are read today. It's not worth reading. to be exorcised [eksoisayzd]. to be recited [risaytid]. to be sung [sang], to be legible. The writing on the wall was illegible. to be without influence, to have no influence [influwms]. to be literate [litrrit]. to have smth read. You should have an expert read the plan. to get smb educated [edyukeytid]. to teach [ti:c]. to have smb exorcised [ekso:sayzd]. Have this child exorcised. to have a prayer recited over smb. to teach a subject [sabcikt]. to get oneself exorcised. You should go and get yourself exorcised. to make one regret the predecessor [prkdisesi]. This fellow will make us regret the former manager. It's said that the newcomer makes one regret the predecessor. to teach a class. to have smb exorcise smb [ekso:sayz]. Have a hodja exorcise this girl. to be taught [to:t]. This subject is not taught any more. olagelmek 560 olagelmek Bu işler böyle olagelmiş. Aramızda daima bir husumet olagelmiştir. olağan olmak olağandışı olmak olağanlaşmak olağanüstü olmak olanağı olmak Olanağı varsa. Böyle bir şey kabul etmemizin olanağı yok. olanaksız kılmak Kurallar bir ertelemeyi olanaksız kılıyor. olanaksız olmak İlerlemek olanaksız. Bu olanaksız. olanaksızlaşmak olanaksızlaştırmak oldurmak, olmasını sağlamak anlamında: olgunlaştırmak anlamında: olgun olmak, insanlar için: meyve için: yıllanmak anlamında: Yaşına göre çok olgundur. olgunlaşmak, insanlar için: meyve için: yıllanmak anlamında: olgunlaşmamak olgunlaştırmak Güneş hepsini olgunlaştırır. olmak, başına bir şey gelmek anlamında: Ona ne oldu? Bize olanlar yarın size olur. Onlara ne olacak? Ona ne oldu bilmiyorum. Size verdiğim saate ne oldu? Yetimhanedeki çocuklara ne oldu? Acaba onlara ne olacak? Sana olanlar olmuş! Bu adama bir şeyler olmuş. Ne oluyorsa, daima bize oluyor, bulunmak anlamında: Burada adalet denen bir şey yok. Para olsa da olur, olmasa da. İkisi yabancı olmak üzere burada kırk eleman var. Ben bu işte yokum. to go on. This state of affairs has gone on like that. to be. There has always been feud between us [fyu:d]. to be usual [yu:juwil]. to be unusual [anyu:juwil]. to become commonplace [kominpleys], to be extraordinary. to be possible. If possible. (It's out of the question for us to accept such a thing.) to preclude [priklu:d]. The rules preclude any adjournment. to be impossible. It's impossible to advance [idva:ns]. to be out of the question. It's out of the question [kwescm]. to become impossible. to make it impossible. to bring into being. to bring to perfection [po:fek§m]. to mature [mityu:]. to be ripe [rayp]. to mellow [melou]. He has a young head on old shoulders. to mature. to become ripe. to grow mellow. to be immature [imityu:]. to ripen [raypin]. The sun will ripen them all. to happen to. What has happened to him? What has happened to us will happen to you next. What's going to happen to them? to become. / don't know what has become of him. What has become of the watch I gave you? What became of the children in the orphanage? I wonder what will become of them. (What has come over you?) (There's something wrong with this man.) (We are the ones who always suffer most.) (there) to be. There is no such thing as justice here. It makes no difference whether there is money or not. There are forty personnel here, two of whom are foreigners [fo:rimz]. (Count me out.) olmak 561 gerçekleşmek anlamında: Hiç olmamaktansa, varsın geç olsun. Nasıl oldu da bugün erkencisiniz? Toplantı olmayacak. Ne yaptıysak, olmadı. Oldu bitti. Sayende oldu. istediğin oldu. Bunlar bir günde olmadı, yeni bir hal kazanmak anlamında: Şarap sirke oldu. Birden sıcak oluverdi. Bizim sonumuz ne olacak? Bunlara ne olacak? Hepsi doktor oldu. Sen onlardan biri olmuşsun. Okullu olduk şimdi. hastalık için: Grip oldu. Bunlar kızamık olmuş. Sizin hiçbir şeyiniz yok. hazır duruma gelmek anlamında: Çay olmak üzere. Etler daha olmadı, ilgisi bulunmak anlamında: Bunlar kim oluyor? Onlara ne oluyor? Sana ne oluyor? meydana gelmek anlamında: Orada olsaydım, bütün bunlar olmayacaktı. Bu, olabilecek en kötü şey. Bu öyle olmadı. Burada garip şeyler oluyor. Kendiliğinden oldu. Olacağı buydu. Hayrola, ne oldu? Her şeyi olduğu gibi anlat. Bir daha olmayacağına dair söz veriyorum. Olanı biteni tam olarak bilmiyorum. Olup olacağı bu idi. Ne oldu? Ya sonra, ne olacak? Yine onun istediği olacak. Olan oldu. Fikrini değiştiren ne oldu? Bu korkunç şey nasıl oldu? Netice ne oldu? Hiç bir şey. Nasıl oldu da bunu kabul ettiniz. Bu, hiç olmamış olabilir. Artık olan oldu. Oldu bir kere. Galiba, bir şeyler oldu. Better late than never. How come you're early today [o:li]? The meeting is off. Whatever we did was no good. It's all over now. Thanks to you. You got what you wanted. All this did not happen in one day. to become. The wine has become vinegar [vinig)]. It suddenly grew hot. What is to become of us? What will become of them? They all became doctors. You've become one of them. (We go to school now.) to catch [ke:c]. He has caught influenza. They've got the measles [mi:ziz]. There is nothing wrong with you. to be ready. Tea is about ready. (The meat isn't done yet.) What are they interfering for? What is it to them? What is it to you? to happen [he:pin]. If I'd been there all this wouldn't have happened. This is the worst thing that could happen. That is not what actually happened. Strange things are happening here. It just happened. It was bound to happen. What has happened? Tell it as it happened. I promise it won't happen again [tgeyn], I don't know what actually happened. It was bound to happen. What's wrong? What then? He'll have his way again. What is done is done. What made her change her mind? to come about. How did this terrible thing come about? What has come out of it? Nothing. How come you have accepted that [iksept]? to take place. // may have never taken place. (There is nothing anyone can do.) (Well, what's done is done.) Something must have gone wrong. olmak 562 Burada neler oluyor? Ne oluyor? Olacak! miktar, sayı, derece vs için: Toplam, 6000 olmalıydı. Bir defa olsun şunu doğru dürüst yap. Buradan bir kilometre ya var, ya yok. Kaçar olsun? Kaçlık olsun? Kaç liralık olsun? Bu kadar da olmaz. Çok oldun. mülkiyetine geçmek ve sahip olma: Parası olan ödesin, iyi günlerimiz oldu. Bunların paraları yok. Bu, onun olduğu anlamına gelmez. Al senin olsun. Şimdi bizim oldu. nitelik için: Kahveniz nasıl olsun? Şu öğretmen olacak adam. Dostumuz olacak şu adam. Olmayacak sözler sarf etti. ' olgunlaşmak anlamında: Çoğu daha olmamış. Üzümler hiç olmamış. Bunlar fazla olmuş. olanak yönünden: Olur iş değil. Hiç olur mu? Ciddi olamaz! Olur mu, olur. Öyle şey yok. Erken gelecektik fakat olmadı. Olur. Öyle olacak. Yarın gelsem olmaz mı? olasılık yönünden: Senden başka kim olabilir? Ne olmuş olabilir? Neden olmasın? Kimin olacak? Ne olmuş olabilir? Olmadık bir şey değil. tahminlerde: "Evet" desek, ne olur? Ola ki geleceği tutar. Olsa olsa bir alettir. Olsa olsa, 25 yaşındadır. Olsun olsun,... What's going on here? What's the matter [me:ti]? That's fate [feyt]. The total should have been 6000. Do it properly even if only once [wans]. It's not quite a kilometre from here. How many each? What size? How much worth do you want? That's all too much. You've gone too far. to have. Let those who have money pay. We've had good days. They have no money. It doesn't mean it is his. Here, you can have it. It's all ours now. How would you like your coffee? That so-called teacher [sou-ko:ld]. This man supposed to be our friend. He has used improper remarks. to be ripe [rayp]. Most of them are not ripe. The grapes are not ripe. These are overripe [ouvirayp]. to be possible. That is not possible. Is it possible? She can't mean it! (You can never tell.) (It's out of the question [kwescin]). We were going to come early but it didn't work out. It's possible [posibil]. It's probably so. Won't it do if I come tomorrow? to be. Who but you? What might there have been? Why not? Whose could it be? to happen [he:pm]. What can have happened? It may well happen. Suppose we said yes, what then? He may well decide to come [disayd]. If anything, it's a tool [tu:l]. She's at most 25 years old. At the very most,... olmak 563 uygun düşmek anlamında: Ha öyle olmuş, ha böyle; ne fark eder? Olsa da olur, olmasa da. Olsun! Olur! Olmaz! Hiç olmazsa kapıyı açabilirdiniz. Çok iyi olurdu, ama... Öyle olsun! Bir fincan çay fena olmaz. Hangisi olursa olsun. Her ikisi de olur. Hiç olur mu? Olacak şey değil. Onu geri göndersek, olmaz mı? uymak anlamında: Bu iş bana göre değil. Bu ayakkabı ayağıma olmadı. Bu kutu olur mu? En iyisi değilse olmaz. varlık için: O değilmiş. Hangi gün değiliz ki? Olmak ya da olmamak. Daha iyi bir çare olmalı. Allah'tan korkmak yok mu? Buraya kışın gelen olmuyor. Gelip giden olmadı. Evin bir arka kapısı olmalı. Siz olsanız ne yaparsınız? Demek öğretmen olmaya karar verdiniz. Zorla güzellik olmaz. Bu olmadan da olur. Bunların hepsi olmadan olmaz. Bu, şantajdan başka bir şey değildir. Bu adam kim oluyor? Kim olursan ol. Yerinde olsam... Lideriniz olacak şu adama bak! Sen olmasaydın, hepimiz ölmüştük. Acaba ne olduğunu biliyorlar mı? Bunda gülecek ne var? Yangın var! Allah var! Bunun ortası yok. Ben bu işte yokum, yakışık düşmek anlamında: Bu etek sana hiç olmadı. Bu halı bu odaya olmaz. Ziyaret etmemek olmaz, -den yapılı anlamında: it derisinden post olmaz. Demirden olmaz mı? Reçel böyle olmaz. (In for a penny, in for a pound [paund]). It's all the same, whatever the outcome. Let it be. All right! No doing! You might have opened the door. It would have been nice, but... As you wish. I could do with a cup of tea. It doesn't matter which. Either one will do. It won't do. It's unacceptable [anikseptibil]. Will it do if we send it back? That kind of job isn't for me. These shoes do not fit. Will that box do? Nothing but the best will do. to be. Reportedly it wasn't him. Which day aren't we? To be or not to be. There must be a better way. (Don't you fear God?) Nobody comes here in summer fsami]. Nobody has come. There must be a back door to the house. What would you do if it were you? So you've decided to be a teacher [disaydid]. Nothing can be achieved by force [fo:s]. You can dispense with it [dispens]. All of them are essential [esinsd]. It's nothing more or less than blackmail. Who does this man think he is? It doesn't matter who you are [me:ti]. If I were you... Look at the man supposed to be your leader. But for you we would all have died [dayd]. Do they happen to know what it is? What is so funny about it? Fire! There's God! There is no middle course [ko:s], I'll be no party to such a thing. This skirt doesn't suit you [su:t]. This carpet isn't suitable for this room. We can't not visit them. to be made of [meyd]. (You can't make a silk purse out a sow's ear.) Can't it be made of iron [ayin]? Jam isn't made that way. olmak/olmamak (bir şeysi) 564 bir yerde bulunmak anlamında: Yoklarsa, sonra gelirim. Orada değil. Neredeydiniz? Olduğun yerde kal. Evde yoklarmış. Nerede olursan ol. O yokken karar alamayız, yitirmek anlamında: işinden olacaksın. Üstelik paramızdan da olduk. Az daha canımızdan oluyorduk. zaman için: 'geçmek anlamında: Dünya dünya olalı. Oldum olalı. Buraya geleli üç hafta oldu. On yıl oldu mu? Üç dakika oldu, olmadı. Günü gününe beş yıl oldu. Oturması ile kalkması bir oldu. •gelip çatmak anlamında: Neredeyse sabah olacak. Birazdan akşam oluyor. ' Bir gün olur, özgür oluruz. | birleşikler ve deyimleri bir şeysi olmamak Burada hiçbir şeyimiz yok. bir uçakta olmak cim kanunda bir nokta olmak - den olmak Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak. dünyalar birinin olmak Dünyalar onun oldu. iki dirhem bir çekirdek olmak istediği olmak Yine onun istediği oldu. kiri bile olmamak (birinin) kırk tarakta bezi olmak kolunda altın bileziği olmak olmak üzere olmak yolunda olmayacak duaya amin demek on parmağında on marifeti olmak Ata deveye değil ya! Atın ölümü arpadan olsun. Bir avuç altının olacağına bir avuç toprağın olsun. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Her ağaçtan kaşık olmaz. Ağaçtan maşa olmaz. Od yok, ocak yok. Demek oluyor ki, gelmiyorlar. If he is not in I'll come later [leyti]. It is not there. Where have you been? Stay where you are. Apparently they are not at home [houm]. Wherever you may be. When he's absent, we can't take any decision. to lose [lu:z]. You're going to lose your job. In addition we lost our money [idism]. We almost lost our lives [layvz]. Since the beginning of time [sins]. Ever since I can remember. It's three weeks since we got here. Have ten years gone by? It has been just about three minutes [minits]. // was five years ago to a day. He no sooner sat down than he stood up. It's nearly morning. It will be evening soon. A day will come when we shall be free [fri:]. to lack [le:k]. We lack everything here. to be on board a plane. to be a matter of no importance [impo:tins]. to lose [lu:z]. To lose what one possesses while trying to get more [pizesiz]. to feel very happy [he:pi]. (He felt on top the world [wo:ld]j. to be dressed up [drestap]. to have one's way. He had his way again. to be very inferior to smb [infi:ryi]. to have many irons in the fire [ayinz], to possess a profitable skill [pizes]. to be close to becoming [klous]. to be on one's way to becoming. to hope against hope [lgenst], to be very versatile [vo:sitayl]. It's not such a great expense [ikspens]. Why deprive oneself of something one likes? Wealth is temporary but land is permanent. United we stand, divided we fall [divaydid]. To do a job right you need the right material. It doesn't pay to use unskilled labour. No fire, no hearth [ha:th]. So, they aren't coming. olmak 565 Dilin kemiği yok. Dünya varmış! Emek olmadan, yemek olmaz. Eski çamlar bardak oldu. Mal ile insan, insan olmaz. Böyle olunca. Hal böyle iken. Bir şey değil. Eyvanlar olsun! Abartmak gibi olmasın. Gün ola, harman ola. Her ne olursa olsun... Her uzun ağaç selvi değildir. Her yokuşun bir inişi vardır. Hiç olmazsa... İş olacağına varır. İşi olmayana aşı olmaz. İşte oldu! Kefenin cebi yok. Su gibi aziz ol. Ne olur ne olmaz. Ne olursa olsun. Pir ol! Kırk yıllık Yani, olur mu Kani? Nasıl oldu da kabul etti? Ne de olsa... Ne olduğumu bilemedim. Ne olmuş yani? Ne olur, bırakınız gelsin. Ne olursa olsun... Ne olursa olsun, itiraf etme. Ne var ne yok? Netice ne olursa olsun! Oh oldu! Oh olsun! Olacak ile olduya çare bulunmaz. Oldu olacak, kırıldı nacak. Artık olan oldu. Zurnada peşrev olmaz. Sen olursan betisiz, ben de olurum sensiz. Sen sen ol, ben de ben. | kullanılış şekilleri | a) -dır anlamında bildirme eki olarak: Annesi oluyor. Onun matematik hocası olur. Selma, teyzem olur. O kim oluyor? Neyiniz oluyor? Damdan düşmek nasıl oluyormuş? Orası öyle. Ona bir diyeceğiniz olsa gerek. b) yardımcı fiil olarak birleşik çekimlerde: Haberi okumuş olacaksınız. People will talk [to:k]. What a relief [ri\i:f]! No work, no bread [bred]. Much water has flowed under the bridge. One does not become a man with wealth. Therefore, so. Nevertheless. It's nothing. What a pity! I don't want to appear to exaggerate. Tomorrow is another day [inathi]. On no account [lkaunt]. Not every tall tree is a cypress [saypris]. Every flow has its ebb. At least... Things must take their course [ko:s]. No work, no bread. Well, there! You can't take it with you. Thank you for the water. Just in case. Whatever happens. May you live long! Can the leopard change its spots [lepid]? How come he has accepted [ikseptid]? After all... I was astounded [istaundid]. What of it? Do let him come. No matter what. No matter what, don't confess [kmfes]. What news? Whatever the outcome! Served him right [rayt]/ Serves him/her right! There is no remedy for the inevitable. What's done is done. It's no use crying over spilt milk [yu:s]. Don't expect too much. If you stop being my friend, I'll stop being yours. Let's not interfere in each other's affairs. She's his mother. He's her math teacher. Selma is my aunt [a:nt]. Just who does he think he is? What relation is he to you? What's it like to fall from the roof? That is so. You must have a message for him [mesic]. You'll have read the news [nyu:z]. olumlamak 566 Sen bunu istememiş ol, ben de işitmemiş olayım. Ölecek olursam... Çalışıyor olsaydı... Parayı harcamış olacak. Konuşmuş olmak için konuştu. O zamana kadar bitirmiş oluruz. Unutmuş olmalısın. Ağlayacak oldu. Az yer oldu. Sevmek mi? Sevmez olur mu? Yanlışınız olmalı. Gitmemek olmaz. Yürüyemez ol! Gelemez olaydım. Kendine bak, olmaz mı? Onu kaybetme, olur mu? Dışarıya çıkma, olmaz mı? Sen gelecek ol, ben öderim. olumlamak olumlu olmak olunmak Bu şekilde zengin olunmaz. Kürk ile börk ile adam olunmaz. olup bittiye getirmek olurlu kılmak oluşmak Kurul onbir üyeden oluşur. Yüzlerce parçadan oluşur. Ulusal birliği oluşmaya başlamıştı, Parlamentonun önünde büyük bir kalabalık oluştu. oluşturmak Bir takım oluşturmaya çalışıyorlar. Kimse suç oluşturmayan fiillerden ötürü mahkum edilemez. 300 millik bir ceple oluşturuldu. Öğrenciler el ele tutuşup uzun bir zincir oluşturdular. oluvermek Birden duvarlar sıcak oluverdi. omuzlamak, omzuna almak anlamında: omzuyla itmek anlamında: sorumluluk almak anlamında: bir işi yüklenmek anlamında: on para etmemek Bu, on para etmezmiş. on paralık etmek on parasız olmak onamak onanmak You pretend you've never asked such a thing and I'll pretend not to have heard [ho:d]. /// were to die [day]. If he was working... He'll have spent the money. He spoke just to have spoken [spoukm]. We'll have finished by then [finist]. You must have forgotten [figatin]. She was about to cry [kray]. She got to eating a little. Like it? Of course she does. You must be mistaken. We cannot not go. May you never walk again! I wish I had never come. Take care of yourself, won't you? Don't lose it, would you? [lu:z]. Don't go out, will you? You decide to come, I'll pay. to affirm [ifo:m]. to be positive [pozitiv]. to become. This is no way to become rich. Clothes do not make the man. to present smb with an accomplished fact. to make smth possible. to be made up from/of. The board is made up of eleven members. It's made upfront hundreds of parts. to come into being. National unity had began to come into being. A huge crowd has formed in front of Parliament. to constitute [konstityud]. They are trying to constitute a team. No one should be held guilty of an offence that does not constitute one. to establish. A 300 miles front was established. to form [fo:m]. The students formed a long chain [ceyn]. to suddenly happen [he:pin]. The walls suddenly grew hot [sadinli]. to shoulder [souldi]. to push with the shoulder. to assume responsibility [isyu:m]. to shoulder a job. to be worthless. Apparently it's worthless. to disgrace [disgreys], to be penniless. to approve [ipru:v]. to be approved [ipru:vd]. onarılmak 567 onarılmak onarmak onartmak onaylamak onaylanmak onaylatmak ondurmak onmak, Kutlamalar için her şey onarılıyor. Onu birazdan onarırım. Duvar saatini onarabilir misin? Birisi kapıyı onarmış. Bunu bir uzmana onartmanız gerek. Söylediği her şeyi onaylamıyorum. Bu bütçeyi onaylayacaklarını sanmıyorum. Alınan kararları onaylıyor musun? Antlaşma mutlaka onaylanacaktır. Planı onaylattınız mı? Ne öldürür, ne ondurur. onulmak daha iyi bir duruma girmek: hastalıktan kurtulmak: mutlu olmak anlamında: Onmadık babanın onmadık oğlu. Bıçak yarası onulur, dil yarası onulmaz. onur meselesi yapmak onurlandırmak Ziyaretiniz bizi çok onurlandırdı. onurlanmak onurlu olmak oraklamak oralarda olmamak oralı olmamak ispanyol hakem oralı değil. oranlamak, hesap etmek anlamında: kıyaslamak anlamında: ölçmek anlamında: tahmin etmek anlamında: oranlı olmak Maaş, kabiliyetle oranlı olacaktır. Ceza ile suç oranlı olmalı. oransız olmak orantılı olmak organlaşmak ormanlaşmak ormanlaştırmak ornatmak orsa etmek orsalamak to be repaired [ripe:d]. Everything is being repaired for the celebrations. to mend. I'll mend it soon. to fix up. Could you fix the clock? to repair [ripe:]. Somebody has repaired the door. to have smth repaired. You should have an expert to restore it. to approve [ipru:v]. / don't approve everything he said. I don't think they'll approve this budget. Do you approve of the decisions taken? to be ratified [re:tifayd]. The treaty will be ratified without fail. to have smth approved. (Didyou have the plan okayed [oukeyd]?) to heal [hi:l]. He neither kills nor heals. to improve [impru:v]. to get over an illness, to find happiness. Like father like son. to be healed [hi:ld]. A wound caused by a knife heals, one caused by words does not. to consider it a point of honour. to honour [ont]. We have been greatly honoured by the visit. to feel honoured [onid]. to be proud [praud]. to reap [ri:p]. to pay no attention [iten§rn], to be indifferent. The Spanish referee is indifferent. to calculate [ke:lkyuleyt], to compare one thing with another [kimpe:]. to measure [meji]. to estimate [estimeyt]. to be proportioned [pnpo:§md]. (The salary will be commensurate with the ability.) The punishment should be commensurate with the crime [kimen§rrit]. to be out of proportion. to be proportional [pnpo:§rml]. to form organs [o:gmz]. to become forested. to afforest [e:forist]. to substitute [sabstityu:t]. to buff up [baf ap]. to hug the wind [hag]. ortada olmak 568 ortada olmak, görünmek anlamında: Ortada bir şey yok. besbelli anlamında: Bunun yürüyemiyeceği ortadaydı. Ortada fol yok, yumurta yokken. yer söz konusu ise: ortak etmek ! ortak etmek, • bir şeyi paylaşmak anlamında: bir şeye katılmak anlamında: ortak olmak Senden devletli ile ortak olma. Kâr, zararın ortağıdır. *suç ortağı olmak Hükümet bu skandalda ortaktır. ortak yönü olmak Birçok ortak yönlerimiz var. ortaklaşa yapmak ortaklaşmak ortaklaştırmak ortalamak ortalıkta olmak oruçlu olmak osurmak otantik olmak otarmak otlakçılık etmek otlamak Hâlâ koyduğum yerde otluyor. otlanmak, hayvan için: otlak için: otlatmak otomatikleşmek otorite olmak otoriter olmak otostop yapmak oturmak, vücudun bir yere yerleşmesi: Burada kadınlar erkeklerden ayrı oturur. Nereye oturursanız oturunuz. Bütün gün burada oturmak zorundalar mı? Otursanıza! Lütfen oturunuz! Bayanlar, baylar, lütfen yerlerinize oturunuz, ikamet etmek anlamında: Şişli tarafında oturuyoruz. Çok yakında oturuyorum. Yirmi yıldır bu şehirde oturuyorum. Çoğumuz Avrupa tarafında oturur, bu tarafta çalışırız. to be in sight [sayt]. There is nothing in sight. to be evident [evidint]. // was evident that it wouldn't work. For no apparent reason [rkzin]. to be in the middle. to make smb a partner. to share in [se:]. to go into partnership with. to be partners. Don't go into partnership with someone wealthier than you. Where there is profit there is also loss. to be an accomplice [ikomplis]. The government is implicated in this scandal. to have in common [komin]. We have much in common. to do smth jointly. to enter into partnership. to associate [isousieyt]. to centre [send]. to be in sight [sayt]. to be fasting. to fart. to be authentic [odhentik]. to pasture [pa:sci]. to sponge on [spanc]. to graze [greyz]. He is making no progress. to graze. to be grazed over. to put an animal out to pasture [pa:scfj. to become automatic. to be an authority. to be authoritarian [othorite:ryin]. to hitchhike [hifhayk]. to sit. Here women sit apart from men. You can sit where you like [layk]. Are they obliged to sit here all day [lblaycd]? Do sit down. Please take a seat [si:t]. Ladies and gentlemen, please be seated. to live. We live in the neighbourhood ofSisli. I live close-by [klous bay]. I've been living in this city for twenty years. Most of us live on the European side but work on this side [yunpiyin]. oturmak (aylak aylak) 569 Hekimsiz, hâkimsiz memlekette oturma. Bitişikte oturur. Bu evde kaç kişi oturuyor? Burada bir ingiliz ailesi oturmuyor. birisiyle yaşamak anlamında: Arkadaşların yanında oturuyorum. kalmak anlamında: Fazla oturmayalım. Güle güle oturun! uygun gelmek anlamında: Üzerinize iyi oturdu. Bu ceket sana hiç oturmadı. Kapak oturdu. durum için: Oturup çalışınız. toprak ve temel için: dibe çökmek anlamında: | birleşikler ve deyimleri Acele ile kalkan, nedametle oturur. Öfkeyle kalkan, zararla oturur. Davetsiz gelen, döşeksiz oturur. Yuttuk, oturduk. Otur, oturduğun yerde! aylak aylak oturmak ayrı oturmak Neden diğerlerinden ayrı oturacak mışım? bacak bacak üstüne oturmak bağdaş kurup oturmak baş köşede oturmak Siz baş köşede oturacaksınız. bir arada oturmak boş oturmak Böyle boş oturacağına çalış. çoğa oturmak dik oturmak diken üstünde oturmak dilini kısıp oturmak dirsek dirseğe oturmak diz dize oturmak doğru oturmak eğreti oturmak eğri oturup doğru konuşmak Eğri oturup doğru konuşalım. eline kan oturmak Eline kan oturmuş. evde oturmak Bu akşam evde oturalım. gece başucunda oturmak Annem hastanın başucunda bütün gece oturup bekledi. geç vakte kadar oturmak One should not live where there are no doctors or judges [caciz]. to dwell. He lives next door. How many people dwell in this house? No English family dwells here. to stay. I'm staying with some friends. to stay. Let's not stay long. Enjoy your stay [injoy]. to fit. It fits you well. This coat doesn't quite fit you. The lid fits well. Settle down and do some work. to settle [setil]. to sink. Haste brings repentance [heyst]. Anger brings regret [e:ngi]. He who comes uninvited should not expect a warm welcome [aninvaytid]. We just raised no objection [ibeeksm]. Just mind your own business [biznis]. to mess about [ibaut]. to sit apart [ipa:t]. Why should I sit apart from the others? to sit with one's legs crossed [krost]. to sit cross-legged. to preside the banquet [prizayd]. You shall preside the banquet [be:nkwit]. to live together. not to have any work to do. (Don't just sit idly like that.) to cost a lot. to sit straight [streyt]. to be on tenterhooks [huks]. to remain silent [saylint]. to rub elbows with [rab], to sit close together [klous]. to sit still. to sit on the edge [ec]. to call a spade a spade [speyd]. Let's call a spade a spade. (for one's hand) to be bruised [bru:zd]. Your hand is bruised. to stay in. Let's stay in tonight. to sit up with. My mother sat up with the patient all night. to sit up. oturtmak 570 gölgede oturmak Gölgede oturmak yerine güneşlenmek daha iyi. guguk gibi oturmak güneşte oturmak iğne üstünde oturmak iğreti oturmak kam oturmak karaya oturmak Bu yıl karaya oturan ikinci gemidir. kenarda oturmak kirada oturmak kucağına oturmak kuluçkaya oturmak kuma oturmak külçe gibi oturmak lök gibi oturmak mideye oturmak Bu börek mideme oturdu. misafir gibi oturmak nikah masasına oturmak pahalıya oturmak Bu bize çok pahalıya oturacak. posta oturmak postuna oturmak (birinin) rayına oturmak sığa oturmak sırtı birine dönük oturmak sofraya oturmak şapa oturmak tahta oturmak tembel tembel oturmak temeli oturmak tek oturmak tuzlu oturmak Bu bize tuzluya oturdu. uslu oturmak uygun oturmak üstüne oturmak ödünç alınan bir şey için: yan yana oturmak yayılıp oturmak yerinde oturmak Lütfen yerinizde oturunuz. yerine oturmak Bu yerine oturmadı. yörüngesine oturmak, uydu için: iş için yoluna girmek anlamında: yüreğine oturmak oturtmak, bir yere yerleştirmek: koymak anlamında: taşlar için: kapak vs için: to sit in the shade [seyd]. It's better to lie in the sun than sit in the shade. to live alone. to lie in the sun. to be on pins and needles [ni:dtlz]. to sit on the edge [ec], to be bruised [bru:zd]. to run aground [tgraund]. This is the second ship to run aground this year. to sit apart [rpa:t]. to live in a rented house. to sit on smb's lap. to brood. to run onto a sandbank. to collapse on [kile:ps]. to sit down heavily. to lie heavily on the stomach [stamik]. This pie has weighed heavily on my stomach. to sit stiffly on the edge. to get married [me:rid]. to cost a lot. It will cost us a lot. to be promoted. to do smb out of his post. to come right [rayt]. to run aground. to sit with one's back to. to sit down to meal. to be in a hopeless position [pizism]. to ascend the throne [isend]. to sit idle [aydil]. to settle permanently in. to sit by oneself. to cost a lot. // has cost us a lot. to sit still. to sit with outstretched legs [autstrect]. to appropiate smth for oneself [lproupriyit]. not to restore a borrowed thing. to sit side by side [sayd]. to lounge [launc] about. to keep one's seat [si:t]. Please keep your seats. to fit in. It doesn't fit into its place. to go into orbit. to begin to go well. to affect one deeply [lfekt]. to seat [si:t], to place [pleys], to mount [maunt], to fit. oturtulmak 571 | birleşikler ve deyimler] kazığa oturtmak rayına oturtmak tahta oturtmak taşı gediğine oturtmak yerine oturtmak oturtulmak oturulmak Oturulacak bir yer yok mu? ikamet etmek anlamında: Burada oturulmaz. oturuşmak ovalamak, ovmak anlamında: ufak parçalara ayırmak: ovalanmak ovalatmak ovdurmak ovmak, masaj anlamında: yoğurmak anlamında: merhem vs için: ovarak temizlemek anlamında: ovulmak ovuşturmak *gözlerini ovuşturmak *ellerini ovuşturmak oyalamak, dikkati başka bir şey üstüne çekmek anlamında, meşgul etmek anlamında: oya ile süslemek anlamında: vakit kazanmak için: Onu elinizden geldiği kadar oyalayınız. Bizi yarım saatten beri oyalıyorlar. *kendini bir şeyle oyalamak Orada resimle oyalanacağım. oyalandırmak oyalanmak, vakit geçirmek anlamında: Burada oyalanacaksak uçağı kaçıracağız. eğlenmek anlamında: bir yerde...: Burada fazla oyalanmayınız. Burada biraz oyalanacağız, oydurmak oylamak oylanmak oymak, yontmak anlamında: kesip parça çıkarmak: diş için: to impale [impeyl]. to set right [rayt]. to enthrone [inthroun], to hit the nail on the head [neyl]. to fit in. to be placed [pleyst]. to sit. Isn't there a place to sit? to live. You can't live here. to settle down. to rub [rab]. to crumble smth with one's fingers, to rub oneself. to have smth massaged [me:sa:jd]. to make smb massage [me:sa:j]. to massage, to knead [ni:d], to rub. to scrub [skrab], to be rubbed [rabd]. to rub against each other, to rub one's eyes [ayz]. to wring one's hands., to distract smb's attention [itensm]. to keep smb busy, to embroider the edge [imbroydi], to put smb off. Put him off as long as possible. to play for time. They have been playing for time for the past half-hour [ha:fawi], to occupy oneself with smth [okyupay], /'// occupy myself with painting there. to put smb off. to dilly dally. If we're going to dilly dally here we'll miss the plane. to amuse oneself with [imyu:z]. to hang around. Don't hang around too long here. We shall hang around a bit here. to have smth carved [ka:vd]. to put to the vote [vot]. to be put to the vote. to carve [ka:v]. to cut out. to drill. oynamak 572 | birleşikler ve deyimler] birbirinin gözünü oymak birinin gözünü oymak oyup çıkarmak Karga karganınn gözünü oymaz. Besle kargayı oysun gözünü. oynamak, genel anlamda: Bizimle kedi, fareyle oynar gibi oynuyor. al yarışları için: Sen sürekli yanlış ata oynuyorsun. değişiklik göstermek anlamında: Bu iki sayı arasında oynar. eylenmek anlamında: film için: Emek'te ne oynuyor? Film hâlâ oynuyor mu? Bu piyes gelecek hafta oynayacak mı? folklor oyunları için: hareket etmek anlamında: bir şeyi evirip çevirmek: kağıt oyunlarda: kımıldamak anlamında: bir şeyi kurcalamak anlamında: oynak kısımlar için: rol almak anlamında: Kovboy filmlerinde oynardı, dama vs taşları için: sportif faaliyetler için: Suat bu hafta oynamayacak. Bari bu havada oynamasalar. bir şeyle oynamak: Yemeğinle oynama! bir temsilde: vakit geçirmek anlamında: | birleşikler ve deyimler] Aç ayı oynamaz. Ağır taş yerinden oynamaz. İki cambaz bir ipte oynamaz. Oynama! Rüzgâr esmeyince, yaprak oynamaz. Vur patlasın, çal oynasın! aklı oynamak alicengiz oyunu oynamak ateşle oynamak bahis oynamak Üstüne on milyon lira bahis oynadık. barutla oynamak Bu, barutla oynamak gibi bir şey. büyük oynamak canı ile oynamak cirit oynamak Burada fareler cirit oynuyor. çift kale oynamak to be at daggers drawn [dro:n]. to gouge out smb's eyes [gauc]. to gouge out. No crow will peck out another crow's eye. Feed a crow and it will peck out your eyes. to play. He's playing cat and mouse with us. to back [be:k]. You always back the wrong horse. to fluctuate [flaktyueyt]. It fluctuates between these two figures. to amuse oneself [imyu:z]. to be on. What's on at the Emek? Is the film still on? Will the play be on next week? to perform [pifo:m], to move [mu:v]. to tamper with [te:mpi]. to play a card [ka:d]. to budge [bac]. to tinker with. to become loose [lu:s], to act [e:kt]. He acted in Westerns. to move (a piece). to play. Suat won't be playing this week. Let's hope they won't play in this weather. to toy with. Don't toy with your food. to perform [pifo:m]. to fool around [fu:l]. A hungry worker won't work well. Dignified people are not easily disturbed. Two acrobats can't perform on the same rope. Be serious! [skryis]. There must be a reason for everything. Live it up! to go off one's head. to play a dirty trick. to play with fire [fayi]. to bet. We bet ten million liras on it. to play with dynamite [daymmayt]. It's like playing with dynamite. to play for high stakes. to do risky things. to move about freely (This place is deserted [dizbdid]). to play a game of football. oynamak (deplasmanda) 573 deplasmanda oynamak Bu hafta deplasmanda oynuyoruz. ekmeği ile oynamak Sen âlemin ekmeğiyle oynuyorsun. elindeki kozu iyi oynamak Başbakan elindeki kozu çok iyi oynadı. gönlüyle oynamak (birinin) gözü yerinden oynamak gülüp oynamak i ki l i oynamak ileri geri oynamak iskambil oynamak kağıt oynamak kapalı gişe oynamak kar topu oynamak kendi ekmeğiyle oynamak kıvır kıvır oynamak kozunu oynamak kumar oynamak küçük oynamak oyun oynamak (bilisine) Bize bayağı bir oyun oynadılar. pandomima oynamak rakamlarla oynamak rol oynamak, bir şeyde önemli etkisi olmak: Bu üç kişi, hayatında önemli rol oynamıştır. Uyuşturucuya karşı savaşta hayatî bir rol oynamıştır. Sen yalnız ikinci derecede bir rol oynarsın, bir oyunda rol almak anlamında: Othello rolünü kim oynayacak? Rolünü iyi oynadı. Yaşlı adam rolünü oynarken görecektin. sahasında oynamak Takım gelecek hafta sahasında oynuyor. saklambaç oynamak siniri oynamak son kozunu oynamak Daha son kozumuzu oynamadık. şıkır şıkır oynamak tek kale oynamak tek mi çift mi oynamak top oynamak Burada cinler top oynuyor. yaprak oynamamak Tek bir yaprak bile oynamıyordu. Rüzgâr esmeyince, yaprak oynamaz. yer yerinden oynamak İsterse, yer yerinden oynasın. yerinden oynamak Yerinden oynamıyor. to play away. We are playing away this week. to quarrel with one's bread and butter. (You're playing with people's livelihood.) to play one's cards well. The P.M. has played his cards very well. to play with smb's heart [had]. to be amazed [lmeyzd]. to frolic. to play both ends. to move back and forth. to play cards [ka:dz]. to play cards. to play to a full house. to have a snowball fight [fayt], to quarrel with one's bread and butter [bati], to bump and grind (as one dances). to play one's trump card. to gamble [ge:mbd], to play for small stakes. to play a trick on. They played a dirty trick on us. to pantomime [pe:ntimaym]. to tamper with numbers [te:mpi]. to play a part/role in. These three have played an important part in his life [layf]. He played a vital role in the war against drugs [lgenst]. (You'll only play second fiddle [fidil]). to act a part [e:kt]. Who will act the part of Othello? He acted his part well. You should have seen him acting the old man. to play at home. Next week the team plays at home. to play hide and seek. to get angry. to play one's last card. We still have one last card to play. to dance with great zest. to practise football using one goal. to play odd or even [i:vin], to play football. (The place is completely deserted.) (for a leaf) not to stir. Not a leaf was stirring. There must be a reason for everything. (for heaven) to fall. Even if heaven falls. to budge from [bac]. It won't budge from its place. oynanmak 574 yüreği oynamak zilsiz oynamak zil takıp oynamak oynanmak, sportif faaliy etlerde: folklor oyunları için: tiyatro için: film-için: İki kişi ile oynanan bir oyundur. oynaşmak oynatılmak, maç için: piyes vs için: film için: Bu film orada oynatılmaz. oynatmak, delirmek anlamında: film için: Bu filmi neden oynatmadılar? Kurul, bu filmi oynatmaz. kımıldatmak anlamında: kukla vs için: oyalamak anlamında: oynamasını sağlamak: Onu Almanya'ya karşı oynatmak istiyor. Sizi burada oynatmazlar. Kaleci olarak kimi oynatacak? sahneye koymak anlamında: Piyesi oynatırlar mı dersin? gösteri vs için: [birleşikler ve deyimler] aklım oynatmak at oynatmak dama taşı gibi oynatmak film oynatmak kalem oynatmak karagöz oynatmak Burada karagöz mü oynatıyoruz? kılıç oynatmak kılım oynatmamak Kılım bile oynatmadı. kukla gibi oynatmak oyuncak gibi oynatmak Sizi oyuncak gibi oynatıyorlar. parmağında oynatmak (birini) Bizi parmağının ucunda oynatmak istiyor. İnsanları parmağınızda oynatamazsınız. parmağını oynatmak Bize yardım etmek için parmağını bile oynatmadı. *Bu lokum, sakal oynatmaz. üzerinde kalem oynatmak yerinden oynatmak to become startled. to jump for joy. to be overflowing with joy. to be played, to be danced, to be performed, to be shown. It's a game played by two people. to play with one another. to be played. to be performed [pifo:md]. to be shown. This film won't be allowed to be shown there. to go mad. to show. Why didn't they show this film? The board won't allow this film to be shown. to move [mu:v]. to manipulate [minipyuleyt]. to dally with. to play. He wants to play him against Germany. They won't let you play here. Who is he going to play as goal-keeper? to perform [pifo:m]. Do you think they'll allow the play to be performed [ilau]? to put on. to go out of one's mind [maynd]. to act as one wishes. to move (the staff) too often. to show a film. to write [rayt]. to perform a shadow show [pifo:m]. (What's funny?) to dominate [domineyt]. to be unmoved [anmu:vd]. He was completely unmoved. to manipulate smb for one's end [minipyuleyt]. to use as a puppet [papit]. They are using you as puppets. to twist smb round one's finger. She wants to twist us round her finger. to lead smb by the nose [nouz]. You can't possibly lead people by the nose. to stir a finger [sto:]. (He didn't lift so much as a finger to help us.) This Turkish delight melts in one's mouth. to correct [krrekt]. to budge [bac]. oyuk olmak 575 yüzünü gözünü oynatmak zihnini oynatmak oyuk olmak oyulgalamak oyulgamak oyulganmak oyulmak, kesilerek: yontarak: çukur oluşturarak: oyun etmek oyun yapmak (birisine) oyunbozanlık etmek, mızıkçılık etmek: bir işten tek taraflı caymak: Korkarım, orada oyunbozanlık edecektir. oyuna gelmek oyunlaştırmak to make a wry face [feys]. to go crazy [kreyzi], to be hollowed out. to baste [beyst]. to tack two pieces of cloth together, to be tacked [te:kt]. to be cut out. to be carved [ka:vd]. to be hollowed out. to play a trick on. to dupe [dyu:p], to be a spoilsport. to go back on one's word. I'm afraid he'll be a spoilsport there. to be deceived [diskvd]. to dramatize [dre:mitayz]. ödeme yapmak Hazine bir günde on trilyon ödeme yaptı. Bu proje için hiçbir ödeme yapamayız. ödemek, tediye etmek anlamında: Keşke o parayı ödeyebilsem. Hiçbir şey ödemek zorundu değilsiniz. Parayı kim ödeyecek? karşılık olarak: Parasını ödemişken, gelip almadı. Bunu ödeyeceksin! Bugün faturayı ödeyemeyeceğiz. Biz ne zamandan beri yemek için para ödüyoruz? itfa etmek anlamında: Bu fabrika kendini altı yılda öder. I birleşikler ve deyimler 1 Çıkmaz ayın son çarşambasında öderler. borcunu ödemek Eşinin borçlarını ödemek, beş yılını aldı. Borçlarını ödeyebileceklerini sanmam. Size borcumu nasıl ödeyeceğim? geri ödemek Son kuruşuna kadar hepsini geri ödedim. Bu borcu geri ödememiz, beş yılımızı alır. hayatıyla ödemek hesabı ödemek Hesabı kim ödeyecek? Herkes kendi hesabını ödeyecek. Hesabı ben ödeyeceğim. kefalet ödemek Kefaletini ödeyecek birini bulamadım. Birisi kefaletini ödemesi gerek. kefaretini ödemek Bir gün bunun kefaretini ödersin. peşinat ödemek Arabaya ne kadar peşinat ödememiz gerek? son kuruşuna kadar ödemek to pay out. The treasury paid out ten trillion in one day [trejtri]. to make a payment. We cannot make any payments for this project. to pay [pey]. / wish I could pay that money. You don't have to pay a thing. Who is paying? to pay for. He didn't come to take it, though he paid for it. You'll pay for this! (We shan't be able to meet the bill today). Since when do we pay for the food? to amortize [imodayz]. This factory will amortize itself in six years. They'll pay on the Greek Kalends. to pay one's debt [det]. It took her five years to pay up her husband's debts [hazbindz]. / don't think they'll be able to pay off their debts. Can I ever thank you enough? to pay back. I've paid back everything to the last penny. It'll take us five years to pay back the debt. to pay with one's life, to foot the bill. Who is going to foot the bill? (We'll go Dutch treat [dac tri:t]). (This is on me.) to bail out [beylaut], I couldn't find someone to bail him out. Someone has to bail you out. to expiate [ekspieyt]. (One day you'll suffer the consequences.) to pay down. How much shall we have to pay down on the car? to pay down to the last penny. ödenmek 578 taksitle ödemek Onu taksitle ödeyebilir miyim? tazminat ödemek zarar ziyanı ödemek ödenmek Maaşlarının dışında ödenen ek paradır. Parası ödendi mi? Ana ve hoca hakkı ödenmez. ödeşmek ödetmek Burada maaşlar haftalık ödenir. Her birine elli dolar ödendi. Şu insanlarla ödeşmenin zamanı geldi. Bunu ona mutlaka ödeteceğim. ödlek olmak ödüllendirmek ödüllendirilmek ödünlemek öfkelendirmek öfkelenmek, bilisine: Anladığıma göre, birisine öfkelenmiş. bir şeye: Söylediklerine öfkelendi. Öfkelenmenize gerek yok. Öfkelenmeye görsün. öfkeli olmak *öfkesi burnunda olmak öğmek=övnıek öğrenimini yapmak (bir şeyin) ticaret öğrenimi: tıp öğrenimi: öğrenilmek öğrenmek, bilgi edinmek anlamında: İnsan her yaşta öğrenebilir. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz. Herkes hatalarından bir şeyler öğrenmelidir. Ezberlemek, öğrenmek demek değildir, anlamak anlamında: Ne mal olduğunu yakında öğrenirsiniz. Yakında gerçeği öğreniriz. Kimin haklı olduğunu yakında öğreniriz. Gerçeği büyük bir şans eseri öğrendik. Gerçeği öğrenmenin bir yolu olmalı. haber almak anlamında: Ülkeyi terk ettiğini öğrendim. to pay by instalments [instodmints]. Can I pay it by instalments? to compensate [kompinseyt], to indemnify, to be paid [peyd]. It's extra money paid over and above the salary. Has it been paid for? Nothing can repay the debt one owes to one's mother and teacher. Wages are paid by the week here. They were paid fifty dollars each. to get even [i:vin]. It's time to get even with these people. to make smb pay for smth. I'm certainly going to make him pay for it. to be a coward [kawid], to award smb a prize [prayzj. to be rewarded [riwo:did]. to compensate [kompinseyt]. to anger [e:ngi], to get angry with. / gather he got angry with someone. to get angry at. He got angry at what you said [sed]. to lose one's temper [lu:z]. There is no need to lose your temper. Wait till she loses her temper. to be angry [e:ngri]. to be irascible [ire:sibil]. to study [stadi], to study business [biznis], to study medicine [medisin]. to be learned [lo:nt]. to learn [ld:n]. It's never too late to learn. It's not a shame not to know but it is a shame not to learn. Learn from cradle to grave [kreydil]. Everyone should learn from their mistakes. Memorizing doesn't mean learning. to know. You'll know soon what a scoundrel he is. We shall know the truth soon. to find out [fayndaut]. We'll find out soon who is right [rayt]. We found out the truth by pure luck [lak]. to learn. There must be some way to learn the truth. to get word. I've got word that he has left the country. öğretilmek 579 | birleşikler ve deyimler] Topalla gezen, aksamak öğrenir. Öğrenmenin yaşı olmaz. Sanatı ustadan görmeyen, öğrenmez. Akıllı insanların budalalardan öğreneceği çok şey var. araştırıp öğrenmek Gerçeği araştırıp öğrenmek zorundayız. ağzı yanarak öğrenmek dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmek ezbere öğrenmek ezberden öğrenmek Bunlar her şeyi ezberden öğreniyorlar. Hanya' yı Konya' yı öğrenmek içyüzünü öğrenmek Bu meselenin iç yüzünü öğrenmeliyiz. pratikten öğrenmek soruşturup öğrenmek yarım yamalak öğrenmek öğretilmek Çocuklara bir sürü saçma sapan şeyler öğretiliyor. öğretici olmak öğretmek Ona yazmasını kimse öğretmedi. Size otomobil kullanmayı kim öğretti? Neyin yanlış neyin doğru olduğunu bana öğretmeye kalkma. | birleşikler ve deyimler | akıl öğretmek Bana akıl öğretmeye kalkışma. Bu aklı onlara kim öğretti? Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin. itaat öğretmek öğretmenlik yapmak Artık öğretmenlik yapmak istemiyor. Bir zamanlar öğretmenlik yapmış. öğünmek=övünmek öğür olmak öğürleşmek öğürmek *öğüreceği gelmek öğürtlemek öğürtmek öğütlemek öğütmek Kendi ununu kendin öğüt. öğütülmek ökselemek, kuş tutmak için: tuzağa düşürmek anlamında: He who hangs around with bad companions will soon pick up their bad habits. It is never too late to learn. One learns a trade from a master. Wise people have a lot to learn from fools. to ascertain [e:siteyn]. We have to ascertain the truth. to leam to one's cost. to learn by bitter experience [ikspi:ryms]. to learn by heart [ha:t]. to learn parrot-fashion [pe:nt fe:§in]. They are learning everything parrot-fashion. to learn by bitter experience. to get to the bottom of [batim]. We must get to the bottom of this matter. to leam something from experience [ikspkryrns], to ascertain [e:siteyn]. to learn something perfunctorily [pifanktirili]. to be taught [to:t]. Children are taught a lot of rubbish. to be instructive, to teach [ti:c]. Nobody taught him to write [to:t]. Who has taught you to drive [drayv]? Don't try to teach me what is wrong and what is right. to tell smb what to do. Don't try to tell me what to do. to put ideas into one's head. Who put these ideas into their heads? to give smb advice [ldvays]. Ask a lazy person to do some work and you will get some advice. to teach (smb) obedience [oubkdyins], to teach. He doesn't want to teach any more. Apparently he did some teaching. to be familiar with [fimilyi]. to get familiar with each other, to retch. to feel disgusted [disgastid], to select. to make smb retch. to advise smb to do smth [ldvayz]. to grind [graynd]. Paddle your own canoe [kmu]. to be ground [graund]. to smear with bird lime [laym]. to ensnare [insne:]. öksürmek 580 Kişi, işi ile ölçülür. öksürmek *kuru kuru öksürmek öksürtmek öksürtücü olmak öksürüğü olmak öksürük olmak ölçmek *karış karış ölçmek *sözünü ölçmek *yüksükle ölçmek ölçülmek ölçülü olmak ölçümlemek ölçünmek ölçüşmek *boy ölçüşmek Bu konuda sizinle boy ölçüşemez. ölçüştürmek *boy ölçüştürmek Sizi onunla boy ölçüştürelim. ölçüsüz olmak, aşırı anlamında: gelişigüzel anlamında: yersiz anlamında: öldürmek, aşırı yormak anlamında: birinin hayatına son vermek: Neredeyse onu öldürüyordun. Onu içki öldürdü. Korkma, seni öldürmez. Bir gün onu kendi elimle öldüreceğim, soğan vs. için: yok olması anlamında: | birleşikler ve deyimler j Kabahat ölende mi, öldürende mi? kendini öldürmek öldüresiye dövmek *Olür müsün, öldürür müsün? taammüden adam öldürmek vakit öldürmek Vakit öldürmek için burada ne yapılır? vur deyince öldürmek zaman öldürmek öldürtmek öldürülmek öleyazmak ölmek Kendi öz kardeşleri tarafından öldürüldü. Bu çiçekler soğukta ölür. Ölmemize bıçak sırtı kalmıştı. Günün birinde hepimiz öleceğiz. Ha öldü, ha ölecek. Maalesef, bu alışkanlık zor ölüyor. Ölünceye kadar savaşacağız. to cough [kafj. to hack [he:k]. to make smb cough. to induce coughing [indyus]. to have a cough [kaf]. to catch a cough [ke:c] to measure [meji], to measure very carefully [ke:fuli]. to weigh one's words [wey]. to dole smth out by the thimbleful [doul]. to be measured [mejird], A man is measured by his deeds [di:dz]. to be balanced [bedmsf]. to reason [ri:zin]. to ponder smth at length [pondi]. to measure one another [me:ji]. to compete with smb [kimpkt]. (In this matter, he can't hold a candle to you.) to compare two things standing side by side. to match smb with another [me:}]. Let's match you up with him. to be immoderate [imodirit], to be haphazard [he:phe:zid]. to be out of place [pleys]. to tire to death [deth]. to ki l l . You nearly killed him. (He drank himself to death.) Don't be afraid, it won't kill you. One day, I'll kill her with my own hands. to saute [sote]. to destroy. (Sometimes it's the victim who is at fault.) to ki l l oneself, to beat to death. (This is an impossible situation.) to ki l l with premeditation [prime:ditey§m], to ki l l time. What do you do here to kill time? to carry things too far. to ki l l time. to have smb murdered. to be murdered [mo:did]. He was murdered by his own brothers. to almost die [day]. These flowers will die in the cold. We nearly all died. We shall all die one day. He may die any moment now [moumint]. Unfortunately, this habit dies hard. We shall fight to the death [deth]. ölmezleştirmek 581 | birleşikler ve deyimler] Ben isterim bacımdan, bacım ölür acından. Ölmek var, dönmek yok. Ölen ile gidenin dostu yok. Yatan hasta ölmez, eceli gelen ölür. Ölme eşeğim, ölme. Kör ölür, badem gözlü olur. Onun için ölmeyi göze alıyor. Kırk yıl kıran olmuş, eceli gelen ölmüş. Rakip ölsün de ne yüzden ölürse ölsün. Hangi dağda kurt öldü? açlıktan ölmek Bu insanlar açlıktan ölür. Binlerce kişi açlıktan ölürken. donarak ölmek düşüp ölmek eceliyle ölmek fücceten ölmek görevi başında ölmek kahrından ölmek kan kaybından ölmek kanserden ölmek korkudan ölecek gibi olmak ölesiye içmek ölmek üzere olmak pisi pisine ölmek savaşta ölmek soğuktan ölmek susuzluktan ölmek Neredeyse susuzluktan ölüyorduk. ölmezleştirmek ölmüş gibi yapmak ölü gibi yapmak ölü numarası yapmak Ayı yaklaşınca, ölü numarası yaptı. ölüm döşeğinde olmak ölümcül olmak ölümsüz olmak ölümsüzleştirmek ölünmek Uğrunda ölünebilecek bir dava. Ölenle birlikte ölünmez. ömre bedel olmak ömrü kısa olmak ömrü uzun olmak ömrü vefa etmemek Ömrünüz çok olsun! ömürlü olmak Ömürler olsun! Sizlere ömür. Tanrı ömürlü etsin. Bu ortaklık çok ömürlü olmadı. You're knocking at the wrong door for help. There is no turning back now. The absent are always in the wrong. People die not of illness but because their time has come. Well, how much longer shall we wait [weyt]. What was thought valueless will become valuable once lost [ve:lyu:bil]. He's ready to risk his life for it. It's the one whose time has come that dies. One should get rid of a rival by hook or by crook. Well, well, what a pleasant surprise [siprayz]. to die of hunger [hangi]. These people will die of hunger. to starve [sta:v]. When thousands of people are starving. to freeze to death [fri:z]. to drop dead [ded]. to die a natural death [ne:cnl]. to die a sudden death [sadin]. to die with one's boots on [bu:ts]. to die of a broken heart [ha:t]. to bleed to death [bli:d]. to die of cancer [ke:nsi]. to be scared to death [ske:d]. to drink to death [deth]. to be at the point of death. to die in vain [veyn]. to be killed in action [e:ksrn]. to be frozen to death [frouzm]. to die of thirst [thost]. We very nearly died of thirst [dayd]. to immortalize [imo:tilayz]. to play possum [posim]. to sham death [se:m]. to play possum. When the bear got near, he played possum. to be at death's bed. to be fatal [feytil]. to be immortal [imo:til]. to immortalize [imo:tilayz]. to die [day]. It's a cause to die for. After grieving the dead, life should go on. to be worth a life [layf]. to be short-lived. to be long-lived. not to live long enough to [inaf]. May you live long! to last a long time [taym]. May you live long! May you live long; he/she is dead. May your life be long. Their partnership did not last long. ömürsüz olmak 582 ömürsüz olmak ön ayak etmek ön ayak olmak Bu harekete kim ön ayak oluyor? öncelemek öncülük etmek önde olmak , önderlik etmek önemi olmak önemi olmamak Doğru olup olmamasının artık önemi yok. Bu gibi faktörlerin hiç önemi yok. Hiç önemi yok. önemli olmak O kadar önemli, mi? Bu, küçük çiftçiler için çok önemli. önemsemek Baban bu işi çok fazla önemsiyor. önemsememek önemsenmek önemsenmemek önemsiz olmak Bu olayı fazla önemsiyorsunuz. Onun sözlerini pek önemsemezdik. Bu olayı önemsemezsek, daha iyi olur. Önemsenecek bir olay değildir. Bunlar önemsiz mi? değersiz anlamında: önermek Mevki, oldukça önemsiz. Ne yapmamızı öneriyorsun? Durumumuzu düzeltmek için ne önerebilir? Ne yapmamızı öneriyorsunuz? Planda değişiklikler öneriyorum. öngörmek öngörülmek önlemek, engel olmak anlamında: Onun yayılmasını önlemek mümkün olmuyor. önüne geçmek anlamında: Bu ilaç, gribi önlüyormuş. Önlemek, tedavi etmekten daha iyi. meydan vermemek anlamında: Kazayı önleyebilirdiniz. daha başlangıçta önlemek: önlenmek önyargdı olmak Bana karşı daima önyargılı olmuştur. Bu plana karşı neden o kadar önyargılısın? to last a short time. to initiate [inisjeyt]. to be the initiator of [inisjeti]. Who is the initiator of this movement? to give smth priority [prayoriti]. to be in the vanguard [ve:nga:d]. to be ahead [thed]. to lead [li:d], to be of importance [impo:tms]. to be of no importance. Whether it's right or not is of no importance. Such factors are of no importance. (It doesn't matter in the least.) to be important. (Does it really matter so much?) It's of great importance for the small farmer. to take smth seriously [si:rytsli]. Your father is taking this matter too seriously. to attach importance [tte:ç]. You attach too much importance to this incident. to attach no importance to. We didn't attach too much importance to his remarks [ite:ç]. (It's better if we play down this incident.) to be considered important [kmsidid]. It's not anything of importance [impo:trns]. to be considered unimportant. to be unimportant. Are these unimportant? to be insignificant. The position is rather insignificant. to suggest [sicest]. What do you suggest we do? What can he suggest to improve our situation? to propose [pripouz]. What do you propose we do? I propose changes in the plan. to anticipate [eintisipeyt], to be foreseen [fo:si:n]. to check [çek]. It's not possible to check its spreading. to ward off [wo:d]. This drug is supposed to ward off the flu. to prevent. (Prevention is better than cure [kyu:]). to avoid [ivoyd]. You could have avoided the accident. to nip in the bud [bad], to be prevented. to be prejudiced against [precudisd]. He has always been prejudiced against me. to be biased [bayist]. Why are you so biased against the plan? öpmek 583 öpmek | birleşikler ve deyimler] Veren eli herkes öper. Öp babanın elini! Isıramadığın eli öp, başına koy. Bayram değil, seyran değil, eniştem beni neden öptü? ayağının altını öpmek Ayaklarının altını öpeyim! ayaklarını öpmek el öpmek Büyüklerin elini öpmek burada adettir. birinin ellerinden öpmek; O da ellerinizden öpüyor. el etek öpmek elini ayağını öpmek Elini ayağını öpeyim. etek öpmek gözlerinden öpmek Küçüklerin gözlerinden öperim. Çocukların gözlerinden öperim. Gözlerinden öperim. ölüsünü öpmek Yalansa, çocuğumun ölüsünü öpeyim. Yalan söylüyorsam, ölümü öp! Bunu yaparsan, ölümü öp! şap diye öpmek şap şap öpmek şapır şupur öpmek yanağından öpmek öptürmek öpülmek öpüşmek •birisiyle omuz öpüşmek ördürmek, duvar için: örgü için: saç için: birisine örgü işi yaptırmak: örf olmak örgütlemek örgütlendirilmek örgütlendirmek örgütlenmek örmek, duvar için: Buraya bir duvar örmemiz gerek. örgü için: Hiç durmadan bütün gün örerdi. saç için: Saçlarını ikiye ayırıp örerdi. | birleşikler ve deyimler] ağ örmek örümcek için: to kiss. A generous person is always loved [cemns]. What are we to do now? Kiss the hand you cannot bite [bayt]. There must be something behind all this. to beg of smb. / beg of you! to implore, to kiss smb's hand. It's the custom here to kiss the hands of the elders [kastim]. to greet [gri:t]. (He sends you his greetings.) to beg a favour [feyvi]. to implore. / implore you. to flatter. to send kind regards [riga:dz]. (Kind regards to the little ones.) (Remember me to the children.) (I send you my love.) to kiss smb's corpse [ko:ps]. (May my child die if it isn't true.) (I'll eat my hat if I'm lying [laying]). (7 beg of you not to do it.) to kiss with a smack [sme:k]. to kiss with a smacking sound [saund]. to smack. to kiss smb on the cheek [ci:k]. to let smb kiss. to be kissed [kist]. to kiss each other. to be social equals [i:kwilz]. to have smth built [bilt]. to have smth knitted [nitid]. to have smth braided [breydid]. to have smb knit smth. to be the common usage [yu:sicj. to organize [orginayz]. to be organized. to organize. to get organized [o:ginayzd], to put up. We have to put up a wall here [wo:l], to knit [nit]. She knitted constantly the whole day [ho:l]. to braid [breyd]. She braided her hair into two braids. to form a network, to spin a web. örnek olmak 584 başına çorap örmek (birinin) duvar örmek duvara tuğla örmek örgü örmek saçını örmek sökük örmek tuğla örrnek örnek olmak | birleşikler ve deyimleri Düğün dernek, hep bir örnek. i yi örnek olmak Başkalarına iyi örnek olmak zorundasınız. Başarımız, herkese iyi örnek olur. kötü örnek olmak örneklemek örneklendirmek örneksemek örselemek, yıpratmak anlamında: gücünü azaltmak anlamında: örselenmek örtbas etmek Başkan neden olayı örtbas etmek istesin? Skandali örtbas etmeye çok çalıştılar. örtmek, kapamak anlamında: gizlemek anlamında: Mal mel'aneti örter. üstüne bir şey koymak: *ayıbı örtmek Bir dirhem et bin ayıp örter. örttürmek örtülmek örtülü olmak, örtü için: kadın için: örtünmek, örtü için: kadın için: örülmek, dokunmak anlamında: duvar için: onarılmak anlamında: örgü için: saç için: örümceklenmek ötmek, kuşlar için: horoz için: çalgı için: Bu kuşlar ötmez. to plot against smb. to put up a wall. to lay bricks in a wall. to knit [nit]. to braid one's hair. to repair a rent [ripe:]. to lay bricks [ley], to be an example [igza:mpil]. It's always the same old thing. to set a good example. You have to set a good example to the others. Our success will set a good example to everyone. to set a bad example. to illustrate [ihstreyt]. to examplify [igze:mplifay]. to take smb as an example. to wear out [we:], to drain of strength [dreyn]. to be handled roughly [rafli]. to cover up [kavi]. Why should the president want to cover up the incident? to hush up [hasj. They have tried hard to hush up the scandal. to hide [hayd]. to conceal [kinsid], A man's wealth will conceal his sins. to cover [kavi]. to gloss over a flaw [flo:]. An ounce of flesh covers a lot of defects. to have smth covered. to be covered. to be covered. to be veiled [veyld]. to cover oneself with, to veil oneself. to be woven [wouvm]. to be built [bilt]. to be darned [da:nd]. to be knitted. to be braided [breydid]. to be covered with cobwebs. to sing. These birds don't sing. to crow. to sound [saund]. öttürmek 585 | birleşikler ve deyimler] Bir çöplükte iki horoz ötmez. Her horoz kendi çöplüğünde öter. Vakitsiz öten horozun başını keserler. borusu ötmek Burada onun borusu öter. cır cır ötmek, kuş için: kişi için: çın çm ötmek çıngır çıngır ötmek öttürmek, kuş için: horoz için: düdük vs için: yankı için: hoş konuşmak anlamında: Onun bildiği bir şey yok, sade öttürüyor. ötüşmek, kuşlar için: horoz için: övgülemek övgüye değer olmak övmek bir şeyden dolayı övmek: kendini övmek: Kendini öven, uzun bir konuşma yaptı. övülmek övünmek, iftihar etmek anlamında: Biz kültürümüzle ve tarihimizle daima övünüyoruz. Biz Türk olmakla övünüyoruz. Sen işinle övünmüyor musun? Övünülecek bir şey değil. abartmalı bir biçimde söz etmek: Övünmek gibi olmasın... Mezar taşı ile övünülmez. öykülemek öykünmek öz olmak özdeşlemek özdeşleşmek özdeşleştirmek özekleşmek özekleştirmek özelleşmek özelleştirmek özelleştirilmek Alet işler, el övünür. Az olsun, öz olsun. One master in a house is enough [inaf]. Every cock crows on his dunghill. A cock that crows untimely has its head cut off. to be influential [influwmsd]. (What he says goes here.) to chirp [co:p]. to babble [babil]. to make a ringing sound [saund]. to make a tinkling sound. to make a bird sing, to make a cock crow, to blow. to make (a place) ring. to talk through the hat. He doesn't know anything, he's just talking through his hat. to sing in unison [yu:nism], to crow in unison. to compliment [komplimint]. to be praiseworthy [preyzwothi]. to praise [preyz]. to praise smb for. to praise oneself. He made a long speech praising himself. to be praised [preyzd]. to take pride in [prayd]. We always take pride in our culture and history. (We pride ourselves in being Turks.) Don't you take pride in your work? to be proud of. This is not something to be proud of. to boast [boust]. Without wishing to boast but- One should not glorify oneself with one's ancestors [emsistiz]. People very often don't get any credit for the work they do. to narrate [ne:reyt]. to imitate [imiteyt], to be one's own. It's the quality that counts, not the quantity. to equate one thing with another [ikweyt]. to identify oneself with [aydentifay]. to equate. to converge [kinvox]. to converge. to get personalized [posme:layzd]. to privatize [prayvitayz]. to be privatized. özelliği olmak 586 özelliği olmak özendirmek Bu onun özelliğidir. Uluslar arasında anlaşmayı ve dostluğu özendirmeliyiz. özene bezene yapmak özenilmek t özenmek, iyi yapmaya çabalamak: benzemeye çalışmak: Tiyatroculuğa özendi. özetlemek Ne demek istediğimi özetlemeye çalışacağım. Bu hususları sonunda özetlemeyi unutma. Özetlemek gerekiyorsa, paramız yok. Olayı özetleyebilir misin? Bu tarz, 17. yüzyıla özgüdür. özetlenmek özgü olmak özgülemek özgülenmek özgün olmak özgünleşmek özgür olmak özgürleşmek özgürleştirmek özlemek, göreceği gelmek anlamında: Sizi özlüyorum. Sizi çok özleyeceğiz. hasretini çekmek: Hepimiz barışı çok özlüyorduk. can atmak anlamında: özlenmek özleşmek özleştirmek özlü olmak özümlemek özümlenmek özümsemek özürlü olmak, özrü olan için: kusuru olan için: sakat anlamında: özürsüz olmak özürsüz, pürüzsüz olmak to have a character of its own [ke:rikti]. This is its characteristic [ke:riktinstik]. to cause smb to emulate smb [emyuleyt]. We must promote understanding and friendship among all nations [neysmz]. to do smth with the greatest care [ke:]. to take pains to [peynz]. to take pains to. to try to emulate. She tried to become an actress [e:ktris]. to summarize [samirayz]. I'll try to summarize what I mean. to sum up [sam ap]. Don't forget to sum up these points at the end. (To put in a nutshell, we haven't the money.) (Could you give a brief account of the incident [tkaunt])? to be summarized [samrrayzd]. to be peculiar [pikyudi]. This style is peculiar to the 17th century. to devote [divout]. to be devoted to. to be original [iricmil]. to acquire originality [tkwayi]. to be free [fri:]. to become free. to liberate [librreyt]. to miss. I miss you all. We'll miss you a lot. to long for. We all longed for peace [pi:s], to yearn for [yo:n]. to acquire pith [lkwayi]. to be purified [pyunfayd]. to purify. to be substantial [sibste:n§il]. to assimilate [isimileyt]. to be assimilated, to assimilate. to have an excuse [ikskyu:s]. to be defective [difektiv]. to be handicapped [he:ndike:pt]. to be free from defect [difekt]. to be free from any defects. p paçavra etmek pahalanmak pahalı olmak Ucuzdur vardır illeti, pahalıdır vardır hikmeti. Ne ucuz ki, bu pahalı olmasın? Pahalıdır hikmeti var, ucuzdur illeti var. Pabuç pahalı. Astarı yüzünden pahalıdır. pahalılaşmak pahalıya mal olmak pahasına olmak (bir şeyin) Can pahasına olsa da. Ne pahasına olursa olsun. Her ne pahasına olursa olsun, gelecekler. pahlamak paket etmek paketlemek paketlenmek Bunlar paketlenmeden önce kontrol edilir. paklamak, temizlemek anlamında: Burasını daha paklamadık. Bunu ancak teneşir paklar. arıtmak anlamında: yiyip bitirmek anlamında: silip süpürmek anlamında: temize çıkarmak anlamında: işini bitirmek anlamında: palazla(n)mak, güçlenmek anlamında: gelişmek anlamında: semirmek anlamında: zenginleşmek anlamında: palazlaşmak pamuklanmak, küf bağlamak anlamında: kısa tüy için: panik içinde olmak Panik içinde olmanız için hiçbir neden yok. to make a mess of. to become expensive [ikspensiv]. to be expensive. There are good reasons why some goods are not cheap. Of course it's expensive, what is not? There is a good reason why some goods are cheap and others expensive. It's better not to press matters any further. The game is not worth the candle [ke:ndil]. to become expensive. to cost smb a lot. at the cost of [kost]. Even at the cost of one's life [layf]. At whatever cost. They'll come at any cost. to bevel [bevil]. to package [pe:kic]. to parcel up [pa:sil]. to be packaged [pe:kicd]. These are checked before being packaged. to clean [kli:n]. We haven't cleaned this place yet. to cleanse [klenz]. Only death can cleanse this. to purify [pyurifay]. to eat up. to use up [yu:zap]. to clear smb of an accusation [ikyu:zey§rn], to ki l l . to grow strong, to grow up. to grow fat. to get rich, to grow strong. to become covered with mold [mould], to become covered with fuzz [faz]. to panic [pe:nik]. There's no reason why you should panic. pansuman yapmak 588 pansuman yapmak para etmek, değeri olmak anlamında: ise yaramak anlamında: Bu çok para eder. Kaç para eder ki? para etmemek, değeri olmamak anlamında: işe yaramamak anlamında: Bunlar para etmez. *beş para etmemek Beş para etmez. *ciğeri beş para etmemek para yapmak para babası olmak parafe etmek paralamak | birleşikler ve deyimler] pabuç paralamak kendini paralamak Bunun için kendini paralamaya değmez. lügat paralamak paralanmak, zengin olmak anlamında: parça parça olmak: , didinmek anlamında: bir işte özen ve çaba göstermek: *içi paralanmak paralatmak paralelde olmak (aynı) paramparça etmek Arabayı tam anlamıyla paramparça ettiler. paramparça olmak Bardak düşüp, paramparça oldu. parası olmak istanbul'da bir daire alacak kadar param yok. Bende para namına bir şey yok. Param olduğu zaman öderim. parasında olmamak (işin) (Bu işin parasında değilim.) parasından (malından) olmak Bu işte az daha paramızdan oluyorduk. parasız olmak bedava anlamında: tik ve temel eğitim parasızdır. *beş parasız olmak parasız pulsuz olmak paravan yapmak (birisini) parça etmek parça parça etmek Polis arabayı parça parça etti. yırtarak: parçalayarak: Bu torbaları parça parça etmek zorundayız. to dress a wound [wund]. to be worth. This is worth a lot of money. to be of use [yu:s]. What's the use? to be worthless. to be in vain [veyn]. These are not worth anything. to be utterly worthless [atili]. (It's not worth a farthing.) to be despicable [despikibil]. to make money. to roll in money. to initial [inisil]. to tear to pieces [te:]. to put a lot of energy into a job [enici], to wear oneself out [we:]. It's not worth to wear oneself out for this. to use pedantic language [lemgwic], to get rich. to be torn to pieces [pksiz]. to strain oneself [streyn]. to put a lot of effort into a job [efit]. to be greatly upset [apset]. to make people wear themselves out. to run parallel. to tear to pieces [te:]. They literally tore the car to pieces [to:]. to be shattered to pieces [se:tird]. The glass fell and was shattered to pieces. to have money. (/ can't afford to buy a flat in Istanbul). I haven't any money. I'll pay when I've got some money. It's not the money that I care about. to lose one's money [lu:z]. We almost lost our money in this affair. to be penniless. to be free [fri:]. Elementary and fundamental education is free. to be broke [brouk]. to be penniless. to make smb one's front man. to tear to pieces [te:]. to break smth to pieces [breyk]. The police broke the car to pieces. to tear to pieces [pksiz]. to pull to pieces. We have to tear up all these bags. parça parça olmak 589 parça parça olmak parça durumunda olmak: parçalara ayrümak anlamında: | birleşikler ve deyimler | kalbi parça parça olmak Yüreğim parça parça oldu. Kaç parça olayım ki? Burnundan düşen bin parça. Bugün yüzünden düşen bin parça. parçalamak, birliği bozmak amacıyla: parçalara ayırmak anlamında: ufak parçalara...: yırtıp parça parça etmek: söküp parçalara ayırmak: keserek...: kaza ile paramparça etmek: tavuk vs için: cam için: atom için: *yüreğini parçalamak parçalanmak, parçalara ayrılmak: paramparça olmak: didinmek anlamında: gemi için: *içi parçalanmak İçim parçalanıyor. *kalbi/yüreği parçalanmak parçalatmak parıldamak Cam kapı güneşte parıldıyordu. Çocuğun gözleri sevinçten parıldıyordu. Elmas kolye boynunda parıldıyordu. parıldatmak park etmek parlak olmak *geleceği parlak olmak *yıldızı parlak olmak parlamak, ışık saçmak anlamında: alevlenmek anlamında: birdenbire öfkelenmek: ün kazanmak anlamında: at için: Uyandığımda güneş parlıyordu. Hiçbir neden yokken birden parlayıverdi. | birleşikler ve deyimler | gözleri parlamak par par parlamak panl parıl parlamak yıldızı parlamak to be in bits and pieces, to be broken to bits. to feel great pity. / felt a great pity. I can't possibly divide myself, can I? He is in a very bad mood [mu:d]. He is wearing a very sour face today. to break up [breyk ap]. to take to pieces. to tear to shreds [§redz]. to tear to pieces [te:]. to dismantle [disme:ntil]. to cut into pieces. to smash [sme:sj. to cut up. to shatter [se:h]. to split. to rend the heart [ha:t]. to go to pieces. to be smashed to pieces [sme:§t], to wear oneself out [we:], to break up. to make one's heart pain [peyn]. It makes my heart pain [ha:t]. to be deeply affected [lfektid]. to have smth pulled to pieces [puld], to gleam [gli:m]. The glass-door was gleaming in the sunshine. The child's eyes were gleaming with pleasure. to glitter. The diamond necklace glittered on her neck. to make smth gleam. to park [pa:k]. to be brilliant [brilyint]. to have a bright future [fyu:ci]. to be born under a lucky star [laki]. to shine [§ayn]. to blaze [bleyz], to flare up [fle:rap]. to shine, to bolt. The sun was shining when I woke up. He suddenly flared up for no reason. (for one's eyes) to shine with excitement, to shine brightly [braytli]. to gleam [gli:m]. to boom (as). parlatmak 590 parlatmak madeni nesneler için: parmağı olmak (bir şeyde) Müdürün bu işte parmağı olduğunu sanmıyorum. t Bu işin içinde başka kimin parmağı var? parmaklamak, parmakla yemek anlamında: parmakla dokunmak: kışkırtmak anlamında: parsellemek Araziyi parsellemeden satmak zor olacak. parsellenmek pasaklı olmak pasaparola etmek pasifleştirmek paslandırmak paslanmak, pas oluşmak anlamında: yeteneğini yitirmek: İyi çizemiyorum, paslandım. İşleyen demir paslanmaz. Kulaklarım paslandı. paslaşmak paslı olmak paspal olmak paspaslamak Hademe gelip yeri paspaslayacaktır. pastörize etmek pata gelmek pataklamak pataklanmak patavatsız olmak patırdamak patırdatmak Ayaklarını patırdatmadan yürü. patırtı etmek/yapmak Gecenin bu saatinde bu patırdı yapılmaz. patinaj yapmak, patenle kaymak: taşıt kayması için: patlamak, aniden ortaya çıkmak anlamında: balon, boru vs için: çıban vs için: dışarı fırlamak anlamında: infilak etmek anlamında: lastik için: mal olmak anlamında: Bu bize 50 milyona patlar. to polish. to burnish [boinisj. to have a hand in. / don't think the manager has a hand in this affair [tfe:]. to be involved in. Who else is involved in this? to eat with one's fingers. to finger. to incite [insayt]. to parcel out [pa:sil]. It'll be hard to sell the land without parcelling it out first. to be parcelled out. to be slovenly [slavmli]. to pass an order along through the ranks. to render passive [pe:siv]. to make smth rusty [rasti], to get rusty. to be out of practice [pre:ktis]. / can't draw well, I'm out of practice. An active person is a healthy person. I haven't heard any good music for some time. to pass the ball to one another, to be rusty [rasti]. to be slovenly, to mop up. The servant will mop up the floor in a moment. to pasteurize [pe:storayz]. to be tied [tayd]. to thrash. to be given a thrashing, to be tactless [te:ktlis]. to clatter [kle:ti]. to clatter. Walk without clattering your feet. to make a racket. You can't make that racket at this time of the night [nayt], to skate [skeyt]. to skid. to break out [breyk]. to burst [bo:st]. to burst open. to burst out. to explode [iksploud]. to burst. to cost [kost]. That will cost us 50 million [rnilyin]. patlatmak 591 öfkelenmek unluımndcı: sabırsızlık belirtmek için: Patlama! tüfek vs için: Tabanca birden elimde patladı. yarılıp açılmak anlamında: yiyip içmede: Biraz daha yersem, patlarım. \ birleşikler ve deyimler] Çatlasa da patlasa da. Göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar. başına patlamak bomba gibi patlamak Haber bomba gibi patladı. can sıkıntıdan patlamak kabak başına patlamak Kabak neden bizim başımıza patlasın? lağım patlamak lastiği patlamak ödü patlamak pahalıya patlamak Bu size çok pahalıya patlar. pat diye patlamak sıkıntıdan patlamak tabanları patlamak Tabanlarım patladı. top gibi patlamak patlatmak, kabarcık ve çıban için: patlamasına yol açmak: bir silahı ateşlemek: patlayıcı bir maddeyi ateşlemek: çok kızdırmak anlamında: tokat atmak anlamında: Şimdi patlatırım! |birleşikler ve deyimleri beyin patlatmak beynini patlatmak kafa patlatmak Bir çare bulmak için bütün gün kafa patlattık. mısır patlatmak ödünü patlatmak tokat patlatmak pay etmek payan olmamak payandalamak paydos etmek Artık saçmalığa paydos! Bugün bu kadar, artık paydos edelim. payı olmak (bir şeyde) payidar olmak paylamak paylanmak to flare up [fle:rap]. to be patient [pey§inf]. Be patient! to go off. Suddenly the pistol went off in my hand. to burst open/out. to burst [bo:st]. I'll burst if I eat some more. No matter what. Help that is delayed is of no use [yu:s]. to befall one [bifod], to create a great sensation [sensey§in]. The news created a great sensation [krieyt], to get bored to death [bo:d], to bear the blame for smth [be:]. Why should we bear the blame for it? to burst [bo:st]. to have a puncture [pankci]. to be scared to death [ske:rd]. to cost dearly. It will cost you dearly. to go bang [be:ng]. to get bored to death [deth]. to get tired from walking. (I'm too tired to walk any more.) to explode like a bomb [iksploud]. to burst [bo:st], to explode [iksploud]. to fire a weapon [we:pin]. to explode. to infuriate [infyurieyt]. to give smb a slap. (You'll get a punch in the face now!) to split one's brains on [breynz]. to blow smb's brains out. to rack one's brains [re:k]. We've been racking our brains the whole day to find a solution [silyu:§in]. to pop corn [ko:n]. to scare smb out of his/her wits [ske:]. to give smb a slap. to divide smth up [divayd]. to be unending. to prop up. to stop working. No more nonsense, please [nonsins]. That's enough for today, let's call it a day. to have a share [se:] in. to last forever, to scold [skould]. to be scolded. paylaşmak 592 paylaşılmak Paylaşılan dert, hafifleyen derttir. Onunla paylaşılacak kozum var. paylaşmak Paylaşırsak, kirayı kolay öderiz. Hiçbir şeyi paylaşmak zorunda değilim. ' Maalesef, parayı paylaştık. bir daireyi başkasıyla: Üç arkadaş bir daireyi paylaşıyoruz. | birleşikler ve deyimler | acılarını paylaşmak aynı görüşü paylaşmak aynı görüşü paylaşmamak Bu konuda sizinle aynı görüşü paylaşmıyor. duygularını paylaşmak (birinin) kozunu paylaşmak (biriyle) Kozunuzu paylaşınız. masrafları paylaşmak oda paylaşmak Odayı başka birisiyle paylaşmak zorundayım. üzüntülerini paylaşmak sırrını paylaşmak (biriyle) paylaştırmak, iki kişi arasında: ; ikiden fazla kişi için: parçalar için: Bunu eşit olarak paylaştırabilir misin? pazar etmek "Türkiye onlar için kârlı bir pazar oldu. *Pazar ola! pazarlamak pazarlaşmak pazarlık etmek Avrupalı turistler hiç pazarlık etmezdi. *çekişe çekişe pazarlık etmek Sizinkiler neden böyle çekişe çekişe pazarlık ederler. *sıkı pazarlık etmek Daima sıkı pazarlık eder. pazarlık yapmak Alışveriş yaparken pazarlık yapmazlar. *çetin bir pazarlık yapmak Çetin bir pazarlık yapmak zorundayız. Denizdeki balığın pazarlığı olmaz. peçelemek pehpehlemek pek olmak, sert anlamında: Yumuşak huylu atın çiftesi pek olur. dayanıklı anlamında: İnsan gülden nazik, taştan pektir. to be shared [se:rd]. A trouble shared is a trouble halved [ha:vd]. (I've a bone to pick with him.) to share [§e:]. If we share the rent we can easily pay it. I don't have to share anything. Unfortunately we have shared out the money. to double up [dabil ap]. Three of us double up in a flat. to feel sympathy for [simpithi]. to see eye to eye with [ay], to differ with. He differs with you in this respect. to sympathize with [simpithayz]. to settle accounts with [lkaunts]. Settle your differences yourselves. to split the cost, to room with. / have to room with somebody else. to sympathize with, to confide in [ktnfayd]. to divide between [divayd]. to divide among, to divide into. Could you divide this into equal parts? to bargain [ba:gm]. Turkey has become a lucrative market for them. Wish you good business [biznis]. to market. to settle a price [prays], to bargain [ba:gin]. The European tourist never used to bargain. to haggle [he:gil]. Why do your people haggle over prices so much? to bargain hard. He always bargains very hard. to bargain [ba:gin]. They don't bargain when shopping. to drive a hard bargain [drayv]. We have to drive a hard bargain. It's no use bargaining over fish one hasn't caught yet [ko:t]. to camouflage [ke:miflaj]. to flatter [fle:ti]. to be hard. It's the quiet man's anger that is the most dangerous [deyncms]. to be strong. Man is as delicate as a rose but as solid as a rock [delikit]. pekişmek 593 | birleşikler ve deyimler | ağzı pek olmak Onun ağzı pektir. arkası pek olmak başı pek olmak canı pek olmak eli pek olmak karnı pek, sırtı pek olmak Onun karnı tok, sırtı pektir. pek başlı olmak pek yürekli olmak pek yüzlü olmak sırtı pek olmak yüreği pek olmak pekişmek, güçlenmek anlamında: sertleşmek anlamında: pekiştirmek, güçlendirmek anlamında: sertleştirmek anlamında: yoğunlaştırmak anlamında: Bu, halklarımız arasındaki dostluğu pekiştirecektir. pekitmek pekleşmek, katılaşmak anlamında: güçlenmek anlamında: pekleştirmek - pekiştirmek pelteklemek peltekleşmek pelteleşmek, pelte kıvamını almak: yumuşamak ve gevşemek: pembeleşmek pençelemek, pençesiyle kapmak anlamında: pençe vurmak anlamında: ayakkabı için: pençelenmek ayakkabı için: pençeleşmek Bu insanlar her türlü zorluklarla pençeleşiyor. İki saat dalgalarla pençelleştik. pençeletmek pepelemek perçinlemek, perçinle tutturmak: güçlendirmek anlamında: perçinlenmek perçinleşmek perdah etmek, parlaklık vermek: ikinci traş için: to be discreet [diskrit]. He can keep a secret [si:krit], to have connections [kinek§ins]. to be obstinate [obstinit], to be tough [tafj. to be close fisted [klous], to be well fed and happy. He's well fed and well clad [kle:d]. to be obstinate [obstinit]. to be hard-hearted [ha.'tid]. to be brazen-faced [breyzin feyst]. to be warmly clad. to be fearless [fkrlis], to become strong, to harden [ha:din]. to strengthen, to harden, to intensify. This will strengthen the friendship between our two people. to reinforce [ridnfo.s]. to harden. to become strong. to lisp. to develop a lisp. to become jelly-like. to become flabby [fie:bi]. to turn pink. to seize [si:z]. to claw [klo:]. to sole [soul], to be clawed, to be soled. to grapple with [gre.pil]. These people are grappling with all sorts of difficulties [difikiltiz]. We grappled with the waves for two hours. to have a shoe soled [sould], to stammer [ste:mi]. to rivet. to clench [klenc]. to be riveted, to become strong. to give smth a polish. to shave one's beard a second time [sekmd]. perdahlamak 594 perdahlamak perdahlanmak perdelemek, perde ile örtmek: gizlemek anlamında: perdelenmek pergellemek, ı pergelle ölçmek: iyice düşünmek anlamında: perhiz yapmak Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu. perhizli olmak perişan etmek, düzenini bozmak anlamında: acınacak duruma getirmek: perişan olmak, dağınık anlamında: düzeni bozulmak anlamında: kederli olmak: perkitmek pervane olmak (birine) pervası olmamak pervasız olmak pes etmek, yenilgiyi kabul etmek: Sakın pes etme! Öyle pes edecek yapıda bir kişi değil, pes demek anlamında: Bu adamın pes edeceğine inanmıyorum. Pes doğrusu! pestil gibi olmak pestilleşmek peşin hükümlü olmak peşinde olmak Bu adam neyin peşinde? Onlar, çocuğun dev servetinin peşindeler. Bu adam paranın peşindedir. Bunlar eğlence peşindeler. | birleşikler ve deyimleri iltifat peşinde olmak külah peşinde olmak muzurluk peşinde olmak Bunlar bir muzurluk peşindeler. yaramazlık peşinde olmak peyda etmek, edinmek anlamında: ortaya çıkarmak anlamında: peyda olmak, oluşmak anlamında: ortaya çıkmak anlamında: peydahlamak *çocuk peydahlamak to burnish [bd:nisj. to be given a sheen [si:n]. to curtain [ko:tin]. to conceal [kinsid]. to be curtained. to measure with a pair of compasses [meji]. to consider all the angles [e:ngilz], to be on a diet [dayit]. One should practice what one preaches. to be on a diet. to scatter fskedi]. to make smb miserable [miznbil], to be scattered [skedid], to be in disarray [disirey]. to be desolate [desilit]. to reinforce [ri:info:s], to show great devotion to [divousin]. not to fear [fi : ]. to be fearless [fidis]. to give up. Don't ever give up. He is not the sort of person who gives up. to accept one's defeat. (/ don't believe this man will throw in the sponge.) This is the limit! to be worn out. to become dog-tired. to be prejudiced [precudist]. to be after. What is this man after? They are after the child's huge fortune. This man is after your money. to be out for. These people are out for some pleasure [pleji]. to fish for compliment [komplimint]. to try to get an important post [poust]. to be up to smth. These people are up to smth. to be bent on mischief [miscif]. to acquire [lkwayi]. to produce fprodyuts]. to come into existence [igzistms]. to appear [ipi:]. to pick up. (for unmarried women) to give birth fbo:th]. peydahlanmak 595 peydahlanmak, oıkıya çıkmak: oluşmak anlamımla: peylemek peylenmek peyleşmek peynirlenmek peynirleşmek pezevenklik etmek mecazi anlamda: pıhtılanmak pıhtılaşmak pıhtılaştırmak pıhtılatmak pır pır etmek. Lamba pır pır edip, söndü. pırıl pırıl olmak, çok ışıklı anlamında: çok temiz anlamında: Burası pırıl pırıl olmuş. pırıldamak pırlamak, kuş için: insan için: pırlanmak pırtlamak pısırık olmak, yüreksiz olmak anlamında: beceriksiz anlamında: pısırıklaşmak pıt olmak Etrafta pıt yoktu. pıtırdamak pıtırdatmak pıtırtı etmek piç etmek (bir işi) piç olmak, bozulmak anlamında: boşa gitmek anlamında: piçleşmek pike yapmak, bilardo için: uçak için: piknik yapmak piko yapmak pineklemek, uyuklamak anlamında: iş yapmadan oturmak anlamında: pinti olmak pintileşmek pirelendirmek pirelenmek, üzerinde pire olmak anlamında: kuşkulanmak anlamında: to crop up. to come into being, to pay a deposit on. to be set aside [isayd]. to seal a bargain [ba:gin]. to get cheesy [cr.zi]. to curdle [ko:dil]. to pimp. to play a dirty trick on. to become coagulated [koe:gyuleyt]. to clot. to clot. to cause to clot. to make a whirring sound [saund]. The lamp whirred and went out [wo:d]. to be shining [§ayning]. to be sparkling clean [kli:n]. This place has become sparkling clean. to glitter. to fly away with a whirr [wo:], to take to one's heels, to flutter and try to fly [flati]. to bulge out [bale]. to be fainthearted [feynthadid], to be incapable [inkeypibil]. to become fainthearted. there to be a sound [saund]. There wasn't a sound around. to make a pattering sound. to make smth patter [pe:ti]. to make a light tapping sound [layt], to spoil smth [spoyl]. to be spoiled. to be wasted [weystid]. to be ruined [ru:wind]. to make a masse shot [ma:se], to dive [dayv]. to have a picnic, to picot [piko]. to doze [douz]. to sit idly [aydli]. to be stingy [stinci]. to become stingy. to arouse smb's suspicions [sispismz]. to become infected with fleas [fli:z]. to get suspicious [sispigis]. pireyi deve yapmak 596 pireyi deve yapmak pis olmak, kirli anlamında: iğrenç anlamında: murdar anlamında: *pis boğaz olmak pislemek pislenmek pisletmek Amma da pistiler! Bu adam tam bir pis boğazdır. Köpek bile yediği kabı pislemez. Salonu kim pisletti? pişirilmek pişirmek, genel anlamda: fırında...: haşlayarak...: tavada...: deri için: komplo için: olgunlaştırmak anlamında: olmak anlamında: öğrenmek anlamında: seramik, tuğla vs. için: [ birleşikler ve deyimler | buğuda pişirmek ensesinde boza pişirmek fırında pişirmek rafadan pişirmek tepesinde boza pişirmek pişirtmek birisine bir şey...: pişkin olmak, yemek için: olmuş anlamında: olgun anlamında: tecrübeli anlamında: yüzsüz anlamında: pişkinlik etmek pişman etmek *anasından doğduğuna pişman etmek *geldiğine geleceğine pişman etmek Geldiğime geleceğime pişman ettiler. pişman olmak Orada geçirdiğim günlere pişman değilim. Bu karardan bir gün gelir pişman olacağız. *bin pişman olmak Soruyu sorduğuma, soracağıma bin pişman oldum. *doğduğuna pişman olmak pişmek, ateşte: Orada ne pişiyor? Bunlar yarı pişmiş. to make a mountain out of a molehill. to be dirty [do:ti]. to be filthy. to be unclean. Did they look dirty! to eat anything. This man will eat anything. to soil [soyil]. Even a dog will not soil the plate it eats from. to get dirty, to dirty. Who has dirtied the hall? to be cooked [kukt]. to cook [kuk]. to bake [beykj. to steam [sti:m]. to fry [fray], to irritate. to hatch a plot [he:?], to mature [mityu:]. to ripen [raypin]. to learn [lo:n]. to fire [fayi]. to stew [styu:]. to torment. to bake [beyk]. to soft-boil an egg. to make it rough for smb. to have smth cooked [kukt], to have smb cook smth. to be well-cooked. to be ripe [rayp]. to be mature [mityu:]. to be experienced [ikspkryinst]. to be brazen-faced [breyzin feyst], to brazen it out. to make smb regret. to make smb's life miserable [miznbil]. to give smb a hot reception [risepsm]. / received a very unpleasant reception. to regret doing smth. I don't regret the days I spent there. One day we'll regret this decision. to regret deeply [dipli]. / deeply regret having ever asked that question. to feel miserable [miznbil], to cook [kuk]. What's cooking in there? to be cooked [kukt]. These are half-cooked. pişirilmek 597 fırında: Bu, fırında pişmeli. Onları fırında pişmiş olarak istiyor. tuğla vs için: olgunlaşmak anlamında: meyve için: Armut piş, ağzıma düş. pişik oluşmak anlamında: konuyu öğrenmek anlamında: bir işte ustalık kazanmak: bunaltıcı sıcaklık duymak: Burada sıcaktan tam piştik. Bu güneşte saçaktan pişiyorum. pişirilmek piyasa etmek piyazlamak plân yapmak | birleşikler ve deyimler | arka plânda olmak birinci plânda olmak Bu konu birinci plandadır. geri plânda olmak ikinci plânda olmak plânlamak Yarın ne yapmayı planlıyorsun? pohpohlamak pohpohlanmak pompalamak kızıştırmak anlamında: pompalanmak ponksyon yapmak ponzalamak ponzalanmak popülarize etmek porsumak posalanmak posta etmek postalamak postalanmak Bunların postalanmalarını sağlayın. Postalanacak mektuplar var. Paket Londra'dan postalanmış. pot gelmek pot yapmak potlanmak poyrazlamak poz yapmak pörsüktü olmak pörsümek pratik yapmak pratikleşmek prensip sahibi olmak prezante etmek to be baked [beykt]. This should be baked. He wants them baked. to be fired, to mature [mityu:]. to ripen [raypin], (To expect things to fall to one's lap.) to be covered with rash [re:sj. to learn well. to acquire experience [ikspkryins]. to bake up. We are quite baked up with this heat. to broil [broyl], I'm broiling in the sun. to be cooked [kukt]. to walk about. to season meat [skzin]. to make a plan. to be in the background, to be of great importance. This matter is of importance. to play second fiddle [sekind]. to take a secondary place, to plan. What are you planning to do tomorrow? to flatter. to be flattered. to pump [pamp], to incite [insayt], to be pumped. to puncture [pankci]. to pumice [pamis]. to be rubbed with a piece of pumice. to popularize [popyulirayz]. to shrivel up. to deposit dregs [dipozit], to take smb to the police station. to mail [meyil]. to be posted. See that these are posted. There are some letters to be mailed. The parcel was posted from London [pa:sil]. to turn out badly. to be puckered [pakid]. to be in folds. to start blowing from the north-east. to put on an act. to be flaccid [fle.'ksid]. to become flaccid. to practise [pre:ktis]. to become practical [pre:ktikil]. to be a person of principle. to introduce smb to another. prezentabl olmak 598 prezentabl olmak problem olmak programlamak programlaştırmak propaganda yapmak protesto etmek prova etmek,, oyun için: elbise için: Prova etmeden satın alma. provasını yapmak (bir şeyin) Bugün gösterinin provasını yapacağız. puanlamak pudralamak puflamak *oflayıp puflamak *uflamak puflamak pul etmemek (bir) Altın yere düşerek pul olmaz. pullamak, pul yapıştırmak anlamında: pullarla süslemek anlamında: *allayrp pullamak *telleyip pullamak, çok övmek anlamında: süslemek anlamında: pullanmak, mektup için: pul pul olmak anlamında: pullu olmak, üzerine pul yapıştırılmış: üzerine pul işlenmiş: pulu olan: pusarmak pusatlandırmak pusatlanmak puslanmak pusmak, saklanmak anlamında: sis kaplamak anlamında: putlaşmak putlaştırmak püfkürmek püflemek, soğutmak için: söndürmek için: *üfleyip püflemek Birinci turdan sonra üfleyip püflemeye başladı. pürçeklenmek pürtüklenmek pürtüklü olmak pürüzlenmek, engebeli bir hal almak: güç bir duruma gelmek: to be presentable [prizentibil]. to become a problem. to program. to schedule [§edyu:l]. to propagandize [propige:ndayz]. to protest. to rehearse [rihb:s]. to try smth on. Don't buy it before trying it on. to have a dry run of. Today we'll have a dry run of the demonstration. to grade [greyd]. to powder. to puff [paf]. to puff and blow. to keep puffing. to be worthless [wo:thlis]. By falling in the mud, gold will lose nothing of its value. to affix a postage stamp [poustic]. to decorate with spangles [spe:ngilz], to over-decorate [dektreyt]. to praise extravagantly [preyz]. to adorn with jewellery and silver threads. to be stamped, to flake [fleyk]. to bear a stamp [be:]. to be spangled [spemgild]. to be scaly [skeyli]. to get misty. to arm. to be armed. to become misty. to crouch down [krauc]. to become misty. to be idolized [aydilayzd]. to idolize [aydtlayz]. to spray smth from one's mouth. to blow on. to blow out. to puff [paf]. She started puffing after the first lap [le:p]. to become curly [kd:li]. to become knobby [nobi]. to be full of knobs [nobz]. to get rough and shaggy [se:gi]. to be beset with difficulties [difikiltiz]. pürüzlü olmak 599 karışık bir duruma gelmek: ses için: pürüzlü olmak, engebe için: güç bir durum için: karışıklık için: ses için: pürüzsüz olmak düz anlamında: karışıklık için: püsküllendirmek karışık duruma getirmek: püskül takmak anlamında: püsküllü olmak, karışık anlamında: püskülü olan : püskürmek, ağzından savurmak anlamında: yanardağ için: | birleşikler ve deyimleri ateş püskürmek Seninki, bu sabah ateş püskürüyor. saldırıyı püskürmek püskürtmek, saldırı için: Türk ordusu tüm cephelerde düşmanlarını püskürtmüştü. Böyle azgın bir kalabalığı püskürtmek zor olur. fışkırtmak anlamında: çıkarmak anlamında: püskürtülmek pütürlenmek deri için: O soğukta derimiz pütürlendi. pütürlü olmak anlamında: pütürlü olmak pütür pütür olmak to get snagged up [sne:gd]. to get rugged [ragid]. to be rough [raf]. to be difficult, to be marked by snags, to be ragged. to be smooth [smu:th], to be free from snags [sne:gz], to complicate things [komplikeyt]. to attach a tassel [ite:c]. to be complicated. to be tasselled [te:sild]. to spray smth from one's mouth, spew out [spyu:]. to fume [fyu:m]. Your man is fuming this morning. to beat off an attack [bi:t]. to repel [ripel]. The Turkish army had repelled its enemies on all front. to drive back [drayv]. It will be hard to drive back such an unruly crowd. to spray. to spew out [spyu:]. to be beaten off [bi:tm], to chap [ce:p]. Our skin chapped in that cold. to get rugged [ragid]. to be rugged. to become rugged. R raddesine gelmek O sıcakta bayılma raddesine gelmişlerdi. rafine etmek rağbet etmek rağbet olmak (bir şeye) Ona büyük bir rağbet var. Böyle şeylere artık rağbet yok. Rağbet, güzel ile zenginedir. rağbeti olmak (bir şeye) rağbetli olmak Böyle şeylere hiç rağbeti yok. Bunun rağbetlisi yok. rağbetsiz olmak rağbette olmak rahat etmek Bu şapkalar bugünlerde çok rağbette. Böyle bir yerde rahat edemezler. Burada çok rahatım. Bu iş bitene kadar rahat edemeyeceğim. | birleşikler ve deyimler] Az söyleyen, rahat eder. içi rahat etmek Bu sapık yakalanana kadar içim rahat etmeyecektir. vicdanı rahat etmemek Bunun için vicdanım hiç rahat etmeyecek. rahat ettirmek Bu idman sizi biraz rahat ettirir. Misafirlerimizi rahat ettiriniz. Hiç de rahat değilim. Bu koltuk çok rahat. tedirginliği olmayan: Orada herkesle çok rahatmış. Ben burada çok rahatım. *içini rahat ettirmek rahat olmak koltuk vs için: to come near to. They came near to fainting in that heat. to refine [rifayn]. to desire [dizayt]. to be in demand [dima:nd]. There's a great demand for it. There is no demand for such things any more. Beauty and wealth are the two things that are always in demand. to have an inclination for [inklineysm]. He has no inclination for such things. to be in demand. There is no demand for. to feel no inclination for. to be in demand. (These hats are very popular nowadays.) to be at ease [i:z]. They can't be at ease in such a place [pleys]. to feel at home. I feel very much at home here. to rest. / won't be able to rest until this thing is finished [finigt]. Spare your words and spare the trouble. to feel at ease. / won't feel at ease until this pervert is caught [ko:t]. to be on one's conscience [konsins]. This will always be on my conscience. to relax [rile:ks]. This exercise will relax you a little. to make one feel at home. Make our guests feel at home [gests]. to set smb at ease [i:z]. to be at ease. / don't feel at ease at all. to be comfortable [kamfitibil]. This armchair is very comfortable. to be at home with. He's quite at home with everyone there. I feel at home here. rahatlamak 602 aldırma: anlamında: *içi rahat olmak rahatlamak, ferahlamak anlamında: Hepsinin hayatta olduğunu görünce rahatladım. Haberi duyunca çok rahatladık. dinlenmek anlamında: Rahatlayabilsem, çok iyi olacak. sancı vs.deıı sonra: İç bunu, rahatlarsın. | birleşikler ve deyimler | içi rahatlamak içini döküp rahatlamak içini döküp rahatlaman gerek. yüreği rahatlamak rahatlatmak, rahatlamasını sağlamak: Bu sizi çok rahatlatacak, huzuru sağlamak anlamında: ferahlamak anlamında: rahatsız etmek, rahatını bozmak anlamında: Namaz kılanları rahatsız etmeyiniz. ' Çalışıyorsa, lütfen rahatsız etmeyin. inşallah, sizi rahatsız etmiyorum. Toplantıda rahatsız edilmek istemiyor. Gürültünün, sizi fazla rahatsız etmeyeceğini ümit ederiz. huzurunu kaçırmak anlamında: Burada herkesi rahatsız ediyorsunuz. Bizi rahatsız etmeye hakları yok. dokunmak anlamında: Kahve ve çay beni rahatsız ediyor, ziyaret etmek anlamında: Yakında sizi rahatsız ederim, tedirgin etmek anlamında: Vicdanınız sizi rahatsız etmiyor mu? rahatsız olmak, rahatı bozulmak anlamında: Lütfen rahatsız olmayın, sağlığı bozulmak anlamında: Maalesef, bugün rahatsız, tedirgin olmak anlamında: Bu gibi toplantılarda rahatsız oluyor. Özellikle baban rahatsız olmuştu. rahatsızlanmak rahatsızlaşmak rahatsızlığı olmak Bir rahatsızlığınız mı var? rahmet etmek Allah gani gani rahmet etsin! to be easy going, to feel at ease about. to feel relieved [rili:vd]. / was relieved to see that they were all alive [llayv]. We were greatly relieved when we heard the news [nyu:z]. to relax [rile:ks]. It'll be a good thing if I could relax. to feel better. Drink this and you'll feel better. to breathe freely again [bri:th]. to get smth off one's chest. You should get it off your chest. to feel relieved [rilkvd]. to make smb feel better. This will make you feel much better. to put smb at ease [i:z]. to make smb feel relieved. to disturb [disto:b]. Do not disturb the people praying. Please don't disturb him if he's working. I hope I'm not disturbing you. He doesn't want to be disturbed at the meeting. to inconvenience [inkmvknyins]. We hope the noise will not inconvenience you too much. to disturb. You are disturbing everyone here. They have no right to disturb us. to upset [apset]. Coffee and tea upset me. to pay smb a visit [vizit]. I'll pay you a visit soon. to trouble. Doesn't your conscience trouble you? to be troubled [trabtld]. Please do not trouble yourself. to be indisposed [indispouzd]. Unfortunately he's indisposed today. to be i l l at ease [i:z]. He feels ill at ease at such meetings. Your father was particularly uneasy [ani:zi]. to be taken i l l [teykrn]. to feel unwell [anwel]. to feel i l l . Are you feeling ill? to have mercy [mosi]. May God rest his soul! rahmet eylemek 603 rahmet eylemek Allah rahmet eylesin! Canına rahmet! Müdürle bir randevum var. rahmetli olmak rakamlamak rakip olmak rakipsiz olmak raksetmek ram etmek ram olmak rampa etmek randevulaşmak randevusu olmak randımanlı olmak randımansız olmak rantabl olmak rapor etmek Herşeyi merkeze rapor etmelisiniz. raptetmek raptiyelemek raptiyelenmek raspa etmek raspalamak raspalanmak rast gelmek, tesadüfen rastlamak anlamında: Bu resime şans eseri rast geldim. Bugün değerli bir kitaba rast geldim. Bu Kur'an-ı Kerim'e bir sahafta rast geldim. hedefi bulmak anlamında: Körün taşı gibi rast geldi. Rast gele! rastlamak, karşılaşmak: Ona hiçbir yerde rastlamadım. Orada birinin cesedine rastladık. birine: Kongrede eski bir meslektaşa rastladım. İzmir'de aynı gruba rastladık. Bu fikri beğenen kimseye ben rastlamadım. Şimdiye kadar böyle bir şeye rastlamadım, tesadüf etmek anlamında: Bu dönem, İslamın yükseliş devrine rastlar. Bu tarih, açılış törenine rastlıyor. Bu yıl, Bayram, pazar gününe rastlıyor. * izine rastlamak *petrole rastlamak 2000 metrede petrole rastladılar. rastlanmak Her gün böyle bir fırsata rastlanmaz. to have mercy [mosi]. May God have mercy on him! Peace be on his soul! to pass away. to mark with numbers [nambiz]. to be a rival [rayvil]. to be unrivalled. to do the belly dance [dans]. to subjugate [sabcugeyt]. to yield [yi:ld] to smb. to sidle up to [saydil]. to make an appointment [lpoyntmint]. to have an appointment. I've got an appointment with the manager. to be productive. to be unproductive [anprodaktiv], to be profitable, to report. You should report everything to the centre. to attach [ite:cj. to thumbtack [thamte:k], to be fastened with a thumbtack. to scrape smth off [skreyp]. to scrape. to be cleaned of smth with a scraper. to come across [tkros]. I came across this painting by pure chance. I came across a valuable book today. to run upon. / ran upon this Koran in an old shop. to hit the mark. It's like the blind man's stone hitting the mark. Good luck! [gudlak] to come across [lkros]. / haven't come across it anywhere. We came across the corpse of a man there. to run into. / run into an old colleague at the congress. We ran into the same group in Izmir. (I haven't met anyone who liked that idea.) (I haven't seen anything like that before.) to coincide with [kowinsayd]. This period coincides with the rise of Islam. This date coincides with the opening ceremony. to fall on. The Feast will fall on a Sunday this year. to find trace of [treys]. to strike oil [strayk]. They struck oil at 2000 metres. to chance upon [jams]. You don't chance upon such an opportunity every day [opityu:niti]. rastlantı olmak 604 Bu gibi insanlara hâlâ rastlanıyor. rastlantı olmak rastlaşmak, birbirine rastlamak: üst üste gelmek: rastlatmak ! rasyonel olmak razı etmek, bir şeye razı etmek: bir şey yapmaya razı etmek: razı olmak, kabul etmek anlamında: Alan razı, satan razı. Kimse buna razı olmaz. Evliliğine hiçbir zaman razı olmayacak. Razı olacağını sanmıyorum. benimsemek anlamında: Sonuca razı olacağız. bir şey yapmaya: bir şeyle yetinmek anlamında: Allah'ın bize bahşettiğine razıyız. Alan razı, satan razı. Hiç yoktansa, azına razı olacağız. Hiç yoktansa, ona da razıyız. | birleşikler ve deyimler] dünden razı olmak Onlar kalmaya dünden razı. Allah razı olsun! Allah sizden razı olsun! Sahibi razı olur, tellâl razı olmaz. Ölüyü gören, hastalığa razı olur. realist olmak recmetmek reddetmek, geri çevirmek anlamında: Böyle bir teklifi nasıl reddederler? Ya onları görmeyi reddederse? Teklifi reddedecek kadar aptal mı bunlar? Reddedeceklerinden emindim. kabul etmemek anlamında: Sorumluluğu kesinlikle reddediyor. yalanlamak anlamında: dava için: Hakimin, davayı reddedeceğinden emindim. to find. You'll still find such people. to be a coincidence [kowinsidms]. to meet each other, to coincide [kowinsayd]. to make smth coincide with, to be rational [re:siml]. to get smb to agree to smth. to get smb to do smth. to agree to [lgri]. Since the buyer and the seller agree, it's nobody's business [biznis], to consent to [kmsent]. No one is going to consent to that. He'll never consent to her marriage [me:ric]. I don't think he'll consent. to reconcile oneself to [rekinsayl]. We have to reconcile ourselves to the outcome. to be willing to do smth. to be contented with [kmtentid]. We are contented with what God has alloted. Since those concerned are content, it's nobody's concern [kinso:n]. It's better to be contented with a little than gel nothing. (It's better than nothing.) to be only too glad to. They are only too glad to stay. Thank you so much! May God be pleased with you [pli:zd]/ The owner is willing but the broker is not. To avert a major loss one will consent to suffer a minor one [mayni]. to be a realist. to stone smb to death [deth]. to decline [diklayn]. How can they decline such an offer? What if he declines to see them? to turn down. Are they so stupid as to turn down the offer? to refuse [rifyu:z]. / was sure they would refuse [so:]. to reject [ricekt]. He emphatically rejects any responsibility. to deny [dinay]. to dismiss. / was certain the judge would dismiss the case [keys]. refakat etmek 605 *evlatlıktan reddetmek Kendi öz oğlunu reddetmiştir. *suçu reddetmek refakat etmek Birinin size refakat etmesini istiyor musunuz? müzik için: refakatında olmak (birinin) refetmek reform yapmak refüze etmek refüze olmak rehberlik etmek gezdirmek anlamında: Size biraz rehberlik edeyim. rehin etmek rehinde olmak reislik etmek rejim yapmak rekabet etmek Siz hâlâ rejim yapıyor musunuz? Tekstilde onlarla rekabet edemeyiz. Burada ucuz yerli ürünlerle rekabet etmek zorundayız. Japonlarla rekabet etmek o kadar kolay değil. Bu piyasalarda rekabet edecek duruma gelmeliyiz. reklâmını yapmak rekzetmek rencide etmek rencide olmak rendelemek rendelenmek renk renk olmak renklemek renklendirmek, renk için: neşelendirmek anlamında: renklenmek, renkli duruma gelmek: canlılık kazanmak anlamında: renk almak anlamında: renkli olmak resim yapmak, karakalem ile: boya ile: bir modele bakarak: resimlemek resimlendirmek resmetmek, resmini yapmak anlamında: dile getirmek anlamında: resmi olmak, devletle ilgili: to disown [disoun]. He has disowned his own son. to plead not guilty [pli:dj. to accompany [lkampmi]. Do you want someone to accompany you? to accompany. to be accompanied by. to remove [rimu:v]. to reform [rifo:m]. to turn down [to:n], to be turned down. to guide [gayd]. to show around. Let me show you around. to give smth as security [sikyu:riti]. to be in pledge [plec]. to act as chairman. to diet, to be on a diet [dayit]. Are you still dieting? to compete [kimpkt]. We can't compete with them in the textile market [tekstayl]. We have to compete with cheap locally produced products [prodyu:st]. It's not so easy to compete against the Japanese [ce:pini:z]. We have to become competitive in these markets. to advertise [e:dvitayz]. to set up. to hurt smb's feelings, to be offended, to plane [pleyn]. to be planed [pleynd], to change colour [kali], to colour. to add colour to. to enliven [inlayvin]. to become colourful [kahful]. to take a lively note [nout]. to get colour, to be coloured. to draw [dro]. to paint [peynt], to draw from life [layf]. to illustrate [ihstreyt]. to illustrate. to draw. to depict [dipikt], to be official [ifi§il]. resmileştirmek 606 .senli benli olmayan: O, yabancılarla daima çok resmidir. *-nın resmidir İflas edeceğimizin resmidir. resmileştirmek restore etmek reşit olmak '• Reşit olunca büyük bir servete kavuşacak. Türkiye'de kaç yaşında reşit olunur? revaçta olmak Kızların hiçbiri reşit değildi. Bugünlerde bunlar çok revaçta. revalüasyon yapmak revan olmak reverans yapmak revize etmek revizyon yapmak, yeniden gözden geçirmek: tamir için: rezelemek rezelenmek rezervasyon yapmak Rezervasyonları kim yapıyor? rezervasyon yaptırmak Rezervasyon yaptırmak ister misiniz? rezil etmek Hepimizi rezil ettin, *kendini rezil etmek Kendini aleme rezil etti. Kişiyi vezir eden de karısı, rezil eden de. rezil olmak *Bu bir rezalettir. Hepimiz tamamen rezil olduk. *parasıyla rezil olmak *rezil rüsva olmak rızası olmak Rızası olmadan bu iş olmaz. Allah rızası için. riayet etmek Burada herkes kurallara riayet eder. İtilâf Devletleri anlaşma hükümlerine riayete lüzum görmüyordu. Burada trafik kurallarına riayet eden yok. •talimatlara riayet etmek Çalıştırmadan önce, lütfen talimatlara harfiyen riayet ediniz. *teklif tekellüfe riayet etmek to be formal [fo:md]. She is always very formal with strangers. to be certain [so:tin]. That we shall go bankrupt is certain. to give smth an official character [ke:rikti]. to restore [risto:]. to come of age [eye]. She'll inherit a huge fortune when she comes of age. At what age does one become major [meyct] in Turkey [to:ki]? to reach one's majority [mtcoriti]. None of the girls had reached their majority. to be in demand [dima:nd]. These are in great demand nowadays [nawideyz.]. to revalue [ri:ve:lyu], to flow. to curtsey [ko:tsi]. to revise [rivayz]. to revise. to overhaul [ouvthod]. to latch [le:c]. to be latched [le:ct]. to make a reservation [reziveyfin]. Who is making the reservations? to make a reservation. Would you like to make a reservation? to disgrace [disgreys]. You have disgraced us all. to make a fool of oneself. He has publkly made a fool of himself. A wife can both make or break a man. to be disgraced [disgreyst]. It's a disgrace. to be humiliated [hyu:miliyeytid]. We felt completely humiliated. not to get one's money worth. to be publicly disgraced [pablikli]. to approve [ipru:v]. It's not possible without his approval. For the love of God. to conform to [kinfo:m]. Here, everyone conforms to the rules. to respect [rispekt]. The Entente Powers did not consider it necessary to respect the treaty. to observe [tbzo:v]. No one observes the traffic rules here. to follow the instructions [instraksmz]. Please follow the instructions to the letter before operating. to stand on ceremony. riayetsizlik etmek 607 riayetsizlik etmek, saygısızlık anlamında: uymazlık anlamında: rica etmek, bir şeyi: birinden bir şey yapmasını: Bir rapor sunmalarım rica ettim. Rica ederim, onları dinleyiniz. Burayı terk etmenizi rica edeceğim. Sigara içmemesini rica ederim. [ birleşikler ve deyimler) Geniş bir tabak rica edeceğim. Biraz su rica etsem. Üzerine biraz sos rica edeceğim. Rica ederim! rica olunmak Ziyaretçilerin gemiden ayrılmaları rica olunur. Yolcuların üst geçidi kullanmaları rica olunur. ricası olmak Bir ricası var. Sizden bir ricam var. Son bir ricam daha olacak. ricat etmek rimellenmek riske etmek rivayet etmek rivayet olunmak Rivayet olunur ki, kocasını zehirlemiştir. riyakâr olmak riyakârlık etmek riyaset etmek robotlaşmak robotlaştırmak roda etmek rodaj etmek, motor için: rodaj tozu için: rol yapmak Bana aptal rolü yapma. *ölü rolü yapmak *bir şeyde rolü olmak romanlaştırmak romantize etmek röportaj yapmak rötar yapmak rötarlı olmak rötuş etmek ruganlamak ruh hastası olmak ruhlanmak ruhsuz olmak to show disrespect. not to conform [ktnfo:m], to request smth [rikwest]. to request smb to do smth. I requested them to submit a report [ripod], to beg. / beg of you to listen to them. to ask. / shall have to ask you to leave [li:v]. Could you ask her not to smoke? May I have a large plate [pleyt]? Could I have some water? I'd like some sauce over it [so:s]. Please! (Don't mention it [mensm].) to be requested [rikwestid]. Visitors are requested to leave ship. Passengers are requested to use the overpass [ouvipa:s]. to have a request. He has a request to make. (Will you do me a favour [feyvi])? / have one more request. to retreat [ritriit]. to put on mascara [mesken]. to risk. to relate [rileyt]. to be rumoured [ru:mid]. Rumour has it that she poisoned her husband. to be a hypocrite [hipokrit]. to dissimulate [disimuleyt]. to preside [prizayd]. to act like a robot [roubot]. to turn into robots. to coil [koyd]. to break in. to grind in [graynd], to act [e:kt]. Don't start acting the fool. to play possum [posim]. to have a part in. to convert into a novel [novil]. to romanticize [roume:ntisayz]. to interview [intivyu:]. to fall behind schedule [sedyud]. to be behind schedule. to retouch [ridac]. to give (leather) a high polish. to be mentally i l l . to become animated [e:nimeytid], to be lifeless [layflis]. rutubetlendirmek 608 rutubetlendirmek rutubetlenmek rutubetli olmak rücu etmek, geri dönmek anlamında: caymak anlamında: sözünü geri almak anlamında: rükû etmek rüyet etmek rüzgârlanmak, esmeye başlamak anlamında: yele karşı durmak: to humidify [hyu:midifay]. to get damp. to be damp [de:mp]. to return [rito:n]. to go back on. to retract one's word [ritre:kt]. to bow down (in prayer), to examine [igze:min]. to get windy. to expose oneself to the wind [ikspouz]. s *Sabah ola, hayır ola! sabahı etmek sabahlamak sabahlatmak sabıkalı olmak sabıkası olmak sabırlı olmak Bu adamın beş sabıkası var. Sabırlı olup bekleyelim. Gelecek sefer bu kadar sabırlı olmayacak, birisine karşı: sabırsız olmak sabırsızlanmak Bunlar, gecikme uzayınca sabırsızlanıyorlar. Bu ülkenin gençleri sabırsızlanıyor. bir şey yapmak için: İşe başlamak için sabırsızlanıyor. Takımda oynamak için sabırsızlanıyorlar. sabit olmak, değişmez anlamında: *sabit fikirli olmak kesin olarak belli olmak: sabitleşmek sabitleştirmek sabotaj yapmak sabote etmek sabretmek Ya sabır! sabunlamak köpük için: sabunlanmak sabunlaşmak sabunlaştırmak saç saça baş başa gelmek saçaklanmak saçalamak saçalanmak saçı kılmak saçık olmak (açık) Sleep on it. to sit up all night [nayt]. to stay awake all night [tweyk]. to make smb stay awake all night. to be a past offender [tfendi]. to have a previous conviction [kinviksm]. This man has five previous convictions. to be patient [peystnt]. Let's be patient and wait [weyt]. He won't be so patient next time. to have patience with [peygtns]. to be impatient. to get impatient [impey§mt]. They are getting impatient at the long delay. to grow impatient. The young in this country are growing impatient. to be impatient to do smth. He is impatient to start working. to look forward to [fo:wid]. They are looking forward to playing in the team. to be fixed [fikst]. to have fixed ideas [aydiyiz]. to be confirmed [ktnfd:md]. to become stable [steybil], to stabilize [ste:bilayz], to sabotage [se:btta:j]. to sabotage. to show patience [peysms]. O Lord give me patience. to wash with soap [soup]. to lather [legthi]. to soap oneself. to turn into soap. to saponify [siponifay]. to come to blows [blouz], to become frayed [freyd]. to scatter [skedi]. to be scattered. to scatter coins/candy. to be indecent [indi.smt]. saçılmak 610 saçılmak, dağılmak anlamında: giyim için: Her şey yere saçılmıştı. [birleşikler ve deyimler] açdıp saçdmak dökülüp saçılmak, gereğinden fazla harcamak: içindekini söylemek: saçını yapmak saçını yaptırmak birisine yaptırmak saçını süpürge etmek saçları iki türlü olmak saçıştırmak, azar azar saçmak anlamında: rasgele saçmak: saçma olmak saçmak Bu çok saçma.' Tuzu yola saçmamız gerek. Bahçeye biraz kum saçınız. [birleşikler ve deyimler] ateş saçmak dehşet saçmak fesat tohumları saçmak ışık saçmak kıvılcım saçmak korku saçmak nükte saçmak yaraya tuz saçmak saçmalamak Saçmalama! Saçmalıyorsun. Bozan (böyle) saçmalar. sadakatsiz olmak sadede gelmek Lâfı ağzında gevelemeyi bırak, sadede gel. Lütfen sadede gelelim. sadeleşmek dil için: sadeleştirmek dil vs için: sadık olmak Ülkelerine daima sadık olmuşlardır. sadır olmak saf olmak, sıra olmak anlamında: katıksız anlamında: kolayca aldatılan: saf dışı etmek saf dışı olmak to be scattered, to dress indecently. Everything was scattered on the floor [flo:]. to be immodestly dressed [drest]. to spend lavishly. to unburden oneself [anbb:din]. to do one's hair [he:]. to have one's hair done [dan]. to have smb do one's hair. to work unselfishly. to get old. to strew in small amount [imaunt]. to scatter [ske:ti]. to be absurd [ibso:d]. This is quite absurd. to scatter [ske:ti]. We must scatter the salt on the road. to sprinkle. Sprinkle the garden with some sand. to spit fire [fayi]. to strike terror [strayk]. to sow the seeds of sedition [sidigm]. to radiate [reydieyt]. to throw out sparks. to spread terror [ten]. to make witty remarks. to add fuel to the flame [fyuwil], to talk nonsense [nonsins], (Don't be silly). (You're being foolish). Sometimes he does talk nonsense. to be unfaithful [anfeythful], to come to the point [poynt]. Come to the point and stop beating about the bush. Let's come to the point, please. to be simplified [simplifayd], to become pure. to simplify. to purify [pyurifay]. to be loyal. They have always been loyal to their country. to emerge [imd'.c]. to form a line [layn]. to be pure [pyu:]. to be naive [na:i:v]. to put out of action [e:ksm]. to be out of action. safa olmak 611 safa olmak safsatalamak sağ olmak Sofalar olsun! Başınız sağ olsun. Başın sağ olsuna gitmiştik. Sağ olun! Hatırlattığın için sağ ol! Sağ olsun! (sitem anlamında) Sağ olsun, yerinde olsun. Sağ olsun da, dağ ardında olsun. Canın sağ olsun! Siz sağ olun! sağ salim olmak Tüm yolcular sağ salim. sağ yapmak sağalmak sağaltmak sağdırmak, bal için: bu işi bilisine yaptırmak: süt için: birisine yaptırmak: yumak için: sağgörülü olmak sağgörüsüz olmak sağı solu olmamak Eşiniz sağ salim. sağılmak, Bu adamın sağı solu yok. inek vs için: yılan için: kumaş için: yumak için: aldatılıp parası alınmak: sağır etmek sağır olmak, işitmeyen biri için: Hem sağır hem sığırdır. sağır duruma gelmek: ses için: ısı için: *sağır ve dilsiz olmak *bir kulağı sağır olmak (mecazî) sağırlaşmak sağırlaştırmak sağlam olmak, dayanıklı anlamında: güvenilir anlamında: Bu adam sağlam ayakkabı değil, sağlıklı anlamında: zarar görmemiş anlamında: *diline sağlam olmak to enjoy oneself [injoy]. Enjoy yourself! to use sophistry [sofi§tri]. to be alive [tlayv]. My sincere condolences [kindoulmsiz]. We paid a visit of condolences. Thanks a lot! Thank you for reminding me! Bless her! I wish him well though I have no wish to see him. May he remain well but remain far away from eyesight also. Don't you worry! It doesn't matter! to be safe and sound [seyf]. All the passengers are safe and sound. to be alive and well [dayv]. Your husband is well and alive [hazbmd]. to steer to the right [rayt]. to get well. to cure [kyu:]. to have the honey taken from the beehive. to have smb take the honey [hani]. to have (a cow) milked. to have smb milk (a cow). to have threads unravelled. to be foresighted [fo:saytid]. to be devoid of foresight. to be unpredictable [anprediktibil]. This man is utterly unpredictable [atilij. to be milked. to uncoil itself [ankoyl]. to be frayed. to be unravelled. to be fleeced [flkst]. to deafen [defin]. to be deaf. (He's obstinate as well as stupid.) to go deaf. to have a dull sound [dal]. to have a low conductivity of heat [hid]. to be deaf and dumb [dam]. to shut one's eyes to an offence [lfens]. to grow deaf [def], to deafen [defin]. to be strong. to be reliable [rilayibd]. (/ wouldn't trust that man.) to be healthy [helthi]. to be intact. to be discreet [diskrid]. sağlamak 612 sağlamak, birinin bir şev sapmasını...: Teklifi kabul etmesini sağlayabilir misin? Size yardım etmelerini neden sağlamıyorsun? Haplarını almasını kim sağlayacak? Bana iki tane sağlaman acaba mümkün mü? bir işin yapılmasını...: Açılış için her şeyin hazır olmasını sağlayacağım. Postalamalarını sağlarım. Bize bunu acaba sağlayabilir misiniz? temin etmek anlamında: İhtiyacınız olan her şeyi sağlayabiliriz. İşçilere güvenli bir çalışma ortamı sağlamalıyız. Örgütlere silah ve cephane sağladılar. Gerekli parayı sağlayabiliriz. Bu vakıf fakirlere yiyecek sağlar. bir taşıtın sağına girmek: elde etmek anlamında: Hazinenin dönmesini sağlamak için mümkün olan her şey yapılacaktır. Amacımız ulusal sınırlarımız içinde toprak bütünlüğümüzü sağlamaktı. Bu, sakin bir gece geçirmeni sağlayacaktır. Bu, sabit bir akış sağlıyor. Festivale katılmamızı sağlayacaktır. Doğru dürüst paketlenmesini sağlar mısın? Bu, ne kadar para sağlayacaktır? | birleşikler ve deyimler | ahenk sağlamak anlaşma sağlamak Hiçbir şey üzerinde anlaşma sağlayamadık. asayişi sağlamak avantaj sağlamak Onlara karşı bize avantaj sağlayacaktır. Bütün bunlar bize ne avantaj sağlar ki? Bu yeni sistemin, bize avantaj sağlaması gerek. Bu meslek bir çok avantaj sağlıyor. basan sağlamak Devamlı bir çaba, daima basan sağlar. Başarı sağlayacaklannı sanmam. Yarışmada üstün basan sağlamanızı dilerim. to get smb to do smth. Could you get him to accept the offer? Why don't you get them to help you? Who is going to get him to take his pills? I wonder if you could get me two. to see to it that. I'll see to it that everything is ready for the opening [redi]. I'll see to it that they are posted. to arrange [ireync]. / wonder if you could arrange it for us. to provide [pnvayd]. We can provide you with everything you need. We have to provide a safe working condition for the workers [kmdisin]. to supply [siplay]. They supplied arms and munitions to the organizations [myu:nismz]. (We can put up the money required [rikwaytd]). This foundation supplies the poor. to pass a car on the right side [sayd]. to secure [sikyu:]. Everything possible will be done to secure the return of the treasure [trejt]. Our aim was to secure the integrity of our territory within the national frontier. to enable smb to. It will enable you to spend a calm night. to ensure [insu:]. It ensures a steady flow. It will ensure our participation in the festival [padisipeysm]. to make sure [su:]. Will you make sure it's properly packed? (How much money will it bring in?) to establish harmony, to agree [lgri:]. We couldn't agree on anything. to secure peace and order [sikyu:]. to give an advantage [tdvantic]. It'll give us an advantage over them. to derive an advantage [dirayv]. What advantage could we derive from all this? to be to one's advantage. This new system should be to our advantage. (This profession offers many advantages.) to ensure success [stkses]. A sustained effort always ensures success. to achieve success [içi:v]. / don't think they'll achieve any success. My best wishes for success in the competition. sağlamlamak 613 barış sağlamak Barışı sağlamak için çok çalıştı. beraberlik sağlamak (maç için) can ve mal güvenliği sağlamak Hükümetin aldığı önlemler can ve mal güvenliği sağlamamıştır. çıkar sağlamak Bu insanlar kişisel çıkar sağlamak için dini araç olarak kullanıyorlar. dengeyi sağlamak destek sağlamak, bir şeye...: birinin desteğini...: Gayeleri generallerin desteğini sağlamaktı. disiplini sağlamak düzeni sağlamak geçimini sağlamak Bu şartlar altında geçimini sağlamak imkansız. Bu adam hâlâ kendi geçimini sağlayamıyor. kâr sağlamak kazanç sağlamak (bir şeyden) olanak sağlamak uyum sağlamak yarar sağlamak (bir şeyden) yardımını sağlamak (birinin) sağlamlamak, sağlam bir duruma getirmek: doğru olduğunu kanıtlamak: sağlamlaşmak sağlamlaştırmak Durumunu sağlamlaştırmaya çalışıyor. sağlanmak=sağlamak Bunlar nereden sağlanabilir? Şehirde asayiş yeniden sağlandı. * sağlık... Sağlık olsun! Her işin başı sağlıktır. Elinize sağlık! Sonrası, sağlık! Üstüme iyilik sağlık! Ötesi, can sağlığı. Bundan iyisi, can sağlığı. Sağlığınıza! sağlıklı olmak sağmak, süt için: Sen ağa, ben ağa, ineği kim sağa? bal için: yumak için: aldatarak parasını almak: sahici olmak to bring about peace [pi:s]. He has tried very hard to bring about peace. to equalize [i:kwilayz]. to safeguard life and property [seyfga:d]. The measures taken by the government did not safeguard life and property [mejiz], to further one's interest [fo:thi]. These people make use of religion to further their personal interest [meyk yu:s], to strike a balance [bedins]. to gain support for [geyn], to secure the support of [sikyu:]. Their aim was to secure the support of the generals [cenmlz], to secure discipline. to secure peace and order [pi:s]. to make a living. It's impossible to make a living under these conditions [kindi§inz]. (This man can't still support himself.) to make a profit. to derive an advantage [ldvantic]. to provide an opportunity [opityu:niti]. to secure harmony. to turn a thing to a good account [lkaunt]. to enlist the services of. to consolidate [kinsolideyt], to reinforce [ri:info:s], to be strengthened, to strengthen. He's trying to consolidate his position. to be obtained [lbteynd]. Where can these be obtained from? Peace and order was restored in the city. Never mind [maynd]/ Health comes first. Well done! Don't worry! That's the limit! All that could be done has been done. Nothing could be better. To your health! to be healthy. to milk. If we two are gentlemen, who is going to milk the cow? to get honey from a beehive [bkhayv], to unravel [anre:vil]. to fleece [fli:s], to be real [ri : l ]. sahileşmek 614 sahileşmek sahip kılmak sahip olmak, bir şeyi edinmek anlamında: Böyle bir parçaya sahip olmaya değer, bir şeye sahip olmak: , Öyle bir meziyete sahip değil. Böyle bir yere kim sahip olmak istemez ki? Böyle bir yetkiye sahip olamaz. Daima çok güçlü bir orduya sahip olmuşlardır. Birçok ortak taraflara sahibiz. Büyük bir kaleci olma özelliklerine sahiptir. bir şeyin sahibi olmak: Arabanın sahibi kim? Bunlar vakfın sahip olduğu binalar. hakim olmak anlamında: ilgilenmek anlamında: Lütfen çocuklarınıza sahip olunuz. cinsel ilişkide bulunmak: I birleşikler ve deyimler | Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi? Kem söz, kem akçe sahibinindir, ı Yarının sahibi var. • a) ...sahibi olmak çocuk sahibi olmak çoluk çocuk sahibi olmak evlât sahibi olmak hak sahibi olmak Neden onlar bu haklara sahip değildir? han hamam sahibi olmak iman sahibi olmak i yi niyet sahibi olmak Biliyorum, ancak iyi niyet sahibidir. Eminim ki, iyi niyet sahibidirler. kanaat sahibi olmak namus sahibi olmak nüfuz sahibi olmak prensip sahibi olmak söz sahibi olmak, bilgi bakımından: Çin edebiyatı üzerinde söz sahibidir, yetki bakımından: zevk sahibi olmak • b) -e sahip olmak -in desteğine sahip olmak Yönetim kurulunun tam desteğine sahiptir. fikre sahip olmak Bu konuda aynı fikre sahip değiliz. görüşe sahip olmak Biz farklı bir görüşe sahibiz. to turn out to be true. to put smb in possession of [pize§in]. to acquire [lkwayi]. It's well worth acquiring such a piece. to possess [pizes]. He doesn't possess such a talent. to own. Who wouldn't like to own such a place? to have. He can't have such powers [pawiz]. They have always had a very strong army. We have many things in common [komin]. He has the makings of a great goalkeeper [goulkkpi]. to be the owner of. Who is the owner of the car [ka:]? These are the buildings owned by the trust. to get smb/smth under control [kmtroul]. to attend [itend]. Please attend to your children. to have sexual intercourse with [seks_uwil]. You can't take it with you. An evil act will eventually backfire [e:kt]. There will always be other things to do tomorrow. to have children. to become a family man. to have children. to hold the right [rayt]. (Why aren't they entitled to these rights?) to be a man of property [propiti]. to be a believer [bili:vi]. to mean well [mi:n]. / know, but he means well. I'm sure they mean well. to be contented with what one has. to be a person of honour [oni]. to be an influential person [influwinsri]. to be a person of principle [po:sm]. to be an authority on. He is an authority on Chinese literature. to have the authority to speak. to be a person of good taste [teyst]. to have the backing of [belong]. He has the full backing of the board. to hold an opinion [rpinyin]. We don't have the same opinion on this question [kwescm]. to hold a view [vyu:]. We hold a different view. sahipsiz olmak 615 güce sahip olmak imtiyaza sahip olmak Bu imtiyazlara iki asırdan beri sahiptirler. hakkına sahip olmak Onu iptal etme hakkına sahip değiller. Her erkek ve kadın yuva kurmak hakkına sahiptir. Hiçbir şeyi değiştirme hakkına sahip değiliz. meziyete sahip olmak yeteneğe sahip olmak sahipsiz olmak, kimsenin malı olmayan: gözeteni olmayan: sahne olmak (bir şeye) sahnelemek sahte olmak, yapma anlamında: Sesi, bakışı, her şeyi sahteydi. para için: imza, çek vs. için: sanat eserleri için: Bu sahte! sahtekâr olmak sahtekârlık yapmak sakal traşı olmak sakallanmak sakar olmak sakarlaşmak sakat etmek Bu makine bir gün birisini sakat edecek. sakat olmak, vücut için: Kazadan sonra hayatı boyunca sakat kaldı. Bu kız kafadan sakat. Onun eli sakat. Bu hastalıktan dolayı, her yıl yüzlerce kişi sakat kalıyor. Onun sakat bir annesi var. hatalı anlamında: Plan esasen sakattı. düşünce vs için: bozuk veya kusurlu anlamında: sakatlamak sakatlanmak, sakat duruma gelmek anlamında: bozulmak anlamında: sakıncalı olmak Şort giysem, acaba bir sakıncası var mı? *Benim için sakınca yok. sakıngan olmak to be capable [keypibil]. to hold privileges. They've been holding these privileges for two centuries [senciriz]. to have the right to [rayt]. They have no right to cancel it [ke:nsil]. Men and women have the right to found a family. to be entitled to [intaytild]. We aren't entitled to change anything. to have a talent for. to have a gift for. to have no owner, to be abandoned [ibe:ndmd]. to be the scene of [si:n]. to stage [steyc]. to be false [fo:ls]. Her voice, her look, everything was false. to be counterfeit [kauntifkf]. to be forged [fo:cd]. to be a fake [feyk]. That is a fake. to be an imposter. to falsify [fo:lsifay]. to shave off one's beard [bi:d], to grow a beard. to be clumsy [klamzi]. to become clumsy. to cripple/to maim [meym]. This machine will maim someone one day. to be crippled [kripild]. After the accident he was crippled for life. This girl is a mental cripple. He has a crippled hand. to be disabled [diseybild]. Hundreds of people are disabled by this disease every year [dizi:z]. to be handicapped [he:ndike:pt]. She has a handicapped mother. to be unsound [ansaund]. The plan was essentially unsound. to be faulty [fo:lti]. to be defective. to injure [inci]. to become disabled [diseybild]. to be spoiled [spoyld]. to be inconvenient [inkmvinyint]. Would it be all right if I wore shorts? I don't mind [maynd]. to be cautious [ko:§is]. sakınmak 616 sakınmak, -den uzak durmak anlamında: kaçınmak anlamında: İçki ve kumardan sakınınız, bir şey yapmaktan uzak durmak: Gayemiz polemikten sakınmaktı. Sakın onu kaybetmeyin! Sakın yapmayınız! -e karşı önlem almak: Yankesicilerden sakınınız. Köpekten sakınınız. korunmak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Sakınan göze çöp batar. İyilik ettiğin kişiden kendini sakın. gözü gibi sakınmak gözünü çöpten sakınmamak gözünü daldan budaktan sakınmamak Bu adam gözünü budaktan sakınmaz. sözünü sakınmamak O sözünü hiç sakınmaz. sakınması olmamak sakırdamak * sakır sakır sakırdamak sakıt olmak sakız olmak (âlemin ağzında) sakil olmak sakin olmak, durgun anlamında: sessiz anlamında: telâş göstermemek: sakinleşmek sakinleştirmek Sakin olun! Lütfen oturup, sakinlesiniz. Merak etmeyiniz, yakında sakinleşir. Kalabalığın sakinleşmesini bekleyeceğiz. Protestocuları sakinleştirmeye çalışınız. saklamak, elinde tutmak anlamında: Bugünün hâtırası olarak saklayacağım. bir yerde...: Onu nerede saklayacaksın? Eşyaları saklayacak bir oda var mı? Bunları bir kavanozda saklamaksın. gizli bir yere: Onları nerede saklamış olabilir ki? haber, bilgi için gizli tutmak: Gerçeği sizden saklamaya niyetim yok. to keep away from. to abstain from [lbsteyn]. Abstain from alcohol and gambling. to avoid [lvoydj. Our aim was to avoid controversy [kontnvosi]. Mind fou don't lose it! [lu:z]. Don't! to beware [biwe:]. Beware of pickpockets. Beware of the dog. to protect smb/smth from. It's the thing that one is most anxious to protect that gets harmed [e:nk§is]. Be on your guard against the people you have done good to [lgeynst]. to pamper [pe:mpi]. to be a dare-devil [de:devil]. to be fearless [fi:lis]. This man is a dare-devil. not to mince one's words [mins]. He never minces his words. not to give a damn [de:m]. to shiver. to shiver violently [vayilintli]. to be no longer valid [ve:lid]. to be an object of gossip [obcikt]. to be ugly [agli]. to be still. to be quiet [kwayit]. to be calm [ka:m]. Take it easy! to calm down. Sit down and calm down, please. to cool down [ku:l]. Don't worry, he'll soon cool down. to quiet down. We'll wait for the crowd to quiet down. to soothe [su:th]. Try to soothe the protesters [pntestiz]. to keep [ki:p]. /'// keep it in memory of today. to keep. Where are you going to keep it? to store. Is there a room to store the things in? You should keep these in a jar [ca:]. to hide fhayd]. Where could he have hidden them? to conceal [krnsi:l]. I've no wish to conceal the truth from you. saklamamak 617 Bizden bir şeyler sakladığından eminim. Dilinin altında bir şey saklıyorsun. gıda için muhafaza etmek: Eti, güneşte kurutarak saklıyorlar, görünmesine engel olmak: ayırmak anlamında: incelemen için biraz sakladım. Hünerini başkalarına sakla. Size biraz saklarım. [birleşikler ve deyimleri Allah saklasın! Allah beterinden saklasın! Sakla samanı, gelir zamanı. Gerekliyi gereksizken saklamalı. Altını değil, asıl hüner kuruşu saklamaktır. gerçeği saklamak kendine saklamak sır saklamak yaşını saklamak saklamamak Sen fikirlerini kendine sakla. iflas ettiğini saklamıyor ki. Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayayım. saklanılmak, bir yerde tutulmak: gizlenmek anlamında: Böyle bir yerde saklanılmaz ki. gizli tutulmak anlamında: Bu gerçek, halktan saklanılmıştır. saklanmak, kendini saklamak anlamında: Herkes yarın saklanacak delik arayacak. Saklanmaları için emniyetli bir yer var. Orada önceden saklanmış olmalı. gizlenmek anlamında: Bu gerçeği sizden saklanmasını istiyorlar. elde tutulmak anlamında: saklatmak saklı olmak, elde tutulmak anlamında: Bu belgeler genel müdürlükte saklı. gizli bir yerde olmak: hak için: Her hakkı saklıdır. salâhiyeti olmak Onun imza atmaya salâhiyeti yok. salahiyetli olmak salâhiyetsiz olmak salak olmak to hold back. I'm sure he's holding back something from us. You're keeping smth back. to preserve [prizo:v]. They preserve the meat by drying it in the sun. to conceal, to keep. I've kept some for you to examine [igze:min]. Keep your skill for others. I'll save some for you. Heaven forbid! May God protect you from worse! Don't throw away anything, it may come in useful some day. What is useless today may come in handy one day. The nack is to save the pennies not gold. to conceal the truth [kmsi.i]. to keep smth to oneself. Keep your ideas to yourself [aydiyiz]. to keep a secret [si:krit]. to conceal one's age [eye]. to make no secret. He makes no secret of the fact that he is bankrupt [be:nkrapt]. Why should I make it a secret? to be kept in. to hide [hayd]. You can't hide in such a place. to be kept a secret (from) [si:krit]. This fact has been kept secret from the people [pi:pil]. to hide [hayd]. Everyone will seek a place to hide tomorrow. There's a safe place for them to hide in. He must have been hiding there beforehand. to conceal [kinsi:l]. They want to conceal this fact from you. to be kept. to have smth set aside [isayd]. to be kept. These documents are kept at the head office. to be concealed [kinskld], to be reserved [rizo:vd]. All rights reserved. to have authority. He has no authority to sign [sayn]. to be authorized to [othorayzd], to have no authority, to be an imbecile [imbisayl]. salaklaşmak 618 salaklaşmak saldırgan olmak Yavruları tehlikede olduğu zaman son derece saldırgan olurlar. saldırganlaşmak saldırmak Köpek balıkları daima insanlara saldırmaz. Basın bize neden saldırıyor? Düşmana her yerde saldırmalıyız. Şimdi de camilere saldırıyorlar. Bazı oyuncular hakeme saldırdılar. Size saldıran adam bu mu? havvanlar için: Çok az hayvan sahibine saldırır. asit için: | birleşikler ve deyimleri Ölmüş aslana tavşanlar bile saldırır. arkadan saldırmak Bize arkadan saldırdılar. dalga dalga saldırmak önüne gelene saldırmak sağa sola saldırmak saldırtmak salgılamak salgınlaşmak salınmak, bir sola bir sağa eğilmek: gönderilmek anlamında: inekler için: sarkıtmak anlamında: Bu adamın suyuna pirinç salınmaz. salıvermek Geceleri köpeği bahçeye salıveriyorlar. Polis bunları nasıl salıverdi? Veli Göçer salıverildi. | birleşikler ve deyimleri dizginleri salıvermek göbek salıvermek istim salıvermek kahkaha salıvermek kefaletle salıvermek makaraları salıvermek sakal salıvermek salkım saçak olmak salkmak * salkım salkım salkmak sallamak, oynatmak, hareket ettirmek: Parmağını bana öyle sallayıp durma. Köpek kuyruğunu neden sallar? bir yerini oynatmak: Yürürken biraz kalçalarını salla. to act like an imbecile [imbisayl]. to be aggressive [ıgresiv]. They become extremely aggressive when their young are in danger [deyncı]. to become aggressive. to attack [ete:k]. Sharks don't always attack people. Why is the press attacking us? We must attack the enemy everywhere. And now they are attacking the mosques. to assault [iso:lt]. Some players assaulted the referee. Is he the man who assaulted you? to turn on [tö:n]. Few animals will turn on their masters. to act on [e:kt]. Even hares will attack a dead lion [layin], to attack from the rear [ri : ]. They have attacked us from the rear. to attack in waves [weyvz]. to run amock [imok]. to strike out wildly [strayk]. to have smb attack smb/smth. to secrete [sikri:t], to become contagious [kmteycis]. to sway, to be sent. to be put out to pasture [pa:sçı]. to be lowered into. You can't rely on that man. to let loose [lu:s]. At night they let loose the dog in the garden. to let go. How could the police let them go? Veli Göçer has been released. to loosen one's control [kintroul]. to develop a pot-belly. to blow off steam [sti:m]. to burst out laughing [la:fing]. to release on bail [beyl]. to burst into roars of laughter [la:fti]. to let one's beard grow [bi:d]. to hang down from every side. to hang down. to hang in clusters [klasti]. to wag. Stop wagging your finger at me. Why does a dog wag its tail [teyl]? to sway. Sway your hips a little when walking. sallandırmak 619 baş için: "Olmaz" der gibi başım salladı. ağaç için: Ağacı biraz sallarsan hepsi düşer. el. bayrak vs için: Elini salla yeter. Kızıl bayrak sallayan binlerce öğrenci vardı. Şurada bize el sallayan kim? kılıç vs için: sarsmak anlamında: Bu demeç Türkiye'yi sallayacak. Küçük bir deprem bile kasabayı fena sallar. savsaklamak anlamında: | birleşikler ve deyimler] Elini kolunu sallaya sallaya çekip gitti. başını sallamak baş işareti olarak: "Kabul" der gibi başını salladı. Orada öyle durup başını sallama, ne oldu? beşik sallamak el sallamak havaya kılıç sallamak her şeye baş sallamak kafa sallamak kavuk sallamak (birisine) kılıç sallamak Padişahın bile arkasından kılıç sallarlar. kuyruğunu sallamak kuyruk sallamak (birine) külah sallamak mendil sallamak pala sallamak. gerçek anlamda: çabalamak anlamında: havaya pala sallamak: yumruğunu sallamak sallandırmak, bir şeyi: Orada oturup ayaklarını sallandır. asmak anlamında: sarsmak anlamında: sallanmak, gevşek duruma gelmek: iskemle ve masa için: İskemlelerin çoğu sallanıyor. diş için: Senin dişin sallanıyor. sarkmak anlamında: Başının üstünde sallanıyordu. to shake [şeyk]. He shook his head as if to say no. to shake. If you shake the tree a bit they'll all fall. to wave [weyv]. Just wave your hand. There were thousands of students waving red flags. Who is that waving to us over there? to brandish [bremdiş]. to rock. This speech is going to rock Turkey [tö.ki]. to shake [şeyk]. Even a small earthquake will shake the town badly [ckthkweyk]. to put off. He just walked out scot-free. to shake one's head, to nod. She nodded in agreement [lgrkmint]. Don't just stand there shaking your head, what happened [he:pind]? to rock the cradle [kreydil]. to wave the hand. to waste one's energy [emci]. to agree to everything. to be a yes-man. to toady to smb [toudi]. to brandish a sword [so:d]. Everyone will have the courage to talk behind a tyrant's back [tayinnt]. to wag one's tail. to flatter [fle:ti]. to toady to smb [toudi]. to wave one's handkerchief [he:nkıçif]. to brandish a scimitar [simiti]. to struggle [stragil]. to waste one's energy [emci]. to shake one's fist. to dangle [derngil]. Sit there and dangle your legs. to hang. to shake [şeyk], to be shaky, to be rickety. Most of the chairs are rickety. to be loose [lu:s]. Your teeth is loose. to hang [he:ng]. It was hanging over your head [hed]. sallantıda olmak 620 gemi ıçııı: Gemi Karadeniz'de fena halde sallandı. sarsılmak anlamında: Makineler çalıştırıldığı zaman bina sallanıyor. gidip gelmek anlamında: ' Salıncaklı koltuğunda bir ileri, bir geri sallanıyordu. iş veya mevki için: vahini boş işlerle geçirmek: sallantıda olmak, sallanmak anlamında: sonuca bağlanmamak: sallasırt etmek salmak, bitki için: gölge için: hemen göndermek anlamında: ilgilenmemek anlamında: katmak anlamında: koku için: saldırmak anlamında: Bütün ayılar insanlara salar mı? saldırtmak anlamında: sarkıtmak anlamında: ' serbest bırakmak anlamında: taş için: uğratmak anlamında: vergi yüklemek anlamında: [ birleşikler ve deyimleri atını salmak boy salmak çayıra salmak Saldım çayıra, Mevla kayıra. dal budak salmak dehşet salmak haber salmak korku salmak kök salmak Bu garip adetlerin hiçbiri burada kök salmaz. nam salmak saye salmak suya salmak ün salmak Masum sivilleri öldürmesiyle ün salmıştı. yatak salmak salta etmek (halat için) samimi olmak, içten anlamında: açık yürekli anlamında: Bize karşı daima samimi olmuştur. to roll. The ship rolled terribly in the Black Sea. to be rocked [rokt]. When the machines are operated the building is rocked. to rock. She was rocking backwards and forwards on her rocking chair [fo:widz]. to be about to lose one's job [lu:z], to fool around [fu:l iraund]. to be shaky [seyki]. to be unresolved [anrizolvd]. to hoist smth on the shoulders [§ouldiz]. to put out shoots [su:tz]. to cast shadow [ka:stj. to send out. not to pay any attention [iten§in]. to add smth to. to emit. to attack [ete:k]. Do all bears attack people? to send upon. to lower smth into. to set free [fri:]. to fling. to cause [ko:z]. to impose [impouz]. to let one's horse go at full speed, to grow. to put out to graze [greyz]. I've turned out the animals to graze, God willing they'll get back safe and sound. to branch out. to strike tenor [ten]. to send news to. to spread terror [spred]. to take root [ru:t]. None of the strange customs will take root here [kastimz]. to become (world) famous [feymis]. to give shade [§eyd]. to waste [weyst]. to become famous. He was notorious for killing innocent civilians. to spread a bed. to slacken [sle:kin]. to be cordial [ko:dyil]. to be sincere [sinsi:]. He has always been sincere with us. samimiyetsiz olmak 621 içli dışlı anlamında: Bu insanlarla o kadar samimi olmayınız. Onunla hiç samimi olmamıştım. samimiyetsiz olmak sanayileşmek sanayileştirmek sancısı olmak, sancıya tutulmak; doğum sancıları için: sancımak sançmak sandıklamak sandıklanmak sangılamak sanılmak Bir hata olduğu sanılıyor. Fransa'ya kaçmış olduğu sanılıyor. sanmak Sanmam ki kabul etsinler. Daha fazla dayanabileceğimi sanmıyorum. Sen kendini ne sanıyorsun? Karşındakini ne sanıyorsun? Sanmam. Bunu kabul edeceğimi sanmıyorsun. Sanmam. Doğru olduğunu sanmıyorum. Sanırım, Londra'da bir şubesi var. birini bir şey sanmak: Beni budalanın biri sandılar. Sen herkesi aptal mı sanıyorsun? Bunlar beni ne sanıyor? kendini bir şey sanmak: Kendini ikinci bir Einstein sanıyor. [ birleşikler ve deyimler] Abdal ata binmiş, bey oldum sanmış. Alçak yerde tepecik kendini dağ sanır. Akıllı ol da, deli sansınlar. Her sakallıyı baban mı sandın? elifi görüp mertek sanmak Elifi görse, direk sanır. karamürsel sepeti sanmak kendini bir şey sanmak Bu adam kendini bir şey sanıyor. olmuş gibi sanmak Kimse bunu olmuş gibi sanmasın. sanrılamak sansür etmek sansürlemek to be familiar [fimilyi]. Don't be too familiar with these people. to be intimate [intimit]. I've never been intimate with him. to be insincere [insinsi:]. to become industrialized [indastriyilayzd], to industrialize. to have a pain [peyn]. to have labour pains [leybi]. to ache [eyk]. to pierce [pi:rs]. to crate [kreyt]. to be packed in crates [pa:kt]. to be in a daze [deyz]. to be believed. It is believed to have been a mistake. to be supposed [sipouzd]. She is supposed to have escaped to France. to think. I don't think they'll accept [iksept]. / don't think I'll be able to hold on any more. Who do you think you are? Who do you think you're talking to? I shouldn't think so. to suppose [sipouz]. You don't suppose I'm going to accept that. I suppose not. to believe [bilirv]. / don't believe it's true [tru:]. / believe they have a branch in London. to take smb for. They took me for a fool [fail]. Do you take everyone for a fool? Who are they taking me for? to fancy oneself [fe:nsi]. He fancies himself to be another Einstein. When simple people receive undue honours they begin to think too much of themselves. In a flat country a hillock will think itself a mountain [mauntin]. Be wise and let them think you're a fool. People are not always what you think they are. not to know a B from a bull's foot. He is completely ignorant [igmrint]. to underestimate [andirestimeyt]. to think a lot of oneself. This man thinks a lot of himself. to take it for granted [gramtid]. Let no one take it for granted. to see things. to censor [sensi], to censor. sansürlenmek 622 sansürlenmek sap olmak (bir baltaya) sap olamamak (bir baltaya) sapı silik olmak sapık olmak sapıklaşmak sapılmak, • xön değiştirmek anlamında: doğruluktan ayrılmak: Buradan o yöne sapılmaz. sapıtmak, aklını bozmak anlamında: saçmalamak anlamında: *yolunu sapıtmak saplamak, genel anlamda: iğne vs için: bıçak vs için: Bıçağı kadının sırtına sapladı. şiş vs için: saplanmak, iğne, diken vs için: kurşun için: bir yere takılıp kalmak: Taş, betona iyice saplanmış. ' Kurşun kalbin yanına saplanmış, batmak anlamında: Her harekette zavallı daha derine saplanıyordu. bir fikirde ısrar edip durmak: | birleşikler ve deyimler] çamura saplanmak Karanlıkta çamura saplandık. kara saplanmak kuma saplanmak Korkarım, araba iyice kuma saplandı. zihni bir şeye saplanmak saplantı haline gelmek saplantısı olmak Bu adamın futbol saplantısı var. sapmak, yön ve yol için: Sizi yolun Etiler'e saptığı yerde bekleyeceğim. inanç ve gaye için: Bu düşünceden şimdiye kadar sapmadık. Bu görüşten neden şimdi sapalım ki? | birleşikler ve deyimler] çıkmaza sapmak doğru yoldan sapmak Hak yolundan sapmak konudan sapmamak Doğru yoldan sapmayınız. to be censored [sensid]. to have a job. to be unable to find a job. to be a tramp [tre:mp]. to be a pervert [pd:v6t]. to become perverted [pivo:tid]. to turn off into. to deviate [di:vyeyt]. You can't turn off into that direction from here. to go crazy [kreyzi]. to talk nonsense [nonsins]. to go astray [istrey]. to thrust [thrast] into. to stick into. to plunge [plane]. He plunged the knife in the woman's back. to skewer [skyuwi]. to stick into, to lodge [loc]. to get/be stuck in. The rock is stuck fast in the concrete. The bullet has lodged near the heart. to sink. The poor fellow sank deeper with each move [mu:v]. to get an idea fixed into one's mind. to be/get bogged down [bogd]. We got bogged down in the dark. to be snowed in. to get stuck in the sand [se:nd], I'm afraid the car is stuck in the sand. to get obsessed by [lbsest]. to become an obsession [ibse§in]. to have smth on the brain [breyn]. That man has soccer on his brain [soki]. to turn (off into). I'll wait for you where the road turns off to Etiler. to deviate from [di:vyeyt]. We have not deviated from this view up to now. to depart from [dipa:t]. Why should we depart from this view now? to get into a blind alley [blaynd]. to deviate from the true path [di:vyeyt]. Do not deviate from the true path. to deviate from the godly path, to keep to the subject [sabcikt]. sapsağlam olmak 623 Lütfen konudan sapmayalım. kötü yola sapmak sağa/sola sapmak Biz neden sola saptık? yalana sapmak Yalana sapmadan bu işi yürütemez miyiz? yanhş yola sapmak Sanırım, yanlış yola saptık. sapsağlam olmak, kişi için: eşya için: sapsarı olmak saptamak Yedinci madde başkanın görevlerini saptar. Bir heyet bu ilkeleri saptayacaktır. Bir çıkar yolu saptamaya çalışıyoruz. Toplantının yerini bile saptayamadılar. I birleşikler ve deyimleri fiyat saptamak Burada fiyatları hükümet saptamaz. gündemi saptamak Bu gündemi kim saptadı? kimliğini saptamak Kimliğini yakında saptayacağız. bir noktayı saptamak saptanmak saptırılmak saptırmak, doğru yoldan: yön bakımından: birini bir şeyden: *konuyu saptırmak Konuyu saptırmadan şunu anlatamaz mısın? saralı olmak sararmak, sarıya dönmek anlamında: yüz rengi için: Aç ölmez, gözü kararır; susuz ölmez, benzi sararır. sarartmak sarası olmak sardırmak, birisine bir yumağı: bir şeyi...: bir yarayı...: birisine yarayı...: paket için: kuşatmak anlamında: Please let's keep to the subject. to go astray [istray]. to turn right/left. Why did we turn left? to have recourse to lies [riko:s]. Can't we do it without having recourse to lies [layz]? to take the wrong turn [tö:n]. / think we have taken the wrong turn. to be well and sound [saund]. to be in a very good condition [kındişın], (for the face) to turn very pale [peyl]. to lay down [ley]. Article seven lays down the tasks of the chairman [a:tikil]. A commission will lay down these principles [kımişm], (We are trying to formulate a way out.) to determine [ditö:min]. They couldn't even determine a place for the meeting. to fix a price [prays]. The government doesn't fix prices here. to set the agenda [ıcendı]. Who has set this agenda? to identify [aydentifay]. We shall identify him soon. to make a point of. to be determined [ditö:mind]. to be deviated [di:vyeytid]. to lead astray [ıstrey], to divert [dayvö:t]. to make smb deviate from. to beat about the bush [bi:t ibaut]. Can't you tell it without beating about the bush [bus]? to be epileptic. to turn yellow. to grow pale [peyl]. Poverty doesn't kill people it grinds them down [grayndz]. to make smth turn yellow. to be in an epileptic fit. to have smb wind smth [waynd]. to have smth coiled [koyId]. to have a wound bandaged [be:ndicd]. to have smb bandage a wound [wu:nd]. to have smth wrapped [re:pt]. to have an army surround a city [siraund]. sarf etmek 624 sarf etmek, para için: Buna kaç para sarf ettiniz? enerji için: Eskisi %30 daha fazla enerji sarf ediyordu. zaman vs için: söz için: | birleşikler ve deyimler] çaba sarf etmek Adamları kurtarmak için son bir çaba sarf ettiler. gayret sarf etmek Bu yolda çok büyük gaye sarf ettik. Kayayı kaldırmak için tüm gayretini sarf etti. Daha büyük bir gayret sarf etmeliyiz. sarfınazar etmek, vazgeçmek anlamında: Hakkınıdan neden sarfınazar edecek misim? saymamak anlamında: Onun ufak tefek kusurlarını sarfınazar edersek. bir yana bırakmak: bir şey siz yapabilmek: Onun yardımlarından sarfınazar edebiliriz. sarhoş etmek, alkallü içki sebebiyle: mutlu etmek anlamında: sarhoş olmak Bu holiganlar, her zamanki gibi sarhoştu. İnsanlar sarhoşken başka oluyor. [ birleşikler ve deyimler] fiti! gibi sarhoş olmak kör kütük sarhoş olmak leş gibi sarhoş olmak zafer sarhoşluğu içinde olmak sarılaşmak sarılışmak sarılmak, bir şeyin etrafında dolanmak: bitki için: yara için: Yara sıcakken sarılır. fare, böcek vs için: Bu bina farelerle sarılmış. kendi etrafında: Bebek bir battaniyeye sarılıydı. kağıt vs.'e...: Kırmızı bir kağıda sarılıydı. kucaklamak anlamında: kendini vermek anlamında: sıkıca tutunmak anlamında: kuşatılmak anlamında: yılan vs için: to spend. How much money have you spent on it? to use up [yu:z apj. The old one used 30 percent more energy. to consume [kmsyu:m]. to use [yu:z]. to make an effort [efit]. (They made a last attempt to save the men) [itempt]. to expend an effort. We have expended a great effort on this. to exert oneself [igzd:t]. He exerted himself to the limit to lift the rock. A more vigorous effort should be made. to give up. Why should I give up my due [dyu:]? to overlook [ouviluk]. If we overlook some small faults of his. to leave aside [tsayd]. to dispense [dispens] with. We can dispense with his help. to make smb drunk. to elate [ileyt]. to be/get drunk [drank]. As usual, these hooligans were drunk. People are different when they're drunk. to be blind drunk [blaynd]. to be as drunk as a fiddler [fidh]. to be dead drunk [ded]. to be flushed with victory, to turn yellow. to embrace one another [imbreys]. to be wound [waund], to wind around [waynd]. to be bandaged [be:ndicd]. (A wound must be tended to without delay.) to be infested with. This building is infested with rats. to be wrapped up [re:pt ap]. The baby was wrapped up in a blanket. to be wrapped with. It was wrapped with a red piece of paper. to hug [hag]. to give oneself up to. to cling to. to be surrounded [siraundid]. to coil around [koyl]. sarınmak 625 | birleşikler ve deyimler | Denize düşen yılana sarılır. ayağına sarılmak boğazına sarılmak (birinin) Birbirlerinin boğazına sarıldılar. boynuna sarılmak Birden boynuma sarıldı. dört elle sarılmak işe dört elle sanlmak işine dört elle sarılmak eteğine sanlmak etrafı sanlmak Etrafınız sarılmış, teslim olunuz. gırtlağına sanlmak silâha sanlmak silâhına sarılmak yılana sarılmak Boğulmakta olan bir adam yılana sarılır. sarınmak •yorgana sannmak sarih olmak Geri çekilme emri sarihti. Kanun o kadar sarih değil. sarkaçlamak sarkık olmak, sarkmış durumda olan: et ve kas için: sarkılmak sarkınmak, asılı durmak: bir tarafa eğilmek anlamında: sarkıntılık etmek, lâf atmak anlamında: taciz etmek: sarkıtmak, indirmek anlamında: sallandırmak anlamında: darağacına çekmek: •dudak sarkıtmak •dilini sarkıtmak sarkmak, aşağıya doğru uzanmak: O küçük parça sarkıyor. Tavadan sarkan ne? asılı durmak anlamında: fazla gelip artmak: bir tarafa eğilmek anlamında: uğramak anlamında: omuz ve göz kapakları için: branda, çadır, yatak vs için: sarmak, çevirmek anlamında: dolamak anlamında: Teli makaraya sarabilir misiniz? A drowning person will clutch at a straw. to implore smb for mercy [mb:si]. to seize smb by the throat [si:z]. They jumped at one another's throat [throut]. to embrace [imbreys]. (She suddenly threw her arms round my neck.) to hold fast. to get down to business [bizniz]. to give one's utmost to one's work. to implore [implo:]. to be surrounded [siraundid]. You've been surrounded, give yourself up. to choke smb [couk]. to take up arms [a:mz]. to reach for one's weapon [wepin]. to clutch at a straw [klaf]. A drowning man will clutch at a straw. to wrap oneself up in. to wrap oneself in a quilt [kwilt]. to be explicit [iksplisit]. The order to retreat was explicit [ritrkt]. The law isn't that explicit [lo:]. to swing up and down. to be hanging [hemging]. to be flabby [fle:bi]. to hang down. to hang down. to lean over [li:n ouvi]. to make indecent remarks [indisint], to molest [moulest]. to lower [lowi]. to dangle [de:ngil], to hang [he:ng]. to sulk [salk]. to loll out its tongue [tang]. to hang loosely [lu:sli]. That small piece is hanging loosely. to dangle [de:ngil]. What's dangling from the ceiling [siding]. 9 to hang down. to be left over in excess [ekses]. to lean out of [li:n]. to drop by. to droop [dru:p]. to sag [se:g]. to sunound [siraund]. to wind [waynd]. Could you wind the wire on to the reel [rid]? sarmak (alev bacayı) 626 fare için: Burasını fareler sarmış. hoşuna »itmek anlamında: Bu müzik beni sarmadı. Futbol beni hiç sormamıştır. Kitap koleksiyonu yapmak beni hiç sarmadı. iplik] tel vs için: kaplamak anlamında: Onu sarmak için gazete kullanmayınız. kucaklamak anlamında: kuşatmak anlamında: örtmek anlamında: saç için: sözle saldırmak anlamında: tedirgin etmek anlamında: taşıt için tırmanmak anlamında: asma vs için tırmanmak: tomar şeklinde...: Şemsiyeyi ıslakken sarmamalısınız. yumak yapmak anlamında: yayılmak anlamında: Alevler her yeri sardı. yara için: zevkini okşamak anlamında: Bu saç modası beni hiç sarmadı. | birleşikler ve deyimleri alev bacayı sarmak Alev saçağı sardı. bacayı ateş sarmak Bacayı ateş sarmış. başına bela sarmak başına bir şey sarmak birinin başına sarmak Bu işi başımıza kim sardı? boynuna sarmak Boynuna daima bir eşarp sarar. çapraza sarmak çevresini sarmak (birinin) çıkık sarmak demet sarmak etrafı alev gibi sarmak etrafını sarmak (birinin) Polis evin etrafını tamamen sarmıştır. fenaya sarmak güce sarmak içine şüphe sarmak Durup dururken neden içine bir şüphe sarsın? kablo sarmak kağıda bir şey sarmak kefene sarmak korku sarmak Birden bizi bir korku sardı. O anda kalabalığı büyük bir korku sardı. to infest. The rats have infested this place. to appeal [ipid]. That music didn't appeal to me. Football has never appealed to me. to interest [intrist]. Collecting books has never interested me. to wind [waynd], to wrap up [re:p]. Don't use a newspaper to wrap it up. to embrace [imbreys], to besiege [bisix]. to cover completely [kavi]. to twist round. to assail verbally [iseyl]. to disturb. to climb [klaym]. to wind round [waynd]. to roll up. You shouldn't roll up the umbrella when wet. to wind up. to spread [spred]. The fire spread everywhere. to bandage [be:ndic]. to take to. / didn't take to that hair style at all. to be out of control [kintroul]. Things have got out of control. to be desperate [despirit]. Things are pretty desperate. to bring trouble to [trabd]. to wind smth round the head [waynd]. to saddle smb with [se:dil]. Who ever saddled us with this thing? to wind around one's neck [waynd]. She always winds a scarf around her neck. to be messed up [mest ap]. to surround [siraund], to bandage a dislocation [dishkeysm]. to bind a sheaf [§i:fj. to spread like wildfire. to surround [siraund]. The police has completely surrounded the house. to take a turn for the worse [wo:s]. to become difficult [difikilt]. to become suspicious [sispksis]. Why get suspicious all of a sudden? to wind a cable [keybil]. to wrap smth up in paper [peypi]. to wrap in a shroud [fraud]. to get scared [ske:d]. (A fear fell suddenly upon us.) At that moment a great fear came over the crowd. sarmalamak 627 merak sarmak Şiir yazmaya merak sardı. örümcek sarmak parmağına sarmak (bir şeyi) saçağı ateş sarmak Saçağı ateş sarmış bile. sargı sarmak sarık sarmak sarpa sarmak işler burada sarpa sarmış, işler sarpa sarmağa başladı. Korkarım işler sarpa sardı. sevdayı sarmak sigara sarmak Burada kimse tütün sarmıyor. yara sarmak yelken sarmak yokuşa sarmak sarmalamak Yüzünü, gözlerinin hizasına kadar sarmalamıştı. |birleşikler ve deyimleri sarıp sarmalamak çocuğu yatakta sarıp sarmalamak kendini sarıp sarmalamak sarmalanmak sarmaş dolaş olmak, birbirine sarılıp kucaklamak: samimi arkadaş olmak: sarmaşmak, asma için: birbirine sarılmak anlamında: sarplaşmak sarsalamak sarsılmak, sallanmak anlamında: Ev neden sarsılıyor? etkilenmek anlamında: Bu olaydan dolayı çok sarsıldı, güçsüz durumda kalmak: zarara uğramak anlamında: Birkaç büyük firma da sarsıldı. *güveni sarsılmak sarsmak, sallamak anlamında: Bu skandal, hükümeti temelden sarsar. kötü etkilenmek anlamında: İntihar haberi bizi çok sarsmıştı. zayıflatmak anlamında: zarar vermek anlamında: | birleşikler ve deyimleri birine olan güvenini sarsmak Bu vergiler halkın hükümete olan güvenini sarsacak niteliktedir. to take to. He has taken to writing poetry [powitri]. (for a cobweb) to cover a place [kavı]. to have a bee in one's bonnet [bonit]. (for a situation) to go out of control. The situation is out of control. to bandage up [be:ndic]. to wear a turban [to:bin], to get complicated [komplikeytid], (Things are in a pretty mess here [priti]). (Things are taking an unexpected turn.) I'm afraid things are getting complicated. to fall passionately in love [pe:şmıtli]. to roll a cigarette. Nobody rolls tobacco here. to bandage a wound [be:ndic]. to furl a sail [fö:l]. (for a road) to run uphill. to wrap up tightly [taytli]. She had wrapped up her face up to the eyes. to wrap smth up well. to tuck a child up in bed [tak]. to muffle oneself up. to be wrapped up tightly [re:pt]. to embrace each other [imbreys]. to be very close friends [klous]. to be interwined [intiwaynd]. to embrace one another [imbreys]. to become steepy [stipi]. to shake [şeyk]. to shake. Why is the house shaking? to be shaken [şeykın]. She was badly shaken by the incident. to be weakened [wi:kind]. to be hit. A few big firms were hard hit too. to lose confidence in [lu:z], to shake [şeyk]. This scandal will shake the foundation of this government [faundeşm]. to shock/to be shocked [şokt]. We were shocked to hear of her suicide. to weaken [wi:km]. to hit. to shatter smb's confidence in [konfidins]. These taxes are of a nature to shatter the people's confidence in the government. sasımak 628 Bu olay, ona karşı olan güvenimi sarstı. birinin güvenini sarsmak itibarını sarsmak sasımak sataşılmak sataşmak, saldırmak anlamında: Başbakana kendi partisinin sataşması inanılır gibi değil. musallat olmak anlamında: kavgaya sebep olmak: Ona buna sataşma! rahat bırakmamak anlamında: şaka etmek anlamında: sathi olmak sathileşmek sathileştirmek satılık olmak satılmak Satılık değil. Türkiye dışında satılmaz. Bu meyve kilo ile satılmaz. Altın gramla satılır. Safihaydı, daha iyi olmaz mıydı? Ürünlerinizin bu pazarda satılması isteniyorsa, kalite esastır. Satılmayan mallar iade edilebilir. Bu kitap iyi satılıyor. Birkaç kalem iyi satılmadı. Mezatta iyi bir fiyata satılması gerek. En az 2000 dolara satılır, karşı tarafa hizmet etmek: | birleşikler ve deyimler) Arşın malı kantarla satılmaz. Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Akıl para ile satılmaz. bedavaya satılmak bir elden satılmak el altından satılmak Bazı dükkânlarda el altından satılıyor. haraç mezat satılmak Bütün bu yeni makinelerin haraç mezat satılmasına izin veremeyiz. hurda fiyatına satılmak kapış kapış satılmak müzayede ile satılmak Gelecek mezatta satılacak güzel bir gerdanlık var. peş peşe satılmak Bütün daireler peş peşe satılıyor. This incident has shattered the confidence I had in him [se:tid]. to shake smb's faith, to discredit, to stink. to be provoked fpnvoukt]. to attack [ite:k]. It's incredible that the P.M. should be the object of an attack from his own party. to provoke [pnvouk]. to seek a quarrel with [kwonl]. Don't seek a quarrel with everyone. to annoy [inoy]. to tease [ti:z]. to be superficial [syu:prfi§il], to become superficial, to make smth superficial, to be on sale [seyl]. It's not for sale. to be sold. Not to be sold outside of Turkey [td:ki]. This fruit isn't sold by the kilo. Gold is sold by the gram. Hadn't it better have been sold? to sell. Quality is essential if your products are to sell on this market [esinsd]. Goods not sold may be returned. This book is selling well. A few items haven't sold well [aytimz]. to fetch [fee]. It should fetch a good price at the auction. It will fetch at least 2000 dollars. to sell out to. Different demands require different standards. You can't get rid of it. You can't buy brains with money [breynz]. to go for nothing. to be sold en bloc [blok]. to be sold under the counter [kaunti]. It's sold under the counter at some shops. to go under the hammer [he:mi]. We can't allow all these new machines to go under the hammer [mi§i:nz]. to go for nothing. to sell like hot cakes [keyks]. to be sold by auction [o:k§in]. There is a beautiful necklace to be sold at the coming auction [neklis]. to sell one right after the other. All the apartments are selling one right after the other [ipa:tmints]. satış yapmak 629 satış yapmak Bu, daha fazla satış yapmanız için size ödeniyor. Veresiye satışımız yoktur. *karşılıksız satış yapmak satmak, genel anlamda: Şimdi satsak mı? Ne dersin? Nereden sattık bu hisseleri? Arabanı satmayı düşünüyor musun? satılmak anlamında: Ucuz modeller burada pekala iyi satar. Bu tür kitaplar burada iyi satmaz, ihanet etmek anlamında: Bu adam meslektaşlarını sattı, birinden daha ucuz satmak: Tek çare, rakiplerinizden daha ucuz satmaktır. bir şeyi var gibi göstermek: I birleşikler ve deyimleri ağız satmak akıl satmak alıp satmak Bana akıl satmaya kalkma. Dayım araba alıp satar. avurt satmak ayıyı vurmadan postunu satmak azamet satmak beylik satmak bilgiçlik satmak caka satmak çalım satmak çene satmak dalında satmak dışarı satmak efelik satmak el altından satmak Bunları ancak el altından birkaç dükkânda satabilirsiniz. elde avuçta ne varsa satmak Elde avuçta ne varsa sattık. götüm satmak haraç mezat satmak hurda fiyatına satmak Siz bunu hurda fiyatına satmışsınız. kendini...olarak satmak Kendini dünyanın en iyi avukatı olarak satmaya çalışıyor. kendini ağır satmak kendini dirhem dirhem satmak kilo ile satmak körler mahallesinde ayna satmak Bu, körler mahallesinde ayna satmak gibi bir şey. kurum satmak to sell. It is paid to you to encourage you to sell more [inkaric]. No sale on credit [seyl]. to sell short. to sell. Should we sell now? What do you think? Why on earth did we sell those shares? Are you thinking of selling your car? to sell. Inexpensive models may well sell here. Books of this kind don't sell well here. to sell out. This man has sold out his colleagues. to undersell [andisel]. The only way is to undersell your competitors [kimpetitiz], to pretend [pritend]. to boast (boust]. to offer unsolicited advice [ldvays]. (You can keep your advice to yourself.) to buy and sell [bay]. My uncle buys and sells cars [ka:z]. to brag [bre:g]. to count the chickens before they are hatched, to give oneself airs [e:z]. to put on airs. to parade one's knowledge [nolic], to show off. to give oneself airs [e:z]. to chatter [ce:ti]. to sell a crop still on its tree. to export [ekspo:t]. to swagger [swe:gi]. to sell under the counter [kaunti]. You can sell these only under the counter at a few shops. to sell everything one possesses [pizesiz]. We have sold everything we had. to sell in bulk [balk]. to auction [o:ks,in]. to sell very cheaply. (You have sold it for nothing.) to set oneself up as... He is trying to pass himself off as the best lawyer in the world. to agree to smth after repeated requests, to give oneself airs [e:zj. to sell by the kilo. to carry coal to Newcastle [nyu:ke:sil]. It's like carrying coal to Newcastle. to put on airs. sattırmak 630 Müslüman mahallesinde salyangoz satmak naz satmak ne alandan, ne satandan olmak parça parça satmak perakende satmak söz satmak suratı sirke satmak tafra satmak taksitle satmak tane ile satmak tavır satmak tereciye tere satmak toptan satmak tutturabildiğine satmak ucuza satmak unvan satmak van yoğu satmak veresiye satmak Buralarda veresiye satan tek bakkaldır. yad ellere satmak yan fiyatına satmak yok pahasına satmak yok satmak yüzü sirke satmak zararına satmak sattırmak, bir şeyi: birisine bir şeyi: Bu kampanya bu ürünü sattırmaz. savaş halinde olmak Dünya milletlerinin yansı ile savaş halindeydiler. savaşmak, çarpışmak anlamında: Fransa Almanya'ya karşı yetmiş yılda üç kez savaştı. Bu ideal uğrunda savaşmadık mı? mücadele etmek: fakirlik, cehalet vs'e karşı: | birleşikler ve deyimler] Allah adına savaşmak omuz omuza savaşmak Biz yıllardır omuz omuza savaştık. ölünceye kadar savaşmak silahlarla savaşmak Bize saldıranlara karşı silahlarla savaşacağız. sonuna kadar savaşmak zamana karşı savaşmak savatlamak savdırmak savlamak savmak, birini yanından uzaklaştırmak: sıkıcı bir durumu atlatmak: to sell refrigerators to Eskimos. to feign reluctance [rilaktrns]. to be completely impartial [impa:sd]. to sell smth piecemeal [pirsmil]. to sell by retail [riteyl]. to boast [boust]. to have a sour look on one's face [feys]. to put on airs [e:z]. to sell by instalment [insto:lmmt]. to sell by the unit [yu:nit]. to give oneself airs. to carry coal to Newcastle [nyu:ke:sil]. to sell wholesale [houlseyl]. to sell for whatever the market wi l l bear. to sell cheaply [ci:pli]. to put on airs. to sell out. to sell on credit. He's the only grocer around who sells on credit. to sell to foreigners [fo:riniz]. to sell at half the usual price [yu:jil]. to sell dirt cheap. to have nothing left to sell. to have a sour look on one's face [saur]. to sell at a loss. to have smth sold. to have smb sell smth. This campaign won't sell this product. to be at war [wo:]. They were at war with half of the nations of the world [neyginz]. to fight [fayt], France fought against Germany three times in seventy years [co:mini]. Haven't we fought for the sake of this ideal? to struggle [stragil]. to combat [kombe:t]. to wage war in the name of God [weyc]. to fight side by side [sayd]. We have fought shoulder to shoulder for years! to fight to the death [deth]. to take up arms [a:mz]. We'll take up arms against those who attacked us. to fight to the bitter end. to fight against time [lgeynst]. to engrave in black on silver [ingreyv]. to have smb get rid of smb. to claim [kleym]. to get rid of smb. to get through [thru]. savruk olmak 631 hastalık için: çiçekler için: | birleşikler ve deyimler | başından savmak baştan savma olmak baştan savma yapmak baştan savmak belayı savmak birini savmak içine savmak Sadaka kaza savar. Soğuk içime savdı. sırasını savmak yasak savmak savruk olmak savrulmak, havaya atılmak anlamında: saçılmak anlamında: fırlatılmak anlamında: para için: savsak olmak savsaklamak (bir işi) "•savsaklamaya gelmemek Bu iş savsaklamaya gelmez. savsamak savulmak Savulunuz! Gördün deli, savul geri. savunmak, genel anlamda: Bakan hükümetin aldığı para politikasını savundu. işçiler haklarını sonuna kadar savunmaya kararlı. bir düşünceyi, bir görüşü: Bazı bilim adamları toplumsal bir çatışma doğuracağı görüşünü savunuyorlar. Özgür bir basını daima savunmuşum. Onlar, bu konuda karşıt görüşü savunuyorlar. *kendini savunmak Kendini savunabilsin diye karate öğreniyor. savunmasız olmak savunuculuğunu yapmak Sen, terörün savunuculuğunu yapıyorsun. savunulmak Tüm haklarınızın gereği gibi savunulacağına inanmanızı rica ederim. savurgan olmak savurmak, buğday için: havaya atıp dağıtmak: to get over, to wither. Charity will keep away accidents [eksidmts]. to get rid of smb. to be careless and hasty [heysti]. to do smth superficially [syu:pifi§yih], to do smth carelessly and superficially. to drive trouble away [trabil]. to get rid of smb. to penetrate [penitreyt]. The cold has penetrated to my bones. to have done one's turn [to:n]. to do smth in a pinch. to be untidy [antaydi]. to be tossed about [tost]. to be scattered [ske:tird], to be flung [flang]. to be spent prodigally [prodigili], to be lax [le:ks]. to put off doing smth. not to be a joking matter. This is no joking matter. to neglect [niglekt], to get out of the way. Get out of the way! to stand aside [isayd]. Avoid crazy people [ kreyzi ] , to defend. The minister defended the monetary policy of his government [gavinmint]. The workers are determined to defend their rights to the end [dito:mind]. to argue for [a:gyu:]. Some scientists argue that it will generate social conflicts. I've always argued for a free press. They advocate the opposite view on this matter [opizit]. to defend oneself. She's learning karate so that she may defend herself [ktrali]. to be defenceless [difenslis]. to champion [ce:mpiyin]. You're championing terrorism [ t e nnz m] . to be defended. Please feel assured that all your rights will be defended as is due [dyu:]. to be a spendthrift. to winnow. to scatter [ske:ti]. savuşmak 632 fırlatmak anlamında: döndürülerek sallamak: abartmak anlamında: israf etmek anlamında: kılıç için: rüzgâr için: [ birleşikler ve deyimler) atıp savurmak esip savurmak har vurup harman savurmak harman savurmak havaya savurmak küfür savurmak okkalı bir küfür savurmak külünü savurmak (-in) palavra savurmak saçıp savurmak tehditler savurmak tekme savurmak savuşmak, gizlice ayrılmak anlamında: hastalık için: savuşturmak ('/;//• hastalığı) atlatmak: önüne geçmek anlamında: , soru için: O soruyu savuşturmayı planlıyor. saydamlaşmak, saydam duruma gelmek: açık bir duruma gelmek: saydamlaştırmak saydırmak, saygı için: sayı için birisine: sayı için bir şeyi: *kendini saydırmak Kendini saydırmayı bilmiyor. *posteki saydırmak saygılı olmak Başkalarının dini inançlarına karşı saygılı olmalıyız. saygısı olmak Tam tersine, çok saygılıydılar. Babasına karşı saygısı yok. Bu gibi insanlara saygım yok. saygısız olmak saygısızlık etmek kutsal yerlere, mezarlara karşı: sayı yapmak sayıklamak, uykuda sözler söylemek: bir şeyden sürekli söz etmek: abuk sabuk konuşmak: to fling. to swing. to boast [boust]. to squander [skwondi]. to brandish [bremdis]. to toss about. to bluster [blasti]. to shout and bluster. to squander one's money [skwondi]. to winnow grain [greyn]. to spend thoughtlessly [thodlisli]. to let out an oath [outh]. to lash out a heavy curse [ko:s]. to ruin smb/smth [ruwin]. to brag [bre:g]. to throw one's money away. to utter threats [ati]. to give a kick. to sneak off [snkkj. to pass. to get rid of. to ward off [wo:d]. to parry [perri]. He's planning to parry that question. to become transparent [tre:nspe:nnt]. to become clear [kl i : ]. to make smth transparent. to command respect. to have smb count smth. to have smth counted [kauntid], to make oneself respected. He doesn't know to make himself respected. to make smb do a very boring job. to respect [rispest]. We must respect the religious beliefs of others [rilicis]. to be respectful. On the contrary, they were very respectful. to have consideration for [kmsidireysm]. He has no consideration for his father. to have respect for. / have no respect for such people. to be disrespectful. to show disrespect (for). to desecrate [desikreyt]. to score [sko:]. to talk in one's sleep. to continuously talk of smth. to rave [reyv]. sayılı olmak 633 sayılı olmak, sayısı belli olmak: sayısı az olmak: •günleri sayılı olmak sayılmak, Günleri sayılıdır. Hükümetin günleri sayılıdır. addetmek anlamında: Bu şartlar altında başarı sayılmalı. Onun en iyi eseri sayılıyor. Burada bu, görgüsüzlük sayılıyor. Bu, kanıt olarak sayılamaz. Herkes, suçlu olduğu kanıtlanmadıkça suçsuz sayılır. Bunlar, planın bir parçası sayılıyor. Kurulun en zeki üyesi sayılıyor. sayısı yapılmak anlamında: Şu an oylar sayılıyor. O gol sayılmadı. |birleşikler ve deyimleri Bitti sayılır. Demesine demedin, ama dedin sayılır. Fena sayılmaz! Kalitesine bakılırsa pek de pahalı sayılmaz. Az para da sayılmaz. Köse, sayılmadık kaç tel sakalın var? hatırı sayılmak kemikleri sayılmak parmakla sayılmak sayım yapmak *mal sayımı yapmak •nüfus sayımı yapmak Türkiye'de ilk nüfus sayımı ne zaman yapıldı? sayışmak sayıya gelmemek saykallamak saykallanmak saymak, addetmek anlamında: Bunu, boşa harcanmış zaman sayıyorum. Ben bunu bir başarı olarak saymıyorum. Bunu saymayız, sizi yine bekleriz. Bir insan suçu ispat edilinceye kadar suçsuz sayılır. Biz bunları hiç olmamış sayarız. hesaba katmak anlamında: Bu sefer bunu saymıyorum. peşin ödemek anlamında: İki bin dolar saydı. to be counted [kauntid]. to be in limited supply [siplay]. (one's days) to be numbered [nambid]. His days are numbered. The days of the government are counted. to be considered [kinsidid]. Under the circumstances, it must be considered a success [sucses]. It is considered her best work. It's considered bad manners here. to be regarded [rigardid] as. This can't be regarded as evidence. Everyone is presumed innocent until proved guilty [inismt]. They are regarded as part of the plan. He's regarded as the most intelligent member on the board [bo:d]. to be counted [kauntid]. The votes are being counted at the moment. That goal didn't count. It's as good as finished [finist]. You didn 't say it but you as good as did. Not bad! Considering the quality, it's not so expensive [kinsidiring]. That's quite a lot. You overrate what you're doing [ouvireyt]. to have influence [influwms]. to be very thin. to be counted on the fingers of one hand. to count [kaunt]. to take an inventory [invintiri]. to take the census [sensis]. When was the first census taken in Turkey? to settle accounts with each other [lkaunts]. to be innumerable [inyurminbil]. to burnish. to be burnished [bbnist]. to consider [kmsidi]. / consider it as lost time. I don't consider it as a success [sikses]. We shan't consider this a visit, do come again. (A man is presumed innocent until he is proved guilty). to regard [rig:ad] as. We'll regard them as non-existing. to take into account [lkaunt], / won't take this into account this time. to pay (cash). He paid 2000 dollars cash. saymamak 634 saygı göstermek anlamında: sayılarını söylemek: Okuma yazma bilmeyenlerin çoğu saymayı bilir. Ona kadar sayabiliyor. sasısını bulmak anlamında: to respect. to count [kaunt]. Many of those who can't read and write are able to count. He can count up to ten. to count. Parayı yolda bulsan, yine sayacaksın. Elli kişi kadar saydım. Hepsini sayarsak, 30 tanktan var. Lütfen paranızı sayarak alınız, sıralamak anlamında: Onu, en iyi dostlanmdan sayıyorum. Bunu yapabilecek en az on kişi sayabilirim. | birleşikler ve deyimleri Sen kendini ölmüş say. Sanmsağını sayan paçayı yiyemez. birer birer saymak fasulye gibi kendini nimetten saymak geçersiz saymak geriye saymak görev saymak Sizi uyarmayı bir görev sayıyorum. günlerini saymak hatif saymak hiçe saymak Burada kimse kuralları hiçe sayamaz. iltifat saymak Bakanın bizi ziyaret etmesini bir iltifat sayıyoruz, kazanç saymak kural saymak marifet saymak (bir şey yapmayı) para saymak olağan saymak onur meselesi saymak ödev saymak Bana yardımlannı esirgemeyen arkadaşlara teşekkür etmeyi bir ödev sayıyorum. pösteki saymak sıradan saymak Bir gecede 50 milyon harcamayı sıradan sayıyorlar. Her gün 10 kilometre koşmayı sıradan sayıyor. sövüp saymak tekrar saymak yerinde saymak yıldızları saymak saymamak, hesaba katmamak anlamında: Bunu saymayız, yine bekleriz. Count the money, even if you find it. I counted up to 50 people. (All told, they have thirty tanks [thbdi]). Please count your money. to number [nambi]. / number him among my best friends. (1 can name at least ten people who can do it.) You're as good as dead [ded]. He who shies away from risks will achieve nothing [sayz]. to enumerate [inyu:mireyt]. to think too much of oneself. to invalidate [invedideyt]. to count down [kaunt], to consider it one's duty [dyu:ti]. / consider it my duty to warn you [wo:n], to be waiting for death [deth]. to have consideration for [kinsidireygin]. to disregard [disriga:d]. No one can disregard the rules here. to consider it a compliment. We consider it a compliment for the Minister to visit us. to consider it a gain [geyn]. to make it a rule [ru:l], to think it smart to. to pay [pe:y], to deem it commonplace [kommpleys]. to consider it a point of honour [om], to regard it as one's duty [dyurti], I consider it my duty to thank those of my comrades who have helped me [komridz]. to be engaged in a useless task [ingeyed]. to think nothing of. They think nothing of spending 50 million in a night. He thinks nothing of running ten kilometres every day. to swear at smb [swe:]. to recount [rikaunt]. to mark time. to have a sleepless night [sli:plis]. not to take into account [lkaunt]. We shan't take this into account, do visit us again [tgeyn]. sebat etmek 635 Onu saymayınız, o oruçludur. saygı göstermemek: sebat etmek Bunu, ancak sebat ederek başarabiliriz. sebatsız olmak sebep olmak Bu karar, bitmez tükenmez tartışmalara sebep olacaktır. Bu, bizim mahvolmamıza sebep olacaktır. Kirli sular her türlü hastalığa sebep olmaktadır. Gecikmeye neyin sebep olduğunu bilmiyoruz. Bu, birçok ıstıraba sebep olacaktır. Böyle bir af, cinayetlerin artmasına sebep olacaktır. sebeplenmek sebil etmek secde etmek seciyeli olmak seciyesiz olmak seçeneği olmak Şartları kabul etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Başka seçeneğim yoktu. seçilmek, seçim için: Onun yerine kim seçilecek? seçenek olarak: Aday kurul tarafından seçilecektir. Bu yıl yalnız bir tek eser seçildi. En iyileri seçilmiş. fark olunmak anlamında: Bu mesafeden seçilmiyor. seçim yapmak seçimini yapmak seçkinleşmek seçmek, bilinçli bir şekilde: Arkadaşlarınızı iyi seçin. Kravatlarını kim seçiyor? düşünüp taşındıktan sonra: En iyisini seçmemiz gerek, yeğlemek anlamında: Daima olgun olanları seçiyorlar. belirli bir sayıdan: İstediğinizi seçebilirsiniz. En irisini seçmeye çalıştım. birçokları arasından, özellikle: Neden onu özellikle seçtiler? to count out. Count him out, he is fasting. to have no respect for. to persevere [posivi:]. We can succeed only by persevering. to lack perseverance [posivinns], to give rise to [rayz]. This decision will give rise to endless discussions [diska§mz], to bring about/on. It will bring about our doom [du:m]. The polluted water is bringing on all kinds of diseases [dizi:ziz]. to cause [ko:z]. We don't know what caused the delay. This will bring about a lot of sufferings. Such an amnesty will lead to an increase in crime [kraym]. to get a small share out of. to distribute lavishly [le:vi§li]. to prostrate oneself [prostreyt]. to have a good character [ke:rikti]. to have a bad character. to have an alternative [o:lto:mtiv]. We had no other alternative but to accept the terms [iksept], / had no choice [coys].. to be elected [ilektid]. Who is going to be elected in his stead? to be chosen [couztn]. The candidate will be chosen by the board. to be selected [silektid]. Only one work was selected this year. to be picked [pikt]. The best have been picked out. to be perceived [piskvd]. It can't be perceived from this distance. to make a choice [coys]. to make one's choice. to distinguish oneself [distingwisj. to choose [cu:z]. Choose your friends well. Who chooses his ties [tayz]? to select [silekt]. We must select the best. to select. They always select the ripe ones. to pick out. You may pick out anyone you like. I've tried to pick the largest one. to single out. Why did they especially single him out? seçtirmek 636 seçimlerde: Bu sefer kimi seçecekler? iki seçenek arasında: fark etmek anlamında: Bir adım ilerisini seçemiyorduk. I birleşikler ve deyimler | akla karayı seçmek Aynısını bulana kadar akla karayı seçtik. gelişi güzel seçmek Gelişi güzel bir tane seçiniz. hürriyeti seçmek kendine hedef seçmek Hedef olarak kendine daha uygun birisini seçersen iyi edersin. rastgele seçmek İncelemek üzere rastgele birkaç parça seçti. yemek seçmek seçtirmek, ayırmak anlamında: Bizim manav meyve seçtirmez. seçim için: Bakalım bu sefer kimi seçtirecekler? sefa içinde olmak Cefasız sefa olmaz. Sefalar olsun! sefalet içinde olmak sefer yapmak Feribot Eminönü-Harem arasında sefer yapıyor. seferber olmak/etmek Tüm imkânları seferber edeceğiz. sefil olmak, alçak anlamında: sefalet çekmek: seğirdim yapmak seğirmek Sağ gözüm devamlı seğiriyor. seğirtmek, çabuk adımlarla koşmak: sıçrayarak koşmak: sekmek, tek ayak üzerinde sıçramak: sıçrayarak ilerlemek: atılan taş için: kurşun için: Bir kurşun duvardan sekip orada duran bir seyirciye vurdu. top vs için: Top sol ayağından sekerek kendi kalesine takıldı. yumuşamak anlamında: Ateşi bir dakika bile sekmedi. Gündüzleri sıcak hava hiç sekmez. sektirmek *taş sektirmek to elect [ilekt]. Who will they elect this time? to opt (for), to distinguish. We couldn't distinguish anything a step away. to be hard put to do smth. We were hard put to find a similar one. to pick at random [re:ndim]. Just pick one at random. to choose freedom [cu:z]. to pick on smb. You had better pick on someone else. to pick at random. He picked a few pieces at random to examine. to be particular about one's food. to allow to pick. Our greengrocer won't allow you to pick fruit. to have smb elected [ilektid]. Let's see who they are going to have elected. to lead a life free from worry. There's no pleasure without sorrow [pleji]. Have fun! to live in poverty [poviti]. to ply [play]. The ferry plies between Eminonii and Harem. to mobilize Imoubilayz]. We shall mobilize every possible means. to be mean [mi:n]. to be miserable [miznbil]. to recoil [rikoyl], to twitch. My right eye is continuously twitching. to rush [rasj. to run jumpingly. to hop. to skip, to skim. to ricochet [rikisey]. A bullet ricocheted off the wall and struck a bystander [strak]. to glance off [gla:ns]. The ball glanced off his left foot into his own goal [goul]. to let up. His fever didn't let up even a minute. During the day the heat never lets up. to make smth glance off. to skim a stone across. sektirmemek 637 sektirmemek, işi aksatmamak: büyük bir dikkat içinde olmak: selâm etmek selametlemek selâmı olmak (birine) Babamın size selâmı var. selâmlamak, asker için: sivil için: *topla selâmlamak selâmlaşmak selb etmek selektör yapmak sema etmek sembolleştirmek semerlemek semerlenmek semirmek semirtmek semizlemek semizleşmek sempatik olmak sempatizanı olmak sena etmek sendelemek, düşecek gibi olmak: Sarhoş gibi sendeleyerek gidiyordu. sallanmak anlamında: tökezlemek anlamında: sendikalaşmak sendikalaştırmak sendikalı olmak senetleşmek senetli olmak senli benli olmak Bunlar birbirleriyle bayağı senli benli olmuşlar. senlik olmak Bu iş tam senlik. sepetlemek, sepete koymak anlamında: uzaklaştırmak anlamında: sepetlenmek, sepete konmak anlamında: bir yerden kovulmak anlamında: sepette pamuğu olmamak sepilemek sepilenmek sepmek serbest olmak, özgür anlamında: Katiller hâlâ serbest. yapacak işi olmamak anlamında: Pazartesi serbestim. not to neglect one's work. not to miss a thing. to send smb one's regards [riga:dz]. to see smb off. to send smb one's greetings. Father sends you his greetings. to salute [silu:fj. to greet [grid]. to fire a salute [fayı]. to exchange greetings [iksçeync]. to take by force [fo:s]. to blink the headlights [hedlayts]. to whirl [wod]. to make smb/smth into a symbol, to saddle [se:dil]. to be saddled, to grow fat. to fatten [fe:tin]. to grow fat [fed], to get fat. to be congenial [kıncknyıl]. to be a sympathizer of [simpifhayzi]. to praise [preyz]. to reel [rid]. He was reeling like a drunken man. to be staggered [ste:gid]. to stumble [stambil]. to organize oneself into a labour union. to unionize [yumymayz]. to belong to a trade-union. to exchange documents [iksçeync]. to be based on written proof [beyst]. to be on familiar terms with each other. These two have become quite familiar with each other. to be up one's alley [e:li]. This job is just your alley. to put into baskets, to send smb packing. to be put into baskets. to be sent packing. to have an empty brain [breyn]. to tan a hide [hayd]. to be tanned [te:nd]. to sip noisily [noyzili]. to be free [fri:]. (The killers are still at large.) to be free. Vm free on Monday. serbestlemek 638 istediği gibi davranmak: Satıp satmamakta serbestsiniz. serbestlemek serdertmek serdirmek sergilemek, tanıtıuak amacıyla: Koleksiyonunu nerede sergileyebiliriz? Yalnız ilk eserlerini sergilemek istiyor. ortaya çıkarmak anlamında: Güçlü bir rakibe karşı takım mükemmel bir oyun sergiledi. Neden zenginliklerini bu şekilde sergiliyorlar? sergilenmek Yeni modeller, yeni katta sergilenecek. serilmek, halı vs için: uzanmak anlamında: Biraz kanapenin üstüne serileceğim. | birleşikler ve deyimleri hasır gibi serilmek ip üzerine serilmek kalıp gibi serilmek leş gibi serilmek sere serpe serilmek yere serilmek serin olmak serin kanlı olmak serinlemek, hava için: serinlik duymak: *yüreği serinlemek serinlenmek serinleşmek serinletmek Bir bardak ayran sizi serinletir. serkeşlik etmek sermek, açarak döşemek anlamında: Buraya bir masa örtüsü serelim mi? yere yaymak anlamında: kurutmak için: çamaşır asmak anlamında: savsamak anlamında: |birleşikler ve deyimleri abayı sermek derslerini sermek döşek sermek gözler önüne sermek Rapor, bankanın yasa dışı faaliyetlerini gözler önüne serdi. to be at liberty to. You are at liberty to sell or not. to feel relieved. to put forward [fo:wid]. to have smb spread out smth. to display. Where can we display his collection ? to exhibit [igzibit]. He wants to exhibit only his early works. to display. (The team made an excellent showing against a strong opponent [lpounint].,) Why do they display their wealth in this way? to be on display. The new models will be on display on the first floor [flo:]. to be spread out [spred]. to stretch out [strec], I'll stretch out a little on the sofa. to be sprawled [sprodd]. to be hung on a clothes-line [klouthz layn], to be stretched out like a log. to be all sprawled out. to stretch out at full length. to fall all one's full length on the ground. to be cool [ku:l]. to be cool-headed. to become cool, to cool off. to make one feel better, to cool oneself off. to get cool, to cool smb off. (A glass of cold ayran will refresh you.) to act in an unruly manner [anruli]. to spread smth over [spred]. Shall we spread a table-cloth over here? to spread smth out on. to spread smth out in the sun [san]. to hang smth up on a line [layn]. to neglect smth [niglekt]. to move in on smb [mu:v]. to let one's studies slide [slayd]. to spread a bed. to expose [ikspouz]. The report exposed the illegal activities of the bank. serpelemek 639 ipe un sermek işi sermek leşini sermek minderi sermek postunu sermek postekisini sermek (birinin) sergi sermek yatak sermek yere sermek (birini) Bir tek darbe ile onu yere serdi. yoluna halılar sermek serpelemek serpilmek, su, şeker vs için: gelişmek, büyümek anlamında: geniş bir alana: | birleşikler ve deyimler] gönlüne su serpilmek serilip serpilmek Sıcaktan kedi yere serilip serpilmişti. yüreğine su serpilmek serpiştirmek serpmek, un vs için: geniş bir alana: yağmur için: *göze kül serpmek *yüreğine su serpmek serptirmek sersefil olmak sersem etmek, bilincini zayıflatmak: şaşırtmak anlamında: sersem olmak sersemlemek sersemleşmek sersemletmek, darbe vs neticesi: şaşırtmak anlamında: serserilik etmek sert olmak, gönül kırıcı: hoşgörülü olmamak: hiddetli anlamında: katı anlamında: Çocuklara karşı neden o kadar sert? sertelmek sertlenmek sertleşmek, katılaşmak anlamında: tutum için: hava durumu: to make vain excuses [veyn ikskyu:siz]. to neglect one's job. to beat up [bid]. to outstay one's welcome. to settle oneself down in a place. to give smb a severe thrashing [sivi:]. to set up a display. to spread a bed [spred]. to send smb sprawling. (He knocked him down with one single blow). to roll out the red carpet [ka:pit]. to drizzle [drizil]. to be sprinkled, to grow. to be scattered [skedid]. to be relieved [rili:vd], to sprawl out at full length. The cat was sprawled out at full length on the ground because of the heat. to alleviate one's anxiety [emgzayiti], to sprinkle. to sprinkle with. to scatter [skedi]. to fall in sprinkle. to throw dust in smb's eyes. to make one feel better. to have smb sprinkle smth. to be utterly wretched [re:cid], to stupefy [styu:pifay]. to stun [stan]. to be stupid. to become stupified. to feel bewildered. to be dazed [deyzd]. to stupify [styu:pifay]. to act like a vagrant [veygnnt], to be rough [rafj. to be stern [sto:n]. to be violent [vaydint]. to be hard. Why is she so hard on the children? to get rough [raf]. to get tough [taf]. to harden [ha:dm]. to get tough. to get worse [wo:s]. sertleştirmek 640 sertleştirmek Plastiği sertleştiriyormuş. servis yapmak, bir sofraya hizmet etmek: Size servis yapan var mı? tabaklara koymak anlamında: , Yemekler buradan servis yapılacaktır. ses etmek ses olmamak Onlardan bir ses seda yok. Ses seda yoktu. Bir elin nesi var, iki elin sesi var. seslendirmek seslenmek, uzaktan bağırarak çağırmak: hitap etmek anlamında: sessiz olmak Ne olur, sessiz olun. sessizleşmek setretmek sevdalı olmak sevdalanmak sevdirmek Bu hareketi onu halka sevdirdi. *kendini sevdirmek, sevgi için: Kendini sevdirmeyi biliyor. okşatmak anlamında: Bizim kedi kendini hiç sevdirmez. sevgisi olmak (birine) sevilmek, sevgi duyulmak anlamında: Öğrencileri tarafından çok sevilirdi, beğenilmek anlamında: Öğrenciler tarafından sevilen bir öğretmendir. Çok sevilen bir şarkıydı. sevimli olmak sevimlileşmek sevimsiz olmak sevimsizleşmek sevinçli olmak sevindirici olmak Hatalı olduklarını kabul etmeleri sevindiricidir. sevindirmek Zengin hediyeler çocukları sevindirdi. Bu önlemler birçok kişiyi sevindirecek. sevinmek Hiç olmazsa bu haber onları sevindirecektir. Nedense büyük başarımıza sevinemedik. to harden. Apparently it hardens plastic. to wait on smb. Is anyone waiting on you? to be served out. Food will be served out from here. to call [ko:l]. to be completely silent [saylint], (We haven't heard a word from them.) There was complete silence. (Two hands are better than one.) to make a sound recording [saund], to call out to [ko:l]. to address [ldres], to be quiet [kwayit]. Do be quiet. to become quiet, to cover [kavi]. to be passionately in love [pe:simtli]. to fall passionately in love (with), to endear oneself [indi:]. This action endeared him to the people. to endear oneself. He knows how to make himself liked. to be fondled [fondild]. Our cat never lets itself be fondled. to have an affection for [tfeksm]. to be loved. He was a teacher beloved by his students. to be popular [popyuh]. He is a teacher popular with the students. It was a very popular song. to be charming [farming]. to become lovable [lavibtl]. to be charmless. to become unsympathetic. to be happy [he:pi]. to be welcome. The fact that they recognize they were wrong is to be welcomed. to delight [dilayt]. The rich presents delighted the children. These measures will delight many people. to cheer up [cirap]. At least this piece of news will cheer them. to rejoice [rijoys]. Somehow we couldn't rejoice at our great success [sikses]. sevişmek 641 Sevinerek söyleyebilirim ki, bu olaylar bizde olmaz. Haberi duyunca sevinmiş olmalısın. Karısının geri döneceğini duyunca, pek sevinmiş görünmedi. Bunu duyduğuma sevindim. Sizi gördüğüme sevindim. Dünyalar kendisinin olmuş gibi sevindi. sevişmek, sevgi için: cinsel ilişki için: "kumrular gibi sevişmek seviyesiz olmak sevk edilmek, gemi ile: Mallar ne zaman sevk edilecek? gönderilmek anlamında: Cepheye çok genç asker sevk edilmektedir. sevk etmek, genel anlamda: bir merkezden: gemiyle: Onları gemiyle sevk etmek mümkün. özel bir görevle: Bir tamir ekibini derhal sevk ediyoruz, sürüklemek anlamında: "emekliye sevk etmek Şirket, 60 yaş üzerindeki işçilerini emekliye sevk edecektir. "umutsuzluğa sevk etmek sevk olmak özel olarak: sevmek, sevgi ve bağlılık duymak: Herkes yurdunu sever, gönül vermek anlamında: Birbirini seviyorlarsa, neden evlenmiyorlar? hoşlanmak anlamında: Burasını sevdiniz mi? Kamyonu kendi kullanmayı seviyor. Bu işi sevmeye başlamıştım. Kurt dumanlı havayı sever. Kimi çay sever, kimi kahve. Kahvenizi nasıl seversiniz? Her ikimiz pop müziği ve futbolu severiz. Sevmek mi? Sevmez olur muyum? Bu rengi sevdim. Sizi seven dostunuz. okşamak anlamında: bitki için yerini uygun bulmak: to be happy. I'm happy to be able to say that such incidents don't happen here. to be pleased [pli:zd]. You must have been pleased to hear the news. He didn't seem to be very pleased to hear that his wife was coming back. to be glad [gle:d]. I'm glad to hear that. Good to see you. He was overcome with joy. to love each other, to make love. to be madly in love with each other, to be vulgar [valgi]. to be shipped [§ipt]. When will the goods be shipped? to be sent. Very young soldiers are being sent to the front. to send, to send out. to ship (off). It's possible to ship them off. to dispatch [dispe:c]. We're dispaching immediately a repair crew. to drive smb to [drayv]. to retire [ritayi]. The company will retire all its workers over 60 years of age. to drive to despair [dispe:]. to be sent. to be dispatched. to love [lav]. Everyone loves their country. to love. If they love each other, why don't they get married [me:rid]? to like. Do you like it here? He likes to drive the truck himself. I got to liking it. Evil-doers love chaotic situations [keyotik]. Some like tea, some coffee. How do you like your coffee? to love. We both love pop music and soccer [soki]. Love it? Of course I do. I love this colour. Your loving friend. to fondle [fondil]. to grow well. sevmemek 642 | birleşikler ve deyimler| Sevsinler! Gözünü seveyim! Gönül kimi severse, güzel odur. Gülü seven dikenine katlanır. Misafir misafiri sevmez, ev sahibi ikisini de. Sev beni, seveyim seni. boğazını sevmek canı sevmek (bir şeyi) çıldırasıya sevmek göz bebeği gibi sevmek taparcasına sevmek Küçük kızını taparcasına sever. yerini sevmek (bitki için) sevmemek Bekletilmeyi hiç sevmez. -den hoşlanmamaya haşlamak: bir şey yapmayı...: seyahat etmek deniz yoluyla: kara yoluyla: trenle: uçakla: Uçakla seyahat etmek senin neyine? seyahatta olmak seyrek olmak, az rastlanan anlamında: parçalar arasındaki aralık için: uzun zaman aralıklı: Ziyaretleri seyrek oldu. saç için: kumaş için: seyrekleşmek, kalabalık için: insanlar buradan uzaklaştıkça şehir seyrekleşecektir. Bu bölgede ağaçlar nedense seyrekleşti. zaman bakımından: Ziyaretler seyrekleşti. seyrekleştirmek seyrelmek=seyrekleşmek seyretmek, bakmak anlamında: Ay tutulmasını seyredemeyeceğim. Oturup güneşin batmasını seyrettik. Şimdi olacakları seyret! Şimdi kavgayı bir seyret! Suyu bardakta, gemiyi duvarda seyretmeli. Now, isn't that something! Please! Beauty is in the eye of the beholder. He who loves roses endures their thorns. A guest doesn't like another guest and the host neither of them [houst]. Love is reciprocal [risipnkil]. to enjoy eating, to enjoy [injoy]. to love to distraction [distre:k§in]. to regard smb as the apple of one's eyes. to adore [ido:]. She adores her little daughter [do:ti]. to flourish [flarisj. to dislike. He dislikes to be kept waiting. to take a dislike to [dislayk]. to dislike doing smth. to travel. to travel by sea. to travel by land. to travel by rail [reyl]. to travel by air. Who are you to travel by air? to be on a journey [co:ni]. to be rare [re:]. to be wide apart [wayd ipa:t]. to be infrequent [infri:kwint]. His visits have become infrequent. to be sparse [spa:s]. to be loosely woven [lu:sli]. to thin out. As people move away from here the city will thin out. to become sparse [spa:s]. For some reason the trees have become sparse in this region [ri xi n]. to become infrequent. (The visits have become few and far between.) to reduce the number of [ridyu:s]. to watch [woe], I won't be able to watch the lunar eclipse. We sat and watched the sun set. Watch now what's going to happen! Just watch the fight that will break out. to contemplate [kontempleyt]. One should contemplate water in a glass and a ship on the wall. sezdirmek 643 karışmadan bakmak anlamında: Diğerleri seyrederken, biz polise yardım ettik. Hastaydım, onlar oynarken ben seyrettim. gemi için: Boğazda seyrederken çok dikkatli olmak gerek. hastalık için: sezdirmek Bu parayı ödemeyeceklerini sezdirmişlerdi. Böyle bir davranışı hoş göremeyeceğimizi onlara sezdirdik. sezilmek sezindirmek sezinlemek Bu, bütün yazılarında kolayca sezilebilir. Bu tarih akışını ilk anda ben sezinledim. sezinletmek sezinmek sezmek, olacakları hissetmek: farkına varmak anlamında: Onun niyetini çok iyi seziyorduk. Bilginler, böyle bir virüsün olacağını sezmişlerdi. *bit yeniği sezmek Ben, bu işte bir bit yeniği olduğunu seziyorum. *hile sezmek, birinden sıcak olmak Deniz, beklediğimizden daha sıcaktı. Havalar sıcak olmaya devam edecek. sıcak yapmak Geçen yaz çok sıcak yaptı. sıcak kanlı olmak sıcaklaşmak sıçmak, dışkıyı dışarı atmak: berbat etmek: sıçramak, atlamak anlamında: Bazı kurbağalar beş metre sıçrayabiliyor. Küçük maymun bir daldan diğerine sıçrıyordu. parçalara savrulmak anlamında: çamur vs için: Çirkefe taş atma, üstüne sıçrar. irkilmek anlamında: to look on. We helped the police while the others just looked on [pili:s]. / was ill, I just looked on while they played. to sail [seyl]. One must be very careful when sailing through the Bosphorus [bosfins], to develop [divehp], to intimate [intimeyt]. They had intimated that they would not pay that amount [tmaunt]. to let smb understand. We let them understand that we couldn't tolerate such behaviour [biheyvyj], to be perceived [ptsiivd]. This can easily be perceived in all his writings. to give smb an inkling of. to be aware of [twe:]. / from the start perceived this historical process. to make smb feel smth. to perceive [ptsi:v], to have a presentiment [prizentimint]. to see through [thru]. We could well see through her intentions. to discern [diso:n]. The scientists had discerned that there would be such a virus [vayins]. to smell a rat [red]. / can smell a rat in this. to suspect a trap [tre:p]. to be warm [wo:m]. The sea was warmer than we had expected. The weather will continue to be hot. to be hot. Last summer was very hot. to be genial [ciinytl]. to get hot. to defecate [defikeyt]. to foul [faul]. to jump [camp]. Some frogs can jump five metres. to leap [li:p]. The little monkey was leaping from one branch to another. to fly out. to splash [spies]. Don't throw stones into a cesspool, or you'll get splashed. to be startled [stadtld]. sıçratmak 644 | birleşikler ve deyimleri Bir sıçrarsın çekirge, iki sıçrarsın çekirge. Çirkefe taş atma, sıçrar üstüne. ayağa sıçramak canı başına sıçramak hop hop sıçramak kan başına sıçramak kanı beynine sıçramak uykusu beynine sıçramak sıçratmak, camın- rs tem: top için: | birleşikler ve deyimleri çamur sıçratmak Bir Mercedes üstüme çamur sıçrattı. esmayı üstüne sıçratmak etrafa su sıçratmak zifos sıçratmak sığamak=sıvamak sığdırılmak sığdırmak *ak!ına sığdıramamak sığınmak, korunmak amacıyla bir yere: bir kişiye başvurarak: iltica ermek anlamında: Darbeden sonra elçiliklerden birine sığındı. Herkesin başka ülkeye sığınmaya hakkı var. I birleşikler ve deyimleri Allana sığınmak Affınıza sığınarak. Biz Allah'a sığındık. kanuna sığınmak koltuğuna sığınmak (birinin) bir yere sığınmak sığışmak sığıştırmak sığlaşmak sığmak | birleşikler ve deyimleri İki karpuz bir koltuğa sığmaz. Mızrak çuvala sığmaz. Sıçan, deliğine sığmazmış; birde kuyruğuna kabak bağlamış. akla sığmak akla sığmamak cam canına sığmamak canı içine sığmamak derisine sığmamak elbisesine sığmamak Çocuklar artık elbiselerine sığmıyor. ele avuca sığmamak One can't always trust one's luck. Don't invite the abuse of an insolent person. to jump to one's feet. to be terribly frightened [fraytind]. to jump for joy [camp]. to blow one's top. to make one's blood boil [boyl]. to feel dazed because of lack of sleep. to spatter [spedi]. to bounce [bauns]. to spatter [spedi] with mud. A Mercedes spattered me with mud [mad]. to bring trouble upon oneself. to dabble ... in water. to splash with mud [sple:s]. to be made to fit into. to cram into[kre:m]. to be incomprehensible to smb. to take shelter in [selti]. to take refuge behind smb [refyux]. to take refuge in. After the coup he took refuge in one of the embassies [e:mbe:siz]. Everyone has the right to seek asylum in other countries [lsayhm], //I'm not abusing your patience [peysins]. to trust in God. We trust in God [trast]. to appeal to the law [ipid], to put oneself under smb's protection. to take refuge in [refyux]. to squeeze into [skwi:z], to squeeze things/people into. to get shallow [sedou]. to fit into. One can't do two things at the same time. A spear will not go into a sack [se:k]. He can't possibly complete the job on hand. to be plausible [plo:zibil], to be incomprehensible. to be very impatient [impeyfint]. to be jumping for joy [camping]. to be too big for one's boots [bu:ts]. to outgrow one's clothes [klouthz]. The children have grown out of their clothes. to be unruly [anrudi]. sıhhatli olmak 645 havsalasına sığmamak havsalaya sığmamak hesaba kitaba sığmamak içi içine sığmamak kabına sığmamak mezhebine sığmamak mutluluktan içi içine sığmamak sevinçten içi içine sığmamak sıhhatli olmak Sıhhatler olsun! sık boğaz etmek sıkı olmak, Beni böyle sık boğaz etmeyin. Sıkıysa git bunu Avrupa'da dene. dar anlamında: ilkelerine bağlı anlamında: hoşgörüsü olmayan: cimri anlamında: isler için voğun anlamında: [birleşikler ve deyimler| ağzı sıkı olmak eli sıkı olmak sıkı fıkı olmak sıkıcı olmak *can sıkıcı olmak Bunlar birbiriyle sıkı fıkıdır. Bu, son derece can sıkıcıdır. sıkılgan olmak sıkılamak, sıkı duruma getirmek: sıkıştırmak anlamında: doldurup sıkıştırmak: sıkılmak, limon vs için: sıkıntı için: Çok sıkıldım. sıkıntıya düşmek: Sıkıntıya düşersen, dolarları kullan, utanıp çekinmek anlamında: Bu insanlarda hiç sıkılma yok mu? |birleşikler ve deyimler] Yaralı kuşa kurşun sıkılmaz. Pek yaş olma, sıkılırsın; pek de kuru olma, kırılırsın. başı sıkılmak canı sıkılmak, boş oturmaktan: Orada hiç canım sıkılmadı. rahatsızlık duymak anlamında: Sözlerinden dolayı canım çok sıkıldı. Oradaki davranışlarına canım sıkıldı. içi sıkılmak Bütün gün içim sıkıldı. yüreği sıkılmak to be hard for smb to believe. to be beyond comprehension [komprihen§m]. to be imponderable [inpondinbil]. to be unable to contain oneself [kinteyn]. to be exuberant [igzyu:burnt]. to be against one's principles [prinsipilz]. to burst with happiness [bo:st]. to brim over with joy [coy], to be in good health. Good health to you! to rush smb into doing smth [rasj. Don't rush me like that. If you dare, go and try this in Europe [ yu: np] . to be tight [tayt]. to be strict. to be severe [sivi:]. to be stingy [stinci]. to be brisk. to be closed mouthed [klouzd]. to be tight-fisted [tayt fistid]. to be intimate [intimit]. They are on intimate terms with each other. to be tedious [ti.dyis]. to be annoying [inoying]. This is annoying in the extreme. to be shy [say]. to tighten [taytin]. to press together, to tamp [te:mp], to be squeezed [skwi:zd]. to be/get bored [bo:d], I'm bored stiff. to be hard-pressed [ha:d prest]. If you're hard-pressed for money use the dollars. to be ashamed [lseymd]. Haven't these people any sense of shame? Don't hit someone who has fallen down. Be neither too soft nor too hard or you will either get squeezed or cracked. to be in straits [streyts]. to feel bored [bo:d]. / didn't feel bored at all there. to be annoyed [inoyd]. I'm very much annoyed by his remarks. I was annoyed at the way she behaved there. to have the blues [blu:z]. I've had the blues all day long. to feel depressed [diprest]. sıkılmamak 646 sıkılmamak Sen hiç sıkılmaz mısın? sıkınmak *ıkınıp sıkınmak sıkıntı içinde olmak Banka büyük mali sıkıntı içindedir. sıkıntıda olmak sıkıntılı olmak sıkıntısı olmak *para sıkıntısı olmak sıkıntısız olmak sıkıntıya gelememek sıkışık olmak, sıkışık durumda olmak: yer için: zaman için: Maalesef zaman bakımından çok sıkışığız. sıkışık durumda olmak Şu anda çok sıkışık durumdayız. sıkışmak, aptesi gelmek anlamında: kalabalık için: Burada çok sıkıştık. makine için: Daktilo makinesinin tuşları sıkıştı. ' parmak vs için: Parmağı kapıya sıkışmış. yol için: zaman ve para için: dar bir yerde sıkışıp kalmak: iki şey arasında kalmak: zor bir durumda kalmak: | birleşikler ve deyimleri başı sıkışmak el sıkışmak Biz, önce kavga ederiz, sonra el sıkışırız. Haydi, el sıkışınız! pazarlık yaparken: kalbi sıkışmak köşeye sıkışmak kuyruğu kapana sıkışmak sıkıştırılmak, zorla sığdırmak anlamında: sıkı duruma getirilmek: firarda olan biri için: sıkıştırmak, bir yere zorla sığdırmak: tıkmak anlamında: Bütün bu eşyaları dolaba kim sıkıştırdı? Paraları yine yastığın altına sıkıştırmıştır. bir yere sıkıca yerleştirmek: to have no sense of shame [seym]. Haven't you any sense of shame? to exert oneself [igzo:t]. to grunt and strain [grant/streyn]. to be in straits [streyts]. The Bank is in great financial straits. to be in straits. to be troublesome [trabilsim]. to be distressed [distrest]. to be hard up for money. to be free from worry [wari]. to be unable to withstand hardship. to be tight [tayt]. to be very congested [kmcestidl. to be hard-pressed for time [prest]. Unfortunately we are hard-pressed for time. to be in a fix. We are in a very bad fix at the moment. to feel the need to go the toilet. to be crowded together in. We are crowded together in here. to be jammed [ce:md]. The keys of the typewriter got jammed. to get caught in [ko:t]. Her finger got caught in the door. to be jammed [ce:md]. to be hard-pressed for [prest]. to be stuck [stak]. to be squeezed [skwirzd]. to be in trouble [trabil], to have more work than one can handle. to shake hands [§eyk]. First we quarrel but later shake hands. Go on, shake hands. to strike hands on [strayk]. to have a sudden pain in the chest. to have one's back to the wall. to be in a tight spot [tayt]. to be squeezed in [skwkzd]. to be tightened [taytmd]. to be cornered [ko:md]. to squeeze in [skwi:z]. to jam in [ce:m]. Who has jammed all these things in the cupboard [kabid]? She must have tucked the money again under the cushion [ku§m]. to tighten [taytin]. sıkıya gelmek 647 kıstırmak anlamında: Hayvanı öyle sıkıştırırsan, üstüne atlar. ezilmesine sebep olmak: Parmağını nereye sıkıştırdın? birinin eline vermek: Birisi elime kartını sıkıştırdı, zorlamak anlamında: bir işi yaptırmak için zorlamak: Beni bu şekilde sıkıştırmasalar. [birleşikler ve deyimler) araya/arasına sıkıştırmak Bu iki şey arasına sıkıştıracağız. duvara sıkıştırmak eline para sıkıştırmak köşeye sıkıştırmak sıkıya gelmek sıkıya gelmemek Ben sıkıya gelemem. sıkkın olmak *cam sıkkın olmak sıklaşmak, sık duruma gelmek: sık görülmek anlamında: sıklaştırmak, sık duruma getirmek: sıkça yapmak anlamında: "adımlarını sıklaştırmak sıklatmak sıkmak, ateşli silahlar için: baskı altına almak: daraltmak anlamında: püskürtmek anlamında: sıkıntı/vermek anlamında: sıkı tutmak anlamında: rahatsız etmek Sizi detaylarla sıkmak istemiyorum. suyunu çıkarmak anlamında: zorlamak anlamında: |birleşikler ve deyimleri Aklına turp sıkayım! boğazını sıkmak can sıkmak Bu kadarı da can sıkıyor. canını sıkmak Canınızı sıkan bir şey var. İnşallah canınızı sıkmıyorum. Canını sıkan ne? çamaşır sıkmak diş sıkmak to corner [ko:m]. If you corner the animal like that, it will attack you [ite.'k]. to pinch. Where did you pinch your finger? to slip smth into smb's hand. Someone slipped his card into my hand. to put pressure on smb. to rush smb [rasj. I wish they wouldn't rush me like that. to sandwich [se:ndwic°]. We'll sandwich it between these two. to drive to the wall [drayv]. to slip money into smb's hand. to drive smb into a corner [ko:ni]. to be hard put to it. to dislike hardship. (7 won't be rushed [ra§t]). to be depressed [diprest]. to have the blues [blu:z]. to be close together [klous]. to become frequent [frkkwmt]. to bring close together [klous]. to render frequent, to quicken one's steps, to render frequent. to discharge [discax]. to put pressure on [pre§i], to tighten [taytin]. to squirt [skwo:t]. to cause annoyance [moyins]. to hold tightly [taytli]. to bother. / don't want to bother you with details. to squeeze [skwi:z]. to keep strict control over [kintroul]. How silly! to squeeze the throat of [skwi:z]. to bore [bo]. This is altogether boring. to annoy [inoy]. There's something that is annoying you. to bother. I hope I'm not bothering you. to trouble [trabil]. What's bothering you? to wring out the laundry [lo:ndri]. to set the teeth. sımak 648 dişini sıkmak katlanmak anlamında: Çocuklar, dişinizi sıkın! elini sıkmak (birinin) Elimi sıkıp bana teşekkür etti. Elini bir daha sıkmam. gırtlağını sıkmak hortum sıkmak iç sıkmak karanlığa kurşun sıkmak kemerini sıkmak kemerleri sıkmak kendini sıkmamak kurşun sıkmak palavra sıkmak parmağını/ayağını sıkmak Bu ayakkabı ayağımı sıkıyor. su sıkmak Bu deli adam herkesin üzerine su sıktı. suyunu sıkmak (bir meyvenin) yumruklarım sıkmak sımak, kırmak anlamında: yenmek anlamında: t bozmak anlamında: sınamak, denemek anlamında: yoklamak anlamında: sınanmak, deneme için: yoklama için: sınav yapmak sındırmak sınıflamak sınıflandırmak Bunları dört başlık altında sınıflandırabiliriz. Sebzeleri dahi sınıflandırıyorlar. sınıflanmak sınırlamak sınırlandırmak Bir yerde sınırlandırmalıyız. sınırlanmak sınırlı olmak Kaynaklarımız çok sınırlı. Maalesef bu konuda hareket alanımız çok sınırlıdır. Gündem bir tek madde ile sınırlıdır. sınmak, kırılmak anlamında: bozguna uğramak anlamında: sır olmak to set one's teeth. to grit one's teeth and bear it. Well boys, grit your teeth! to clasp one's hands. He clasped my hands and thanked me. to shake one's hand [§eyk]. I'll never shake his hand again. to seize smb by the throat [si:z]. to direct a hose at [dayrekt]. to bore [bo:]. to take a shot in the dark. to tighten one's belt [taytin], to tighten up. to take it easy [i:zi]. to shoot [§u:t]. to boast [boust]. to pinch one's toe/foot. This shoe pinches my foot. to douse [daus]. This crazy fellow doused everyone. to squeeze juice from [cu:s]. to clench one's fists [klenc]. to break [breyk]. to defeat [difi:t]. to spoil [spoyl]. to try. to test. to be tried out [trayd], to be put to the test. to hold an examination [igze:miney§in].b to destroy, to classify. to classify [kle:sifay]. We can classify them under four headings. to grade [greyd]. They grade even the vegetables. to be classified. to limit. to set a limit. We have to draw the line somewhere. to be limited, to be limited. Our resources are limited [riso:siz]. (Unfortunately for us, there is little room for manoeuver in this matter [minu:vi], to be confined to [kinfaynd]. The agenda is confined to a single subject. to break [breyk]. to be defeated [difktid]. to disappear [disipi:]. sıra olmak 649 sıra olmak sıra birinde olmak Şimdi sıra bizde. Söz sırası sizde değil. Sıra kimde? sırada olmak Yerine geçmek için sırada olan kim var? sıralamak, sıraya koymak anlamında: bir liste halinde: birer birer saymak anlamında: yürümeye başlama anlamında: sıralanmak Hastalar daha şimdiden kapıda sıralandılar. Halk, Diana'yı görmek için sokaklarda 1 erkenden sıralanmıştı. sıralatmak sırası olmak Şimdi sırası değil. Hisse satın almanın tam sırasıdır. Sırası gelmişken... sırıklamak (bitkiler için) sırılsıklam olmak Yağmur altında sırılsıklam oldum. •sırılsıklam âşık olmak sırılsıklam etmek sırıtmak, aptallık belirtir biçimde gülmek: kusur için: *pişmiş kelle gibi sırıtmak sırlamak, ayna için: toprak kap için: sırlanmak sırnaşmak sırrolmak sırsıklam olmak Sırsıklam olmuşsunuz. Yağmur altında sırsıklam olmuştuk. sırtarmak, bulut için: kedi için: sırıtmak anlamında: sırtı yere gelmek sırtlamak, sırtına almak: sorumluluğu üzerine almak: sıska olmak eskiden karın şişmek: sıskalaşmak sıvalamak sıvalı olmak to line up [layn ap], to be one's turn [to:n]. It's our turn now. It's not your turn to speak. Whose turn is it? to queue [kyu:]. Who is next in line for the succession? to line up. to list in order. to enumerate [inyu:mrreyt]. to begin to walk. to line up. The patients have already lined up at the gate. The people had lined the streets early to see Diana [dayem]. to have smb arrange things in a row. to be the right time. This is not the right time. It's just the right time to buy shares. By the way... to pole a plant [poul]. to be/get wet through [thru], / got wet through in the rain. to be madly in love. to drench. to grin. to show up. to grin foolishly. to silver. to glaze [gleyz]. to be silvered/to be glazed. to annoy [inoy]. to vanish into thin air [ve:ni§]. to be soaking wet. You are soaking wet. to be drenched [drenct]. We were drenched to the skin in the rain. to pile up [payl]. to arch its back [a:<j]. to grin. to be defeated [difktid], to take on one's back, to shoulder [souldi]. to be skinny, to be dropsical, to get thin. to coat with plaster [kout]. to be plastered. sıvamak 650 sıvamak, sıva ile kaplamak: bulaştırmak anlamında: vukaııva kıvırmak: \ birleşikler ve deyimler[ arkasını sıvamak çamur sıvamak çayı görmeden paçaları sıvamak Çayı görmeden paçaları sıvamamak gerek. dereyi görmeden paçayı sıvamak güneşi balçıkla sıvamak kollarını sıvamak mecazi anlamda: paçaları sıvamak Paçaları sıvarsan, iyi edersin. suyu görmeden paçaları sıvamak sıvanmak, sıva vurmak anlamında: bulaştırmak anlamında: bir işe girişmek: *Güneş balçıkla sıvanmaz. sıvaşmak, bulaşmak anlamında: sıvışık bir duruma gelmek: sıvatmak,' bir yeri: birine bir yeri: sıvazlamak Eliyle çenesini sıvazladı. •birinin sırtım sıvazlamak •sakalını sıvazlamak sıvılaşmak sıvılaştırmak sıvındırmak sıvınmak sıvışık olmak yapışıp bulaşmak anlamında: tedirgin etmek anlamında: sıvışmak, kaçmak anlamında: bulaşmak anlamında: sıyanet etmek sıyırmak, bulaşık için: Yemekten sonra tabak çanakları kim sıyıracak? kabuğunu soymak anlamında: kaymak vs için: kazıyarak çıkarmak anlamında: kemik için: kılıç vs için: kuması şerit halinde: to plaster. to smear [smi:]. to roll up. to praise [preyz]. to plaster with mud [mad]. to count one's chickens before they are hatched. Don't count your chickens before they are hatched. There's many a slip between the cup and the lip. to try to hide the truth [hayd]. to roll up one's sleeves, to get to work. to tuck up one's trousers [trauziz]. You had better tuck up your trousers. to count one's chickens before they are hatched. to be plastered. to be smeared [smi:d]. to get to work. Truth will always prevail [priveyl]. to get smeared [smi:d]. to get sticky. to have a place plastered. to have smb plaster a place. to stroke [strouk]. He ran his hand over his chin. to praise [preyz], to stroke one's beard [bird]. to liquefy [likwifay]. to liquefy. to liquefy. to be liquefied. to be sticky. to stick like a glue. to sneak out/away. to get sticky. to protect [pntekt], to scrape [skreyp]. Who is going to scrape the pots and pans after the meal [mid]? to peel off [pi.l], to skim. to scrape off [skreyp of], to pick a bone clean [boun]. to draw [dro:]. to tear a piece of cloth into strips. sıyırtmak (birine bir şeyi) 651 kurşun için: Çok şükür ki, kurşun başımı sıyırıp geçmiş, sürterek deriyi soymak: Dizini nerede sıyırdın? Düşüp elimi sıyırdım. sürterek temizlemek: yemek için: bir dertten kurtarmak: Bu sefer onu bu işten sıyırmak kolay olmayacaktır. | birleşikler ve deyimler | kendini bir şeyden sıyırmak tabağını sıyırmak teri sıyırmak yakasını sıyırmak (bir şeyden) sıyırtmak (birine bir şeyi) ovarak temizletmek: kemik için: kazıtarak temizletmek: sıyrılmak, bir dertten...: Bütün bu dertlerden sıyrılmak istiyorum. deri için: kabuk için: kumaş için: sürtülmek neticesi: *işin içinden sıyrılmak sızdırılmak Bu bilgi nasıl sızdırılmış? sızdırmak Basına bu haberi kim sızdırdı? Bu variller yağ sızdırıyor. *bilgi sızdırmak *para sızdırmak sızıldanmak sızırmak sızlamak, ağrımak anlamında: acı vermek: | birleşikler ve deyimler | ağlayıp sızlamak burnunun direği sızlamak ciğeri sızlamak iliği sızlamak kalbi sızlamak kemikleri sızlamak Bunu duysaydı, kemikleri sızlardı. sızım sızım sızlamak vicdanı sızlamak yüreği sızlamak sızlanmak sızlatmak to graze [greyz]. Fortunately the bullet grazed my head. to scrape [skreyp]. Where did you scrape your knee [ni:]? I fell and scraped my hand. to scour [skau:]. to eat up one's meal. to get smb out of trouble [trabd]. It will not be easy to get him out of trouble this time. to free oneself from, to scrape one's plate [skreyp]. to wipe one's sweat [swet]. to rid oneself of. to have smb scour smth [skau]. to have smb pick a bone clean [boun]. to have smb scrape smth. to get out of trouble [trabd], I want to get away from it all. to be skinned [skind]. to be peeled [pi:Id]. to be torn into strips. to be scraped [skreypfj. to extricate oneself from a difficult situation [sityuweyfin]. to be leaked out [li:k aut]. How was the information leaked out? to leak out [l i : k]. Who has leaked out the news to the press? Oil is leaking out of the barrels. to leak information [infi:mey§in]. to squeeze money out of [skwi:z], to complain [kimpleyn]. to strain [streyn]. to ache [eyk]. to hurt [hod]. to keep wailing. to be very sad. to feel great pity. to be deeply moved (by) [mu:vd]. (for one's heart) to bleed. to turn in one's grave [greyv]. He would turn in his grave if he heard this. to suffer acute pain [peyn]. to suffer a pang of conscience [konsms]. to be very moved [mu:vd]. to complain [kimpleyn]. to pain [peyn]. sızmak 652 | birleşikler ve deyimler | içini sızlatmak kemiklerini sızlatmak Bu, Lenin'in kemiklerini sızlatmaya yeter. yürek sızlatmak Bu şehrin hali yürek sızlatıyor. sızmak, akmak anlamında: Su, tam olarak nereden sızıyor? cıvık halde akmak: Rutubet duvarlardan sızıyordu. gizli bilgi için: Bu bilgi basına nasıl sızdı? Haber dışarıya nasıl sızdı? Bütün çabalara rağmen bilgi dışarıya sızmaya devam etti. düşman arasına girmek: örgüte gizlice girmek: Birkaç ajan örgüte sızmayı başardı. uyuyakalmak anlamında: sicilli olmak siftah etmek Siftahı senden, bereketi Allah'tan. siftahlamak, siftah etmek anlamında: turfanda bir şeyi ilk kez yemek: siftinmek, oyalanmak anlamında: vakit geçirmek anlamında: bir yere sürtünerek kaşınmak: sigorta etmek sigorta ettirmek sigorta olmak sigortalamak Evi yangına karşı sigortalamaksınız. sigortalı olmak sosyal sigorta kapsamı için: sihiriemek sihirli olmak siktiretmek silâhlamak silâhlandırmak Bu çeteler tepeden tırnağa (kadar) silahlandırılmıştı. silâhlanmak silâhlı olmak O günler herkes silahlıydı. *baştan tırnağa kadar silahlı olmak *gündüz külahlı, gece silahlı silâhsız olmak silâhsızlandırmak silâhsızlanmak to wring one's heart. to make smb turn in their grave. It's enough to make Lenin turn in his grave. to be heart racking [re:king]. The state of the city is heart racking. to leak out [li:k aut]. Where does the water exactly leak out? to ooze [u:z]. The moisture was oozing from the walls. to leak out. How did this information leak out to the press? to filter out. How did the news filter out? In spite of all the efforts, information kept filtering out. to infiltrate [infiltreyt]. to infiltrate. A few agents managed to infiltrate the organization [o:gmayzeysm]. to drop into a slumber [slambi]. to have a criminal record [reko:d]. to make one's first sale of the day. May this first sale bring good luck for the rest of the day [lak], to make the first sale of the day. to eat smth for the first time for the season. to fool around. to waste time [weyst]. to scratch oneself by rubbing against smth. to insure [insu:]. to insure. to be insured. to insure. You must insure the house against fire. to be covered by an insurance policy. to be covered by a social insurance. to cast a spell on [ka:st]. to be bewitched. to get rid of smb. to arm [a:m]. to arm. These bands were armed to the teeth. to arm oneself. to be armed [a:md]. Everyone was armed those days. to be armed to the teeth. to have two different personalities. to be unarmed [ana:md]. to disarm [disarm]. to disarm. sildirmek 653 sildirmek, temizlik için: yazı için: bant için: silik olmak, işaret ye yazı için: sikke için: şalı s iyel için: silinmek, kendini silmek anlamında: kiri alınmak anlamında: yazı vs için: yak olmak anlamında: Duvardaki yazılar silinmiş. •haritadan silinmek Kasap süngeriyle silinmiş. silkelemek Ceketin üstündeki tozu silkele. Halıyı silkelemeye çalışacağım. silkelenmek bir şeyden kurtulmak: silkindirmek silkinmek, üstünden silkmek anlamında: bir şeyden kurtulmak: silkmek | birleşikler ve deyimler] etek silkmek omuz silkmek toz silkmek tozunu silkmek, halı için: birinin...: yaka silkmek (birinden) silmek, ağız ve el için: borç için: çizgi çekerek: Ağzını elinin tersiyle sildi. Bu borcu silebilirsiniz. Buradan iki numara silinmiş. Adımı listeden neden şildiniz? fazlasını alıp düz yapmak: genel anlamda: Bıçağı silip masanın üstüne koydu. (üstündeki) kar için: kirini almak anlamında: kuru ve teiniz duruma getirmek: Lütfen yerdeki pisliği siler misiniz? ortadan kaldırmak anlamında: Bu lekeleri duvardan silemez misiniz? ovarak temizlemek anlamında: to have smth wiped up [waypt], to have smth erased [ireyzd], to have (a tape) wiped. to be indistinct, to be worn out. to be colourless [kahlis]. to wipe oneself clean [wayp]. to be wiped up. to be rubbed out [rabd aut], to wipe out. The writings on the wall have been rubbed out. to be wiped off the map. It's disgusting. to shake off the dust. Shake the dust off the jacket [ce:kit]. I'll try to shake the dust off the carpet. to be shaken. to rid oneself of. to make smb rid themselves of. to shake off. to rid oneself of. to shake (out) [seyk]. to break off relations [rileysmz], to shrug one's shoulders [§rag]. to shake off dust [dast]. to beat out the dust [bid], to give smb a thrashing, to be fed up with smb. to wipe [wayp]. He wiped his mouth with the back of his hand. to write off. You can write the debt off. to delete [di:li:t]. Two numbers have been deleted from here. to cross out. Why did you cross out my name from the list? to remove the excess of [ikses]. to wipe. He wiped the knife and put it on the table. to throw off. to wash out. to mop up. Could you, please, mop up the mess on the floor? to wipe out. Couldn't you wipe out these marks from the wall? to scrape up [skreyp]. simetrik olmak 654 silip parlatmak anlamında: En iyisi, bir yün parçasıyla silmektir. sürterek: tozlarını almak anlamında: yazılı metin için: O kelimeyi kim sildi? Tükenmez kalem yazılarını silmez. Fare kullanarak bir metni silebilirsiniz. yıkayarak silmek: üstün gelmek anlamında: [ birleşikler ve deyimleri alnını silmek Alnımı lütfen siler misiniz? Alnını elinin tersiyle sildi. borcunu silmek burnunu silmek defterden silmek gözlerini silmek Ağlıyormuş gibi gözlerini sildi. haritadan silmek kaydını silmek tahtayı silmek yalandan silmek yer yüzünden silmek Deprem, köyü yer yüzünden sildi. yeri silmek simetrik olmak simetrisiz olmak simgelemek simgeleşmek simgeleştirmek sindirilmek, hazmetmek anlamında: sinmek anlamında: sindirmek, hazmetmek anlamında: Bazı yemekleri sindirmek kolay değil. Bütün bunları bir günde sindirmeme imkan yok. sinmesini sağlamak: Protestocuları sindirmek için askerleri gönderemezsiniz. *içine sindirmek Bize yaptıklarını içime sindiremiyorum. sineklenmek sinir olmak Bu adama sinir oluyorum. sinirlemek sinirlendirmek Bu kadın beni sinirlendirmeye başladı. Onun konuşma tarzı herkesi sinirlendiriyor. to rub [rab]. The best is to rub it with a piece of wool. to rub off. to dust [dast]. to erase [ireyz]. Who has erased that word? to rub out. It won't rub out any ball-point marks. to delete [di:li:t]. You can delete a text using the mouse. to wash out. to outclass. to wipe the sweat from one's brow [brau]. Could you mop up my brow, please? He wiped the sweat with the back of his hand. to write off a debt [det]. to wipe one's nose [nouz]. to drop smb from one's acquaintances. to wipe one's eyes [wayp]. She wiped her eyes as if crying. to wipe smth off the map. to delete an entry. to clean/erase the blackboard [ireyz]. to clean only for appearances [rpkrinsiz]. to blot out a place. The earthquake blotted out the village. to mop the floor [flo:]. to be symmetric. to be asymmetric [e:simetrik]. to symbolize [simbilayz]. to become a symbol. to make it a symbol [simbil]. to be digested [dicestid]. to be cowed [kaud]. to digest [dicest]. It's not easy to digest some food. to assimilate [isimileyt]. / can't possibly assimilate all this in one day. to subdue [sibdyu:]. You can't send the troops to subdue the protesters. to get over [ouvi]. / can't get over what he has done to us. to become infested with flies [flayz]. to become irritated. This woman gets on my nerves [nbvz]. to hamstring. to get on smb's nerves. This woman is beginning to get on my nerves. to irritate [iriteyf]. The way she speaks irritates everyone. sinirlenmek 655 sinirlenmek sinirli olmak sinmek, Sinirlenip, sonra pişman olacağınız bir şey yapmayınız. Bunu duyunca iyice sinirlendi. Bugün neden herkes sinirli? kendini göstermemek için büzülmek: korku nedeniyle tepki göstermek: nüfuz etmek anlamında: *içine sinmemek sinsi olmak sinsileşmek sipariş etmek siper etmek, bir şeyi kendine...: bir şeye kendini...: *elini gözlerine siper etmek siper olmak siperlenmek sirayet etmek sirkelenmek sirkeleşmek sislenmek sisli olmak sistemleşmek sistemleştirmek sistemli olmak sistirelemek sitayiş etmek sitem etmek sitemkâr olmak sivrileşmek sivrilmek, sivri duruma gelmek: önde gelmek anlamında: sivriltmek Teptim keçe oldu, sivrilttim külâk oldu. siya etmek siyahlanmak siyahlaşmak siyahlatmak siymak sobelemek softalaşmak soğrulmak soğuk olmak, ısı için: kadın için: dost olmayan : yakın olmayan: soğuk yapmak Geçen kış çok soğuk yaptı. to lose one's temper [lu:z]. Don't lose your temper and do something you'll regret later. to get irritated/...angry. He got pretty angry when he heard it. to be in a temper. Why is everyone in a temper today? to crouch down [kraucj. to be cowed [kaud]. to pervade [poveyd], to be unable to enjoy something. to be sly [slay]. to become sly. to place an order for. to use smth as a shield [§i:ld]. to shield smb with one's body. to screen one's eyes with one's hand. to shield with one's body. to take shelter. to spread [spred]. to become infested with nits. to become vinegar [vinigi]. to get foggy. to be foggy. to be systematized [sistimitayzd]. to systematize [sistimitayz]. to be systematic. to plane [pleyn]. to eulogize [yu:hcayz]. to reproach [riprouc], to be reproachful. to become pointed. to become pointed, to become prominent, to sharpen [§a:pin]. It's enterpreting smth in a way that suits one. to row backwards [be:kwidz]. to turn black [ble:k]. to turn black, to blacken. (for cats and dogs) to urinate [yurineyt]. to reach base [beys]. to become bigoted [bigitid]. to be absorbed [ibso:bd]. to be cold. to be frigid [fricid]. to be unfriendly [anfrendli]. to be distant [distmt]. to be cold. Last winter was very cold. soğukkanlı olmak 656 soğukkanlı olmak soğuklaşmak, hava için: da\ ranış için: soğulmak soğumak, ısı için: istek için: | birleşikler ve deyimleri aralan soğumak Araları soğudu. arası soğumak (bir şey ile) Fotoğrafçılıkla aran soğudu mu? birisinden soğumak Ben bu insanlardan soğumaya başladım. buz gibi soğumak (birinden) Para isteme benden, buz gibi soğurum senden. soğurmak soğuşmak soğutmak, ısı için: Onu biraz soğutunuz. Çayınızı soğutmayınız. Sütü soğutursanız, uzun zaman muhafaza , edebilirsiniz, ilgi için: sevgi için: *i ki kişinin arasını soğutmak soğutulmak sohbet etmek sokmak, böcek sokması için: Dilini eşek arısı soksun! yılan sokması için: Onmadık hacıyı deve üstünde yılan sokar. içeri almak anlamında: Bu saatte oraya kimseyi sokmazlar, bir şeyin içine sokmak: Deliğe bir tahta parçası sokunuz. Sakın parmağını prize sokma. Şu gömleğini içeriye sok. Polis, birden elini adamın cebine sokuverdi. iğne vs için batırmak: kaçak mal veya gizlice...: Bunları içeriye nasıl sokacaksınız? katmak anlamında: Bu, görüşmelere yeni bir boyut sokacak. to be cool headed [ku:l]. to get cold. to behave coldly [biheyv], to dry up. to get cold. to cease to care for [si:s]. (for relations) to be strained [streynd]. The relations between them are strained. to lose interest in. Have you lost interest in photography? to take a dislike to. Vve taken a dislike to these people. to be alienated from [eylyineytid]. / love you well but don't ask for money. to absord [ibso:b]. (for the soil) to absorb enough water. to cool [ku:l]. Just cool it a bit. Don't let your tea cool off. to refrigerate [rifricrreyt]. You can keep milk for a long time if you refrigerate it [rifricrreyt]. to make smb lose interest in. to alienate [eylyineyt]. to sow discord between two people. to be cooled [kudd]. to have a chat [fed]. to sting. Curse your tongue [ko:s]/ to bite [bayt]. A snake will bite an unfortunate pilgrim even on the camel back [anfo:f rnit]. to let in. They won't let anyone in at this hour. to insert [inso:f]. Insert a piece of wood in the hole. to poke [pouk]. Mind you don't poke your finger into the socket [sokit]. to tuck [tak]. Tuck your shirt in. The policeman suddenly thrust his hand into the man's pocket. to stick. to smuggle [smagil]. How are you going to smuggle them in? to introduce [intndyu:s]. This will introduce a new dimention into the talks [todks]. sokmak (aralarına bir kara kedi) 657 birleşikler ve deyimler | Talihsiz hacıyı deve üstünde yılan sokar. Beni sokmayan yılan, bin yaşasın. aralarına bir kara kedi sokmak an gibi sokmak başını belaya sokmak başını bir yere sokmak Tek istediği başını sokacak bir yer. başını derde sokmak İnsan, kendi başını derde sokar, birinin başını derde sokmak: Hepimizin başını derde sokacaksın. dertsiz başını derde sokmak Dertsiz başını sakın derde sokma. biçime sokmak burnunu başkasının işine sokmak İşlerine burnunu sokmaya hakkın yok. Bu insanların işlerine neden burnunu sokuyor? burnunu her şeye/yere sokmak cendereye sokmak çıkmaza sokmak Kuşkuların, bu işi çıkmaza sokacaktır. çomak sokmak diliyle sokmak düzüne sokmak elini sıcak sudan soğuk suya sokmamak eski haline sokmak Binayı eski haline sokmak mümkün değil. fit sokmak fitne sokmak gözüne sokmak güç duruma sokmak (birini) Maalesef bizi güç duruma soktular. günaha sokmak içeri sokmak Sizi davetiyesiz içeriye sokmazlar. iki ayağını bir pabuca sokmak imtihana sokmak işe sokmak (birini) kafasına sokmak Bu işin ciddiyetini kafasına sokmamız gerek. Misfortune will find one in the most unlikely place [anlaykli]. Let sleeping dogs lie [lay], to cause bad blood between two persons. to say biting things [bayting], to get oneself into trouble. to seek a place to lay one's head. All he wants is a place where to lay his head. to get oneself into trouble [trabil]. Trouble comes to him that seeks it. to get smb into trouble. You're going to get us all into trouble. to seek trouble. Never trouble trouble till trouble troubles you. to give shape to. to poke one's nose into others' affairs. You've no right to poke your nose into their affairs [ife:z]. Why does he meddle with these people's affairs [me:dil]? to thrust one's nose into everything, to put smb under pressure [pre§i]. to bring to a head [hed]. Your suspicions will bring this matter to a head. to put a spoke in smb's wheel [wi : l ]. to hurt smb with one's words. to put smth in order [o:di]. to be unwilling to do any housework. to restore [risto:]. It's not possible to restore the building to its old state [steyt]. to incite smb against another [insayt]. to intrigue (with smb against smb.) to thrust smth under smb's eyes, to let smb down. Unfortunately they have let us down. to cause smb to sin. to let smb in. They won't let you in without an invitation. to rush smb [rasj. to have smb take a test, to put smb into a job. to impress smth on. We must impress on her the seriousness of the matter [siryisnis]. How are we going to impress these on their heads? Somehow we haven't been able to get this into his head. to put strange ideas into smb's head, to complicate things [komplikeyt]. to prime smb about [praym]. to set fire to a place [fayi]. to incite smb against another [insayt]. Bunları kafalarına nasıl sokacağız? Bunu, bir türlü kafasına sokamadık. kafasına kurt sokmak karmakarışık hale sokmak kulağına sokmak kundak sokmak yangın çıkarmak için: ara bozacak söz söylemek: sokturmak 658 masrafa sokmak nifak sokmak nizama sokmak parmağım sokmak (bir işe) Sakın bu adamın işlerine parmağını sokma. sıraya sokmak • Yoklama için bizi sıraya sokmazlardı. şapa sokmak şoka sokmak tehlikeye sokmak Bu şekilde hayatlarım tehlikeye sokuyorsun. Davranışları barış planını tehlikeye sokacaktır. tekerleğine çomak sokmak yılan gibi sokmak yola sokmak (işleri) zahmete sokmak zarara sokmak zorla kafasına sokmak sokturmak sokulgan olmak sokulmak, Jçinel altına girmek anlamında: iğne vs için: kaçak eşya için: Ülkeye bunlardan her yıl binlerce sokuluyor. yaklaşmak anlamında: yanaşmak anlamında: Biz, bu gibi insanlara sokulmayız, bir yere girmek anlamında: "birbirine sokulmak "gizlice sokulmak sokulmamak (birine) O kimseye sokulmaz. Afrikalı komşularımız başkalarına sokulmuyor. sokuşmak, dar bir yere sokulmak: gizlice ve sessizce sokulmak: sokuşturmak, dar bir yere zorla sokmak: belli etmeden kötü bir malı vermek: sol yapmak soldurmak solgun olmak solgunlaşmak sollamak solmak, rengini yitirmek anlamında: Bu kumaş güneşte solmaz. diriliğini yitirmek: to put smb to expense [ikspens], to sow discord [disko:d]. to put smth in order [o:di]. to meddle in smb's affairs [ife:z]. Mind you don't meddle in this man's affairs. to line up [layn ap]. They didn't line us up for the roll call. to make things difficult for smb. to shock. to endanger [indeynci]. You're endangering their lives in this manner [me:m]. to put in jeopardy [cepidi]. His behaviour is going to put the peace plan in jeopardy [biheyvyi]. to put a spoke in smb's wheel [wi:l]. to hurt smb's feelings [ho:t], to put things right [rayt]. to put smb to trouble [trabil]. to inflict a loss. to drive smth into smb's head. to have smth inserted. to be sociable [sou§ibil]. to slip in. to be inserted [inso.lid]. to be smuggled in [smagild]. Thousands are smuggled in every year. to draw near [dro:]. to mingle with [mingil]. We don't mingle with such people. to intrude [intrurd]. to snuggle up together [sna:gil]. to sneak in [sni:k]. to keep to oneself. He prefers to keep to himself [prifd:z]. Our African neighbours keep to themselves. to squeeze into [skwi:z]. to sneak in [sni:k]. to squeeze smth into. to slip bad goods in with the good ones. to steer to the left [sti:]. to discolour [diskah]. to be pale [peyl]. to turn pale. to pass a vehicle on its left side [vi : i ki l ]. to fade [feyd]. This cloth won't fade in the sunlight. to wither. solo yapmak 659 *benzi solmak Korkudan benzin solmuş. *saranp solmak solo yapmak soluk soluğa olmak soluklanmak soluklaşmak solumak "burnundan solumak solunmak somurdanmak somurtkan olmak somurtmak, küsmek anlamında: sura! asmak anlamında: somutlamak somutlaşmak somutlaştırmak sondaj yapmak, derinliği ölçmek anlamında: petrol vs için sonda sokmak: birini yoklamak anlamında: sondalamak, derinliği ölçmek: sonda sokmak: petrol için : tıpta sondurmak sonsuzlaşmak sonsuzlaştırmak sonu olmak (bir şeyin) Bu, dünyanın sonu değil ki. Bu, senin sonun olur. Her işin bir sonu vardır. Bunun sonu yoktur. sonucu olmak Bu âfet yılların ihmali sonucudur. Yılların ihmali sonucu olarak. Bu işin sonucu nasıl oldu? sonuçlamak, sonuca ulaşmak anlamında: sonuç vermek anlamında: yol açmak anlamında: sonuçlandırmak sonuçlanmak Bu evlilik boşanmayla sonuçlanır. Soruşturma sonuçlanıncaya kadar, büyük olasılıkla, açığa alınacaktır. "başarısızlıkla sonuçlanmak Üçüncü girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı. sopalamak sordurmak sorgulamak sorgulanmak to grow pale [peyl]. You're pale with fear [fi : ]. to turn pale. to perform a solo [soulou]. to be out of breath [breth]. to take a long breath. to get discoloured [diskahd]. to pant [pe:nt]. to get enraged [inreyed], to breathe [bri:th]. to grumble to oneself [grambil], to be sulky [salki]. to sulk [salk]. to make faces [feysiz]. to make smth. concrete [konkrkt]. to concretize [konkri.tayz]. to give a concrete example [igza:mpil], to sound [saund]. to drill. to sound smb out. to sound, to drill. to put a probe into [proub]. to stretch [strecj. to become eternal [iti:ml]. to eternize fitimayz]. to be the end of. That is not the end of the world. That will be the end of you. (Nothing lasts forever.) (No good will come out of this.) to be the result of [rizalt]. This catastrophe is the result of years of neglect [kite:strifi:]. As the result of years of neglect [niglekt]. How did it come out? to conclude [kinklu:d], to result in [rizalt]. to bring about [ibaut]. to bring to a conclusion [kmklu:jin]. to end up. This marriage will end up in a divorce. He is likely to be suspended pending the enquiry [inkwayiri]. to end up in failure [feyh]. His third attempt also ended up in failure. to give smb a beating. to have smb enquire about smth [inkwayi], to interrogate [interigeyt]. to be interrogated. sormak 660 sormak, soru yöneltmek anlamında: Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp. Paran gitti mi diye değil, işin bitti mi diye sorarlar. ' Polise sorsak mı? Kapıdaki görevliye bir soralım. O zaman neden sormadın? Siz, dönüp dönüp aynı şeyi soruyorsunuz. Sana fikrini soran oldu mu? Her işi erbabından sormak gerek. Size basit bir soru sordum, basit bir cevap istiyorum. soruşturmak anlamında: Birisi, bu sabah onu sorup duruyordu. Birisi sizi sordu. bir işten sorumlu olmak: Burasını benden sorarlar. Bunu senden sorarım. | birleşikler ve deyimler | Soruyu sorduğuma, soracağıma bin pişman oldum. Sormak ayıp olmasın. Bir kızdı ki, sormayın. Hiç sorma! Sormayın, gitsin! Sorma başıma gelenleri! Ne sen sor ne (de) ben söyleyim! Sora sora Bağdat bulunur. Hekimden sorma, çekenden sor. Yaşı at pazarında sorarlar. Üzümü ye, bağını sorma. Kırlangıcın zararını biberciden sor. akıl sormak arayıp sormak birini arayıp sormak hal hatır sormak hastaya çorba sormak hatır sormak Onu arayıp soran yok. Halimi sorma! Gidip hatırını soralım. Telefonla hatırınızı sordu. hesap sormak (birinden) ıcığını cıcığını sormak to ask. It's not a shame not to know but it's shameful not to ask. (You should worry about getting the job done not what it will cost you.) Shall we ask the police [pili:s]? Let's ask the man on duty at the gale. Why didn't you ask then? You keep asking the same thing. to ask smb smth. Has anyone asked for your opinion? Take the advice of an expert in every matter. I asked you a simple question and I want a simple answer [kwescm]. to inquire about smb [inkwayi]. Someone was inquiring about him this morning. to ask for. Someone asked for you. to be in charge of [caxj. I'm in charge here. to ask smb to account for [lkaunt]. I'll ask you to account for this. I deeply regret having ever asked that question. Excuse my asking [ikskyu:z]. / can't begin to tell you how angry he was. Don't start me talking about it. It's too much for words! Words fail me for what befell me. We had better not go into all that! One can find the place one is looking for by asking for directions [dayrekjinz]. It's the one who suffers who knows best about pain [safiz]. Unlike a horse, a person's worth is not assessed by age [isest]. Enjoy your grapes and don't ask for the source [so:s]. Mischievous people sometimes look gentle. to seek advice [ldvays]. to ask after. to make inquiries about smb's health. There's no one who cares for him. to inquire after smb's health. I'm in a terrible state [steyt]. It's the case of asking a sick person if he would like some soup [su:p]. to inquire after smb's health [inkwayi]. Let's go and ask how she is. He asked after you by telephone. to call smb to account [lkaunt], to want to know all about smb/smth. sorulmak 661 kabir suali sormak parola sormak sağlığını sormak (birini) soru sormak Zor sorular sormasalar bari. Böyle bir soru sorarsan, böyle bir cevap alırsın. Ben basit bir soru sormuştum ve basit bir cevap bekliyorum. sual sormak sorulmak, soru için: Aynı sorular geçen yıl da soruldu. Hastaya çorba sorulur mu? sorumluluk için: Burada asayiş benden sorulur. *hesap sorulmak Bunun hesabı bir gün senden sorulacaktır. Bütün bu usülsuzlukların hesabı ne zaman sorulacaktır? sorumak sorumlu olmak O, kanunun uygulamasından sorumludur. Biriniz sorumludur. Satış müdürü, satıştan sorumlu olan şahıstır. Üretimden şimdi sorumlu olan kim? Ben, eşimin borçlarından nasıl sorumlu olabilirim? birine karşı...: Herkes, burada yaptığı her şeyden ona karşı sorumludur. bir şey yapmaktan...: sorumluluğu olmak (birinin) Sanırım, bu benim sorumluluğum. sorumlusu olmak, görevli olmak anlamında: Buranın sorumlusu kim? Buranın bir sorumlusu yok mu? sorumlu tutulmak anlamında: Bu gecikmenin sorumlusu kim? Çocukların yaptığı her şeyin sorumlusu olamam. sorumsuz olmak sorun olmak Bu çocuk bize daima sorun olmuştur. sorunlu olmak sorunsuz olmak sorunu olmak Anlaşılan, ciddi sorunları var. birinin sorunu olmak: Bu onların sorunu, bizim değil. sorusu olmak Daha sorusu olan var mı? Size bir sorum olacak. to pester smb with questions. to ask for the password. to ask after smb. to ask a question [kwescin]. Let's hope they don't ask difficult questions. If you ask such a question you'll get such an answer [a:nsi]. / have asked a plain question and I expect a plain answer. to ask a question. to be asked [a:skt]. The same questions were asked last year. The need is quite evident. to be responsible for. I'm responsible for law and order here. to be asked to account for [lkaunt]. You'll be asked to account for this one day. When will the account for all these illegalities be asked? to suck noisily [noyzili]. to be responsible for. He is responsible for the endorsement of the law. One of you is responsible. to be in charge [cax]. The sales manager is the person in charge of sales. Who is in charge of production now? to be liable for [layibil]. How can I be liable for my wife's debts? to be accountable to [ikauntabil]. Everyone here is accountable to him for everything they do. to be responsible for doing smth. to be smb's responsibilty. / think it's my responsibility. to be in charge of [fax]. Who is in charge here? Is there no one in charge of this place? to be to blame [bleym]. Who is to blame for the delay [dile:y]? / can't be blamed for everything the children do. to be irresponsible. to be/become a problem. That child has always been a problem to us. to have a problem. to be free of problems. to have a problem. / understand they have serious problems. to be one's concern [krnsbin]. This is their concern, not ours. to have a question. Any more questions? I have a question to ask you. soruşturmak 662 soruşturmak Bu konuyu soruşturmaya başladık. Bir tekstil firması hakkında soruşturuyorlar. Bu iddiaları soruşturmamız gerek. sorutmak sosyalleştirmek soydurmak, kabuk vs için: deri için: giysiler için: soygun için: Halkı bunlara soydurmayız. soymak, banka vs için: Bu ay, soydukları ikinci bankadır. Aynı grup, bu sabah bir treni soydu. bezelye için: Bezelye soymak kolay iş. deri için: Bu, derimi soymuş. fıstık kabuğu için: elma için: Elmasını kendisi soymak istiyor. giysiler için: Bir bebeği soymak o kadar zor mu? hayvan için: hırsızlık yapmak anlamında: meyve ve sebze için: Bütün bu patatesleri kim soyacak? yumurta için: Yumurtanızı soymamı ister misiniz? I birleşikler ve deyimleri arma soymak çırd çıplak soymak ilk önce çırıl çıplak soydular. Ağacın yemişini ye, kabuğunu soyma. Kırk hırsız bir çıplağı soyamamış. soysuzlaşmak Büyük kentlerimizde gençlik soysuzlaştı. soysuzlaştırmak soytarılık yapmak soyulmak, ' kabuk için: Bunların kabuğu soyulmaz. hırsızlık için: Dükkân bu yıl üç kez soyulmuş. fahiş fiyat için: Turistler soyulduğunu sanıyor. boya için: Tavandaki boyalar her yerde soyulmuş. to inquire [inkwayi]. We have begun to inquire on this matter. to make inquiries [inkwayriz]. They are making enquiries about a textile firm [tekstayl]. to investigate [investigeyt]. We must investigate these allegations. to be sulky [salki]. to socialize [sougilayz]. to have smb peel smth [pi:l]. to have smb skin smth. to have smb undress smb. to allow smb to rob smb. We won't allow them to rob the people. to rob. It's the second bank they've robbed this week. to hold up. The same group held up a train this morning. to pod. It's easy to pod peas [pi:z]. to flay [fley]. It has flayed my skin. to shell. to pare [pe:]. He wants to pare his apple himself. to undress [andres]. Is it that hard to undress a baby [beybi]? to skin, to rob. to peel [pi:I]. Who is going to peel all these potatoes? to shell. Would you like me to shell your egg? to dismantle the rigging. to strip smb bare of one's clothes. First they stripped him bare of his clothes. Do not damage trees that give us fruit. Forty thieves couldn't rob a naked person. to degenerate [dicemrit]. Youth has become degenerate in our large cities. to cause smth/smb to degenerate. to behave like a clown. to be peeled [pi:Id]. You don't peel them. to be robbed [robd]. The shop has been robbed three times this year. to be fleeced [fli:st]. The tourists feel they are fleeced. to peel of. The paint of the ceiling has peeled of everywhere [peynt]. soyunda olmak 663 soyunda olmak Bu, soyumuzda var. Hırsızlık bunların soyunda var. soyundan olmak (birinin) soyunmak *bele kadar soyunmak "politikaya soyunmak soyutlamak soyutlaşmak sökmek, ağaç için: Bu gencecik ağaçlan neden söküyorlar? Kazmaya haşlamadan önce ağaçlan sökmemiz gerek. akıtmak anlamında: bulunduğu yerden...: dikiş için: gemi için: örgü için: parçalayarak ayırmak: Tek çare bu makineyi sökmektir. Buradan çıkarmak için onu sökmemiz lazım. şifre için: | birleşikler ve deyimler | Nallannı sökmek için ölmüş eşek aramak ciğerlerini sökmek (birinin) çivi çiviyi söker dişini sökmek (birinin) kök sökmek kökünden sökmek okumayı sökmek şafak sökmek tırnağını sökmek yazısını sökmek (birinin) sökmemek Burada zorbalık sökmez. Orada bu iş sökmez. Bu bana sökmez. Bu iş böyle sökmez. Bu ona sökmez. söktürmek Bunu, bilen birisine söktürmek gerek. *kök söktürmek sökük olmak sökülmek, ağaç ve bitki için: dikiş için: makine için: örgü için: sökün etmek sölpümek sömürgeleşmek to be in one's blood [blad]. It is in our blood. to run in the blood. Robbery runs in their blood. to be descendant from [disendint], to undress oneself [andres]. to strip to the waist [weyst], to enter politics. to abstract [e:bstre:kt], to become abstract. to pull up. Why are they pulling up these young trees? to uproot [apru:t]. We have to uproot the trees to start digging. to discharge [disjax]. to take out. to unstitch. to break up. to unravel [anre:vil]. to take apart [ipa:t]. The only way is to take the machine apart. to dismantle [disme:ntil]. We have to dismantle it to take it out of here. to decipher [disayfi]. to try to get smth free. to treat smb very cruelly [kru:eli]. to set a thief to catch a thief [thi:fj. to render smb harmless [ha:mlis]. to do a very hard job. to uproot [apru:t]. to be able to read. (for dawn) to break [breyk]. to pull smb's teeth. to be able to read smb's handwriting. to have no effect [ifekt]. Bullying won't work here. That sort of thing won't do there. That doesn't work with me. We can't get anywhere like this. (This will cut no ice with him.) to dismantle [disme:ntil]. You must have an expert dismantle it. to make things difficult for smb. to be split at the seam [si:m]. to be pulled up. to split at the seam [si:m]. to be dismantled [disme:ntild]. to be unravelled [anre:vild], to come one after the other. to hang down flabbily. to turn into a colony [kohni]. sömürgeleştirmek 664 sömürgeleştirmek sömürmek "duyguları sömürmek haksız çıkar sağlamak: soluk ile çekip içmek: yiyecek için yiyip bitirmek: sömürülmek, haksız çıkar için: içecek için: yiyecek için: söndürmek, aıeş veya yangın için: Bir yangını nasıl söndürürsün? elektrik için: havasını boşaltmak: hararet için: ısı ve ışık için: Son çıkanın ışıklan söndürmesi gerek, muin için: Mumlan söndürmeyi unutmayınız. sigara için: Lütfen sigaralannızı söndürün. | birleşikler ve deyimler] hararet söndürmek kireç söndürmek ocağını söndürmek üfleyip söndürmek yangını söndürmek söndürülmek, / . v/ ve elektrik için: hava için: yangın ve ateş için: Ateş, ateşle söndürülmez. sönmek, duygular için: etki için: güç için: Rusya'nın askeri gücü çoktan sönmeye yüz tutmuştur. hayal için: ışık için: oto lastiği için: ses için: tükenmek anlamında: yelken için: yangın ve ateş için: Ateş beslenmeden sönecektir. | birleşikler ve deyimleri ocağı sönmek Kazada bir ailenin ocağı sönmüştü. gözü dönmek sabun köpüğü gibi sönmek yıldızı sönmek to colonize [kohnayz]. to exploit [iksployt]. to play upon smb's feelings [fklingz]. to exploit. to suck from [sak], to eat up. to be exploited [iksploytid]. to be sucked up [sakt ap]. to be eaten up [i:tin]. to put out. How would you put out a fire? to turn off. to deflate [difleyt]. to quench [kwenc]. to turn out/off. The last to leave should put out the lights. to blow out. Don't forget to blow out the candles. to extinguish [ikstingwisj. Please extinguish your cigarettes. to quench one's thirst [kwenc]. to slake lime [laym]. to wipe out smb's family [wayp]. to blow out. to put out a fire [fayi]. to be turned off. to be deflated [difleytid]. to put out. Fire does not put out fire. to die down [day], to go into a decline [diklayn]. to be on the wane [weyn]. Russian military might has long been on the wane [weyn]. to go out. to go out. to go flat. to drown out. to become extinct. to become slack [sle:k]. to go out. Without being fed the fire will go out. to perish. A whole family perished in the accident. to lose one's eyesight. to burst like a bubble [babil]. to fall from favour [feyvi]. sönük olmak 665 sönük olmak, lastik için: silik anlamında: yanardağ için: sövdürmek sövmek sövülmek sövüşmek sövüştürmek söylemek, birine bir şey söylemek: Arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim. Bunu herkese söyleyeceğim. Size son olarak söylüyorum. Ben size söylemiştim. Onlara söyle, saat ikide hazır olsunlar. Lütfen bunu ona söyleyiniz. Size ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Onlara hiçbir şey söylemesek? bir şey söylemek: Başka bir şey söylemem! Ben bunu söyledim, ancak o anlamda değil. Bunu söylemiş olamaz. Hiçbir şey söylemesen, daha iyi olur. Söylemez olaydım. Toplantı esnasında beni aramamalarını söylemiştim. Bu konuda söyleyeceklerin var mı? Söyleyeceklerini dinleyelim bakalım. Önce düşün, sonra söyle. Söylemişsem, ne çıkar? Ne söyleyebilirim ki? Ne söylersem söylerim! diğer ifadeler: Sen söyleyince hatırladım. Ne düşündüğünü açıkça söyle. Dili olsa da söylese! içeri gelmesini söyle. Siz neler söylüyorsunuz! Söylediklerine bakılırsa, kimse planı beğenmemiş. Sen ne söylersen söyle, hiçbir şey değişmez. |birleşikler ve deyimleri Şu kadarını söyleyeyim. Az söyleyen, rahat eder. Ben size bir şey söyleyeyim mi? Bir şeyi iyice düşünmeli, sonra söylemeli. Sen bunu söylememiş ol, ben de işitmemiş olayım. Ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Benden söylemesi! Ayıptır söylemesi. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim. to be flat. to be dull [dal]. to be inactive. to make smb swear at another [swe:]. to swear at. to be sworn at. to swear at each other [swe:]. to make people swear at one another. to tell smb smth. Tell me who your friends are and I'll tell you who you are. I'll tell the world about it. I'm telling you once and for all [wans], I told you so. Tell them to be ready at two. Please tell her that. I don't know what to tell you. What if we don't tell them anything? to say smth. / won't say another word! I said that but not in that sense. He can't have said that. It would be better if you didn't say anything. I wish I had never said that. I've said to them I wasn't to be disturbed during the meeting [disto:bd]. Have you anything to say about it? Let's hear what he has to say. Think before you speak. If I have said so, what of it? What could one say? Never mind what I say! Now that you mention it, I remember. Just speak your mind [maynd]. If only it could talk. Ask her to come in. Do you realize what you're saying? If he is to be believed no one approved of the plan [ipru:vd]. Say what you will, it won't change a thing. Let me tell you that much. Spare your words and spare the trouble. Shall I tell you something? One must think well first, then speak. You pretend you've never said such a thing and I'll pretend not to have heard it. Ask no questions and you'll be told no lies. Well, I've warned you! If you excuse the expression [ikskyu:z]. I can say this much for the moment. söylemek (acı) 666 İki dinle, bir söyle. Az söyle, öz söyle. Bin işit, bir söyle. Şecaat arz ederken, kıptı sirkatim söyler. Yalancı, işittiğini söyleyendir. İstediğini söyleyen, istemediğini işitir. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla. Açma sırrını dostuna, o da söyler dostuna. acı söylemek Dost acı söyler. açık söylemek açık açık söylemek Onlar bunu açık açık söylüyorlar. ağır söylemek ağzına geldiği gibi söylemek ağzına geleni söylemek Onlara ağzıma geleni söyledim. aklına geleni söylemek aksini söylemek Bunun aksini söyleyen yok ki! Allah için söylemek arkasından söylemek Arkasından söylemek gibi olmasın. bir ağızdan söylemek büyük söylemek büyük söz söylemek Büyük lokma ye, büyük söz söyleme. çatra patra söylemek çok söylemek denli densiz söz söylemek dobra dobra söylemek doğaçtan söylemek doğru söylemek düşündüğünü açıkça söylemek fikrini söylemek galat söylemek genizden söylemek gerçeği söylemek her makamdan söylemek irticalen söylemek iyi söylemek kasten söylemek kötü söylemek Kötü söyleme eşine, ağu katar aşına. kulağına söylemek lehine söylemek masal söylemek ninni söylemek ortadan söylemek Listen a lot but speak a little. Speak briefly but to the point. Listen well first, speak later. While boasting of one's deeds one reveals one's defects [rivi:lz]. Do not pass as true what you have heard. Speak what you like and you'll hear what you don't. to try to get a message across indirectly. Don't disclose your secret to a friend, he'll tell it to his friend. to tell the painful truth [peynful], A friend will tell the bitter truth. to speak frankly. to make no secret of [sirkrit]. They are making no secret of it. to use harsh words [ha:§] to speak without consideration[kinsidirey§m]. to speak without thinking. / told them whatever came to my mind. to speak without any reflection [riflek§in]. to say the opposite [opizit]. No one is saying the opposite. to tell impartially [impa:§ili]. to talk behind smb's back. I don't want to appear to talk behind him. to say smth in unison [yumizin], to say things one wi l l regret later. to talk big. Eat big mouthfuls, don't talk big. to speak with difficulty [difikiltij. to talk too much. to speak in a disrespectful manner. to call a spade a spade [speyd], to extemporize [ekstempirayz]. to speak the truth. to speak one's mind [maynd]. to express one's opinion [lpinyin]. to use an erroneous term [irounyis]. to speak through the nose [nouz]. to tell the truth. to talk on all kinds of subjects. to improvise [impnvayz]. to praise [preyz]. to say smth on purpose [popis], to talk evil [kvi l ]. If you're harsh with others, they'll get even with you. to whisper in smb's ear. to speak in favour of smb [feyvi], to tell idle tales [aydil]. to sing a lullaby [lalibay]. to make a barbed remark [ba:bd], söylenilmek 667 pek söylemek peşinen söylemek Size peşinen söyleyeyim. selâm söylemek Onlara benden selam söyle. Çocuklara benden selâm söyle. Size selâm söyledi. sıcak sıcağına söylemek şaka söylemek şarkı söylemek Bütün gece oynayıp şarkı söylediler. tek kelime söylememek Bu konu hakkında tek kelime söylemeyin. tane tane söylemek tekrar tekrar söylemek tersini söylemek türkü söylemek üstü kapalı söylemek Senedi ödeyemeyeceğini üstü kapalı bir şekilde bildirdi. yalan söylemek Ne yalan söyleyeyim. Yalan söylüyorsun, haberim olur. Bana öyle geliyor ki, bunlar yalan söylüyor. Göz göre göre yalan söylüyorlar. Gözünün içine baka baka yalan söylüyor. yalandan söylemek O hep yalandan söyler. yüzüne karşı söylemek Onun hakkında ne düşündüğümü yüzüne söyleyeceğim. söylenilmek Herkesin önünde öyle söylenilir mi? söylenmek, söz için: Çok zengin olduğu söyleniyor. Bu konu hakkında birçok şey söylendi. Bu, herkesin içinde söylenecek bir şey değil. Elmanın çok faydalı olduğu söyleniyor. Onun yararına pek çok şey söylenemez. Bana öyle söylendi. Sana çabuk gelmen söylenmedi mi? Söz dinlemeyen birine ne söylenir ki? söylenti için: Söylenenlerin tersine, hükümet istifa etmeyecektir. Hâlâ hayatta olduğu söyleniyor, sızlanmak anlamında: Halk söylenmeye başladı. O söylenmeye başladı mı, artık susmaz. Bu işi, öyle söylene söylene yapacaksan, bırak kalsın. söyleşmek, sohbet için: tartışma için: to speak harshly. to tell in advance [idva:ns]. Let me tell you in advance. to give/send one's best regards [riga:dz]. Give them my best regards. (Remind me to the children.) He sends you his best regards. to ask point-blank. to joke [couk], to sing a song. They sang and danced all night long. not to breathe a word about [bridh]. Don't breathe a word about this matter. to articulate each word [adikyuleyt]. to repeat smth over and over again [lgeyn]. to say the opposite [opizit]. to sing folk songs, to hint. He hinted that he would not be able to pay the bill. to lie [lay]. / won't lie to you. If you're lying, I shall know. It seems to me that they are lying. They are openly lying [laying]. He is barefacedly lying. not to mean what one says. He never means what he says. to tell to one's face [feys], / shall tell him to his face what I think of him. to be said. (How can one say such a thing in public?) to be said [sed]. It is said that he is very rich. A great deal has been said on this matter. That's not something one can say in public. Apples are said to be very useful [yu:sful]. There isn't much to be said for it. to be told. I was told so. Were you not told to come quickly? What do you tell someone who doesn't listen? to be rumoured [ru:mid]. Contrary to what has been rumoured, the government will not resign [rizayn]. It is rumoured that he is still alive [llayv]. to grumble [grambil]. The people are already grumbling. Once she starts grumbling, she won't stop. If you're not going to do it willingly, leave it. to chat [fed]. to discuss [diskas]. söyletmek 668 söyletmek söyletmemek söyliyegörmek söz edilmek söz etmek Bu insanlara neden yalan söyletiyorlar? Kimse bana böyle şeyleri söyletemez. Beni söyletme! Ben ona bunları nasıl söyleteceğim? Söyleyene bakma, söyletene bak. Beş para ver söylet, on para ver sustur. Söyleyene değil, söyletene bak. Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü. Var varlatır, yok söyletir. Birçok şey söyleyecektim, söyletmediler. Onlar söyliyegörsün... Bildiride bir komutandan söz ediliyordu. Ona gecikmeden söz ettiniz mi? Neden söz ettiğinizi bilmiyorum. Sen neden söz ediyorsun? Çocuklar daha şimdiden dönmekten söz ediyorlar. Siz hangi eşitlikten söz ediyorsunuz? Takımın eski başarılarından söz edip duruyor. Bundan kimseye söz etmeyiniz. dolaylı bir şekilde: Söz ettiği olayların hiç biri gerçek değil. | birleşikler ve deyimler] havadan sudan söz etmek işten söz etmek şundan bundan söz etmek Söz olsun diye. söz bir etmek söz gelmek söz hakkı olmak Bu konuda hiç söz hakkım yok. söz konusu olmak Söz konusu iş kaybıdır. Burada geleceğimiz söz konusudur. söz konusu olmamak Böyle bir teklif söz konusu olamaz. Onun geri gönderilmesi söz konusu değil. Onların af edilmeleri söz konusu olamaz. Bu, söz konusu olamaz. to make smb say smth. Why do they make these people lie? No one can make me say such things. to make smb talk [to:k]. Don't make me talk! How will I make him tell these things? Look for the motive behind the action. If you pay him five pence to talk, you'll pay him ten to shut up. Sometimes it's God that inspires what people say [inspayiz]. Don't bring up that matter if you don't want to hear something unpleasant. Wealth breeds wealth, poverty breeds grumbling. to prevent smb from speaking. / was going to say a lot of things but they didn't let me. to go on speaking. Let them go on speaking. to be mentioned [mensmd]. (In the declaration it was question of a commander.) to mention [men§in]. Did you mention the delay to him? to talk about. / don't know what you're talking about. What are you talking about? The children are already talking about getting back. Where is the equality you're talking about? He keeps talking about the old successes of the team [siksesiz]. to tell. Don't tell anyone about this. to allude [ilu:d]. None of the incidents he alludes to are real. to talk of indifferent things [indifinnt]. to talk shop. to talk about this and that. For the sake of saying smth. to unite with others against smb [yu:nayt]. to be criticized [kritisayzd]. to have a say in. / have no say in this matter [me:ti]. to be a question of. It's a question of loss of jobs [cobz]. (Our future is at stake here [fyu:ci],), to be out of the question [kwesctn]. Such a proposal is out of the question. There is no question of sending him back. There can be no question of forgiving them. It's out of the question. söz olmak 669 söz olmak Aklı sıra, söz olur. söz sahibi olmak İnanır mısınız? Bu işte söz sahibi değil. sözbirliği etmek sözcülüğünü yapmak sözlendirmek sözleşme yapmak sözleşmek, buluşmayı kararlaştırmak: birbirine söz vermek anlamında: sözü olmak (bir çift) Bunun sözü mü olur? Sana bir çift sözüm var. sözünün eri olmak İnsan, sözünün eri olmalıdır. O, daima sözünün eri olmuştur. sözünü etmek (bir şeyin) spekülasyon yapmak spor yapmak stabilize etmek staj yapmak tıpta: diğer mesleklerde: Stajınızı nerede yaptınız? standartlaştırmak sterilize etmek stok etmek stoklamak Zam gelmeden stoklamalıyız. Hükümet halkı şeker stoklamaya karşı bir kere daha uyardı. stop etmek, genel anlamda: araba için: su kayağı yapmak sucuk olmak sucuk gibi olmak suç olmak Hanım kırarsa kaza, halayık kırarsa suç. suç ortağı olmak suçlamak, birisini bir şeyle: Suç sende. Polis onu ne ile suçluyor? Bu masum insanları neyle suçluyorsunuz? Birbirlerini hile yapmakla suçluyorlar. Basın, hükümeti suni bir kriz yaratmakla suçluyor. Bunun için kimseyi suçlamana gerek yok. kendini...: Lütfen kendinizi böyle suç Utmayınız. to be the subject of gossip [sabcikt]. He thinks people will start talking. to have a say in. Would you believe it? He has no say in this. to agree to say the same thing, to act as the spokesperson for. to dub [dab]. to enter into a contrat with. to make an appointment [lpoyntmtnt]. to promise each other [promis]. to have a word or two to say to. It's not worth wasting one's breath on. I have a word or two to say to you. to be a man of his word. A promise made is a promise kept. He has always been a man of his word. to talk about. to speculate [spekyuleyt], to engage in sport [ingeyc]. to stabilize [steybilayz]. to be under training. to serve one's internship. to undergo training. Where did you do your internship? to standardize [ste:ndidayz]. to sterilize [sterilayz], to stock. to stock up. We have to stock up before the price increase. The government warned the population again against stocking up sugar [fugi]. to come to a stop. to stall [stod]. to water-ski. to get drenched [drenct]. to be wet through [thru], to be considered an offense [tfens]. What is excusable for a superior is an offense for a subordinate [sibo.dinit]. It's your fault [fodt]. to be an accomplice [ikomplis]. to charge smb with smth [ca:c]. What is the police charging him with? to accuse smb of [ikyu:z]. What are you accusing these innocent people of? They are accusing each other of cheating. to blame [bleym] smb for smth. The press is blaming the government for creating an artificial crisis [kraysis]. You needn't blame anyone for that. to blame oneself. Please don't blame yourself in this manner. suçlandırmak 670 *yalan yere suçlamak suçlandırmak suçlanmak Bu öğrenciler ne ile suçlanıyor? bir şey yapmakla...: Biz ne yapmakla suçlanıyoruz? suçlu olmak , Hem suçlu, hem güçlü. suçsuz olmak Herkes, suçlu olduğu kanıtlanmadıkça suçsuz sayılır. sufle etmek suistimal etmek Sizin iyiliğinizi suistimal etmek istemiyorum. sulamak, su vermek anlamında: toprak için: sulandırmak Yarım bardak suyla sulandırınız. Onu sulandırmaya gerek yok. •ağzını sulandırmak Bu yemekler ağzımı sulandırıyor. sulanmak, sulu duruma gelmek: ,bitkiler için: toprak için: | birleşikler ve deyimleri ağzı sulanmak beyni sulanmak, yaşlılık bakımından: şaşkınlık bakımından: gözleri sulanmak kanı sulanmak sulatmak, bahçe için: toprak için: birisine...: sulh olmak sululuk etmek sundurmak sunmak, vermek anlamında: Müşterilerimize çok çeşitli hizmetler sunuyoruz. Size çok uygun şartlar sunuyoruz. takdim etmek anlamında: Başkan, doktora ödülü sunacak. Programı kim sunacak? Cevabımızı yazılı olarak komisyona sunacağız. Yeni öneriler sunmak için çok geç. to falsely accuse smb [fodsli], to accuse [ikyu:z], to be accused of. What are these students accused of? to be charged with doing smth. What are we charged with doing? to be guilty [gilti], (Might is right). to be innocent [inisint]. Everyone is presumed innocent until proved guilty [prizyu:md]. to prompt. to abuse [ibyu:s]. / don't want to abuse your generosity. to water. to irrigate. to dilute [daylyud]. Dilute with half a glass of water. to water down. There is no need to water it down. to make one's mouth water. These dishes make my mouth water. to become diluted, to be watered, to be irrigated. to have one's mouth water. to grow senile [si:nayl]. to be muddle-headed [madil hedid]. (for one's eyes) to become watery, to get anemic [lnkmik], to have smth watered. to have smth irrigated. to have smb water smth. to settle a difference [difrins]. to be/get fresh. to have smb submit smth. to offer [ofi]. We offer our clients a wide variety of services [virayiti]. We are offering you very favourable terms. to present [prizent]. The chairman is going to present the doctor with the award [iwo:d]. Who is going to present the programme? to submit [sabmit]. We'll submit our answer in writing to the committee [a:nsi]. It's too late for submitting new proposals. sunulmak 671 yollamak anlamında: Eşim en iyi dileklerini sunar. Eşim ve sen kederinizi içten paylaşır, taziyelerimizi sunarız. Çocuklar ve ben en iyi dileklerimizi sunarız. dilek ve taziye kalıplan: Size bol şans sunarım. Büyük kaybınız dolayısıyla içten taziyelerimi sunarım. En iyi dileklerimi sunarım. mektuplarda saygı cümlesi: Saygılarımızı sunarız. *birine saygılarım sunmak Bir gün yeni valiyi ziyaret edip saygılarımızı sunmamız gerek. •dikkatine sunmak Konuyu bakanın dikkatine sunacağız. sunulmak •satışa sunulmak Marketlerde yeni bir deterjan satışa sunuldu. surat etmek suratı bir karış olmak susamak, su içme ihtiyacı için: özlemek anlamında: | birleşikler ve deyimler [ Acıkan doymam; susayan, kanmam sanır. başarıya susamak Biz taraftarlar, Avrupa'da başarıya susamışız. canına susamak birinin...: dayağa susamak eceline susamak kana susamak Bunların hepsi kana susamış. birbirinin kanına...: birinin kanına...: ölümüne susamak şefkate susamak susatmak suskun olmak susmak, konuşmamak anlamında: Bu konuda konuşmamaya karar verdim. Bu adam konuşmaya başladı mı, artık susmaz. ses veya gürültüyü kesmek: Lütfen susunuz! "Sus" der gibi bir işaret etti. to send. My wife sends her kindest regards. My wife and I send our deepest sympathy. The children join me in sending you our best wishes. I wish you the best of luck [lak]. Heartfelt condolences in your great loss [kindoulinsiz]. All my best wishes. Yours sincerely [sinsidi]. to pay one's respect to. One day we must go and pay our respects to the new governor [gavim]. to bring to smb's attention [iten§in]. We shall bring the matter to the Minister's attention. to be presented to [prizentid]. to be offered for sale [ofid]. A new detergent is now on sale at markets [ditoxmt], to look sulky. to make faces (at). to be/get thirsty [tho:sti]. to long for. The hungry will not have enough to eat, the thirsty not enough to drink. to be thirsty for success [sikses]. We, the fans, are thirsty for success in Europe [yu:np]. to want to die [day], to thirst for smb's blood [blad]. to ask for a beating. to seek one's death. to thirst for blood [blad]. They are all out for blood. to be at daggers drawn [dro:n]. to thirst for smb's blood. to court death [kod], to long for affection [ifek§m], to make smb thirsty. to keep silent [saylint]. to remain silent. I've decided to remain silent in this regard. to stop talking. Once that man starts talking, he won't stop. to keep quiet [kwayit]. Please be quiet! He made a sign as if to say keep silent. suspus olmak 672 tepki göstermemek anlamında: Dişimi sıkıp sustum. suspus olmak, susmak anlamında: sinmek anlamında: susturmak susmasını sağlamak: sessizliğe zorlamak: Şu çocukları susturamaz mısınız? hasın vs için: söz söyleyemeyecek hale getirmek: *zınk diye susturmak Bir şeyler söylemeye çalıştı, fakat başkan onu zınk diye susturdu. süblimleşmek süblimleştirmek sübyeleştirmek sücud etmek südremek süflîleşmek, aşağılaşmak anlamında: kılıksız anlamında: süklüm püklüm olmak sükse yapmak, başarı kazanmak anlamında: ilgi çeken durum yaratmak: sükût etmek sümkürmek sümsükleşmek sünepe olmak süngülemek, süngü saplamak anlamında: ateşi karıştırmak: süngülenmek süngüleşmek sünmek sünnet etmek sünnet olmak sünnetli olmak sünnetsiz olmak süpürmek, süpürge ile temizlemek: fırça ile fırçalamak: -den kurtulmak anlamında: yiyip bitirmek anlamında: | birleşikler ve deyimleri ortalığı süpürmek silip süpürmek, ortalığı temizlemek: ne var ne yok. hepsini yok etmek: ne var ne yok, hepsini yemek: yeri süpürmek (elbise için) süpürtmek to keep quiet. I just bit my lips and kept quiet. to be silenced [sayhnst]. to cower [kawi], to silence [sayhnsl. to make smb keep quiet [kwayit]. Can't you make these children keep quiet? to muzzle [mazil]. to reduce to silence. to shut smb up. He tried to say something but the chairman shut him up. to be sublimated. to sublimate [sabhmeyt]. to emulsify [imalsifay]. to prostrate oneself in worship [wd§ip]. to get drunk [drank]. to degrade oneself [digreyd]. to be shabby [§e:bi]. to be cap in hand [ke:p]. to be a success [sikses]. to make a splash [sple:sj. to remain silent [saylint], to blow one's nose [nouz]. to become indolent, to be slovenly [slavinli]. to bayonet [be:yinit]. to poke a fire [pouk]. to be bayoneted. to attack each other with bayonets, to stretch. to circumcise [sd:kimsayz]. to be circumcised, to be circumcised. to be uncircumcised [anso:kimsayzd]. to sweep, to brush [brasj. to get rid of. to eat up. to sweep up the place. to clean up [kli:n]. to sweep everything away. to eat up everything. to trail on the ground. to have smb sweep a place. süpürülmek 673 süpürülmek Konağın yirmi odası her gün süpürülürdü. süratlendirmek süratlenmek süratli olmak sürçü lisan etmek sürçmek, Sanırım, sürçü lisan etti. yürürken dengesini bozmak: yanlış bir şey söylemek: Dilim sürçtü. Sabah sürçen, geceye dek sürçer. sürdürmek, belirli bir seviyede: Dostluğumuzu sürdürmek isteriz. çaba vs için: Bu yüksek tempoyu 90 dakika sürdürebilecekler mi? bir faaliyeti: Bu faaliyetleri burada sürdüremezsiniz. Orada hukuk öğrenimini sürdürecek. Ne olursa olsun, bu savaşı sürdüreceğiz. Bu ilişkiyi artık sürdürmemelisin. Bu grevi daha ne kadar sürdürebilirsiniz? | birleşikler ve deyimler] mutlu bir hayat sürdürmek mütevâzi bir hayat sürdürmek Çok mütevâzi bir hayat sürdürüyorlardı. teması sürdürmek Bizimle teması sürdürmeye çalışın. varlığı sürdürmek süregelmek Bu adet yıllarca süregelmiştir. süreğenleşmek sürgit yapmak sürgülemek, kapı için: tarla için: sürgü ile düzeltmek: sürgülenmek, kapı için: tarla için: sürgün etmek Kimse keyfi olarak sürgün edilemez. sürgün olmak to be swept. The twenty rooms of the mansion were swept every day [me:n§m], to accelerate [e:kselireyt]. to gain speed [geyn]. to be quick. (for one's tongue) to trip. / think her tongue tripped [tript]. to stumble [stambil]. to say smth by mistake. My tongue tripped [tang]. A mistake at the start of the day will go on all the way. to maintain [meynteyn]. We would like to maintain our friendship. to keep up. Will they be able to keep up this tempo for 90 minutes [minits]? to pursue [pisyu:]. You can't pursue these activities here. He'll pursue his study of law over there. to continue [kintinyu:]. We shall continue the fight at any cost. to carry on. You shouldn't carry on that relationship any longer [rileysmsip]. to sustain [sisteyn]. How long will you be able to sustain that strike [strayk]? to lead a happy life, to live modestly. They were leading a very modest life. to keep in touch with [tacj. Try to keep in touch with us. to exist [igzist], to go on (for). This custom has been going on for years. to become chronic [kronik]. to continue [kintinyu:]. to bolt. to harrow [he:rou]. to smooth [smudh], to be bolted, to be harrowed, to exile [eksayl]. No one shall be subjected to arbitrary exile [sabcektid]. to have diarrhea [dayrri:yi]. sürmek 674 sürmek, araç için: başka bir yere göndermek: boya için: devam etmek anlamında: Bu durum ne zamana kadar sürecektir? Bu durumun uzun süreceğini sanmıyorum. Kanlı savaş bütün gün sürdü. Bu iş sürüyor mu, sürmüyor mu? Evlilikleri mutlu bir şekilde sürüyor. dokundurmak anlamında: hafif bir şekilde: Burnuna biraz pudra sürdük, ince bir tabaka yaymak: Reçeli çok ince sürünüz. Ekmeğine kalın bir kat tereyağı sürer. Kelin melhemi olsa, kendi başına sürer. ishal olmak anlamında: ovmak anlamında: önüne katıp götürmek: tarla için: ,yasal para için: yasal olmayan para için: Sahte dolar sürmeye çalışırken yakalandı, yetişip ortaya çıkmak: zaman almak anlamında: Yeni işine alışması uzun sürecektir. Tamir edilmesi iki hafta sürer. Genellikle ne kadar sürer? Çok uzun sürmedi. Bu iş, on dakikadan fazla sürmemelidir. Oraya gitmek ne kadar sürer? Artık, daha çok fazla sürmez, zaman geçmek: Film üç buçuk saat sürüyormuş. Bu mutlu günler pek sürmez. Çok sürmez. Yemek ne kadar sürecek? Padişah yasağı üç gün sürer. \ birleşikler ve deyimleri adına leke sürmek ağzına sürmemek Bu sabah kahvaltıyı ağzına sürmedi. ayak sürmek azar azar sürmek bahane öne sürmek berbat bir yaşam sürmek bohem yaşamı sürmek boy sürmek to drive [drayv]. to exile [eksayl], to apply [iplay]. to continue [kintinyu:]. How long will this state of affairs continue? I don't think this situation would continue for long [sityuwey§tn], to go on. The bloody fighting went on all day long. Is this thing going on or not? (They are happily married.) to touch [tac]. to dab [de:b]. We dabbed her nose with some powder. to spread [spred]. Spread the jam very thin. He spreads a huge layer of butter on his bread. (Don't expect any help from someone who needs it himself.) to have diarrhea [daytri:yi]. to rub smth on [rab]. to push along. to plow [plau]. to put in circulation [so:kyuleysm]. to pass off. He was caught trying to pass off forged dollars. to push forth, to take. It will take him a long time to get accustomed to his new job [lkastimd]. // will take two weeks to repair it. How long does it generally take? It didn't take long. It shouldn't take more than ten minutes. How long will it take to get there? It won't take much longer now. to last. Apparently the film lasts three hours and a half. It's too good to last. It won't last long. How long will the dinner last? New decrees are quickly ignored [dikrkz]. to blemish one's reputation [repyuteysm]. not to touch [tac]. He did not touch his breakfast this morning. to do smth slowly and unwillingly. to apply a little at a time. to pretext [pri.tekst]. to lead a miserable life [miznbd]. to lead a bohemian life. to shoot up. sürmek (boya) 675 boya sürmek çapraza sürmek çift sürmek ekmeğine yağ sürmek (birisinin) Bakanın sözleri muhalefetin ekmeğine yağ sürmüştür. el sürmek Bugün yemeğe elini sürmedi. eşiğine yüz sürmek fırına sürmek geri sürmek (araba için) göz sürmek hatim sürmek hayat sürmek hüküm sürmek içi sürmek ilaç sürmek Kelin ilacı olsa, başına sürer. ileri sürmek Azar azar sürünüz. Hâlâ suçsuz olduğunu ileri sürüyor. Hiçbir şeyi ileri sürmeye çalışmıyorum. Aldatıldıklarını ileri sürüyorlar. Kimsenin kabul etmeyeceği mazeretleri neden ileri sürelim. Bu durumda nefsi müdafaa ileri sürülemez. işe el sürmemek işi yokuşa sürmek iz sürmek izini sürmek kalp para sürmek kara sürmek (birisine) kese sürmek (hamamda) keyf sürmek Herkes çalışıyor, sen burada keyf sürüyorsun. kına sürmek kısa sürmek koşul ileri sürmek leke sürmek mazeret ileri sürmek Bu davranış için hiçbir mazeret ileri süremez. merhem sürmek meydana sürmek mutlu bir hayat sürmek (bir) noktayı ileri sürmek otomobil sürmek ömür sürmek to apply paint. to push the opponent backward [be:kwidj. to plough [plau]. to play into the hands of smb. The minister's declaration has played into the hands of the opposition [opizism]. to touch [tag]. He hasn't touched any food today. to grovel and plead [pli:d]. to bake [beyk]. to back [be:k]. to cast amorous glances at [e:miris], to be in the process of concluding the reading of the Koran [kinklu:ding]. to lead a life. to prevail [priveyl]. to have diarrhea [dayirkyi], to apply [iplay]. (Don't ask help from those who need it themselves). Apply a little at a time. to maintain [meynteyn]. She still maintains that she's innocent. to suggest fsicest]. I'm not trying to suggest anything. to claim [kleym]. They claim they have been cheated. to put forward ffo:wid]. Why put forward excuses that no one will accept [ikskyu:siz]? Self-defence can't be invoked in this case. not to lift a finger to do smth. to raise difficulties [difikiltiz]. to follow a trail [treyl]. to track down [tre:k]. to pass off forged money [fo:cd], to slander [sle:ndi]. to rub the body with a cloth bag. to enjoy oneself. Everyone is working and you're enjoying yourself here [injoying]. to dye with henna [day]. to take a short time. to lay down conditions [kindi§mz]. to tarnish [ta:nis]. to make excuses [ikskyu:siz]. She can't give any excuse for the conduct. to apply an ointment [oyntmmt]. to incite [insayt]. to lead a happy life. to raise a point [reyz]. to drive a car [drayv]. to spend an easy life. sürmekte olmak 676 öne sürmek. ileri sürmek anlamında: Birkaç çözüm öne sürdüler. Temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek araç için: iddicı için: önüne sürmek pey sürmek piyasaya sürmek pudra sürmek rahat bir hayat sürmek Burada çok rahat bir hayat sürüyoruz. saban sürmek safa sürmek Ben çekeyim cefayı, eller sürsün sefayı. sefasını sürmek (bir şeyin) sahte para sürmek Sahte para sürmeye çalışıyordu. sakin bir hayat sürmek saltanat sürmek, gerçek anlamda: Kanunî Sultan Süleyman uzun yıllar saltanat sürdü. , mecazi anlamda: sıva sürmek tarla sürmek taş sürmek tav sürmek temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürmek teneşire kadar sürmek top sürmek toprağı sürmek uzun sürmek Konferans sıkıcı bir şekilde uzun sürdü. üstüne sürmek Sakın ağzına sürme! vernik sürmek yağ sürmek yiğitliğe leke sürmemek yokuş aşağı sürmek yokuşa sürmek yorgunu yokuşa sürmek yüz sürmek sürmekte olmak Metro yapımı sürmektedir. sürmelemek Kapıları sürmelemeyi unutmayın. sürme çekmek anlamında: sürmelenmek kapı için: sürme için: to put forward [fo:wid]. They put forward a few solutions [silyu:§inz]. To keep bringing up the same topic time and time again. to drive forward. to allege [dec]. to place smth in front of. to make a bid. to bring onto the market [ma:kit]. to apply powder on. to lead an easy life. We are leading a very easy life here. to plough [plau]. to enjoy oneself. Why should others reap what I have sown? to enjoy smth to the utmost [atmoust]. to pass off forged money [fo:cd]. He was trying to pass off forged money. to lead a quiet life [kwayit]. to reign [reyn]. Sultan Suleiman the Magnificent reigned for long years. to live in grand style [stayl]. to spread plaster [spredj. to plough [plau]. to move a piece [mu:v]. to double the stakes [steyks]. to keep bringing up the same topic. to last t i l l death [deth], to dribble [dribil]. to break ground. to drag on. The Conference dragged out [kinfinns]. to rub smth on [rab]. Don't rub it on your mouth! to varnish [va:nisj. to spread butter [bati], to put on a brave face [breyv]. to drive downhill [drayv]. to raise objections [ibcek§inz]. to force smb to do smth under difficult circumstances [sokimste:nsiz]. to prostrate oneself (before). to be in progress. The construction of the tube is in progress. to bolt. Don't forget to bolt the doors [figet]. to tinge with kohl [tine]. to be bolted. to be tinged with kohl [koul]. sürmeli olmak 677 sürmeli olmak Kapı daima içerden sürmelidir. sürme ile boyanmış anlamında: sürmenaj olmak sürpriz yapmak sürtmek, dokundurmak anlamında: başıboş dolaşmak anlamında: |birleşikler ve deyimleri burnu yere sürtmek pala sürtmek sokak sokak sürtmek taban sürtmek sürtülmek *burnu sürtülmek sürtünmek, kavga etmek için sebep aramak: sürünmek anlamında: sürtüşmek, birbirine sürtünmek: anlaşamamak anlamında: sürüklemek, yerde çekerek götürmek: Lütfen sandıkları yerde sürüklemeyiniz. Polis, öğrencileri polis otosuna sürüklemiş. akan su için: bir işi yapmaya zorlamak: kötü bir sona doğru götürmek: Bu hükümet, ülkeyi bir felâkete doğru sürüklemektedir. Bu, bizi Vietnam tipi bir savaşa sürükler. Bu beceriksiz insanlar şirketi iflasa sürüklemektedir. çok ilgi uyandırmak anlamında: | birleşikler ve deyimleri arkasından sürüklemek maceraya sürüklemek Bizi bir maceraya sürükleyecekti. savaşa sürüklemek Ülkeyi savaşa sürükleyenler kaçmışlardı. Yanlış bir adım hepimizi savaşa sürükler. ümitsizliğe sürüklemek sürüklenmek, yerde çekilerek: yerde kendini çekerek: bir işi yapmaya zorlanmak: kötü bir sonuca gitmek: İstemeyerek bir maceraya sürüklendik. to be bolted. The door is always bolted from inside. to be tinged with kohl. to have a nervous breakdown [novis]. to surprise [siprayz]. to rub against [rab]. to wander about aimlessly. to back down and accept what one has refused to do [rifyu:zd]. to strive [strayv]. to wander about through the streets, to walk incessantly [insesintli]. to be rubbed against [rabd]. to learn one's lesson. to look for an excuse to quarrel with smb. to rub oneself against. to rub against each other, to disagree [disigri:]. to drag (along). Please don't drag the boxes along the floor. The police dragged the students to the police van [pili:s]. to carry away [ke:ri]. to force smb to do smth. to drag into. This government is dragging the country into a catastrophe [kite:stnfi:]. to involve. This will involve us in a Vietnam type war. to push into [pusj. These incompetent people are pushing the company into bankrupcy [bemkrapsi]. to engross smb's attention [iten§m]. to get people to follow one. to involve one in an adventure [ldvenci]. He was going to get us involved in an adventure. to drive into war [wo:]. Those who had driven the country into war had fled [kantri]. A wrong step will involve us in a war. to drive to desperation [despireygin]. to be dragged [dre:gd]. to drag oneself along [dre:g]. to be dragged into, to get involved. We got unwillingly involved in an adventure. sürükletmek 678 Neredeyse savaşa sürükleniyorduk. Biz iflasa sürükleniyoruz. Bu ülke felâkete doğru sürükleniyor, akımı için: Yarım saatten beri sürükleniyoruz. Bir çoğu akıntı ile sürüklendi, elbise eteği için: boş yere gecikmelere uğramak: sürükletmek sürükleyici olmak sürülmek, boya için: dokunulmak anlamında: bulaşmak anlamında: Kolunuza biraz boya sürülmüş. ovulmak anlamında: piyasaya çıkarılmak: para için: sınır dışı edilmek: tarla için: yayılmak anlamında: Bu tereyağı kolayca sürülmüyor. *öne sürülmek Toplantıda böyle bir şey öne sürülmedi. * önüne sürülmek sürümek, sürüklemek anlamında: peşine takmak anlamında: güçlükle yürümek: etek için: *ayak sürümek, gerçek anlamda: mecazi anlamda: sürümü olmak Bu tür malların sürümü daima var. süründürmek kişi için: bir şey için: * sürüm sürüm süründürmek sürünmek, karnı üzerinde ilerlemek: kendi üzerine sürmek: bir şeye değmek anlamında: perişan yaşamak: | birleşikler ve deyimler] krem sürünmek pudra sürünmek sürüm sürüm sürünmek yerlerde sürünmek sürüştürmek "tırnak sürüştürmek Sürünesi adam! to be driven into. We were almost driven into war. to head for. We are heading for bankruptcy. This country is heading straight for disaster. to drift. We've been drifting for the past half hour. Many were carried away by the current. to trail [treyl]. to drag on for (a length of time), to have smb drag smth. to be engrossing. to be applied [lplayd]. to be touched [tact], to rub off [rab]. Some paint has rubbed off on your sleeve. to be rubbed [rabd]. to be put on the market. to be put into circulation [so:kyu:ley§in]. to be banished [be:ni§t]. to be ploughed [plaud]. to be spread [spred]. This butter won't spread easily. to be suggested [sicestid]. Nothing of the sort was suggested at the meeting. to be placed in front of [pleyst]. to drag along. to take along with one. to drag one's foot. to trail the bottom of a dress. to shuffle along [§afil]. to be reluctant to do what one has promised. to be in demand. Goods of this type are always in demand. to make life miserable for smb [mizribil]. to put off finishing a job. to make life miserable for smb. to crawl along the ground [kro.l]. to rub smth on oneself. to rub against [rab]. to live in misery [miziri]. Miserable fellow [mizribil]! to rub cream on oneself. to dust oneself with powder [dast]. to lead a miserable life. to be in a sad state [steyt]. to rub together. to provoke a fight [pnvouk]. sürüt mek 679 sürütmek İti, öldürene sürütürler. süslemek Birçok heykel bahçeyi süslüyordu. Bu odaları süslemek kolay olmayacak. Daha fazla süslemeye gerek yok. süslendirmek süslenmek •süslenip püslenmek süsletmek süslü olmak süsmek, koç vs için: boğa için: sütlenmek sütliman olmak süzdürmek süzgünleşmek süzmek, süzgeçten geçirmek anlamında: Bunu bir bezle süzebiliriz. Sütü kaynatmadan daima süzeriz. tortu için: Şişedeki tortuyu süzmek gerek. peynir vs için: göz gezdirmek anlamında: gözle incelemek anlamında: Bizi yukardan aşağıya kadar şöyle bir süzdü. yarı kapalı gözle: *göz süzmek •yukarıdan aşağı süzmek süzülmek, çok zayıflamak anlamında: gözler için: kadın için: kuşlar- için: sessizce ve görünmeden ilerlemek: sıvı için: •gözleri süzülmek •gözleri uykudan süzülmek •süzüm süzüm süzülmek to have smb drag smth. He who kills a dog must drag it away. to adorn [ido:n]. Many statues adorned the garden. to decorate [dekrreyt]. It won't be easy to decorate these rooms. to embellish [imbelisj. There is no need to embellish it further. to have smb decorate smth. to deck oneself out. to doll oneself up. to have smb decorate smth. to be ornamented. to butt [bat]. to gore [go:]. to lactate [le:kteyt]. to be dead calm [ka:m]. to have smth strained. to languish [lemgwisj. to strain [streyn]. We can strain it through a piece of cloth. We always strain the milk before boiling it. to strain. You should strain out the sediments in the bottle [botil]. to drain [dreyn], to scan [ske:n]. to scrutinize [skrudinayz]. He scrutinized us from head to toe [tou]. to examine through half-closed eyes [ayz]. to ogle [ougil]. to scrutinize smb from head to foot. to languish [le:ngwisj. to be half-closed [ha:f klouzd]. to behave coquettishly [kouketisli]. to soar [so:]. to creep in/away. to be strained. (for one's eyes) to be half-closed, to feel sleepy. to behave very coquettishly. ş şabanlaşmak şad olmak Ruhu şad olsun! "ruhunu şad etmek şadırdamak şahane olmak şahıslandırmak şahit olmak Paran çoksa kefil ol, işin yoksa şahit ol. şahitlik etmek "yalan yere şahitlik yapmak şahlandırmak, at için: kişi için: şahlanmak, at için: kişi için: şaka etmek Şaka mı ediyorsun? Bu, bir tür şaka mı? Şakaya tahammül edemiyorsun, şaka etme. şaka etmemek şaka gibi gelmek İnsana şaka gibi geliyor. şaka yapmak Bunlar, şaka yapmadan bir çift laf edemezler mi? Meğer bir şakaymış! Bunu şaka olsun diye yapmadım. "birisine şaka yapmak şakalaşmak şakası olmamak Bu insanların şakası yok. Bunun şakası yok. Bu adamın şakası yok. şakaya gelmemek, şakaya dayanamamak: savsaklamaya gelmemek: Bu iş şakaya gelmez. şakımak şakırdamak, akan su için: kırbaç için: to be stupefied[styu:pifayd]. to be happy. May his soul be happy! to please the soul of a deceased [disksd]. to plash. to be superb [syu:po:b]. to personify [pisonifay]. to be witness. If you have money to waste be a guarantor, if you're seeking trouble be a witness. to testify. to commit perjury [poxiri]. to make a horse rear up. to enthuse [inthuz]. to rear up. to get out of hand. to joke [couk]. You must be joking. Is this some kind of a joke? If you don't take a joke, don't make one. to be in earnest [o:nist]. to be incredible [inkredibil]. This is absolutely incredible. to make a joke [couk]. Can't these people speak without making jokes? It appears it was a joke [ipi:z].' I didn't do it for fun [fan]. to pull smb's leg. to joke with one another. to mean business[biznis]. These people mean business [biznis]. (It's no laughing matter [la:fing].J This man is dead serious [si:ryis]. to be unable to take a joke [couk]. not to be a joking matter. This is no joking matter. to warble [wo:bil]. to plash. to crack [kre:k]. şakırdatmak 682 parmak için: yağmur için: şakırdatmak •parmaklarını şakırdatmak şakketmek şaklabanlık yapmak şaklamak şaklatmak •di l i ni şaklatmak •kamçıyı/kırbacı şaklatmak şakmak şâküllemek şamarlamak şamata etmek/yapmak şamil olmak •makabline şamil olmak şampiyon olmak Bu sene şampiyon kim oldu? Dört yıl üst üste şampiyon oldular. şangırda(t)mak şanından olmak, karakterine uygun anlamında: yaraşmak anlamında: şansı olmak , En ufak bir şansın dahi yok. Bize karşı kazanma şansları hiç yok. Şansın varmış. En küçük bir başarma şansı yok. şanslı olmak Bu işe alındığın için şanslısın. Gelecek sefere daha şanslı olmanızı dilerim. Bütün bunları alabildiğin için şanslısın. şanslı günü olmak şanssız olmak şantaj yapmak Bugün şanslı günümüz olacaktır. Bana şantaj yapmaya kalkıştı. şapırdamak şapırdatmak •ağzını şapırdatmak şaplamak, şap diye ses çıkarmak: şaplı su ile ıslatmak: tabanı sıvamak anlamında: şaplatmak •tokat şaplatmak şapşal olmak, aptalca davranış için: üst baş için: to snap [sne:p] one's fingers, to patter [pe:ti]. to clank. to snap one's fingers, to split. to amuse people by one's buffoonery [bifu:nrri]. to make a cracking sound, to crack. to smack one's tongue [tang], to crack the whip, to warble [wo:btl]. to check with the plumb-line [plam layn]. to slap smb on the face. to make a commotion [kimou§m]. to include [inklu:d]. to be retroactive. to be/become the champion [ce:mpiyin]. Who is the champion this year? They were the champions four years in succession [siksesm]. to clink. to be characteristic of [ke:riktiristik]. to befit smb. to have a chance [cams]. You haven't the ghost of a chance. to stand a chance. They don't stand any chance of winning against us. (You're lucky). He hasn't the faintest chance of succeeding. to be lucky [laki]. You're lucky to have got the fob. I wish you better luck next time. to be fortunate [fo:cmit]. You're fortunate to be able to buy all these things [bay]. to have a run of luck. We shall have a run of luck today. to be unlucky [anlaki]. to blackmail [ble:kmeyl]. He tried to blackmail me. to smack [sme:k]. to smack. to smack one's lips, to smack. to treat with alum [e:lim]. to cover a ground with a layer of plaster. to make a smacking sound. to give a smack. to be silly, to be slovenly. şapşallaşmak 683 şapşallaşmak şarıldamak şarj etmek şart olmak, gerekmek anlamında: kaçınılmaz anlamında: şartlamak şartlandırmak şartlanmak, dinî bakımından: koşullanmak anlamında: şartlaşmak şartlı olmak şaşakalmak Bu habere hepimiz şaşakaldık. şaşalamak şaşı olmak şaşılaşmak şaşılmak Bu hale şaşılır. İşin şaşılacak tarafı, parayı kabul etmediler. şaşırmak, içinden çıkamamak: Ne yapacağımı şaşırdım. Kime inanacağımı şaşırdım. Düpedüz şaşırmıştık. Üzüntüden ne yapacağımı şaşırmıştım. Ne diyeceğimi şaşırdım. hayret etmek anlamında: Ben bu işe şaşırdım. Şaşırmış gibi bir halin var. Bu davranış karşısında şaşırıp kaldık. |birleşikler ve deyimler) aklını şaşırmak bir şey duymakla şaşırmak lâfını şaşırmak pusulayı şaşırmak sağını solunu şaşırmak yolunu şaşırmak Yanlış yola sapıp, yollarını şaşırmışlar. Zengin arabasını dağdan aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır. yolunu yordamını şaşırmak yönünü şaşırmak Karanlıkta yönümüzü şaşırdık. şaşırtıcı olmak şaşırtmak, şaşırmasına sebep olmak: Beni gerçekten şaşırtıyorlar. to become stupefied [styu:pifayd]. to gurgle [go:gd]. to charge [ca:c]. to be imperative [impentiv]. to be inevitable. to wash smth in accordance with religious precepts [prksepts], to condition [kindism]. to be washed in accordance with canon laws. to be conditioned [kindi§ind]. to mutually agree on certain conditions. to be subject to [sabjikt], to be left dumbfounded [damfaundid]. We were all dumbfounded at the news. to be bewildered. to be cross-eyed [krosayd]. to become cross-eyed. to be bewildering. This is bewildering. Surpringly, they didn't accept the money. to be at loss. I'm at a loss what to do. I'm at a loss as to who to believe. to be confused [kinfyu:zd]. We were utterly confused. (I was overwhelmed by grief.) (I just can't think what to say.) to be bewildered. (That beats me.) You seem bewildered. to be astonished [istonigt]. We were quite astonished at this behaviour. to lose one's senses [sensiz]. to be surprised to hear [siprayzd]. to be at a loss for words. to lose one's bearings [be:ringz]. not to know what to do. to lose one's bearings/way. They took the wrong turn and lost their way. Wealthy people will achieve difficult tasks whereas poor people will have difficulty to achieve a simple one. not to know where one is. to lose one's direction [dayreksin]. We lost our direction in the dark. to be surprising [siprayzing], to amaze fimeyz]. They do amaze me. şaşkın olmak 684 Bunu duymak beni hiç şaşırtmamıştı. Netice, uzmanları bile şaşırttı. İtirazları hepimizi şaşırttı. yanlış yoldan götürmek: Allah şaşırtmasın! fıdçnlar için: şaşkın olmak, ne yapacağını bilememek: akılsız anlamında: Ne şaşkın ol, basıl; ne taşkın ol, asıl. şaşkınlaşmak şaşkınlık içinde olmak şaşmak, şaşkın duruma gelmek: Aklına şaşarım! Hiç de şaşmadım. Onun davranışına şaştım. Şikayetler olduğuna şaşmamak gerek, sapmak anlamında: Danışan dağı aşmış, danışmayan düz yolu şaşmış. şaşmamak (saat için) | birleşikler ye deyimler) bildiğinden şaşmamak dediğinden şaşmamak doğrudan şaşmamak İnsan doğrudan hiç şaşmamalı. sözünden şaşmamak vaktini şaşmamak vaktinde gelmek anlamında: saat için: yolundan şaşmamak şatafatlı olmak şavullamak şefaat etmek şeffaf olmak şeffaflaşmak şeffaflaştırmak şehirleşmek şehit olmak Bu, savaşta şehit olan ikincisi idi. şehit etmek şeker hastası olmak şekerleme yapmak, şekerle kaplamak: hafif uyku için: şekerlemek, şeker kalmak anlamında: şekerle tadlandırmak: meyve vs için: şekerlenmek şekerli olmak şekilci olmak to surprise [siprayz]. / wasn't surprised at all to hear that. The result surprised even the experts. Their objection took us all by surprise. to mislead [misli:d]. May God protect him from sin! to transplant. to be confused [kmfyu:zd]. to be stupid. (Moderation is the best policy [modtreysin].) to become confused. to be all mixed up [mikst ap]. to be surprised. I'm surprised at you! I'm not surprised. to be astonished [istoni§t]. I was astonished at her behaviour [biheyvyt]. It's no wonder there has been complaints.- to go astray. One should not hesitate to ask for advice. to keep exact time. to stick to one's guns. not to budge from what one says [bac]. not to stray from what is proper. Honesty is the best policy. to stick to one's word. to be punctual [panktyuwil]. to keep good time. to do it one's way. to be luxurious [lagzyu:riyis], to plumb-line [plant layn]. to intercede [intisi:d]. to be transparent [tremspermt]. to become transparent. to make it transparent. to become urbanized [6:bmayzd]. to be killed in action [e:ksin]. He was the second to be killed in the war. to ki l l smb who is in the service of his country. to be diabetic [dayibetik]. to sugar. to doze [douz]. to sugar [§ugi], to sweeten [swi:tin]. to candy [ke:ndi]. to crystallize [kristilayz]. to be sugared [sugid]. to be a formalist. şekillendirmek 685 şekillendirmek torna tezgâhında odunu: şekillenmek Plânı yavaş yavaş şekilleniyor. şeklinde olmak Armut şeklindedir. şen olmak İşte geldik gidiyoruz, şen olasın Halep şehri. şenlendirilmek şenlendirmek, neşelendirmek anlamında: Onu biraz şenlendirmeye çalış. Hayatımızı şenlendirdiniz. Bu çiçekler odayı biraz şenlendirecektir. bayındır duruma getirmek: şenlenmek neşelenmek anlamında: bayındır duruma gelmek: şerbetlemek, yılan sokması için: gübre suyu vermek: şerbetlenmek, yılan sokmasına karşı: gübre suyu verilmek: şerbetli olmak, yılan sokmasından zarar görmeyen: kötü huy için: Yalana şerbetlidir. kötü davranılmasına alışık: Bu çocuk, dayağa şerbetli. gübre suyu için: şerefe nail olmak şereflendirmek şereflenmek şerh etmek çıkmalar yapmak anlamında: şeritlemek, şerit geçirmek: şeritle süslemek: şevke gelmek, hevesi artmak anlamında: neşelenmek anlamında: şeytan tüyü olmak (bir kimsede) şıkırdamak şıkırdatmak şıklaşmak şımarık olmak şımarmak şımartılmak şımartmak Bu çocukları şımarttınız. Bizi şımartıyorsunuz! Şampiyonluk onu şımartmışa benziyor. to give a form to. to turn wood. to take shape [seyp]. His plan is taking shape bit by bit. to be shaped like [seypt]. It's shaped like a pear [pe:]. to be merry. Thanks for the hospitality. to be cheered up [ci:rd ap]. to cheer up [gi:]. Try to cheer her up a little. to brighten [braytin]. You have brightened our lives [layvz]. These flowers will brighten the room a little. to make a place prosperous [prospms]. to cheer up. to become well-populated and prosperous. to charm against snake-bite [sneykbayt]. to manure [minyu:]. to be rendered immune to snake-bite, to be manured. to be immune to snake-bites, to be incorrigible [inkoricibil]. He is an incorrigible liar [layi]. to be unaffected (by). (That boy is immune to beatings.) to be watered with manure [minyu:]. to have the honour of [om]. to honour. to be honoured [omd], to expound [ikspaund], to annotate [e:nouteyt]. to wrap with a ribbon [re:p]. to decorate with a ribbon [dekireyt]. to become eager [i:gi]. to grow merry. to have an attractive personality. to rattle [re:til]. to make smth rattle. to dress smartly. to be spoiled [spoyld], to get spoiled. to be spoiled. to spoil. You have spoiled these children. You're spoiling us! to go to one's head. The championship seems to have gone to his head. şıngırdamak 686 şıngırdamak şıpırdamak şırıldamak şırınga etmek şırınga yapmak şırlamak şiddetlendirmek şiddetlenmek şiddetli olmak Bu gibi vakalarda sancı şiddetli olur. Bu sefer, sarsıntı daha şiddetli olacaktır. şifalı olmak (Şifalar olsun!) (Üstünüze şifalar!) şifrelemek Tüm mesajlar yollanmadan önce şifrelenmelidir. şifreli olmak şikâyet etmek, yakınmak anlamında: Zenginler şikâyet ediyorsa, zavallı halk ne yapsın? Yerinde olsam, hiç şikâyet etmezdim. sızlanmak anlamında: İşçileriniz, hep şundan bundan şikâyet eder durur. Yemeklerden şikâyet etmek doğru değil. hastalık için: Genellikle bel ağrısından şikâyet ederler, birisini şikâyet etmek: Şoförü şikâyet etmek niyetindeyim. şikâyetçi olmak hastalık için: Yerliler birkaç rahatsızlıklardan şikâyetçiydiler, hoşnutsuzluk belirtmek için: Herkes uzun gecikmelerden şikâyetçiydi. şikâyeti olmak Herhangi bir şey hakkında şikâyeti olan var mı? şike yapmak şilem yapmak şirin olmak şirretleşmek şiş olmak Yüzü şişti. şişelemek şişelenmek Türkiye'de imal edilmiş ve şişelenmiştir. şişinmek şişirilmek, balon ve lastik için: hava ile...: abartılmak anlamında: baştan sağma anlamında: to clink, to drip. to flow with a babbling sound. to inject smth with a syringe [sirinc]. to give smb a hypodermic injection [incek§rn]. to rain/flow in torrents. to intensify [intensifay]. to increase in intensity [inkrks]. to be intense. In such cases the pain is intense. to be severe [sivi:]. The shock will be more severe this time. to be healing [hkling]. God bless you! May God preserve you from such ills! to encode [inkoud]. All messages must be encoded before being sent [mesiciz]. to be in cipher [sayfi]. to complain [kimpleyn]. If the rich are complaining what will the poor people do? I wouldn't complain, If I were you. to grumble [grambil]. Your workers are always grumbling about one thing or another. It's not right to grumble about the food. to complain about. They usually complain about backaches. to make a complaint against smb [kimpleynt], / intend to make a complaint against the driver. to have a complaint to make, to suffer from [safi]. The natives suffered from a number of illnesses. to complain about [kimplayn]. Everyone complained about the long delays. to have a complaint. Has anyone any complaint about anything? to rig a game [geym]. to make a slam [sle:m]. to be charming [ca:ming], to turn into a shrew [§ru:]. to be swollen. Her face was swollen. to bottle [botil]. to be bottled [botild]. Made and bottled in Turkey. to puff oneself up [pafj. to be blown up. to be inflated [infleytid]. to be exaggerated [igzecrreytid]. to be scamped [ske:mpt]. şişirmek 687 şişirmek, abartmak anlamında: balon vs için: baştan savma iş görmek: göklere çıkarmak anlamında: hava ile doldurmak: mide için: vücut için: yelken için: [birleşikler ve deyimleri avurtları şişirmek burun şişirmek gözünü şişirmek (birinin) kafa şişirmek lastiği şişirmek mideyi şişirmek şişirtmek (bir şeyi) şişkin olmak, kabarık olmak: mide için: şiş durumda olmak: şişlemek şişlenmek şişman olmak şişmanlamak Sen şişmanlamışsın. şişmanlatmak şişmek, bir şey emerek: gururlanmak anlamında: içi hava veya gazla dolmak: bir koşuyu sürdüremez olmak: mide vs için: şişmanlamak anlamında: yelken için: çok yemek yiyerek: vücudun bir yeri için: Elleri neden şişti? Geceleyin yüzü şişti. | birleşikler ve deyimleri davul gibi şişmek hüt dağı gibi şişmek kafası şişmek yüreği şişmek şoförlük yapmak şok tesiri yapmak Haber ülke üzerinde şok tesiri yapmıştı. Garip davranışları, üzerimde şok tesiri yaptı. şoke etmek şoke olmak Neticeyi duyunca hepimiz şoke olduk. Bunu görünce şoke olacak. to blow out of proportion [pnpo:sm]. to blow up. to skimp a piece of work. to puff up [paf], to inflate [infleyt]. to bloat [blout]. to distend. to billow. to brag. to swell with pride [prayd], to give smb a black eye [ay], to tire out. to blow up a tyre Ttayi]. to bloat the stomach [stamik], to have smth inflated. to be protuberant [proutyu:birint]. to be bloated [bloutid]. to be swollen. to skewer [skyu:wi]. to be skewered [skyu:wid], to be fat. to put on weight [weyt]. You have put on weight. to fatten [fe:tm], to swell up. to puff oneself up [paf], to be inflated [infleytid]. to be unable to continue running [kintinyu]. to be distended. to get fat. to billow. to overeat [ouvirkt]. to swell. Why have his hands swollen? His face swelled during the night. to be bloated [bloutid]. to swell up. to be dazed by noise. to feel very weary [wi:ri]. to work as a chauffeur [soufi]. to shock. The news shocked the nation [ney§in]. to be shocked [§okt]. I was shocked by his strange behaviour. to shock. to get shocked. We were all shocked when we heard the news. to get a shock. She'll get a shock when she sees this. şöhretli olmak 688 şöhretli olmak iyi anlamda: kötü anlamda: şubelenmek şuurlu olmak şuursuz olmak şükran etmek! şükretmek | birleşikler ve deyimleri Allah'a şükretmek Hâlâ hayatta olmaktan dolayı Allah'a şükrettik. bir yeyip bin şükretmek Bir ye, bin şükret. haline bin şükretmek Biz halimize bin kere şükretmeliyiz. talihine şükretmek Bunun için talihine şükretmelisin. (Tanrıya binlerce şükürler olsun!) sümullendirmek şümullü olmak şüphe edilmek Dürüstlüğü hiçbir zaman şüphe edilmedi. tahmin olarak: Bizden mi şüphe ediliyor? şüphe etmek bir şeyden kuşkulanmak: Terim, başarıdan hiçbir zaman şüphe etmedi. Dürüstlüğünden şüphe etmiyorsun herhalde. tahmin etmek anlamında: Doktor, bronşit olmasından şüphe ediyor. şüpheci olmak şüphelendirmek Adamı şüphelendirmemeye çalışınız, şüphelenmek Hiçbir şeyden şüphelenmiyor. Bu rakamların doğruluğundan şüpheleniyorum. Şüphelenmen için bir sebep var mı? şüpheli olmak Kabul edecekleri şüphelidir. Daha cevap vermediler, verecekleri de şüpheli. şüphesi olmak Bu konuda hâlâ şüphelerim var. Sonuçtan bir an dahi şüphem olmadı. Hiç şüphem yok. to be famous [feymis]. to be notorious [nouto:riyts], to branch out [bre:ng]. to be conscious [konsis]. to be unconscious [ankonsis]. to be thankful for. to thank. to give thanks to God. We were thankful to God to be still alive. to give a thousand thanks for one meal. You should be very thankful for what you have. to be thankful for one's condition [kmdistn]. We should be very thankful for our condition. to thank one's star. You should thank your star for this. A thousand thanks to God! to generalize [cemrilayz]. to be comprehensive. to be in doubt [daut]. His honesty has never been in doubt. to be suspected [sispektid]. Are we suspected? to doubt [daut]. Terim never doubted of the final success. to call in question [kwesgin]. You're surely not calling in question his honesty [onisti]. to suspect [sispekt]. The doctor suspects bronchitis [bronkaytis]. to be sceptic [skeptik]. to arouse smb's suspicions [sispisinz]. Try not to arouse the man's suspicions [rrauz]. to suspect. He suspects nothing. to have doubts about [dauts], / have doubts about the veracity of these figures [vire:siti], [figiz]. to get suspicious [sispigis]. Is there any reason why you should get suspicious? to be doubtful. It's doubtful whether they'll accept. to be uncertain [ansodin]. They haven't answered yet, it's uncertain that they will. to have one's doubts [dauts]. / continue to have my doubts about it. I never had any doubts for a moment about the result [rizalt]. I have no doubts whatever. şüphesi olmak 689 Gidip gitmeme hususunda şüphelerimiz var. Burası olduğundan şüphem yok. *Ona ne şüphe! *Şüphe mi var! Zerre kadar şüphe yok. We have doubts about whether to go or not. I have no doubt that this is the place. There is no doubt about it. Without any doubt! There isn't the slightest doubt. taahüt etmek taalluk etmek taarruz etmek tabakalanmak tabaklamak tabaklanmak tabansız olmak Amma da tabansızmış! tabetmek tâbi olmak Yaşayan her şey ölüme tâbidir. Bunların hepsi değişime tâbidir. Bu insanlar, bu ülkenin kanunlarına tâbi değil mi? Özgürlük bazı kısıtlamalara tâbi olmalıdır. bir şeye/kimseye bağlı olmak: | birleşikler ve deyimler | başkalarına tâbi olmak birinin keyfine tâbi olmak Bu iş, böyle bir kişinin keyfine tâbi olamaz. sansüre tâbi olmak Türkiye'de gazeteler sansüre tâbi mi? vergiye tâbi olmak tabir etmek, sözle anlatmak anlamında: Bu acıyı tabir etmek kolay değil, yorumlamak anlamında: *rüya tabir etmek tabu olmak Bazı konular bugün dahi hâlâ tabudur. tabulaşmak tabur olmak taburcu etmek taburcu olmak taciz etmek taçlanmak tadat etmek tadı gelmek, tada kavuşmak anlamında: tadlanmak anlamında: olgunlaşmak anlamında: to pledge [plec]. to concern [kmso:n]. to attack [ite:k]. to be layered [leyid]. to tan [te:n]. to be tanned [te:nd]. to be a coward [kawid]. What a coward he came out to be! to print. to be subject to [sabcikt]. All living things are subject to death. These are all subject to change [cenc]. Aren't these people subject to the laws of this country [lo:z]? Freedom must be subject to some limitations. to be dependent on. to be dependent of others. to be dependent on the whims of [wimz]. This affair can't possibly be dependent on the whims of one person [pb:sin]. to be subject to censorship [sensi§ip]. Are the newspapers in Turkey censored? to be taxable [te:ksibil]. to express in words [wo:dz]. It's not easy to express this grief in words. to interpret. to interpret a dream [dri:m]. to be taboo [tibu:]. Some subjects are still taboo even today. to become taboo. to line up [laynap]. to discharge [discax]. to be discharged. to harass [he:ns]. to be crowned [kraund]. to count [kaunt]. to acquire a taste [lkwayi]. to sweeten [swktin]. to become ripe [rayp]. tadı olmak 692 tadı olmak Çorbanın nefis tadı var. Acı bir tadı vardı. Gerçek gibi tadı var. Bunda biraz çilek tadı var. hoşa giden durum için: Bunun tadı tamamen başkadır. tatlılık için: Bunun tadı az. | birleşikler ve deyimleri Beyazın adı var, esmerin tadı var. bulaşık suyu gibi tadı olmak Çorbanın, bulaşık suyu gibi tadı vardı. tadı tuzu olmamak tad için: Ne tadı var ne tuzu. zevk için: tadil etmek tadilât yapmak taganni etmek tağşiş etmek tağyir etmek, değiştirmek: bozmak anlamında: tahakkuk etmek, gerçekleşmek anlamında: değer biçilmek: vadesi gelmek anlamında: tahakkuk ettirmek, gerçekleştirmek: değer biçmek: tahakküm etmek tahammül etmek O korkunç manzaraya bakmaya tahammül edemedik. Kimse bu üzüntüye uzun zaman tahammül edemez. Bu adamın küstahlığına daha fazla tahammül edemeyeceğim. Ben, bu haksızlığa tahammül edemiyorum. Böyle saçmalıklara tahammül edemem. *birine tahammül etmek *şakaya tahammül edememek Şakaya tahammül edemiyorsan, şaka etme. tahammülü olmamak, nesneler için: Bu işin beklemeye tahammülü yok. insanlar için: Bu gibi davranışlara karşı tahammülüm yok. Gençlerimizin baskılara karşı tahammülü yok. taharetlenmek tahayyül etmek to taste [teyst]. The soup tastes delicious [delifis]. It tasted bitter. It tastes like the real thing. to taste of. This one tastes a little of strawberry. to please [pli:z]. This is a totally different sort of pleasure. to be sweet [swkfj. It's not sweet enough [inaf]. Blondes have reputation but brunettes have charm. to taste like dish-water. The soup tasted like dish-water [su:p], to be insipid. It is quite insipid. to have no charm, to modify. to make modifications [modifikeysmz]. to chant [ce:nt]. to adulterate [idaltireyt]. to change [ceync]. to spoil [spoyl]. to be realized [riyilayzd]. to be assessed [isest]. to fall due [dyu:]. to realize [riyilayz]. to assess [ises]. to dominate [domineyt]. to bear [be:]. We couldn't bear to look at the frightful sight [sayt]. Nobody can bear this grief for long. to put up with. / won't be able to put up with this man's insolence any longer [insilins]. / just can't put up with that injustice. I can't put up with such nonsense [nonsms] to put up with smb. to be unable to take a joke [couk]. If you can't take a joke, don't make one. not to allow [tlau]. This matter allows of no delay [diley]. to have no tolerance [tolmns], / have no tolerance for such behaviour. to be impatient of [impey§mt]. Our young are impatient of any constraint. to cleanse oneself [klenz]. to imagine [imexin].. tahdit etmek 693 tahdit etmek tahkik etmek *bir şeyin sıhhatini tahkik etmek tahkikat yapmak tahkim etmek tahkir etmek, aşağılamak anlamında: hakaret etmek anlamında: tahlil etmek tahliye etmek, boşaltmak anlamında: bina için: gemi vs için: serbest bırakmak anlamında: yer ve insan için: tahliye olmak *meşruten tahliye olmak tahmin edilmek Afrika'da bir milyonun üzerinde insanın açlıktan ölmüş olabileceği tahmin ediliyor. tahmin etmek, yaklaşık ola/yık değerlendirmek: Onun, elli milyonun üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Bu gece burada elli bin futbol severin bulunduğunu tahmin ediyorum. 1997 toplam ihracatının 30 milyar dolar olduğunu tahmin ederim. gelecek bir olayı kestirmek: Ne istediklerini tahmin ediyorum. Böyle bir neticeyi kimse tahmin edemezdi. Tahmin edebileceğin gibi, kabul etmedi. Bizi görmeye kimin geleceğini tahmin et. Ancak kabataslak bir tahmin yapabilirim, sezmek anlamında: Bütün bunları, olaydan çok önce tahmin etmiştim. tahnit etmek tahribat yapmak tahrif etmek tahrifat yapmak tahrik edilmek Tahrik edilmedikçe size saldırmaz. tahrik etmek, kışkırtmak anlamında: Onları bu şekilde tahrik etmemelisiniz. Halkı hükümete karşı tahrik ediyorlar. cinsel istek için: •hisleri tahrik etmek Halkın hislerini tahrik etmek, demagojiden başka bir şey değildir. to limit. to investigate. to ascertain the truth of [eisiteyn]. to conduct an enquiry [kindakt]. to strengthen [strenthm]. to despise [dispayz]. to insult [insalt]. to analyze [ermlayz]. to empty [emti]. to vacate [vikeyt]. to unload [anloud]. to set free [fri:]. to evacuate [ive:kyueyt]. to be discharged [discaxd]. to be released on probation [probeysm]. to be estimated. It's estimated that over a million people must have died from hunger in Africa. to estimate [estimeyt]. / estimate it to be over fifty million. I reckon there are fifty thousand fans here tonight [fe:nz]. /'// put the total export for 1997 at 30 billion dollars. to imagine [imexin], / can imagine what these people want. to predict. No one could have predicted such a result. to expect [ikspekt]. As you might expect, she has not accepted. to guess [ges]. Guess who is coming to see us. I can only make a rough guess [rafj. to foresee [fo:si:]. / had foreseen it all long before the event. to embalm [imba:m]. to devastate [devisteyt]. to falsify [fodsifay]. to make fraudulent alterations [o:ltrrey§in]. to be provoked [pnvoukt]. It won't attack you unless provoked. to provoke. You shouldn't provoke them in this manner. to incite [insayt]. They are inciting the people to riot [rayit]. to arouse [rrauz]. to stir up the feelings [sto:]. Stirring up the feelings of the people is nothing but demagogy [demigoji]. tahrip etmek 694 tahrip etmek tahripkâr olmak tahriş etmek tahsil etmek, öğrenim yapmak anlamında: Tıp tahsil etmek için İngiltere'ye gidin. i Mühendislik tahsil etmek niyetinde değil, para toplamak anlamında: tahsis edilmek Bu, bu yıl bize tahsis edilen kotadır. Proje için bu yıl para tahsis edilmedi. tahsis etmek, para ve fon için: Hükümet gerekli parayı tahsis edemiyor. birisine bir şeyi: Maalesef, başka birisine tahsis edilmiş. Grubunuza altıncı katı tahsis etmişler. bir şeye ayırmak anlamında: *kota tahsis etmek tahvil etmek takas etmek, değiş tokuş etmek anlamında: Arabasını birisiyle takas etmeye çalışıyor, mal için: Bu mallan ya satacağız, ya da takas edeceğiz. hesap ve alacaklar için: banka ve takas odası için: takas olmak takat olmak (birisinde) Bunu yapacak ne paramız, ne takatimiz var. Bende buna takat yok. takatsiz olmak takaza etmek takbih etmek takdim etmek, sunmak anlamında: tanıştırmak anlamında: takdir etmek, beğenmek anlamında: Onu çok takdir etti. Bir budala, kendini takdir edecek daha büyük bir budala bulur. Bir zamanlar onu çok takdir ederdin. İşin tuhaf tarafı, hepsi onu çok takdir ediyorlar. değer biçmek anlamında: Hizmetlerinden dolayı onu çok takdir ediyorlar. to destroy. to be destructive [distraktiv]. to irritate [iriteyt]. to study [stadi]. Go to England to study medicine [medsin]. He doesn't intend to study engineering. to collect money [ktlekt]. to be alloted [tlotid]. This is the quota alloted to us this year. to be earmarked [i:ma:kt]. No fund has been earmarked for the project this year [procekt]. to appropriate [lproupriyeyt]. The government is unable to appropriate the necessary funds [fandz], to allot [dot]. Unfortunately it has been alloted to someone else. to assign [isayn]. They have assigned the sixth floor to your group. to set aside [isayd], to allot a quota [kwouti]. to convert [kinvo:t]. to swap. He's trying to swap his car with someone. to barter [ba:ti]. We shall either sell these goods or barter them. to balance off accounts [lkaunts]. to clear [kl i : ]. to be balanced off [bedinst]. to have the strength. We have neither the money nor the strength to do it. I haven't the strength to bear it [be:], to be weak [wi:k]. to reproach [riprouc]. to reprimand. to present [prizent]. to introduce one person to another. to appreciate [ipri:§iyeyt]. He really appreciated that. A fool will find a bigger fool to appreciate him or her. to have a high opinion of [lpinyrn]. You had once a high opinion of him. to think highly of. Oddly enough, they all think highly of her. to value [vedyu:]. They highly value his services. takdis etmek 695 farkında olmak anlamında: Durumunuzu takdir ediyorum. Sorunları pek takdir ettiğinizi sanmıyorum. I birleşikler ve deyimler j Takdir böyle imiş! Takdir Allah'tan. Murat insandan, takdir Tann'dan. kıymet takdir etmek vaziyeti takdir etmek Hükümetin, nazik vaziyeti takdir ettiği kanısında değilim. takdis etmek takdmak, bağlı olmak anlamında: bir yerde ilişip kalmak: kızdırmak anlamında: oyalanmak anlamında: şaka yapmak anlamında: |birleşikler ve deyimler] aklı takılmak aklına takılmak arkasına takılmak ayağı takılmak Ayağım taşa takıldı. birine takılmak gediğe takılmak gönlü takılmak gözü takılmak (bir şeye) Küçük bir detay gözüme takıldı. kafası takılmak (bir şeye) kafasına takılmak peşine takılmak Öğrenciler de öğretmenlerin peşine takılarak dışarıya çıktılar. zihnine takılmak takınmak, kendine takmak anlamında: bir durum almak: |birleşikler ve deyimler] ciddiyetini takınmak dostça bir tavır takınmak durum takınmak Bakan, bu meselede cesur bir durum takındı. edebini takınmak poz takınmak tavır takınmak teller takınmak Edebini takın! Lütfen pozlar takınmıyalım! Masum pozu takınma! to understand. I fully understand your position [pizisin]. to appreciate [lprirsiyeyt]. / don't think you quite appreciate the problems involved. That's how it was fated to be [feytid]. Man proposes but God disposes [dispouzis]. Man proposes, God disposes [propouzis]. to estimate the value of [estimeyt]. to appreciate the situation [sicuweyfin]. / don't think the government appreciates the delicate situation [gavmmint]. to sanctify [se:nktifay]. to be attached [ite:gt]. to be stuck [stak]. to tease [ti:z]. to linger. to banter [be:nti]. to be obsessed with [lbsest], to stick in one's mind [maynd]. to follow smb. to stumble over [stambd]. / stumbled over a stone [stoun]. to pull smb's leg. to be cornered [ko:md], to be attracted by [itre:ktid]. (for one's eyes) to be caught by [ko:t], A small detail caught my eye. to occupy one's mind [okyupay], to stick in one's mind [maynd]. to follow smb around. The students, too, followed their teachers outside. to stick in one's mind, to put on. to assume [isyu:m]. to assume a serious expression [ikspresm]. to assume an air of friendship. to take up an attitude [e:tityu:d]. The Minister has taken up a courageous attitude in this issue [kireycis]. to behave oneself [biheyv]. Behave yourself! to put on airs [e:z]. Let's not put on airs, please! Don't put on this air of innocence [imsms]/ to assume an attitude [isyu:m]. to rejoice [ricoys]. takırdamak 696 terbiyesini takınmak Lütfen, orada terbiyeni takın! Terbiyeni takınırsan, iyi edersin. zil takınmak takırdamak Sandıktaki eşyalar yolda takırdayıp durdu. diş için: takırdatmak Şunu takırdatmasana! takışmak, ağız kavgası anlamında: birbirine takılmak: kavgaya tutuşmak anlamında: takıştırmak *takıp takıştırmak •yakıştırıp takıştırmak takip etmek, ardı sıra gelmek: Ağustos'u hangi ay takip eder? Ölümünü takip eden gündü. arkasından gitmek anlamında: Lütfen beni takip ediniz. Adamı eski bir kulübeye kadar takip ettik, izlemek anlamında: Burada her olan biteni takip edemeyiz. Bu saçma dizileri kim takip ediyor ki? peşinden gitmek anlamında: Biz greve gidersek, diğerleri bizi takip eder mi? gizlice...: savaşta: yakalamak amacıyla: Polis, kaçakları eski bir eve kadar takip etti. yol ve yön için: Bu yolu takip ediniz. | birleşikler ve deyimler] adım adım takip etmek birbirini takip etmek elden takip etmek Bu muameleyi elden takip etmelisin. gölge gibi takip etmek Onları gölge gibi takip ettik. izini takip etmek modayı takip etmek sağı/solu takip etmek şahsen takip etmek Ben bu işi şahsen takip edeceğim. yakından takip etmek to mind one's manners [me:mz]. Please mind your manners over there! to behave oneself [biheyv]. You'd better behave yourself. to exult [igzalt]. to clatter [kledi]. The things in the box clattered all the way long. to chatter [cedi]. to rattle [redil]. Stop rattling that thing! to bicker [biki]. to tease each other [ti:z]. to quarrel [kworil]. to deck oneself out in jewelry [cu:wilri]. to spruce oneself up [spru:s]. to embellish [imbelis], to come after. What month comes after August [o:gist]? to follow. It was the day following his death. to follow. Follow me, please. We followed the man to an old hut [hat], to keep track [tre:k]. We can't keep track of everything that is going on here. to follow. Who ever follows these silly series [skriz]? to follow suit [su:t]. Will the others follow suit, if we went on strike [strayk]? to trail [treyl]. to pursue [pisyu:]. to track [tre:k]. The police tracked the fugitives to an old house [fyuxitivz]. to follow. Just follow this road. to follow smb step by step. to succeed one another [siksird]. to follow up a matter personally [po:sinili]. You should follow up this matter personally. to follow smb like a shadow. We followed them like a shadow. to track down [tre:k]. to follow the fashion [fe:§m]. to keep to the right/to the left. to supervise smth personally [syu:po:vayz]. / shall supervise this personally. to follow close behind [klous]. taklit etmek 697 taklit etmek, benzemeye çalışmak anlamında: Politikacıları taklit etmeye bayılıyor, benzerini yapmak: Hepsi, Batı'daki hayatı taklit etmeye çalışıyorlar, benzetmek anlamında: kalpını yapmak: taklidini yapmak, yapar gibi görünmek: birinin taklidini...: Tüm şarkıcıları taklid edebilir. takmak, Hayvanların taklidini yaparak eğlendik. bir yere geçirmek: bir yere tutturmak: Bu etiketleri nereye takacağız? biriyle uğraşmak anlamında: geline armağan olarak: gözlük için: önemsemek anlamında: taş ve pırlanta için: yüzük için: kuşanmak anlamında: I birleşikler ve deyimler] Sanatına hor bakan, boynuna torba takar. Ayağında donu yok, başına fesleğen takar. Eşek altın yular taksa, yine eşektir. ad takmak Ona "Patron" adını takmıştık. adam takmak aklına takılmak ayağına çelme takmak birine takmak boynuz takmak cam takmak gözlük için: canını dişine takmak çelme takmak baltalamak anlamında: çengel takmak çengele takmak dişini tırnağına takmak dizgin takmak emniyet kemerini takmak Emniyet kemerini takmış olmasaydı, arabadan dışarıya fırlamış olacaktı. emzik takmak geline takı takmak geri vites takmak Arabayı geri vitese takarken dikkatli olmak gerek. to imitate [imiteyt]. He loves to imitate politicians [politigmz]. to copy. They are all trying to copy life in the West. to make an imitation of [imitey§m], to counterfeit [kauntifid]. to simulate [simyuleyt]. to impersonate [impo:smeyt]. He can impersonate all the singers. to mimic. We had fun mimicking animals. to hang on. to attach [ite:c]. Where are we to attach these labels [leybelz]? to pick on smb. to give as present to a bride [brayd]. to wear [we:]. to pay attention [itengin]. to set. to wear. to gird [go:d]. He who scorns his trade will end up begging. To spend on luxuries when one can't afford the necessaries of life [nesisiriz]. If an ass has a gold halter he will still be an ass [e:s]. to nickname [nikneym]. We had nicknamed him "Boss". to assign a man (to) [isayn]. to be obsessed [lbsest]. to trip up. to pick on. to be cuckolded [kakildid]. to install a window pane [peyn]. to fit. to make desperate efforts [efits]. to trip up. to frustrate [frustreyt]. to be a nuisance to [nyu:sms]. to hook [huk]. to work tooth and nail [neyl]. to bridle [braydil]. to wear the safety belt. If she hadn't been wearing the safety belt, she would have been thrown out of the car. to fit a spout to a vessel [spaut]. to give as a present to a bride [brayd]. to put in reverse [rivo:s]. One must be careful when one puts the car in reverse. takmamak 698 gözlük takmak isim takmak kafayı takmak Gözlüklerini neden takmadın? Güneş gözlüğünü takmamışsın. Aktris olmaya kafasını taktı. kancayı takmak, kötülük anlamında: evlenme bakımından: Bu delikanlıya kancayı taktı. kelepçe takmak kılıç takmak kilit takmak Eve hırsız girdikten sonra kapıya kilit takmak neye yarar? kravat takmak Kravat takmak zorunda değildik. kulp takmak küpe takmak kurup takmak lâkap takmak madalya takmak başkasına takmak: , kendine takmak: nişan takmak, başkalarına: kendine: evlenmek üzere: peruka takmak peşine takmak (birini) prize takmak rozet takmak süngü takmak tel takmak (sap ve gövde için) teller takmak yakasına takmak yumurtaya kulp takmak yüzük takmak yüzüğe taş takmak takmamak takozlamak, bir eşyanın altını kama ile: duvara yerleştirilen ağaç için: kızaktaki gemi için: taksim etmek, parçalara bölmek: Onu ikiye taksim edeceğiz, bölüştürmek anlamında: Pastayı misafirler arasında taksim ediniz. En iyisi toprakları taksim etmek. müzik için: to wear glasses [we:]. Why aren't you wearing your glasses? to put on one's glasses. You haven't put on your sunglasses. to nickname. to get into one's head. She has gotten it in her head to become an actress. to get one's knife into smb [nayf]. to set one's cap at smb. She has set her cap at that young man. to handcuff [he:ndkaf]. to gird a sword [so:d]. to lock. What's the use of locking the barn door after the horse is stolen? to wear a tie [tay]. We didn't have to wear ties. to invent a pretext [pridekst]. to wear earrings. to assemble [lsembil]. to give a nickname. to pin a medal on. to wear a medal [medil]. to pin a decoration on [dekirey§in]. to wear a decoration. to exchange engagement rings [ingeycmmt], to wear a wig. to bring along with one. to plug in. to wear a badge [bex], to fix bayonet [beyinit], to wire [wayi] (a stem). to rejoice at smb's misfortune [misfo:cm]. to wear (smth) in one's buttonhole. to find the most unlikely excuse to criticize. to get engaged [ingeycd]. to set a (diamond) in a ring. to take no notice of [noutis]. to put a wedge [wee] (behind), to imbed a plug in a wall [plag]. to shore up a ship. to divide [divayd]. We are going to divide it into two. to share out [se:raut]. Share out the cake among the guests. to split up. The best thing is to split up the land. to improvise [impnvayz]. taktırmak (birine bir şeyi) 699 taktırmak (birine bir şeyi) Musluğu birine taktırırız. *diş taktırmak takviye etmek talan etmek talanlamak talaşlamak talaşlanmak talazlanmak, dalga için: ipek için: talep etmek Sırpların, bu saldırıları derhal durdurmalarını talep ediyoruz. Bunu kim talep etti? *hak talep etmek talihi olmamak Hiç talihimiz olmamıştır. talihli olmak Diğerleri o kadar talihli değildi. talihsiz olmak talihsizlik olmak Bu, sizin için büyük bir talihsizlik olmalı. talik etmek talim etmek/ettirmek talip olmak, istemek anlamında: Bu evlere talip olan pek olmuyor. evlenmek teklifi için: taltif etmek, gönül okşamak anlamında: madalya vs. vermek anlamında: tam gelmek tam yerine gelmek tamah etmek, aç gözlü davranmak: istemek: tamahkâr olmak tamam etmek tamam gelmek tamam olmak Vakit lamam! Tamam mı? Tamam! tamamlamak Genel taaruz hazırlıklarını tamamladılar. başvuru formları için: Lütfen boşlukları tamamlar mısınız? •seyrini tamamlamak Tek çare, salgının, seyrini tamamlamasını beklemektir. to have smb fit smth. We'll get someone to fit the tap. to be fitted out with false teeth [fods]. to reinforce. to plunder [plandi]. to sack [se:k]. to sprinkle with sawdust [so:dast]. to be sprinkled with sawdust. to surge [so:c], to ripple [ripil]. to demand [dima:nd]. We demand that the Serbs stop their attacks. immediately. to request [rikwest]. Who has requested this? to have a claim on [kleymj. to have no luck [lak]. We have never had any luck. to be fortunate [fo:crnit]. The others were not so fortunate. to be unlucky [anlaki]. to be a misfortune [misfoicm]. This must be a great misfortune for you. to postpone [poustpoun], to drill. to desire [dizayi], (These houses go begging.) to ask a girl's hand in marriage [me:nc]. to gratify [gredifay]. to confer [kinfo:]. to fit well. to fit perfectly [podiktli]. to covet [kavit]. to desire [dizayi], to be greedy. to complete [kimplkt]. to suit well [su:t], to be completed. Time is up! Right? That's right! to complete [kimpli:t]. They have completed their preparations for the general offensive [prepireyfinz], to fi l l in. Would you please fill in the blanks? to run its course [ko:s]. The only way out is to wait for the epidemic to run its course. tanımamak 702 zaman tanımak Toparlanmamız için hiç zaman tanımıyorsun. tanımamak Siz hâlâ bu aileyi tanıyamadınız. aldırış etmemek anlamında: Bugün gençler ana baba tanımıyorlar. \ birleşikler ve deyimler | kayıt kuyut tanımamak sınır tanımamak şart şurt tanımamak tanımazlıktan gelmek tanımlamak Soyut kavramları tanımlamak o kadar kolay değil. tanımlanmak Bu, birçok şekilde tanımlanmıştır. tanınmak, kim olduğu bilinmek: Buralarda tanınmıyor. Burada diş doktoru olarak tanınır. Türkiye'de hemen hemen tanınmaz, bir özelliği ile bilinmek: Daha çok Ringo olarak tanınır. ' Cimriliğiyle tanınırdı. Birası ve karnavalı ile tanınmış bir şehirdir. Bursa, havluları ile tanınmıştır. Bölge, beyaz şarabı ile tanınmıştır, kötü bir özel/iği ile bilinmek: Şehir, trafik tıkanıklığı ile tanınır. Orası hırsız yatağı olarak tanınır, ayrıcalık vs için: Kimseye hiçbir ayrıcalık tanınmadı. Onlara ikinci bir şans tanınmalı. tanışmak Gala gecesinde bazı yıldızlarla tanıştım. Bölge müdürü ile tanışmanızı isterim. Genel sekreterle tanıştığımı sanmıyorum. Satış müdürümüzle tanıştınız mı? Siz daha önce tanıştınız mı? Keşke onlarla hiç tanışmaz olaydım. Tanıştığımıza memnun oldum. tanıştırılmak tanıştırmak Sizi tanıştırmayı unuttum. Sizi bir arkadaşımla tanıştırayım. Sizi müdürle tanıştırayım. to leave [li:v] time. You leave us no time to recover ourselves. not to know. You still don't know this family. to pay no attention to [ltensm]. Today the young don't pay any attention to their parents [pe:nnts]. to pay no attention to restriction. to know no bounds [baundz]. to refuse to be bound by any condition. to pretend not to know. to define [difayn]. It's not so easy to define abstract concepts [konsepts]. to be defined. It has been defined in many ways. to be known. He is unknown around here. He is known here as a dentist. He is practically unknown in Turkey [to:ki]. to be known. He is better known as Ringo. to be known for. He was well-known for his stinginess. to be renowned for [rinaund]. It's a city renowned for its beer and carnival [kamivil]. Bursa is famous for its towels. to be celebrated for [selibreytid]. The region is celebrated for its while wine. to be notorious for [nouto:riyis]. The city is notorious for its traffic jam. That place is notorious as a den of thieves. to be granted. No privilege was granted to anyone. They should be granted a second chance. to get acquainted [lkweyntid]. I got acquainted with some stars at the gala night [gadi], to meet [mid]. I'd like you to meet the regional manager. I don't think I've met the general secretary. Have you met our sales manager [seylz]/ Have you met before? I wish I had never met them. It's been very nice meeting you. (Glad to meet you.) to be introduced [intndyu:st]. to introduce one to another. I've forgotten to introduce you. (I'd like you to meet a friend.) Let me introduce you to the director. tanıtılmak 703 tanıtılmak, ilan ye reklam için: takdim edilmek: tanıtımını yapmak Yeni bir ürünün tanıtımını yapıyoruz. tanıtlamak tanıtlanmak tanıtmak, tanıştırmak anlamında: Size kendimi tanıtayım. reklam için: Burasını turistlere tanıtalım. kendine... süsü vermek: Kendini dişçi diye tanıtmıştı. tanlamak tanrılaşmak tanrılaştırmak tanzim etmek, sıralamak anlamında: düzenlemek anlamında: düzene sokmak: sözleşme için: Yeni bir sözleşme tanzim etmek zorundayız. tapalamak tapalanmak tapılmak tapınmak tapırdamak tapmak, ibadet etmek: taparcasına sevmek: tapulamak taraf olmak *i ki taraf olmak Kavgadan sonra iki taraf olmuşlar. tarafa olmak (birinden) tarafgir olmak taraflı olmak taraflı olmamak (o) Şunlara bak, bunlar o taraflı değil. anlamazlıktan gelmek anlamında: tarafsız olmak Bu konuda tarafsız olmaya çalışacağım. bir yanı tutmayan anlamında: Bu işte nasıl tarafsız olabiliriz? tarafsızlaştırmak taraftar olmak O, şiddet taraftandır. Ben hoşgörü taraftanyım. *kraldan fazla kral taraftan olmak to be advertised [e:dvttayzd]. to be introduced. to publicize [pablisayz]. We are publicizing a new product. to prove [pru:v]. to be proved. to introduce [intndyu:s]. Let me introduce myself to you. to advertise [e:dvitayz]. Let's publicize this place among the tourists. to pass oneself as. He passed himself off as a dentist. to be bewildered. to be deified [dkifayd]. to deify [di:ifay]. to put in order, to organize [o:gmayz]. to arrange [treync], to draw [dro:J. We have to draw a new contract. to put a stopper (on), to be stoppered, to be adored [ido:]. to worship, to patter. to worship. to idolize [aydilayz]. to register with a title-deed. to side with [sayd]. to split into two groups. They have split into two groups after the quarrel [kwonl]. to support [sipo:t]. to be partial [pa:şıl]. to be biased [bayist]. to pay no attention to [ıtenşm]. Look at that, they're paying no attention to the matter. to pretend no to understand [andistemd]. to be impartial [impa:şıl]. I'll try to be impartial in this matter. to be neutral [nyu:tnl]. How can we be neutral in this affair [tfe:]? to make smth neutral. to be a supporter of [srpo:ti]. He is a supporter of violence [vayihns]. to be on the side of [sayd]. I'm on the side of tolerance [tohnns]. to be more royalist than the king. taraftar olmak (bir şeye) 704 taraftar olmak (bir şeye) Bu gibi yöntemlere taraftar değilim. Buna taraftar olan var mı? Onlara son bir şans tanınmasına taraftarım. Hisseleri satın alma taraftarıyım. Ben buna taraftarım. tarakta bezi olmak *bin tarakta bezi olmak *her tarakta bezi olmak *kırk tarakta bezi olmak tarakta bezi olmamak taraklamak, boya için: deniz dibi için: keten için: toprak için: yün için: taramak, sıkı bir şekilde aramak: ateşli silahlar için: ışıldak için: Güçlü ışıldaklar bütün gece etrafı tarayıp durdu. uçaktan makineli tüfekle...: Bütün gün uçaklar köprübaşlarını taradılar. ' denizin dibi için: keten için: mayın için: resim için: süzmek anlamında: saç için: taşın yüzünü işlemek anlamında: tırmıkla...: yayınları gözden geçirmek: yün ve pamuk için: *arayıp taramak *demir taramak taranmak tarassut etmek tarazlamak tarazlanmak, kumaş için: saç için: tardetmek, bir yerden kovmak: yol vermek anlamında: tarif etmek, tanımlamak anlamında: anlatmak anlamında: Bu hissi tarif etmek hemen hemen imkânsız. Kelimeler bu acıyı tarif etmeye kâfi gelmiyor. Başkentteki karmakarışık durum tarif edilemez. to be in favour of [feyvi]. I'm not in favour of such methods. Is anyone in favour of it? I'm in favour of giving them a last chance. to be all for. I'm all for buying the shares [se:z]. (I'm all for it.) to be involved in a matter. to have many projects running simultaneously. to have a finger in every pie [pay]. to have many irons in the fire [fayt]. not to be involved in a matter [me:ti]. to paint with zigzag lines [laynz]. to dredge [dree], to hackle [he:kil]. to rake [reyk]. to comb [koum]. to search thoroughly [so:c]. to rake [reyk]. to sweep [swi:p]. Powerful searchlights swept the surroundings all through the night. to strafe [stref]. The planes strafed the beachheads all day long. to dredge [dree], to hackle [hekil]. to sweep. to hatch, to Crosshatch [kroshe:c], to scan [ske:n]. to comb [koum], to dress (a stone). to rake [reyk]. to scan [ske:n], to card [ka:d], to comb [koum]. to drag anchor [e:nki]. to comb oneself. to observe [ibzo:v]. to clean the fibers [faybiz]. to be frayed [freyd]. to be dishevelled [disevild]. to expel [ikspel], to discharge [discax]. to define [difayn]. to describe [diskrayb]. It's almost impossible to describe that feeling [o:lmoust]. There are no words to describe that grief. The chaotic situation in the capital is beyond description [keyotik]. tarifsiz olmak 705 Ne kadar üzüldüğümü size tarif edemem. Bu, tarif edilemez bir şey. Kelimelerle tarif edilemeyecek kadar güzel. Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir bilinir. *yolu tarif etmek tarifsiz olmak tart etmek tartak martak etmek tartaklamak tartaklanmak tartılmak kendini tartmak anlamında: Baş, dille tartılır. tartışılmak tartışmak, Konu şu an toplantıda tartışılıyor. Tartışılan sorun, bu değil. Bu, çok tartışılan bir konudur. Renkler ve zevkler tartışılmaz. bir görüşü karşılıklı savunmak: Bu konuları uygar insanlar olarak tartışalım. Bu sorunu tartışmanın bir anlamı var mı? münakaşa etmek anlamında: Kavga edercesine tartışmayınız. Bu konuyu artık tartışmayalım. Allah aşkına, biz burada neyi tartışıyoruz? Bu konuda tartışmak istemiyorum, bir şeyi tartışmak: İsterseniz, bunu tartışalım. Bugün bu konuyu tartışmak niyetinde değilim. Sorunun bu yönünü tartışmadılar. Sanırım bunları yeteri kadar tartıştık. tartışmalı olmak tartıya gelmemek tartmak, bir şeyin ağırlığını bulmak: elinde bir şeyi...: dikkatle incelemek anlamında: iyice düşünüp tasarlamak: sonunu düşünmek anlamında: çekip bırakarak sallamak: [birleşikler ve deyimler] ölçüp tartmak pabuç tartmak sözlerini tartmak zihinde tartmak ifadeyi zihnimde tartacağım. Senin aradığın kantar, Bursa'da kestane tartar. tarttırmak tarumar etmek tasa etmek tasalan / can't tell you how sorry I am. (It's beyond words.) (It's too beautiful for words.) (There is no need for any explanation.) to show (smb) the way. to be beyond description [diskripsin]. to expel [ikspel]. to clutter [klati] (up). to rough smb up [rafj. to be roughed up [raft ap]. to be weighed [weyd]. to weigh oneself [wey]. You can judge a person by what he or she says. to be discussed [diskast]. The subject is being discussed at the meeting. This is not the question at issue [isyu:]. This is a much talked of subject [sabcikt]. There is no disputing about colours and tastes. to debate [dibeyt]. Let's debate these topics as civilized people [sivilayzd]. Is there any point in debating this issue? to argue [a:gyu]. Don't argue as if quarrelling. Let's not argue about this any more. For God's sake, what are we arguing about? I do not wish to argue about this matter. to talk smth over. Let's talk it over, if you want. to discuss [diskas]. I have no wish to discuss this topic today. They didn't discuss this aspect of the issue. I think we've discussed these long enough. to be controversial [kontrivo:sil]. to be imponderable [impondrribil]. to weigh [wey]. to weigh in one's hand. to consider carefully [kinsidi]. to size up. to weigh up. to push and pull on. to weigh up all the pros and cons [prouz en konz]. to walk in a dignified manner [mem]. to weigh one's words [wo:dz]. to weigh up carefully. I shall weigh up carefully the testimony. That method doesn't work here. to have smth weighed [weyd]. to leave in disarray [disirey]. to worry about. to feel anxious [e:nksis]. tasallut etmek 706 tasallut etmek tasarımlamak tasarlamak, zihinde hazırlamak anlamında: Yepyeni bir makine tasarlamamız gerek. iyi tasarlanmış ve uygulanmıştı. Bunlar, tam olarak neyi tasarlıyorlar? taş ve ağaç için: tasarlanmak tasarruf etmek, bir malı istediği gibi kullanmak: para biriktirmek anlamında: bir şeyi idareli kullanmak: tasarrufunda olmak (birinin) tasavvur etmek tasdik edilmek, doğrulanmak anlamında: onaylanmak anlamında: tasdik etmek, doğrulamak anlamında: onaylamak anlamında: tasdik ettirmek tasdikli olmak tasfiye etmek, arıtmak anlamında: hesap için: ortadan kaldırmak anlamında: temizlemek anlamında: ticaret kuruluşu için: tashih etmek prova kağıtları için: tasımlamak taslağını yapmak taslak halinde olmak taslamak | birleşikler ve deyimler j amirlik taslamak bilgiçlik taslamak büyüklük taslamak kabadayılık taslamak kibarlık taslamak kibirlilik taslamak şairlik taslamak ulemalık taslamak tasmim etmek tasnif etmek/yapmak Bunları konulara göre tasnif ediniz, seçip ayırmak anlamında: Bütün bu mektupları kim tasnif edecek? bölümlere ayırmak: Bunları gelir ve meslek gruplarına göre tasnif yapalım. to molest. to conceive [krnskv]. to devise [divayz]. We have to devise a brand-new machine. to conceive. It was well conceived and executed. to plan [ple:n]. What are they exactly planning [igze:ktli]? to rough out [raf aut]. to be conceived [kmskvd]. to have the disposal of [dispouzil]. to save money [seyv]. to economize [i:kmomayz]. to be at one's disposal and in one's possession. to imagine [imexin]. to be confirmed [kinfo:md]. to be certified [sddifayd]. to confirm [kinfb:m]. to certify [sodifay]. to have smth certified, to be certified [sddifayd]. to refine [rifayn]. to wind up [waynd]. to eliminate, to clean. to liquidate [likwideyt]. to correct [kirekt]. to proofread [pru:fri:d]. to plan [ple:n]. to make a draft of. to be in draft. to pretend to be what one isn't. to boss about. to be a pedant [pedmt]. to put on airs [e:z]. to play the tough guy [taf]. to play the fine gentleman [centilmin]. to pretend to have pride [prayd]. to pose as a poet. to pretend to be knowledgeable [nolicibil]. to resolve [rizolv]. to classify [klesifay]. Classify these according to subjects. to sort out. Who is going to sort out all these letters? to break down. Let's break down these by income and profession groups [prrfe§in]. tasrih etmek 707 tasrih etmek tastamam olmak tasvip etmek Aklı başında bir insan böyle bir şeyi tasvip eder mi? Ben bunu hiç tasvip etmiyorum. Bir zamanlar, siz bu değişiklikleri tasvip ederdiniz. tasvip etmemek Tabii ki, tasvip etmiyorum. tasvir etmek Halk, orada bu hareketleri tasvip etmez. Bombanın yaptığı tahribatı tasvir edemem. Şair neyi tasvir etmeye çalışıyor? taş gibi olmak taş yürekli olmak taşıllaşmak taşımak, bir yerden bir yere götürmek: Bu bavulu rahat taşırım. Bu çantaları taşımama yardın edin. Ölülerini taşıyarak geri çekildiler. Orada eşyalarınızı kim taşıyacak? Atatürk hükümet merkezini istanbul'dan Ankara'ya taşıdı. boru vs için: Bu borular sıcak suyu fabrikaya taşır. ağırlığını yüklenmek anlamında: Bu merdiven bu insanları taşımaz. Bu kolonlar bu yükü taşıyamaz. silah için: Beraberinde tabanca taşımak gerekli mi? üstünde bulunmak anlamında: Bildiri dört bakanın imzasını taşıyor. Belge hiçbir tarih taşımıyor. vapurla karşı sahile...: Sizi karşıya taşıyacak motorlar var. | birleşikler ve deyimler] adını taşımak (birinin) Ünlü bir ailenin adını taşıyor. amacı taşımak Piyes, uyuşturucunun tahribatını göstermek amacını taşıyor. asıl yükünü taşımak Çatışmanın asıl yükünü piyade taşıyacak. gözünde taşımak (bir şeyi) imza taşımak Mektup kimin imzasını taşıyormuş? ismini taşımak (birinin) O, ismini taşıdığın kişidir. to specify [spesifay]. to fit perfectly [po:fiktli]. to approve [ipru:v] (of). Would a person in his or her right mind approve of such a thing? I don't approve of this at all. But once you approved of these changes. to disapprove [disipru:v] of. Naturally, I disapprove of it. to frown on [fraun]. The public over there frowns on such actions. to describe [diskrayb]. I can't describe the destruction wrought by the bomb [rod]. to depict [dipikt]. What is the poet trying to depict? to be very hard. to be cruel [kru:l]. to fossilize [fosilayz]. to carry [ke:ri]. I can easily carry this suit-case [sudkeys]. Help me with these cases, will you? They withdrew carrying their dead [ded]. Who will carry your luggage there [lagic]? (Ataturk removed the seat of government from Istanbul to Ankara [gavinmint]). to convey [kinvey]. These pipes convey the hot water to the factory [fe:ktiri]. to bear [be:]. These stairs won't bear the weight of all these people [ste:z]. These pillars can't bear this weight. to carry [ke:ri]. Is it necessary to carry a gun around? to bear. The declaration bears the signature of four ministers [sigmci]. The document bears no date [deyt]. to ferry. You'll find motorboats to ferry you across. to bear the name of [be:]. She's bearing the name of a famous family. to aim at [eym]. The play aims at showing the ravages of drugs [re:viciz]. to bear the brunt of [brant]. The infantry will bear the brunt of the battle. to take a probability into account [lkaunt]. to bear a signature [sigmti]. Whose signature does the letter bear? to carry the name of. He is the person whose name you're carrying. taşınmak 708 kalburla su taşımak Siz kalburla su taşıyorsunuz. kucağında taşımak lâf taşımak lâkırdı taşımak omuzda taşımak önem taşımak Ordunun rolü çok daha önem taşıyor. Onun fikirleri, sol çevrelerde büyük önem taşır. sırtında taşımak silah taşımak insanlar, barışta neden silah taşıyor? Silah taşıyacak yaşta değil. sorumluluk taşımak yanında taşımak Pilav yiyen, kaşığını yanında taşır. Canı kaymak isteyen mandayı yanında taşır. yük taşımak yükümlülüğü taşımak taşınmak,' taşınan eşya için: Taşınması kolay. Bu kadar eşya elde nasıl taşınır? bir yere taşınmak anlamında: Yeni komşunuz taşındı mı? Pazar günü taşınırsanız daha iyi olur. Ne zaman taşınabilirim? bir verden taşınmak anlamında: Onlar, buradan yıllar önce taşındılar, bir yerden bir yere: Sanırım Sarıyer'e taşındılar. Bulunduğumuz cadde üzerinde 17 numaraya taşındık, uzak yerlere taşınmak: •düşünüp taşınmak Uzun süre bu konuyu düşünüp taşındım. *bir şey yapmayı düşünüp taşınmak taşırmak Bu, bardağı taşıran son damla oldu. •sabrını taşırmak (birinin) taşıtmak Masaları havuzun kenarına taşıtabilir misin? taşkınlık yapmak/etmek taşlamak, taşa tutmak anlamında: taşları ayıklamak: mekanik işler için: iğneleyici sözler söylemek: to be engaged in a hopeless task. You're engaged in a futile task [fyu:tayl]. to carry in one's arms. to spread gossip. to be tale bearer [teyl], to carry on the shoulder. to be of importance [impodins]. The role of the army is of much greater importance. to carry weight [weyt]. His opinion carries great weight in leftist circles [sdkilz], to carry smb piggyback. to carry arms [a:mz]. Why are people carrying guns in peace time? to bear arms. He is not of an age to bear arms. to carry responsibility, to carry around. He who hopes to eat rice should carry a spoon around. If you insist on having cream, you should keep your own cow [kau]. to bear a burden [bo:din]. to carry the obligation [obligeysin]. to be carried [ke:rid]. It's easy to carry. How can so many things be carried by hand? to move in [mu:v]. Has your new neighbour moved in [neybi]? It's better if you moved in on Sunday. When can I move in? to move out. They moved out years ago. to move to. / think they have moved to Sariyer. We have moved to No.I7 on the same street. to move away. to think the matter over. I've thought this matter over for a long time. to consider at length doing smth. to cause smth to overflow [ko:z]. (This was the last straw.) to tax smb's patience [pey§ins]. to have smth carried. Could you have the tables moved by the pool? to be exuberant [igzyu:binnt]. to pelt with stones, to pick the stones, to grind [graynd]. to satirize [setirayz]. taşlanmak 709 *şeytanı taşlamak taşlanmak taşlaşmak, taş durumuna gelmek: donakalmak aıüanunda: taşlatmak taşmak, süt için: Sütün taşmamasına dikkat edin. sıvılar için: Su taşıncaya kadar doldurmaksınız, akar sular için: Bölgede bütün nehirler taşmıştır, imparatorluk güneyde sınırını taşmıştı, cisimler için kenarı aşmak: |birleşikler ve deyimleri artıp taşmak dolup taşmak Merkez, bütün gün ziyaretçilerle dolup taştı. Mahkeme insanlarla dolup taştı. hayvanlar veya insanlar için: Yakında burası farelerle dolup taşar. Yazın plajlarımız turistlerle dolup taşar. kaynayıp taşmak sabrı taşmak Bir gün sabrım taştı. tatbik edilmek O kural bu halde tatbik edilemez. tatbik etmek tatbikî olmamak tatil etmek, ertelemek anlamında: durdurmak anlamında: kapatmak anlamında: Yağmur nedeniyle maç tatil edildi. *celseyi tatil etmek tatil olmak tatil yapmak Bir ay tatil yapmış olacaksınız. tatilde olmak tatlandırmak tatlanmak tatlandırmak, tatlı etmek anlamında: tat kazandırmak anlamında: tatlanmak, tatlı olmak anlamında: tadı artmak anlamında: Bal bal demekle ağız tatlanmaz. tatlı olmak, şeker tadı olmak: göze veya kulağa hoş gelmek: to stone the devil (as part of the pilgrimage), to be pelted with stones. to turn to stone. to be petrified (with). to have people stone smb to death [deth]. to boil over [boyl]. See that the milk doesn't boil over. to run over. You should fill it till the water runs over. to overflow. All the rivers in the area have overflowed. To the south, the Empire overflowed its limits. to project [pneekt]. to increase and overflow [inkri:s], to become filled with. The Centre was filled with people all day long. to be packed with [pe:kt]. The court was packed with people. to swarm with [swo:m]. This place will soon swarm with rats. Our beaches swarm with tourists in summer. to boil over. to lose one's patience [pey§ins]. One day I just lost patience. to be applied [lplayd]. That rule isn't applicable in this case. to apply [lplay]. to be impractical. to suspend [sispend]. to stop. to close [klouz]. (The match has been called off because of rain.) to adjourn [ico:n] (the session). to be closed for a holiday [klouzd]. to take a holiday. You'll have had a month holiday. to be on vacation [vikeys,rn]. to sweeten [swi:tm]. to get sweet [swirt]. to make smth sweet. to give a flavour [fleyvi]. to become sweet. to get flavoured [fleyvid], . (Fine words butter no parsnips). to be sweet. to be pleasant [plezmt]. tatlılaşmak 710 | birleşikler ve deyimleri Can tatlıdır. Bedava sirke baldan tatlıdır. Haram helalden tatlıdır. Öfke baldan tatlıdır. Sabır meyvesi tatlıdır. Nasihat acıdır, fakat meyvesi tatlıdır. tatlılaşmak, : tatlı bir durum almak: hoşa giden bir durum almak: tatlılaştırmak tatmak, ağıza almak anlamında: bir şeyden az miktarda yemek: Bunlardan biraz tatmak ister misiniz? bir duruma uğramak anlamında: Acıyı tatmayan, tatlıyı anlayamaz. O, beş kardeşin tadını tatmamış. tatmin etmek Durum tatmin edici olmaktan çok uzak. Bu, kimseyi tatmin etmez. Hiçbiri tatmin edici değil. tatmin olmak Şimdi tatmin oldunuz mu? tatmin olmamak tatminkâr olmak tatsız olmak, lezzetsiz anlamında: hoş gelmeyen anlamında: Ucuz etin yahnisi tatsız olur. tatsızlaşmak, tadı kalmamak anlamında: tatsız bir durum almak: tattırmak, tad için: durum için: tavaf etmek tavassut etmek tavlamak, çelik ve cam için: dolandırmak anlamında: nemlendirmek anlamında: semirtmek anlamında: tavlanmak, çelik için: nem için: hayvanlar için: *Av avlanmış, tav tavlanmış. tavri olmak (bir şey hakkında) Bu konu hakkında başkanın tavrını hepimiz çok iyi biliyoruz. Life is sweet. Free vinegar is sweeter than honey. Forbidden fruit is sweet. Anger is sweeter than honey. Patience is rewarding [pey§ins]. Advice is bitter but its fruit is sweet. to get sweet. to become pleasant. to make (a fruit) sweet. to taste [teyst]. to try. Would you like to try some of these? to experience [ikspkryins]. He who hasn't suffered bitterness cannot appreciate bliss [ipri:§iyeyt]. He needs a good smacking. to satisfy. The situation is far from satisfactory. It won't satify anyone. None is satisfactory. to be satisfied [se:tisfayd]. Are you satisfied now? to take no satisfaction [se:tisfeksm]. to be satisfactory. to be insipid. to be unpleasant [anplezmt]. You can't expect much of a cheap thing. to become insipid. to start becoming disagreeable. to have smb taste. to cause smb to experience [ikspi:ryms]. to walk around the Kaba as part of the Muslim pilgrimage [mazlim pilgrimic]. to mediate [midiyeyt]. to anneal [mi:l]. to cheat [girt], to dampen, to fatten. to be annealed. to be dampened [de:mpind]. to get fat [fert]. It is not possible to undo what has been done. to feel about smth. We all know very well how the president feels about this. tavsamak 711 tavsamak, gücünü yitirmek anlamında: hızım kaybetmek anlamında: yavaşlamak anlamında: tavsatmak tavsız olmak tavsif etmek tavsiye etmek, öğütlemek anlamında: Bunu size tavsiye etmem, salık vermek anlamında: Onu bir defa okumanızı tavsiye ederim. Ne tavsiye ediyor? birini birine tavsiye etmek: tavzih etmek tayin etmek, belli etmek anlamında: Bu faktör maçın sonucunu tayin edecektir. atamak anlamında: Müdür olarak kimi tayin edecekler? kararlaştırmak anlamında: Toplantı için bir gün tayin edeceğiz, tespit etmek anlamında: Nikah için bir tarih tayin etmemiz gerek. *yön tayin etmek tayin edilmek Bu mevkiye üçüncü kez tayin edildi. taze olmak, bayatlamamış anlamında: dinç anlamında: körpe anlamında: yeni anlamında: yorulmamış anlamında: zamanı geçmemiş anlamında: tazelemek, dil için: bir işi yeniden yapmak: bir düşünceyi yeniden canlandırmak: tazesiyle değiştirmek: yenisiyle değiştirmek: kaynatıp taze duruma getirmek: tekrarlamak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Çaylarınızı tazeleyelim. aptes tazelemek bir soruyu tazelemek zihnini tazelemek Biraz zihninizi tazeleyeyim. tazelenmek yenisiyle değişmek: tazeleşmek* tazılaşmak taziye etmek to decline [diklayn]. to abate [ibeyt]. to slow up. to let smth slow up. not to be in its prime [praym], to qualify [kwolifay]. to advise [tdvayz]. I'd advise you against it. to recommend [rekimend]. I recommend you to read it once more. What does he recommend? to recommend smb to smb. to make clear. to determine [dito:min]. This factor will determine the outcome of the match [me:c]. to appoint fipoynt]. Who will they appoint as the Director? to assign [isayn]. We shall have to assign a day for the meeting. to fix. We have to fix a date for the wedding. to take one's bearings. to be appointed [rpoyntid]. He was appointed to this post for the third time. to be fresh. to be energetic [emcetik]. to be tender, to be new. not to be tired [tayid]. to be recent [ri:sint]. to brush up [bras, ap]. to renew [rinyu:]. to refresh. to replace smth with smth fresh [ripleys]. to replace a thing with a new one. to reheat food [rihi:t]. to renew. Let's offer you another cup of tea. to renew one's ablution [eblu:§in]. to renew a question [kwescin]. to refresh smb's memory. Let me refresh your memory a little. to be renewed [rinyu:d]. to be replaced with [ripleyst]. to be rejuvenated [ricu:vineytid]. to become thin. to offer one's condolences [kmdoulmsiz]. taziz etmek 712 taziz etmek tazmin etmek *zaran tazmin etmek tazyik etmek teamül olmak teati etmek tebarüz etmek tebarüz ettirmek tebdil etmek tebdili kiyafet etmek tebelleş etmek (birini birinin başına) tebelleş olmak teberru etmek tebessüm etmek tebliğ etmek Bunu onlara kim tebliğ edecek? hukukta: Kiracıya bu artışı tebliğ etmeniz gerekirdi. tebrik etmek Tebrik ederim, bu büyük bir başarıydı. Yanlış kişiyi tebrik ettiler. Patron, icraatlarından dolayı takımı tebrik etmek istiyor. Sizi candan tebrik ederiz. tebşir etmek tecavüz etmek, başkalarının haklarına...: namusa sataşmak anlamında: saldırmak anlamında: *birinin hakkına tecavüz etmek Sen daima onların haklarına tecavüz ediyorsun. *ırzına tecavüz etmek tecelli etmek, ortaya çıkmak anlamında: belirmek anlamında: tecessüs etmek tecil etmek tecil ettirmek tecilli olmak tecrit etmek tecrübe etmek tecrübeli olmak tecrübesi olmak Bu alanda çok tecrübesi olmuştur. tecrübesi olmamak tecrübesini etmek tecrübesiz olmak Bu tür işler için daha çok tecrübesiz. Başa geçmek için daha tecrübesiz. tecziye etmek teçhiz etmek to confer sainthood [kinfo:]. to compensate [komprnseyt]. to make good the damage [de:mic]. to exert pressure on [pre§i]. to become an established practice [pre:ktis]. to exchange [iksgeync]. to become evident. to emphasize [emfisayz], to change [geync]. to disguise oneself [disgayz]. to set smb plaguing smb. to plague smb [pleyg]. to donate [douneyt]. to smile [smayl]. to notify. Who is going to notify them of this? to serve notice upon [noutis]. You should have served notice upon the tenant about the increase [inkri:s]. to congratulate smb on [kingre:tyuleyt]. / congratulate you, it was a great success. They have congratulated the wrong person. The boss wants to congratulate the team on their performances [pifo:minsiz]. We extend to you our heartiest congratulations. to bring good news [nyu:z]. to encroach upon [inkroug]. to molest [moulest]. to assault [iso:lt]. to infringe upon smb's right [infrinc]. You always infringe upon their rights. to rape [reyp]. to appear [ipi:]. to manifest, to spy on. to defer [difo:]. to have smth deferred [difo:d]. to be deferred. to isolate [aysileyt]. to test. to be experienced [ikspiriyinst]. to have experience (in). He has had plenty of experience in this field. to have no experience [ikspiriyins]. to try smth out. to be inexperienced. He is still too inexperienced for that sort of thing. to lack experience [le:k]. He still lacks experience to take the lead. to punish [pani§]. to equip [ikwip]. tedarik etmek 713 tedarik etmek, sağlamak anlamında: bulmak anlamında: Size tüm gerekli malzemeleri tedarik edebiliriz. Bunu İstanbul'daki adresimizden tedarik edebilirsiniz. tedavi altında olmak tedavi etmek Pratisyen doktor hastalığınızı pekâlâ tedavi edebilir. Bu kadar hastayı bir günde tedavi edemeyiz. Birçok hastalık bugün kolayca tedavi ediliyor. Bu bozukluk bu şekilde tedavi edilmez. Hiçbir ilaç AİDS'i tedavi edemez. Bugün, tedavi edilemiyecek çok az hastalık kaldı. tedavi olmak tedavülde olmak geçerli olmak anlamında: tedbirli olmak, öngörülü anlamında: önlemini zamanında almak: Terörist saldırısına karşı tedbirli olmalıyız. tedbirsiz olmak tedhiş etmek tedirgin etmek tedirgin olmak Bizi en fazla tedirgin eden buydu. Neden bu kadar tedirginsin? Herkes son derece tedirgin oldu. tediye etmek tedvir etmek, çevirmek anlamında: yönetmek anlamında: teessüf etmek Teessüf ederim! teessür etmek (bir şeyden) teessüs etmek tefekkür etmek teferruatlı olmak tefessüh etmek toplum için: tefrik etmek tefrika etmek tefsir etmek Kuran-ı Kerim için: teftiş etmek Bugün barları teftiş edecekler. teganni etmek tehcir etmek tehdit edilmek Dövüldüm ve silahla tehdit edildim. to furnish [fô:nisj. to obtain [tbteyn]. We can furnish you all the necessary material. You can obtain it from our address in Istanbul. to be under treatment, to treat [tri:t]. A general practitioner can very well treat your illness. We can't treat so many patients in one day. Many illnesses are easily treated today. That's no way to treat this disorder. to cure [kyu:]. No medicine can cure AIDS. There are very few remaining diseases that can't be cured [dizkziz]. to be treated. to be in circulation [so:kyuley§m]. to be current [karint]. to be prudent [pru:dint]. to provide against. We must provide against terrorist attacks. to be imprudent. to terrorize [tenrayz]. to upset [apset]. It was this that upset us most. to feel uneasy [ani:zi]. Why are you so uneasy? to be disturbed [distd:bd]. Everyone got extremely disturbed. to pay [pe:y]. to revolve [rivolv]. to manage [me:nic]. to feel sorry about. I never expected this from you! to feel sad. to be established [iste:bli§t]. to meditate [mediteyt]. to be detailed [diteyld]. to decompose [di:kimpouz]. to corrupt [kirapt]. to differentiate [difirensiyeyt]. to serialize [siriyilayz]. to interpret [intorprit], to comment [koment]. to inspect. They are going to inspect the bars today. to sing. to deport [dipo:t]. to be threatened [thretind]. / was beaten and threatened with a gun. tehdit etmek 714 tehdit etmek Birbirinizi tehdit etmeniz gerekmez. Sinsi bir tehlike toplumumuzu tehdit ediyor. *birini bir şeyle tehdit etmek Bizi ölümle tehdit ediyorlar. tehir etmek , Gidişi tehir edemez misiniz? Kararı zaten iki defa tehir ettik. Toplantıyı tehir etmekten başka çıkar yol yok. Kararı gelecek haftaya tehir etmek zorundayız. tehlikede olmak Hiçbir şekilde tehlikede değildik. Yurdun bütünlüğü ve bağımsızlığı tehlikededir. Savaşacağız, çünkü Cumhuriyetin geleceği tehlikededir. Tüm siyasi hayatı tehlikededir. tehlikeli olmak Denize girmek tehlikelidir. Bana tehlikeli gibi geldi. Bu havada araba sürmek çok tehlikelidir. tehlikesiz olmak Bölge hâlâ tehlikesiz değil. tek olmak Kediler genellikle tehlikesizdir. Bu parça tektir. Kanser konusunda tektir. | birleşikler ve deyimler) O, yalancının tekidir. Umurumun teki! tek başına olmak tekabül etmek tekâmül etmek, evrim geçirmek anlamında: gelişmek anlamında: olgunlaşmak anlamında: tekaüt etmek tekaüt olmak tekdir etmek, azarlamak anlamında: resmi kınama için: tekeffül etmek tekelleştirmek tekemmül etmek Sistem henüz tekemmül etmiş değil. tekerlemek to threaten. You don't have to threaten one another. An insidious danger is threatening our society. to threaten smb with. They are threatening us with death [deth]. to delay [diley]. Can't you delay the departure [dipa:çı]? to postpone [poustpoun]. We have already postponed the decision twice. There's no way out but postpone the meeting. to put off. We have to put off the decision till next week [disijin]. to be in danger [deynci]. We were in no way in danger. to be in jeopardy [cepidi]. The integrity of the country and its independence is in jeopardy. to be at stake [steyk]. We shall fight because the future of the Republic is at stake [ripablic]. Her whole political life is at stake. to be dangerous [deyncrris]. Bathing Dangerous [beything]. It sounds dangerous. It's very dangerous to drive in this weather. to be free of danger. The region isn't still free of danger. to be safe [seyf]. Cats are generally safe. to be unique [yu:nik]. This piece is unique. to be unrivaled [anrayvild]. He is unrivaled on the subject of cancer. He is a bloody liar [layı]. / wouldn't care less! to be alone [ıloun]. to correspond to [korispond]. to undergo evolution [ivılyu:şın]. to evolve [ivolv]. to mature [mityu:]. to pension off [penşm]. to retire [ritayi]. to scold [skold]. to reprimand. to guarantee [gernnti:]. to turn into a monoply. to reach perfection [pö:fekşın]. The system hasn't reached perfection yet. to roll. tekerlenmek 715 tekerlenmek yuvarlanmak anlamında: tekerrür etmek tekfin etmek tekin olmamak Bu, çok sık tekerrür ediyor. Bu adam hiç de tekin değil. tekit etmek teklemek, fideler için: motor için: teklif etmek, önermek anlamında: Size çok düşük fiyatlar teklif ettik. Bu iş ilk önce bize teklif edilmişti. Onlara yeni şeyler teklif etmemiz gerek. teklif mektubu için: bir şey yapmayı: öne sürmek anlamında: | birleşikler ve deyimler] Aramızda hiç teklif olmamıştır. Aramızda teklif tekellüf olmamalı. evlenme teklif etmek Gidip ona evlenme teklif edecek. Ona ne zaman evlenme teklif etti? evlenme teklifi yapmak karşı teklif yapmak teklifli olmak tekmelemek tekmelenmek tekmil etmek tekmil olmak tekrar etmek tekrar olmak tekrarlamak Dönüp dönüp aynı şeyi tekrarlıyorsun. tekrarlanmak tarih için: tekrarlatmak tekrim etmek teksif etmek teksir etmek tekzip etmek telaffuz etmek telâfi etmek Zararını telâfi etmek için ona 50 dolar veriniz. Zararın bir kısmını telâfi edebileceğiz. Kayıp zamanı telâfi etmek mümkün mü? to roll round. to recur [riko:]. It's recurring too often. to shroud [fraud]. to be uncanny [anke:ni]. (It is best not to have anything to do with this man.) to confirm [kinfoim]. to thin. to misfire [misfayi], to offer [ofi]. We have offered you very low prices. This task was offered to us first. to propose [prrpouz]. We must propose new things to them. to tender. to offer to do smth. to put forward [fo:wid]. There has never been any ceremony between us. There should be no display of ceremony between us [serimini]. to ask smb's hand. He is going to ask for her hand. to propose to smb [pnpouz]. When did he propose to her? to ask smb to marry one. to counteroffer [kauntirofi]. to be formal [fo:mil]. to kick. to get kicked [kikt]. to complete [kimplkt]. to be completed. to repeat. to recur [riko:]. to repeat [ripi:t]. You keep repeating the same thing. to be repeated. to repeat itself. to have smb repeat smth. to treat with deference [tri:t]. to concentrate [konsintreyt]. to duplicate [dyu:plikeyt]. to deny [dinay]. to pronounce [prmauns]. to make up for. Give him 50 dollars to make up for his loss. to recover [ri:kavi]. We shall be able to recover part of the loss. Is it possible to recover the time lost? telakki etmek 716 telakki etmek telaş etmek telaş etmemek telaşa gelmek telaşlandırmak telaşlanmak Zararlarını hiçbir şey telâfi etmez. Ben bunu hakaret telakki ediyorum. Telaşlanmışa hiç benzemiyorlar. *gereksiz yere telaşlanmak Bu kız gereksiz yere telaşlanıp duruyor. telaşlı olmak telef etmek telef olmak telefon etmek Muhakkak telefon edecektir. Size kaçta telefon etsin? Onlara telefon edecektim ama olmadı. Buradan telefon edebiliyoruz. Firmaya telefon ettim fakat cevap alamadım. , Özür dilerim, telefon etmem gerekiyordu. telefonlaşmak telekslenmek Mesaj Londra'ya telekstendi. telesimek, yorulmak anlamında: zayıflamak anlamında: telif etmek, yazmak anlamında: uzlaştırmak anlamında: *-le kabili telif olmamak telin etmek telkin etmek, önermek anlamında: Siz neyi telkin etmeye çalışıyorsunuz? aşılamak anlamında: Bu insanlara biraz sabır telkin ediniz. *itimat telkin etmek *Halka verir telkini, kendi yutar salkımı. tellemek tel ile süslemek anlamında: tellendirmek *çubuğunu tellendirmek tellenmek, telle çevrilmek anlamında: telle süslenmek: telmih etmek telvis etmek temaruz etmek to compensate for [kompmseyt]. Nothing will compensate them for their loss. to consider [kmsidi]. / consider this as an insult [insalt]. to become anxious [e:nk§is]. to take it easy [i:zi]. to be hurried [harid]. to put in a flurry [flo:ri]. to take alarm [ila:m]. They don't seem alarmed at all. to fuss about [fas]. That girl is always fussing about. to be flurried [flo:rid]. to destroy. to perish [perisj. to telephone. He'll telephone without fail [feyl]. to phone. When is he to phone you? to call up [ko:l ap]. J was going to call them up but it didn't work out. We are able to call from here. to ring up. / rang up the firm but got no reply. to make a call. / apologize, I had to make a call. to talk over the phone with, to be telexed. The message has been telexed to London. to get tired. to become emaciated [imeyfieytid]. to write [rayt]. to reconcile [rekmsayl]. to be incompatible with, to curse [ko:s]. to suggest [stcest]. What are you trying to suggest? to instill smth into smb. Instill some patience into these people. to inspire confidence [inspayi]. He doesn't practice what he preaches. to string wires around smth [wayiz]. to adorn with thin silver wires [ido:n]. to enjoy (a water-pipe, a cigarette). to take it easy. to be strung around with wire [wayi]. to be adorned with silver wires, to allude to [tlu:d]. to defile [difayl], to pretend to be sick. temas etmek 717 temas etmek, değmek anlamında: konu için: konuşup görüşmek anlamında: Onunla temas etmeye çalışacağım. Bütün gün sizinle temas etmeye çalıştık, biriyle düşüp kalkmak: Biz bu insanlarla bütün gün temas ederiz. temasa gelmek (biriyle) temasta olmak (biriyle) temâşâ etmek temayül etmek temayüz etmek tembel olmak tembelleşmek tembelleştirmek tembellik etmek tembih etmek, uyarmak anlamında: Ben, sizi "Bunlara inanmayın!" diye tembih etmiştim. Kızlara, yabancılarla konuşmamaları tembih edildi. ilaç vs için: tembihlemek temdit etmek temellenmek temelleşmek temelsiz olmak temennah etmek temenni etmek İyi yolculuklar temenni ederim. temerküz etmek temerrüt etmek temettü etmek (bir şeyden) temeyyüz etmek temin etmek, güven vermek anlamında: Doğru olmadığına dair sizi temin ederim. Hepsinin orada olacağına dair sizi temin ederim, sağlamak anlamında: Derneğimizin hedefi yoksullara yiyecek temin etmektir. Ordu, aç kalmış sivil halka yiyecek temin edecektir. Bize yardım etmesini temin edebilir misin? elde etmek anlamında: Bir bakanlıkta iyi bir görev temin etti. I birleşikler ve deyimler | geçimini temin etmek Bu ücret, geçimimi temin etmek için yeterli değil. to touch [tac]. to touch on a subject [sabjikt]. to get in touch with. /'// try to get in touch with him. (We've been trying to reach you all day.) to elbow with smb. We rub elbow with these people all day. to meet with smb. to be in touch with. to look on (with pleasure) [pleji]. to be inclined to [inklaynd], to excel [iksel] in. to be lazy [leyzi]. to grow lazy. to make people lazy. to act in a lazy manner. to warn [wo:n]. I warned you not to believe these people. The girls were warned not to talk to strangers [streynciz]. to stimulate [stimyuleyt]. to caution [ko:§in]. to extend. to be firmly based [beyst]. to become firmly established. to be without foundation [faundeystn]. to salute in an oriental manner bringing the fingers to the lips and then to the forehead. to wish. / wish you a good journey [co:ni]. to centre on/around [sentt]. to be obstinate [obstimt]. to make a profit out of. to stand out. to assure [tsu:]. / can assure you that it isn't true. I can assure you they will all be there. to supply [siplay]. The object of our society is to supply food to the poor [sisayiti]. to secure [sikyu:]. The army will secure food to the hungry civilian [sivilym] population. to get smb to do smth. Could you get him to help us? to secure [sikyu:]. He secured a good post in a ministry. to make a living. This pay is not enough to make a living for me [inaf]. temiz olmak 718 nafakasını temin etmek od ocak temin etmek temiz olmak Burası ne kadar temiz! *kalbi temiz olmak *üstü temiz olmak temizlemek, akarsu vs için: Haliç devamlı temizlense, çamurla dolmaz. balık vs için: bitirmek anlamında: çöp vs için: Bu çekmeceleri ne zaman temizleyecek? fırça ile: (birinin) parasını almak: pürüzler için: Bu pisliği kim temizleyecek? İktidara geldiğimizde bütün bu suistimalleri temizleyeceğiz. silip temizlemek anlamında: su için: taşlar vs için: Bahçeyi taşlardan temizleyecektin. teiniz duruma getirmek: İlk önce banyoyu temizlememiz gerekiyor, yara vs için: | birleşikler ve deyimleri ortalığı temizlemek pürüz temizlemek üstünkörü temizlemek yalandan temizlemek temizlenmek, temiz duruma gelmek: Bıçaklar ilk önce temizlenmeli. Temizlenmek için soldaki duşu kullanın. pürüzler için: Dağlar teröristlerden temizlendi, arınmak anlamında: temizletmek Burasını birine temizletmen gerek. Salonu kime temizletebiliriz? Sınıfı onlara temizletiniz. temizlik yapmak temkinli olmak temlik etmek temsil etmek, birinin adına davranmak: Hükümeti kim temsil edecek? bir eseri sahnede oynamak: sembolü olmak anlamında: Bu, neyi temsil ediyormuş? to earn one's living [b:n]. to secure a home. to be clean [kli:n]. How clean this place is! to be well-meaning. to be cleanly dressed [drest]. to dredge [dree]. If the Golden Horn were continuously dredged it wouldn't fill with mud. to dress, to finish off. to clean out. When is she going to clean these drawers? to brush off [brasj. to clean out smb. to clean up. Who is going to clean up this mess? to sweep away. When we come to power we shall sweep away all these abuses [ibyu:siz]. to mop up. to purify [pyu:rifay], to clear [kl i : ]. You were going to clear the stones from the garden. to clean [kli:n]. We must first clean the bathroom. to cleanse [klenz]. to clean up. to get rid of the snags [sne:gz]. to clean superficially [syu:pifi§ili]. to make an empty show of cleaning. to be cleaned [kli:nd]. The knives should be cleaned first. to clean up. To clean up use the shower on the left. to be cleaned up. (The hills are clear of terrorists.) to be purified [pyu:rifayd]. to have someone clean smth. You should have someone clean this place. Who can we get to clean the hall [hod]? Get them to clean the classroom. to do the cleaning. to be self-possessed [pizest]. to transfer a possession to smb. to represent [repnzent]. Who is going to represent the government? to put on. to symbolize [simbdayz]. What is it supposed to symbolize [sipouzd]? temyiz etmek 719 Bu işaret neyi temsil ediyor? temyiz etmek, ayırt etmek anlamında: mahkeme kararı için: tenbih etmek, uyarmak anlamında: Birkaç kere tenbih ettik. içeriye kimsenin alınmamasını tenbih etmişler. sinir vs için: teneffüs etmek tenezzül etmek Bizimle oturmaya tenezzül etmedi. O, böyle şeylere tenezzül etmez. Böyle bir şeye asla tenezzül etmem. tenfiz etmek tenha olmak tenhalaşmak tenkit etmek tensip etmek tensik etmek tenvir etmek tenzih etmek tenzil etmek tenzilat yapmak Tenzilat yapmaz mısınız? tepelemek, başına vurmak anlamında: bozguna uğratmak anlamında: kıyasıya dövmek: tepelenmek, bozguna uğramak anlamında: dövülmek anlamında: tepetakla etmek tepetaklak olmak tephir etmek tepilmek, geri çevrilmek anlamında: fırsat için: tepindirmek, tepinmesine yol açmak: öfke için: sevinç için: tepinmek, ayaklarını hızla vurmak: öfkeyi açığa vurmak anlamında: sevincini açığa vurmak: tepirlemek tepişmek Atlar tepişir, eşekler ezilir. to stand for. What does that sign stand for? to distinguish [distingwisj. to appeal [rpi:l]. to warn [wo:n]. We have warned them several times. to give strict instructions [instrak§mz]. He has given strict instructions not to let anybody in. to excite [iksayt]. to breathe [brkth]. to condescend [kondisend]. She didn't condescend to sit with us. to stoop to [slu:p]. He won't stoop to such acts [e:kts], to be beneath one's dignity [bini:th]. It's beneath my dignity. to carry out. to be deserted [dizôtid]. to become deserted. to criticize [kritisayz]. to approve [ipru:v]. to put in order. to enlighten [inlaytin]. to absolve [tbzolv]. to lower. to reduce prices [ridyu:s]. Won't you make a reduction in price? to knock on the head. to defeat soundly [saundli], to give smb a severe beating [sivi:]. to be soundly defeated [difi:tid], to be beaten [bi:tin]. to topple over. to tum over. to vaporize [veypirayz]. to be turned down, to be thrown away. to make smb stamp their feet. to make smb stamp and kick with anger. to make smb jump with joy. to stamp [ste:mp]. to kick and stamp with rage [reyc]. to dance about with joy [coy]. to sift finely [faynli]. to scuffle with each other [skafil]. The weakest goes to the wall. tepkimek 720 tepkimek tepmek, hayranlar için: geri çevirmek anlamında: güçlükle yürümek anlamında: top ve silah için: üzerine basmak: I birleşikler ve deyimler | Önüne geleni kapar, ardına geleni teper. Teptim keçe oldu, sivrilttim külah oldu. at tepmek ekmeğini ayağıyla tepmek fırsatı tepmek geri tepmek, aleyhine dönmek anlamında: Görünüşe göre plan geri tepmiş. top için: hora tepmek, halk oyunu için: ayaklarını vurarak gürültü etmek: kısmetini ayağıyla tepmek nimeti ayağıyla tepmek talan tepmek yol tepmek Yani, bütün bu yolu boşuna mı teptik? teprenmek tepreşmek hastalık için: ter içinde olmak terakki etmek teraküm etmek teraslamak teraslanmak terazilemek, ağırlığı elle yoklamak: denge sağlamak anlamında: terbiye etmek, eğitim için: görgü için: disiplin için: yemekler için: hayvan alıştırmak anlamında: *at terbiye etmek terbiyeli olmak, nezaket için: içine terbiye katılmış yemek: terbiyesiz olmak terbiyesizlik etmek O şekilde konuşmakla terbiyesizlik etti. tercih etmek Bu metodu daima tercih etmişimdir. Bu konuda konuşmamayı tercih ederim. Sonra mı ödemeyi tercih edersiniz? Okumayı TV seyretmeye daima tercih etmişimdir. to react [rkekt], to kick, to turn down. to scuffle [skafil]. to recoil [rikoyl]. to trample [tre:mpil]. He/she is rude to everybody. To interpret something in a way that suits one [intoiprit], to spur on a horse [spo:]. to lose an opportunity through one's fault. to spurn an opportunity [spb:n]. to backfire [be:kfayi]. Apparently the plan has backfired. to recoil [rikoyl]. to dance the hora. to stamp about noisily. to spurn a piece of good luck [lak]. to ignore a chance that comes one's way. to foot it. to walk a long way. Do you mean we've walked all this way for nothing? to struggle [stragil]. to stir [sto:]. to recur [riko:]. to be all in sweat [swet]. to make progress. to accumulate [ikyu:mileyt]. to terrace [teris]. to be terraced [terist]. to feel how heavy smth is. to balance [behns]. to educate [edyukeyt]. to teach good manners [me:mz]. to discipline. to flavour with sauce [so:s]. to train (an animal). to break a horse [breyk]. to be well-mannered [me:md]. to be flavoured with sauce [so:s]. to be ill-mannered. to be impolite [impilayt]. It was impolite of him to speak like that. to prefer [prifo:]. I've always preferred this method. I prefer not to talk about it. Would you rather pay later? I have always preferred reading to watching TV. tercihi olmak 721 tercihi olmak Herhangi bir marka için tercihim yok. Tercihiniz ne? Bir tercihiniz olduğunu sanmam. Herhangi bir stil için tercihiniz var mı? tercihini yapmak Tercihini yapabilirsin. tercüman olmak tercümanlık etmek tercüme etmek *bir dilden bir dile tercüme etmek *motamo tercüme etmek tercüme ettirmek Onu kime tercüme ettireceğiz? tereddüt etmek Eline bir fırsat geçmeye görsün, asla tereddüt etmez. Benimle temas etmeye tereddüt etmeyiniz. Polisi çağırmaya tereddüt etmez. Genel sekreter bu konuda tereddüt ediyor. terelelli olmak terennüm etmek teressüp etmek terfi etmek terfi ettirmek terfi olmak terfih etmek terhin etmek terhis edilmek terhis etmek terhis olmak terk edilmek ihmal edilmek anlamında: Daima terk edilmiş kadın rolünü oynuyor. terk etmek, ihmal etmek anlamında: ayrılmak anlamında: Tüm arkadaşları onu terk etti. Burayı terk etmenizi rica edeceğim. Burasını derhal terk etmek zorundayız. Burasını yalnız süngüler ucunda terk ederiz. Onları ölüme terk edemeyiz. birisine bir şeyi bırakmak: Biz, silahlarımızı kimseye terk edemeyiz. Biz mücadeleyi asla terk etmeyiz. otel için: bir yeri protesto olarak: Protesto olarak delegeler salonu terk etti. Solist, kızıp sahneyi terk etti. to have a preference [prefinns]. I have no preference for any brand [bremd]. What are your preferences? (I don't think you have got any option.) Do you have a preference for any style? to make one's choice [coys]. You can make your choice. to act as spokesperson for. to act as interpreter [into:pritt]. to translate [treinsleyt]. to translate from... into... to translate word for word. to have smb translate. Who shall we have it translated by? to hesitate [heziteyt]. If he ever gets the opportunity he'd never hesitate. Don't hesitate to contact me. to make no bones about. She'll make no bones about calling the police. to be hesitant about. The general secretary is hesitant about this. to be frivolous [frivihs], to sing pleasantly in a low voice. to settle [setil]. to be promoted [pnmoutid]. to promote. to advance in rank [re:nk], to improve the lot of [impru:v], to pawn [po:n]. to be discharged [discaxd]. to discharge. to be discharged. to be abandoned. to be deserted [dizodid]. She always plays the deserted woman. to neglect. to desert [dizod]. All his friends have deserted him. to leave [l i : v]. You are asked to leave. We have to leave this place at once. We shall leave this place only at the point of the bayonets [beyinits]. We can't just leave them to die [day]. to abandon smth to smb. We can't abandon our weapons to anyone. (We shall never give in.) to check out. to walk out. The delegate walked out as a sign of protest. The soloist got angry and walked off the stage [steyc]. terkin etmek 722 birini terk etmek anlamında: Çocuklarını, eşini terk etmiş. yarış, okul vs için: İnsan, yarışı bu şekilde terk etmez. terkin etmek terkip etmek,' birleştirmek anlamında: bir araya getirmek anlamında: terlemek, ter dökmek anlamında: cam vs için: emek harcamak anlamında: bıvık için: I birleşikler ve deyimleri Hamama giren, terler. bıyığı terlemek buram buram terlemek su gibi terlemek şakır şakır terlemek zml zırıl terlemek terletmek, terlemesine sebep olmak: çokça yormak anlamında: ' sıkıntıya düşürmek anlamında: ters gelmek ters olmak, gerekli olan duruma karşıt: huysuz anlamında: tersi olmak Bu zayıf ekibi yenmelerini bekliyorduk fakat tam tersi oldu. tersine olmak tersinmek, geri dönmek anlamında: hiddetlenmek anlamında: terslemek, azarlamak anlamında: gönül kırıcı olmak anlamında: sert söz söylemek: terslenmek tersliği üzerinde olmak Bugün tersliği üzerinde. terslik olmak Bir yerde bir terslik var. Bu işte bir terslik var. tersyüz etmek, içini dışına çevirmek anlamında: giysi için: altını üstüne çevirmek anlamında: Toprağı tersyüz etmeniz gerek. tertemiz olmak Tüm odalar tertemizdi. to walk out on smb. Apparently, she has walked out on her children and her husband [hazbmd]. to drop out. One doesn't drop out of the race in this manner [me:ni]. to cross out. to combine [kombayn]. to put together. to sweat [swet]. to fog up. to toil up. to sprout [spraut]. People have to bear the consequences of their actions [e:k§mz]. to have one's moustache start growing. to sweat profusely [pnfyu:sli]. to sweat heavily. to pour with sweat [po:]. to sweat buckets [bakits]. to make smb sweat, to make smb work hard, to heckle [hekil]. to seem wrong. to be the reverse [rivo:s], to be perverse [pivo:s]. to be the other way round. We were expecting them to beat that weak team but it happened just the other way round. to happen contrary to what one expected. to go back. to get in a bad mood. to snap at smb. to be curt with smb [ko:t]. to speak harshly. to be snubbed [snabd]. to be in a bad mood [mu:d]. He is in one of his bad moods today. to be amiss [imis]. Something is amiss somewhere. There is something wrong here. to turn inside out. to turn a suit [su:t]. to turn over. You must turn over the soil [soyl]. to be spotless. All the rooms were spotlessly clean. tertip etmek 723 tertip etmek, düzene koymak anlamında: düzenlemek anlamında: sıraya koymak anlamında: müzakere vs için: tertiplemek, düzene koymak: hazırlamak anlamında: *suikast tertiplemek tertiplenmek tertipsiz olmak tesadüf etmek, rast gelmek anlamında: Keşke ona tesadüf etmeseydik. olaylar için: Maalesef, bayrama tesadüf ediyor. Ne tesadüf! tesadüfi olmak tesbit etmek = tespit etmek tescil etmek teselli etmek tesellüm etmek tesettür etmek tesir etmek İlaç tesir etmeye başladı. İnsanın sinirine tesir ediyor. Bu boş vaatler piyasaya hiç tesir etmedi. Bu olay tüm meslek hayatına tesir etti. Bu, gözlerine tesir eder mi? Kararları, maçın sonucuna tesir etmedi. *aksi tesir etmek tesir yapmak (birinin üzerinde) Bana yaptığı tesiri tasavvur edemezsiniz. Ölümü, üzerimizde çok kötü bir tesir yaptı. *şok tesiri yapmak Haberi duymak, bende şok tesiri yapmıştı. tesiri olmamak tesirli olmak tesirsiz olmak tesis etmek teskin etmek teslim etmek, doğruluğunu kabul etmek: devretmek anlamında: Görevini yarın teslim edecek. Belgeleri kime teslim edeceğiz? Fransa, tutukluyu bize teslim etmek zorunda değil. to arrange [rrenc]. to organize [oigtnayz]. to put in order, to hold. to arrange, to organize. to plot against [tgeynst]. to be organized [o:ginayzd]. to be in disorder [diso:dt]. to chance upon [gams]. J wish we hadn't chanced upon him. to coincide with [kowinsayd]. Unfortunately it coincides with the Feast. What a coincidence [kowinsidins].' to be accidental [e:ksidmtil]. to register [recisti]. to give comfort [kamfit]. to take delivery. to cover oneself [kavi]. to take effect [ifekt]. The drug has started to take effect. to act on. It acts on one's nerves [nbvz]. to have effect on. These empty promises had no effect on the market. to influence [influwtns]. This event influenced his whole career. to affect [ifekt]. Will it affect her eyes? His decisions did not affect the outcome of the match [disicmz]. to have the opposite effect [opizit]. to have an influence on smb. You can't imagine the influence it had on me. His death had a very bad effect on all of us. to be shocked [§okt]. / was shocked to hear the news. to have no effect on. to be effective. to be ineffective. to establish. to calm [ka:m]. to concede [kinsi:d]. to hand over. He is handing over his duties tomorrow. Who shall we hand the documents over to? France is under no obligation to hand over to us the prisoner. teslim olmak 724 doğruluğum! kabul etmek: terk etmek anlamında: Tanrı'nın bana emanet ettiği bu ülkeyi ancak Tanrı'ya teslim ederim. vermek anlamında: Malın teslim edildiğine dair hiç bir kanıt yok. elle yermek anlamında: Bunu, ilgili departmana teslim ediniz. *ruhunu teslim etmek Bugün saat 9.05'te ruhunu teslim etti. teslim olmak, boyun eğmek anlamında: Allah'ın buyruğuna teslim olmamız gerek. Biz, öyle tehditlere teslim olmayız, mücadeleden vazgeçmek: Alman ordusu kayıtsız şartsız teslim oldu. Onlar asla teslim olmaz. Asiler, hiçbir zaman teslim olmayacaklar. yenilgiyi kabul etmek anlamında: Teslim olmuş gibi görünmek istemiyorum, kendini teslim etmek anlamında: Kaçaklar, sarıldıklarını görünce teslim oldular. tesmiye etmek tespit etmek, belirtmek anlamında: sağlam şekilde yerleştirmek: | birleşikler ve deyimleri fiyat tespit etmek Burada fiyatları hükümet tespit eder. gün tespit etmek Onun için bir gün tespit etmeliyiz, tarih tespit etmek Nikâh tarihini tespit edebilir miyiz? zararı tespit etmek Yapılacak ilk iş, zararı tesbit etmektir. tesviye etmek teşbih etmek teşci etmek teşebbüs etmek Böyle bir şeye nasıl teşebbüs ederler? Kaçmaya teşebbüs ettiler. teşekkül etmek, kurulmak anlamında: oluşmak anlamında: -den oluşmak: teşekkür etmek Teşekkür ederim. Size nasıl teşekkür etsem? Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. to concede [kinskd]. to surrender [sirendi]. God has entrusted me with this country and I shall only surrender it to Him alone. to deliver. There is no proof that the goods have been delivered [pru:f]. to hand in. Hand it in to the department concerned. to pass away. He passed away at 9.05 today [pa:st]. to submit [sibmit]. We must submit to the will of God. to yield [yi:ld]. We'll never yield to such threats. to surrender [sirendi]. The German army surrendered unconditionally. They will never surrender. to lay down one's arms. The rebels will never lay down their arms. to capitulate [kipityuleyt]. / don't want to seem to have capitulated. to give oneself up. Seeing they were surrounded, the fugitives gave themselves up [fyuxitivz]. to name. . to determine [dito:min]. to stabilize [steybilayz], to fix the price [prays]. It's the government which fixes the prices here [gavinrmnt]. to assign a day [isayn]. We must assign a day for it. to fix a date. Could we fix a date for the wedding? to assess [ises]. The first thing to do is to assess the damage. to level. to liken [laykin]. to encourage [inkaric]. to undertake [anditeyk]. How can they undertake such a thing? to attempt. They have attempted to escape [iskeyp]. to be constituted [konstityuitid]. to be formed [fo:md]. to consist of [kinsist]. to thank. Thank you. How can I thank you? I'm at a loss how to thank you. teşhir etmek 725 birine bir şey için...: Bunun için kime teşekkür etmemiz gerek? Çiçekler için çok teşekkür ederim. Yardımınız için size ne kadar teşekkür etsem azdır. teşhir etmek, göstermek anlamında: sergilemek anlamında: *kendini teşhir etmek teşhis etmek tespit etmek anlamında: Onu teşhis edebilir misiniz? hastalık için: teşkil etmek Bu, taammüden cinayet teşkil etmez mi? | birleşikler ve deyimler] emsal teşkil etmek Bu karar, emsal teşkil eder. engel teşkil etmek Bu, bir engel teşkil etmemeli. esasını teşkil etmek Bu bölüm, araştırmanın esasını teşkil eder. neden teşkil etmek sebep teşkil etmek vesile teşkil etmek teşkilatlandırmak teşkilatlanmak teşkilatlı olmak teşmil etmek teşrif etmek Ne zaman teşrif edeceksiniz? teşrih etmek teşrik etmek teşriki mesai etmek teşvik etmek, özendirmek anlamında: ekonomi irin: kışkırtmak anlamında: tetikte olmak Bu işte insanın daima tetikte olması gerek. Davetsiz misafirlere karşı tetikte olun. Yerinizde olsam, tetikte olurdum. tetkik etmek Tetkik etmeniz için size bir tane sakladım. Bu konuyu etraflıca tetkik ettim. Bu meseleyi tetkik edeceğim. tetkik ettirmek Bu konuyu tetkik ettireceğim. birine tetkik ettirmek: Bu konuyu bir müfettişe tetkik ettirmeliyiz. to thank smb for smth. Who must we thank for this? Thanks very much for the flowers [flawiz]. Can I ever thank you enough for you help? to expose [ikspouz], to exhibit [igzibit], to make an exhibition of oneself [igzibisin]. to identify [aydentifay]. Can you identify him? to diagnose [dayignouz]. to constitute [konstityu:t]. Doesn't this constitute murder with premeditation [mo:di]? to constitute a precedent [presidint]. (This decision is a case in point.) to constitute an obstacle [obstikil]. This shouldn't constitute an obstacle. to form the essential of [esrn$il]. This forms the essential part of the research [risoicj. to be the cause of [ko:z]. to constitute a reason for [ri:zin]. to be an occasion for [lkeyjm]. to organize [o:gmayz]. to get organized. to be organized. to embrace [imbreys]. to honour [om]. When are you going to honour us with your visit? to dissect [disekt]. to associate [isousjyeyt]. to collaborate with [kile:bireyt]. to encourage [inkaric]. to promote [printout]. to incite smb to [insayt]. to be on the alert [ilo:t]. One must always be on the alert in this job. to keep an eye for. Keep an eye for any gate crasher [kre:§i]. to be on one's guard [ga:d]. If I were you I would be on my guard. to examine [igze:min]. I've kept one for you to examine. to study [stadi]. I've studied this matter thoroughly [thanli]. (I'll enquire into the matter [inkwayi]). to have smth investigated. / shall have the matter investigated. to have smb investigate smth. We must have an inspector investigate this matter. tevcih etmek 726 tevcih etmek, makam veya asama vermek: yöneltmek anlamında: tevdi etmek vermek anlamında: para için: teveccüh etmek Teveccühünüz efendim. tevekkül etmek Tevekkeltu alâllah. Tevekkelin gemisi batmaz. tevessül etmek tevhit etmek, birleştirmek anlamında: Allah'ın bir olduğunu söylemek: tevil etmek yanlışı tevil etmek tevkif etmek, tutuklamak anlamında: bir şeyden düşmek: tevkil etmek tevsi etmek tevsik etmek tevzi etmek, dağıtmak anlamında: posta için: teyakkuz etmek teyellemek Terzi, prova için kolları teyelleyiverdi. teyellenmek teyemmüm etmek teyit etmek Bunu, ne teyit, ne de tekzip ediyorlar. Bu ithamları teyit eden hiçbir belge yok. tez olmak Şimdiden tezi yok. *canı tez olmak *içi tez olmak tezahür etmek tezgâhlamak Bu işi de tezgâhladılar. Soygunu hapishaneden tezgâhladı. tezgâhlanmak tezgâhtarlık yapmak tezhip etmek tezkiye etmek tezlemek tezleşmek tezleştirmek to confer upon [kinfo:]. to turn towards. to entrust. to deposit [dipozit]. to face [feys]. It's kind of you to say so. to put one's trust to God. I trust that God will arrange things for the best [ireync]. The trust in God can never go wrong. to have recourse to [riko:s]. to unite [yu:nayt]. to affirm the unity of God [ifo:m]. to misinterpret. to gloss over a mistake. to arrest. to deduct from [didakt]. to appoint as representative [lpoynt]. to enlarge [inla:c]. to document [dokyumint]. to distribute [distribyut]. to deliver (the mail), to be vigilant [vicilmt]. to tack [te:k]. The tailor quickly tacked up the sleeves for the fitting [sli:vz]. to be tacked up. to cleanse oneself ritually with sand [klenz]. to confirm [kinfo:m]. They neither confirm nor deny it [dinay]. to corroborate [kirobireyt]. These charges are not corroborated by any documents [dokyumint]. to be swift. The sooner the better. to be quick to act [e:kt]. to be impatient [impeysmt]. to manifest itself, to cook up. They cooked up that deal too. to mastermind [ma:stimaynd]. He masterminded the robbery from prison. to be planned [ple:nd]. to work as a salesclerk [seylzkla:k]. to illuminate [ilyu:mineyt]. to certify that smb has a clean record. to speed up. to be speeded up. to speed up. tezyin etmek 727 tezyin etmek tığlamak tık tık etmek tıkaçlamak tıkalı olmak tıkamak, ağız için: delik için: Karafatmalardan kurtulmak için duvardaki delikleri tıkamalısınız. geçit vs için: Yağlar boruları tıkadı. engel vs için: Kamyonunuz girişi tıkıyor. sızıntı için: Bu sızıntıyı mutlaka tıkamamız gerek, trafik ve yol için: E-5'teki kaza, trafiği saatlerce tıkadı. Arabanız trafiği tıkıyor. Lütfen yolu tıkamayınız. | birleşikler ve deyimler] ağzım tıkamak (birinin) borusuna ot tıkamak burnunu tıkamak çanına ot tıkamak deliğe tıkamak gedikleri tıkamak gerçeklere kulaklarını tıkamak iştahı tıkamak kulak tıkamak kulaklarını tıkamak Bu söylentilere karşı kulaklarını tıkayamazsın. lâfı ağzına tıkamak sözü ağzına tıkamak tıkanık olmak tıkanmak, bir engel için: boru, yol vs için: burun için: Borular yine tıkandı. Burnum tıkandı. iştahı kalmamak anlamında: lavabo için: Yeni lavabo da tıkanmış. trafik için: tuvalet için: Tuvalet tıkandı. soluk alamamak anlamında: [birleşikler ve deyimler] boğazı tıkanmak genzi tıkanmak nefesi tıkanmak to ornament [ormmint]. to lance [la:ns]. to tick. to plug [plag]. to be clogged [klogd]. to gag [ge:g]. to stop up. To get rid of the cockroaches you should stop up the holes in the wall. to clog. The grease has clogged the pipes [gri:s]. to obstruct [lbstrakt]. Your truck is obstructing the entrance. to plug [plag]. We have to plug that leak by all means. to tie up [tay ap]. The accident tied up the traffic along the E-5 for hours [e:ksidint]. to block (up). Your car is blocking up the traffic. Please do not block up the way. to prevent smb from talking. to silence [saylins]. to hold one's nose. to reduce to silence [ridyu:s]. to clap into jail [ceyij. to stop the gaps. to refuse to face reality [rifyu:z], to spoil the appetite [epidayt]. to turn a deaf ear [def]. to stop up one's ears. You can't stop up your ears to these rumours [ru:miz]. to shut smb up. to silence [saylms]. to be clogged. to be blocked [blokt]. to be clogged. The pipes are clogged again. to be stuffed up [staft ap]. I'm stuffed up. to lose one's appetite [epidayt]. to be blocked up [blokt ap]. Apparently the new sink is also blocked up. to be tied up [tayd ap]. not to flush [flas]. The toilet won't flush. to gasp for breath [breth]. to have a lump in one's throat [lamp], to have a stuffy nose [stafi], to be unable to breathe [bridh]. tıkatmak 728 tıkatmak birisine...: tıkılmak, dar sıkıntılı bir yerde: tutukevine konmak anlamında: tıkınmak tıkırdamak tıkırında olmak İşler tıkırında. Keyifleri tıkırında. Başlangıçta herşey tıkırındaydı. *işi tıkırında olmak tıkışmak tıkıştırmak, tıka basa doldurmak anlamında: yutarak yemek anlamında: tıklatmak tıklım tıklım olmak, ağzına kadar dolu olmak: çok kalabalık olmak: Sokaklar tıklım tıklımdı. tıkmak, Bayram günleri trenler tıklım tıklım olur. zorla sokmak: Herşeyi bir tek çekmeceye tıkmışlar. hapis için: I birleşikler ve deyimler] çanına ot tıkmak deliğe tıkmak hapse tıkmak lâfı ağza tıkmak tıksırmak tımar etmek tıngırdamak tıngırdatmak tınlamak tınmak tınmamak tıpalamak tıpalanmak tıpırdamak tiramola etmek tıraş etmek Köşeleri traş edebilir misiniz? tıraş olmak, saç için: sakal için: *sakal traşı olmak *sinek kaydı traş olmak tıraşlamak, pürüzleri almak anlamında: saç, sakal için: seyreltmek anlamında: to have smth plugged [plagd]. to have smb plug smth. to be crammed [kre:md]. to be clapped into prison [prizin]. to gorge oneself [go:c]. to rattle [re:til]. to go well. Things are going well. They are in the best of spirits. Everything went well at the beginning. to be doing very well, to be squeezed together. to squeeze in. to bolt (food), to tap (on the door). to be overflowing [ouviflowing]. to be packed with people [pe:kt]. The streets were packed with people. to be crammed (with) [kre:md]. The trains are crammed on Feast days. to cram smth into. They have crammed everything into one drawer. to clap [kle:p]. to silence [saylms]. to put into jail [ceyl]. to clap into jail. to shut smb up. to sneeze with the mouth shut. to groom [gru:m]. to clang. to make smth clang, to ring. to make a sound, to take no notice, to cork [ko:k]. to be corked, to patter [pe:ti]. to tack. to shave [şeyv]. Could you shave off the corners? to get a haircut, to shave. to shave off one's beard [bi:rd]. to have a close shave [klous]. to smooth away [smu:th]. to trim, to thin out. tıraşlı olmak 729 tıraş etmek anlamında: yontmak anlamında: (argo) tıraşlı olmak tıraşsız olmak tırıl olmak tırıllamak tırkazlamak tırmalamak, tırnaklamak anlamında: tedirgin etmek anlamında: •kulakları tırmalamak tırmalanmak tırmandırmak tırmanmak, dağa ve kayalara: direk vs için: el merdiveni için: Bu askerler, bu surları nasıl tırmanabildiler? giderek artmak anlamında: 1990'dan beri suç tırmanmaktadır, güçlükle, elle ve ayakla: Her gece karanlıkta ranzalarımıza tırmanırdık. hızla ve telaşla: uçak için: tırmıklamak, tırmalamak anlamında: toprak için: tırmıklanmak, tırmalanmak: toprak için: tırnağı olamamak (birinin) Sen onun kestiği tırnağı olamazsın. tırnaklamak tırnaklarım yaptırmak tırpanlamak tırpanlanmak elemek anlamında: tırtıklamak tırtıklı olmak tırtıllanmak tırtıllı olmak tıslamak, kaz için: kedi için: ticareti(ni) yapmak Biz tütün ticareti yapıyoruz. Sanırım yün ticareti yapıyor. *nüfuz ticaretini yapmak tifo olmak Çocuk tifo oldu. tiftik etmek to shave. to plane [pleyn]. to bore by long iddle talk. to be clean-shaven. to be unshaven [anseyvin]. to be broke [brouk]. to go broke. to bolt. to claw [klo:]. to jar on [ca:]. to grate on the ear [greyt]. to be clawed [klo:d]. to escalate [eskileyt]. to climb [klaym]. to shin up. to scale [skeyl]. How were these soldiers able to scale these walls [soulciz]? to be on the increase [inkri:s]. Crime is on the increase since 1990. to clamber. Every night we clambered up to our bunks in the dark. to scramble. to climb [klaym]. to scratch, to rake [reyk]. to be scratched, to be raked. not to be compared with [kimpe:d]. (You're not fit to lick his boots.) to scratch. to have a manicure [memikyu:]. to mow. to be mown. to be eliminated [ilimineytid]. to rob. to be jagged [ce:gd]. to get full of caterpillars, to have a milled edge [ec]. to hiss, to spit. to deal in [did]. We deal in tobacco [tibe:kou]. / think he deals in wool [wul]. to make a profit of one's position. to have typhoid [tayfoyd]. The child has got typhoid. to pull into threads [thredz]. tiftik olmak 730 tiftik olmak tiftiklenmek tiksindirici olmak tiksindirmek tiksinmek Bütün bunlar tiksindirici. Bütün bunlar beni tiksindiriyor. Bu adamdan tiksiniyorum. tilkileşmek tipilemek tiplemek tiramola etmek tirfdlenmek tirildemek tiritleşmek tiryakisi olmak * sigara tiryakisi olmak titiz olmak, huysuz anlamında: kılı kırk yarmak anlamında: müşkülpesent anlamında: temizliğe aşırı düşkün: O kadar titiz ki, musluklara eliyle asla dokunmaz. zor beğenir anlamında: titizlenmek İnsanın o kadar küçük şeyler üzerinde bu kadar titizlenmesi garip bir şey. titizleşmek titre etmek titrekleşmek titremek, çok üşümek anlamında: Ben titriyorum. hiddet, heyecan vs duygular için: ışık için: hafif bir kıpırtı şeklinde: el ve beden için: Ellerin titriyor. -den korkmak anlamında: ürpermek anlamında: TV için: | birleşikler ve deyimler] hazan yaprağı gibi titremek hiddetten titremek korkudan titremek sakır sakır titremek sapır sapır titremek soğuktan titremek tir tir titremek üstüne titremek üzerine titremek yaprak gibi titremek zangır zangır titremek Çocukları üzerine titrerler. to become fuzzy [fazi]. to become frayed. to be disgusting [disgasting]. All this is disgusting. to make smb sick. All this makes me sick. to be disgusted. (This man puts me off.) to get foxy. to blow a blizzard [blizid]. to tipify [tipifay]. to tack [te:k]. to become threadbare [thredbe:]. to shiver. to become old and feeble [fitbil]. to be addicted to. to be a great smoker [smouki]. to be peevish. to be meticulous [mitikyuhs]. to be fastidious [festidyis]. to be fastidious. She is so fastidious that she won't touch any taps with her hand [te:ps], to be hard to please [pli:z], to get finicky. It's strange how touchy one can become about such little things [taçi]. to become hard to please, to titrate [titreyt]. to get shaky [şeyki]. to shiver. I feel shivery. to tremble. to flicker [fliki]. to quiver [kwivi]. to shake [şeyk]. Your hands are shaking. to be very afraid of. to shudder [şadı]. to flutter [fiati]. to tremble like an aspen leaf [l i : fj . to shake with rage [reyc]. to tremble with fear [fi : ]. to shiver with cold/fear. to shiver violently [vayılıntli]. to tremble with cold. to tremble like an aspen leaf. to fuss over. to treat with tender care [ke:]. They treat their children with tender care. to tremble like a leaf. to tremble like an aspen leaf. titreşmek 731 titreşmek titreştirmek titretmek, titremesine yol açmak: korku salmak anlamında: 7V için: tizleşmek tohumlamak, döllemek anlamında: yapay olarak döllemek: tohum için: tohumlanmak, döllenmek anlamında: tohum için: tok olmak Tok, açın halinden ne bilir. | birleşikler ve deyimler | boğazı tok olmak gönlü tok olmak gözü tok olmak karnı tok olmak Benim karnım tok. Bu sözlere karnım tok. Bu yalanlara karnım tok. karnı tok, sırtı pek olmak Bunlar karnı tok, sırtı pek. tokgözlü olmak toksözlü olmak toka etmek, el sıkışmak anlamında: kadeh tokuşturmak anlamında: tokaçlamak tokaçlanmak tokalaşmak, el sıkışmak: kadeh tokuşturmak: tokatlamak tokatlanmak toklaşmak tokmaklamak tokurdamak tokurdatmak tokuşmak, birbirine çarpıştırmak: çarpışmak anlamında: iki testi tokuşunca, biri kırılır. kafa kafaya vuruşmak anlamında: tokuşturmak çarpıştırmak anlamında: kadeh için: hayvanlar için: toleranslı olmak toleranssız olmak to vibrate [vaybreyt], to vibrate. to make smb tremble, to terrify. to make TV picture flutter, to get high-pitched [hay pict], to fertilize [fotilayz], to inseminate artificially [adifisili], to sow with seed [sou], to be fertilized [fotilayzd], to go to seed, to be full. A well-fed person cannot understand the distress of hungry persons [posmz], to be satiated [seysjeytid], to be contented [kintentid]. to be contented, to be full. I'm full. I won't be taken in by such talk. I'm tired of hearing these lies [layz]. to be well-off. They are well-fed and well clad. to be contented with what one has. to be outspoken. to shake hands [seyk], to clink glasses. to beat with a clothes mallet [klouthz]. to be beaten out with a mallet. to shake hands. to clink glasses. to slap in the face. to be slapped [sle:pt]. (for the voice) to deepen [di:pin], to ram [re:m], to bubble noisily [babil], to make smth bubble. to knock together, to collide [kdayd]. When two water jugs collide one of them breaks. to butt each other [bat]. to knock together, to clink glasses. to make animals butt each other, to be tolerant [tolinnt]. to be intolerant. tombul olmak 732 tombul olmak tombullaşmak tomruklanmak tomurcuklanmak tonoz etmek top etmek top olmak top yapmak (kumaş için) topaklamak topaklanmak topal olmak Sol ayağı topaldı. topallamak, aksamak anlamında: sakatlık için: toparlamak, çekidüzen vermek anlamında: düzeltmek anlamında: özet için: bir araya getirmek: | birleşikler ve deyimleri aklım toparlamak Aklımı bir türlü toparlayamıyorum. derleyip toparlamak Bu odayı derleyip toparlamamız gerek. kafasını toparlamak Bugün kafamı bir türlü toparlayamıyorum. kendini toparlamak O zamandan beri kendini toparlayamadı. toparlanmak, bir araya gelmek anlamında: düzeltmek anlamında: kendine gelmek anlamında: özet için: toplamak, bilgi için: bir araya getirmek anlamında: Boş kutuları köşede toplayın. Burada postacı mektupları kutulardan toplar mı? biriktirmek anlamında: bulutlar için: çıban veya yara için: düzene sokmak anlamında: devşirmek anlamında: halı için: hasat için: Yağmur gelmeden buğdayı toplamamız gerek. insan ve hayvanlar için: Polis, bölgedeki suçluları ne zaman toplayacak. Orada, çoban koyunları köpeğinin yardımı ile toplar. to be plump [plamp], to get plump. to bud [bad]. to put forth buds. to warp a ship [wo:p]. to collect in a mass [me:s]. to be rolled into a ball. to bolt. to lump [lamp], to get lumpy. to be/become lame [leym]. He was lame in the left leg. to have a hitch, to limp. to tidy up [taydi]. to straighten up [streytin]. to summarize [samirayz]. to collect together [kilekt]. to collect one's thoughts [tho:ts]. / find it hard to collect my thoughts. to put in order. We must put this room in order. to concentrate [konsintreyt]. / don't seem to be able to concentrate today. to recover [rikavi]. He has been unable to recover since. to be gathered together. to be straightened up. to pull oneself together. to be summarized [samrrayzd]. to compile [kimpayl]. to gather together. Gather the empty boxes in the corner. to collect [kilekt]. Does the postman collect the letters from the mail boxes [meyl]? to collect. to gather. to come to a head. to tidy up [taydi ap]. to pick. to roll up. to get in. We should get in the wheat before the rain comes [wi:t]. to round up. When will the police round up the criminals in the area [pili:s]? The shepherd over there rounds the sheep with the help of his dog [sepid]. toplamak (ağzını) 733 mal ve servet için: sayılar için: izinli olduğun günleri topla. toplantı için: vergi veya asker için: Hükümetin yeni vergiler toplaması gerek, yardım için: Vakit kaybetmeden yardım toplamalıyız. [ birleşikler ve deyimler | Eli armut toplamıyor.' ağzını toplamak Lütfen ağzını topla! aklını başına toplamak Aklınızı başınıza toplayınız. Yakında aklını başına toplar. alkış toplamak bilgi toplamak bölük pörçük parçalar toplamak cerahat toplamak cesaretini toplamak Cesaretimi toplayıp bu işi yapacağım. derleyip toplamak dikkatini toplamak düşüncesini bir noktaya toplamak eşyasını toplamak eteklerini toplamak haber toplamak hasadı toplamak Yağmur yağmadan hasadı toplayalım, isine toplamak ilgi toplamak ilgiyi üzerine toplamak imza toplamak irin toplamak kendini toplamak bir hastalıktan sonra: kuvvet toplamak kuvvetini toplamak nalları toplamak bir noktaya toplamak Dikkatinizi siyah nokta üzerine toplayınız. odasını toplamak Lütfen odanızı toplar mısınız? ordu toplamak ortalık toplamak palas pandıras toplamak para toplamak Kulüp, bir otobüs almak için para topluyor. parsa toplamak Davulu biz çaldık, parsayı başkası topladı. Maalesef, parsayı başkası topladı. Bu işten parsayı başkaları topladı. (siyasi) parsa toplamak piliyi pırtıyı toplamak Pıtısını pırtısını toplayıp gitti. to amass [ime:s]. to add (up). Count up the days you were on leave. to convene [kmvkn]. to levy [levi]. The government has to levy fresh taxes. to muster [masti]. We must muster help without any loss of time. Don't worry, he can defend himself. not to be impudent [impyudmt]. Don't be impudent! to come to one's senses [sensiz]. You had better come to your senses. He'll soon come to his senses. to be greeted with applause [iplo:z]. to gather information [info:mey§in]. to collect odds and ends. to suppurate [sapyureyt]. to pluck up one's courage [karic], I'll pluck up my courage and do it. to tidy up. to concentrate one's attention [konsintreyt], to concentrate all one's thinking on. to pack up. to gather up one's skirt [sko:t]. to gather news. to get the harvest in. Let's get the harvest in before it rains. to collect contributions [kontribyu:§mz]. to attract attention [iten§in]. to be in the limelight [laymlayt]. to gather signatures [sigmçiz]. to suppurate [sapyureyt]. to pull oneself together. to build up one's strength. to raise forces [reyz]. to muster one's forces [masti], to bring up the rear [ri:]. to focus [foukis]. Focus your attention on the black spot. to tidy up one's room [taydi]. Will you tidy up your room, please? to raise an army. to put (a place) in order. to gather hastily [heystili]. to raise money [reyz]. The club is raising money to buy a bus. to pass the hat around. We have sown but others have reaped [ri:pt]. Unfortunately someone else got the benefit. We did the job but others profited by it. to reap political benefits. to pack up one's belongings [pe:k]. He has packed up his belongings and left. toplanılmak 734 sağdan soldan toplamak sofrayı toplamak Sofrayı toplamadan televizyon seyredemeyiz. Sofrayı kurmak veya toplamak bizim işimiz değil. su toplamak takdir toplamak tası tarağı toplamak vergi toplamak yara toplamak yardım parası toplamak yelken toplamak toplanılmak, eşya için: kişiler için: toplanmak, bir şeyin etrafında: Talebeler, tek sobanın çevresinde toplanmışlardı. bir araya gelmek anlamında: Grup, bu akşam saat alhda toplanacak. Öğrenciler parlamentonun önünde toplandılar. Yemekten önce lobide toplanalım. ' Sivas'ta ulusal bir kongrenin ivedilikle toplanması kararlaştırılmıştı. hasat için: Buğday bu ayın sonunda toplanacak. kendine çekidüzen vermek: meyve vs için: şişmanlamak anlamında: [ birleşikler ve deyimleri cinleri basma toplanmak derlenip toplanmak etrafında toplanmak (birinin) toplantı halinde olmak toplantı yapmak Bu hafta üç toplantı yapmışız. Toplantıyı nerede yapacağız? toplaşmak, bir araya gelmek anlamında: hayvanlar için: toplatılmak yasaklanan şeyler için: toplatmak, toplamak işini yaptırmak: kitap, gazete vs için: toplumlaştırmak toplumsallaşmak toplumsallaştırmak toprak olmak Şimdi her ikisi de toprak oldu. to gather from here and there, to clear away. We can't watch TV before clearing away. It's not our job to set or clear the table. to blister. to win general approval [ipru:vil]. to pack up one's belongings, to collect taxes [te:ksiz]. to come to a head, to hand the hat round, to furl a sail [seyl], to be gathered. to assemble [lsembil]. to crowd about. The students had crowded about the only stove [stouv], to get together. The group will get together at six tonight. to gather. The students gathered outside parliament. to meet. Let's meet in the lobby before lunch. to convene [kinvi:n]. It was decided to convene urgently a national congress at Sivas [ney§iml]. to be harvested. The wheat will be harvested at the end of this month. to pull oneself together, to be collected [kilektid]. to put on weight [weyt]. to fly into a temper, to pull oneself together, to rally round smb. to be in session [sesui]. to hold a meeting. We have had three meetings this week. Where are we going to hold the meeting? to gather together, to roll itself into a ball, to be gathered, to be seized [si:zd]. to have smb gather smth. to have (a publication) seized. to become a society [sisayiti]. to become socialized [sousdayzd]. to socialize [sousfilayz]. to die [day]. Both are dead now. topraklandırmak 735 topraklandırmak topraklamak elektrik için: topuklamak topun ağzında olmak torbada keklik olmak Bu iş torbada keklik. Maçı torbada keklik sanıyorlar. torbalamak torbalanmak, torbaya konmak anlamında: gevşeyip sarkmak anlamında: torna etmek tornalamak tornalanmak tornistan etmek, gemi için: giyecek için: proje için: söz için: torpil yaptırmak torpillemek torpillenmek torpili olmak O umutlu, çünkü torpili var. tortulaşmak torun tosun sahibi olmak toslamak, gemi için: koç için: taşıt için: toslaşmak toy olmak toz etmek, toz kaldırmak anlamında: toz haline getirmek: yok etmek anlamında: toz olmak tozarmak tozlanmak tozlaşmak, toz haline gelmek anlamında: çiçek için: tozlu olmak tozmak *gezip tozmak tozsuz olmak Parçalar temiz ve tozsuz. tozumak •vurdukça tozumak Sen vurdukça tozuyor. tozutmak, toz kaldırmak anlamında: aklını yitirmek anlamında: to give land to the landless. to fi l l with earth. to ground [graund], to prod with one's heels [hidz]. to be the one most in danger [deynci]. to be a clinch. It's a clinch. to be in the bag. They think the match is in the bag. to bag [be:g]. to be bagged [be:gd]. to be baggy [be:gi]. to turn on a lathe [leyth]. to lathe, to be lathed. to go astern [isto:n]. to turn inside out. to give up. to go back on one's word. to pull strings. to torpedo [to:pidou]. to be torpedoed [toipidoud]. to have a friend at court [ko:t]. He's hopeful because he has a friend at court. to deposit sediment. to have grandchildren [gremdcildrin]. to collide slightly [ktlayd]. to butt [bat], to bump slightly against [slaytli]. to butt each other. to be immature [imityu:]. to raise dust [dast], to pulverize [palvrrayz]. to annihilate [mayileyt]. to get lost. to become dust. to get dusty. to turn into dust, to become polinated. to be dusty. to give off a cloud of dust. to saunter about and enjoy oneself. to be free of dust. The pieces are clean and free of dust. to raise dust [reyz], to get more and more complicated. The more you insist the worse you're making it. to raise dust [reyz]. to go mad. töhmet altında olmak 736 töhmet altında olmak tökezlemek, yürürken sendelemek: engellerle karşıIaşmak: Bazen en iyi plan dahi tökezleyebilir. *ayağı...takılıp tökezlemek Ayağı halıya takılıp tökezledi. törpülemek törpülenmek töskürmek töskürtmek tövbe etmek, pişmanlık duymak anlamında: bir günahı bir daha yapmamaya...: Tövbeler olsun! tövbe istiğfar etmek tövbekar etmek tövbekar olmak trampa etmek Bisikletini bir fotoğraf makinesiyle trampa etti. Trampa etmek üzere pazara sebze getiriyor. transfer etmek transfer olmak tuhaf gelmek Bu bana çok tuhaf geldi. şaşılacak bir şey için: tuhaf olmak, alışılmamış anlamında: Tuhaf! Bu tuhaf değil mi? Senin politikaya bakış biçimin tuhaf, garip anlamında: Tuhaftır ki, bizimle yemek yemeği reddetti. Tuhaf! Tuhaf olmasına rağmen, yine de doğru olabilir. Hiç yakınmaması çok tuhaftır. güldürücü anlamında: Tuhaf bir şey oldu. *bir tuhaf olmak tuhafına gitmek Tuhafıma gitti. tuhaflaşmak tuhaflık olmak (birinde) Bugün içimde bir tuhaflık var. tuluat yapmak tulum gibi olmak tumba etmek, alt üst etmek anlamında: ters çevirerek boşaltmak: tunçlaşmak turalamak turnede olmak to be under suspicion [sispism]. to stumble over [stambil]. to stumble. Even the best plan can sometimes stumble. to trip over/on. He caught his foot on the carpet and tripped. to file [fayl]. to be filed, to back up. to make (an animal) back up. to repent [ripent]. to vow not to do smth again. You'll never catch me doing it again! to repent and ask God's forgiveness. to make smb repent. to repent [ripent]. to exchange smth for smth [iksceync]. He has exchanged his bicycle for a camera. to barter [ba:ti]. He brings vegetables to the market to barter. to transfer [tremsfo:]. to be transferred. to strike one as funny. It struck me as funny [fani]. to strike one as odd. to be odd. That's odd! Isn't that odd? Your way of looking at politics is odd. to be strange [streync]. Strangely enough, he refused to eat with us. How strange! Though very strange, still it may be true. It's strange of him not to complain at all. to be funny [fani], A funny thing happened. to feel odd. to strike one as odd [strayk]. It struck me as odd. to get odd. not to feel well. I've a strange feeling in me today. to improvise [impnvayz]. to be swollen all over. to turn upside down, to tilt. to take on the colour of bronze, to wind into a skein [waynd]. to be on tour. turşu olmak 737 turşu olmak, ekşimek anlamında: bitkinleşmek anlamında: turşu gibi olmak tuşa gelmek tuşlamak tutamlamak tutarlı olmak Yaptığı, söyledikleriyle tutarlı değil. tutarsız olmak tutkallamak tutkun olmak tutkusu olmak tutmak, balık için: benimsenmek anlamında: Son filmi, hiç tutmadı. Bu şarkı pek tutmadı. desteklemek anlamında: Bunları kimse tutamaz. diş için: Dişim yine tuttu, bir durumda kalmasını sağlamak: Işıkları açık tutmayınız. Bu kapıyı daima açık tutunuz. Burasını neden kapalı tutuyorlar? Lütfen burasını temiz tutunuz. Başını serin, ayağını sıcak tut. Yeni testi, suyu soğuk tutar, eliyle kavramak anlamında: Şunu öbür şekilde tutsana! Onu tutmasaydım, düşecekti. engellemek anlamında: Onu artık kimse tutamaz. Onları tutan ne? giymesine yardım etmek: < hasta veya sersem etmek: Birisi onu tutmalı. Ceketini tutar mısın? Bu beni tutuyor. Başım tuttu. Hiçbir yerim tutmuyor. hizmetine almak anlamında: Bir avukat tutmalısınız. Onu tuttuk, çünkü en iyisiydi. içki için: iş için: kar ve çığ için: iyi bir bahçıvan tutalım. Bira bile beni tutar. Dün geceki kar tutmadı. to turn sour [sau]. to be exhausted [igzo:stid]. to have no energy left. to be thrown. to press (a key). to measure in pinches [meji]. to be consistent (with). What he does is not consistent with what he says. to be inconsistent. to glue [glu:]. to be in love with. to have a passion for [pe:sm]. to catch [ke:cj. to catch on. His last film did not catch on at all. This song didn't catch on. to support [sipod]. No one will support them. to ache [eyk]. My tooth is aching again. to keep. Do not keep the lights on [layts]. Keep this door always open. Why are they keeping this place shut? Please keep this place clean. Keep your head cool and your feet warm. (A new broom sweeps clean). to hold. Hold it the other way, will you? to get hold of. He would have fallen, if I hadn't got hold of him. to hold. There is no holding him back. What's holding them back? to restrain [ristreyn]. Someone must restrain him. to help smb on with. Could you help him on with his jacket? to make one feel sick. It makes me feel sick. to ache [eyk]. My head is aching. (I feel rotten all over). to take someone on. You must take on a lawyer. We took him on because he was the best. to employ. Let's employ a good gardener. to go to the head [tied]. Even beer will go to the head. to take up a job. to lie [lay]. Last night's snow did not lie. tutmak 738 kuş için: kiralamak anlamında: kök için: oluşturmak anlamında: Süt kaymak tutmuyor. Ekinler tane tuttu. oyalamak anlamında: Sizi daha fazla tutmayalım. Umarım sizi tutmuyorum. saklamak anlamında: sancı, ağrı vs için: Yine sancım tuttu. Göğsüm tuttu. sayı ve toplam için: Bunun, pek bir şey tutacağını sanmıyorum. Bütün bunlar, hiçbir şey tutmaz. Yalnız ücretler 5000 dolar tuttu. Bütün bunlar müthiş bir yekûn tutar. bir seviyede tutmak anlamında: beklenen sonucu vermek: Tüm aşılar tuttu mu? Mayasız süt, yoğurt tutmaz. Ya tutar, ya tutmaz. sunmak anlamında: Konuklarımıza çikolata tutun. süre için: Yol, aşağı yukarı iki saat tutar. taşıt için hasta etmek anlamında: Onu otobüs tutar. tutarlılık ve uygunluk için: Maalesef, hesaplar tutmuyor. Bir dediği, bir dediğini tutmuyor. yakalamak anlamında: Bir kuş tutmuşlar. Bu, tavşana "kaç", tazıya "tut" demek gibi bir şey. Kurdu kulağından tutmak güçtür. Tut kelin perçeminden. Al aslan tutar, güç sıçan tutmaz. yaklaştırmak anlamında: Onu ateşe tutabilir misiniz? Saati kulağınıza tutar mısınız? bir yerde...: Sizi burada tutan ne? Kaynayan kazan, kapak tutmaz. yapışmak anlamında: Balçığı duvara vur; tutarsa hoş, tutmazsa yine hoş. Bu boya bu duvara tutmaz. Çivi iyi tutmadı. yer kaplamak anlamında: to hunt birds, to rent. to take root [ru:t]. to form. The milk doesn't form cream [kri:m]. The crop has formed seeds. to detain [diteyn]. Let's not detain you any longer. I hope I'm not detaining you. to keep. to be in pain. My pain has begun again. My chest pains. to amount to [tmaunt], / don't think it will amount to much. All this won't amount to anything. to reach [ri:c]. Only the fees reached 5000 dollars. to add up [e:d ap]. All this will add up to a formidable sum. to maintain [meynteyn]. to take. Did all the vaccinations take [ve:ksiney§m]? (You've got to start with some capital.) It might take. to offer [ofi]. Offer our guests some chocolate [co:ktIit]. to take. It takes about two hours. to make one feel sick at the stomach. The bus makes her feel sick at the stomach. to tally [tedi]. Unfortunately the accounts don't tally. to agree [lgri:]. She often contradicts herself [kontrtdikt]. to catch [ke:c]. They have caught a bird. (It's the case of running with the hare and hunting with the hounds [haundz].) It's hard to catch the wolf by its ears. It's like trying to hold a bald man by his lock. Brains will always be superior to brawn. to hold smth up to/over. Could you hold it over the fire [fayi]? Could you hold the watch close to the ear? to keep. What's keeping you here? You can't keep a lid on a boiling pot. to stick. Fling dirt, if it doesn't stick, it will leave a mark [l i : v]. to adhere [ldhi:]. This paint will not adhere to this wall. (The nail didn't lodge well [neyl]j. to take up space [speys]. tutmak (adam) 739 yol takip etmek anlamında: Soldaki yolu tutunuz, doğru gidiniz. | kullanılış şekilleri ~| tutalım ki . . . Tutalım ki reddetti. Tutalım ki doğru. -den tutun da...kadar Limuzinden tutunuz da damperli kamyona kadar her türlü vasıta. Küçüğünden tutunuz, en büyüğüne kadar. tutar yeri olmamak, perişan durumda anlamında: Binanın iler tutar yeri kalmadı, savunulamaz anlamında: Şu yaptığı işin tutar yeri yok. yırtık pırtık anlamında: Paltonun tutar yeri kalmadı. tutacak yanı olmamak Görüşlerinin tutacak yanı yok. Bütün bu mazeretlerin tutar tarafı yok. bir şeyi yapacağı tutmak Marmaris'e gideceği tuttu. O gece çalışacağı tuttu. Bakarsın gideceği tutar. Tuttu, bütün malını bir vakfa bağışladı. Sen tut, bankadan parayı çek. Arada sırada tutar çocuklara hediyeler getirir. |birleşikler ve deyimleri Tuttuğunu koparır. adam tutmak açık tutmak, ev için: Yaz geceleri evini herkese açık tutar. elektrik için: ağrısı tutmak doğum sancısı için: ağzını pek tutmak ağzını sıkı tutmak itin ağzını kemik tutar. ağzıyla kuş tutmak Ağzıyla kuş tutsa, beğenmiyorlar. Ağzınla kuş tutsan, faydası yok. ahi tutmak aklında tutmak Sana söylediklerimi daima aklında tut. Onun, liderimiz olduğunu aklında tut. to take. Take the road on the left and go straight. Let's suppose [sipouz]. Let's suppose he refused [rifyu:z]. Let's suppose it's true. from...down to. Every kind of vehicles, from limousines to tipper trucks [vi:ikilz]. From the smallest to the biggest one. to be in a miserable state. The building is in a miserable state. to be indefensible. What he did is indefensible. to be in tatters [tediz]. The coat is in tatters. not to hold water. Your views don't hold water [vyu:z]. All these excuses don't hold water. to take it into one's head to. He has taken it into his head to go to Marmaris. He took it into his head to work that night. He might take it into his head to go. to feel like doing smth. / felt like laughing at that moment. I felt like sneezing [snkzing]. to up and do smth. He upped and donated everything he had over to a pious foundation [payis faundeysin]. He upped and withdrew the money from the bank [apt]. Every once in a while he brings the children some presents. She knows how to get what she wants. to favour [feyvi] (smb over another). to keep open house. During the summer nights he keeps open house. to keep the lights on [layts]. to have recurring pains [peynz]. to begin labour [leybi]. to keep a secret [si:krit]. to hold one's tongue [tang]. A bribe will keep people quiet. to work miracles [minkilz]. Even if he worked miracles they won't appreciate it [rprksieyt]. No matter what you do, it's of no use [yu:s]. (for one's curse) to take effect. to bear in mind [be:]. Always bear in mind w/iat I've told you. to keep in mind [maynd]. Keep in mind that he is our leader. O an güleceğim tuttu. Aksıracağım tuttu. tutmak (alkış) 740 alkış tutmak arnavutluğu tutmak ateşe tutmak, ısıtmak anlamında: topa tutmak anlamında: atıp tutmak avucunun İçinde tutmak Şirketi avucunun içinde tutuyor. ayağını çabuk tutmak ayakta tutmak, bina vs için: Duvarı birkaç destekle ayakta tutarız. hayatta tutmak: ayrı tutmak babalan tutmak bacakları tutmamak balık tutmak baskı altında tutmak baş üstünde tutmak başak tutmak başı tutmak başını dik tutmak bir tutmak Onların çıkarlarını bizimkileriyle bir tutamayız. Sen kendini onlarla bir mi tutuyorsun? bir arada tutmak Bunları bir arada nasıl tutacağız? bir dediği bir dediğini tutmamak birbirini tutmak Rakamlarımız onlarınkilerle birbirini tutuyor. Bu hesaplar birbirini tutmuyor. Bunlar, bizdeki örnekle birbirini tutmuyor. boş atıp dolu tutmak boyun tutmak buyruk tutmak buz tutmak Caddeler buz tuttu. cimrilik damarı tutmak cinleri tutmak çanak tutmak Açıkça çanak tuttular. Sen belâya çanak tutuyorsun. çarka tutmak çenesini tutmak Çeneni tutarsan, iyi edersin. çetele tutmak çırpı tutmak çocukluğu tutmak çulu tutmak Bu adam çul tutmazın biri. çürümeye yüz tutmak to acclaim [ikleym], to get stubborn [stabm], to heat slightly on a fire [slaytli], to subject to gunfire [sabcekt], to rant [re:nt], to hold in the palm of one's hand. She holds the company in the palm of her hand. to hurry [hari]. to keep up. We shall keep up the wall with a few props. to keep alive [dayv]. to discriminate [diskrimineyt]. to have a fit. not to be able to stand on one's legs, to fish. to oppress [îpres]. to honour highly [oni]. to come into ear of grain [greyn]. to have a headache [hedeyk]. to hold one's head high. to identify with [aydentifay]. We can't identify their interests with ours. to regard as equal [i:kwil]. Do you regard yourself as their equal? to hold/keep together. How are we going to keep them together? to contradict oneself [kontndikt]. to tally [te:li]. Our figures tally with theirs. These accounts do not tally [lkaunts]. to conespond [korispond]. These do not correspond with the sample we have. to make a lucky shot [laki]. to stand up against. to obey orders. to get icy [aysi]. The streets have gotten icy. to have a fit of avarice [e.wiris], to ramp and rage [reyc], to ask for it. They surely asked for it. to invite [invayt]. You're inviting trouble [trabil]. to put to the grindstone [grayndstoun]. to hold one's tongue [tang]. You had better hold your tongue. to keep tally [te:li]. to stretch a chalk-line [ço.k layn]. to act childishly [e:kt]. to become rich. He's a spendthrift. to fall into decay [dikey]. tutmak (damarı) 741 daman tutmak ...damarı tınmak: Bugün cimrilik damarı tuttu. defter tutmak Kanunen defter tutmak zorundayız. dem tutmak denetim altında tutmak Bunları denetim altında tutmak zor olacak, sıkı denetim altında tutmak: Merkez Bankası faizleri sıkı denetim altında tutuyor. dengede tutmak deniz tutmak Beni hiç deniz tutmaz, dışarıda tutmak dibi tutmak Yavaş kaynayan aşın dibi tutmaz. dilini tutmak Sizlerden orada dilinizi tutmanızı istiyor. Bu adam dilini tutamıyor. Çocuğunuza dilini tutmasını öğretiniz, nasıl olsa konuşmayı öğrenecektir. Dilini tutan, başını kurtarır. dik tutmak Lütfen şunu dik tutar mısınız? diri tutmak dişi tutmak Dişim tuttu. dizginleri elinde tutmak Orada dizginleri elinde tutuyor. don tutmak döl tutmak dümen tutmak el tutmak el üstünde tutmak eli ayağı tutmak Birden eli ayağı tutmaz oldu. eli ekmek tutmak eli kalem tutmak Eli iyi kalem tutar. elinden tutmak, elini bırakmamak anlamında: Lütfen çocuğu elinden tutunuz, yardım etmek anlamında: Elimizden tutan olmadı. elini çabuk tutmak Elinizi çabuk tutmazsanız treni kaçırırsınız. Lütfen elinizi çabuk tutun. eliyle yılan tutmak ev tutmak garaz tutmak geri tutmak Bağırıp çağıran öğrencileri geri tutamadık. to get obstinate [obstinit], to have a fit of... He has a fit of avarice today [e:viris]. to keep books. We have to keep books by law. to accompany [lkampmi] (a piece of music). to keep under control [kintroul]. It'll be hard to keep them under control. to keep a close check [klous]. The Central Bank is keeping a close check on the interest rates [reyts]. to stabilize [steybilayz], to be seasick. / never get seasick. to keep out. to burn [bo:n]. Slow boiling food will never burn. to hold one's tongue [tang]. He wants you to hold your tongues there. (That man has a compulsion to speak [kimpalsrn]). Teach your child to hold his tongue, he'll learn to speak anyhow. A closed mouth will save a wise head. to hold upright. Could you hold it upright, please? to keep smb alive [llayv]. (for one's tooth) to ache [eyk]. My tooth is aching. to be in the saddle [se:dil]. She is in the saddle there. to freeze [fri:z]. to become pregnant. to steer [sti:]. to drag on. to treat smb with honour [om], to be in good health. He suddenly became feeble [fi:bil], to begin to support oneself [sipod]. to be capable of expressing oneself. He expresses himself well. to hold. Please hold the child by the hand. to give smb a helping hand. Nobody gave us a helping hand. to huny up [hari ap]. You'll miss the train, if you don't hurry. (Get on with the job, please.) to do the dirty jobs [cobz], to rent a house. to bear a grudge [grac]. to keep back. We failed to keep back the screaming students [fey Id]. tutmak (gevşek) 742 gevşek tutmak, gevşetmek anlamında: kayıtsız davranmak anlamında: gıcık tutmak gizli tutmak Toplantı olmayacak, bunu gizli tut. gönlünü geniş tutmak gönlünü lloş tutmak Gönlünüzü hoş tutunuz! göz hapsinde tutmak göz önünde tutmak Bu gerçeği gözönünde tutmamız gerek. Bu çok önemli noktayı gözönünde tutmak faydalı olur. göz yaşlarım tutmak Törende arkadaşları göz yaşlarını tutamadılar. Küçük kurbanın cenazesinde hepimiz göz yaşlarımızı tutamadık. gözde tutmak gözden uzak tutmak Zorlukları da gözden uzak tutmamak gerek. gözlerini uyku tutmamak gözü tutmak gülesi tutmak gülme krizi tutmak güreş tutmak hakkını saklı tutmak hamur tutmak hariç tutmak hatıra defteri tutmak hatırda tutmak hatırında tutmak hazır tutmak hediye yağmuruna tutmak Güreşçileri hediye yağmuruna tuttular. hesap tutmak heyheyleri tutmak hıçkırık tutmak hık tutmak hoş tutmak huysuzluğu tutmak ilk planda tutmak inadı tutmak inşallah inadı tutmaz. Ya inadı tutarsa? ipleri elinde tutmak On yıldan beri bankada ipleri elinde tutuyor. ise tutmak to loosen [lu:sin], to be slack (about). to have a tickle in the throat. to keep smth secret [skkrit]. There will be no meeting, keep it secret. not to take it too seriously. not to worry [wari]. Don't worry! to keep under surveillance [so:veylms]. to bear in mind [maynd]. We must bear in mind this fact [be:]. to take into consideration [kinsidireyfm]. You should take into consideration the wish of the people. to take into account [lkaunt]. It might be well to take into account this very important point. to hold back one's tears [ti:z]. At the ceremony her friends couldn't hold back their tears [serimini]. At the funeral of the little victim we all couldn't refrain from tears [fyuminl]. to hold in favour [feyvi]. to lose sight of [lu:z]. We must not lose sight of the difficulties. to be unable to sleep. to take a fancy to. to feel like laughing [la:fing], to have a fit of the giggles [gigilz]. to wrestle [resd], to reserve oneself the right to [rizd:v]. to knead dough [ni:d dou]. to exclude [iksklu:d]. to keep a diary [dayiri]. to keep in mind [maynd]. to bear in mind [be:]. to have smth ready [redi]. to load smb with presents [loud]. They loaded the wrestlers with gifts. to keep the accounts [lkaunts]. to have a fit. to have the hiccups [hikaps]. to have the hiccups. to treat warmly. to have a fit of bad temper. to regard smth of the first importance. to get stubborn [stabm]. Pray to God that he doesn't get stubborn. What if he gets stubborn? to be in the saddle [se:dil]. He has been in the saddle in the bank for ten years. to blacken with soot [su:t]. Halkın isteğini gözönünde tutmalısınız. tutmak (ışığa) 743 ışığa tutmak ışık tutmak Bu, kökenleri hakkında ışık tutacak. iş tutmak işi gevşek tutmak işi sağlam tutmak kafa tutmak -e karşı kafa tutmak: kan tutmak kapalı tutmak (elektrik) kar tutmak Burasını nadiren uzun süre kar tutar. Dün geceki kar, tutmadı. kaymak tutmak kendini tutmak Kendimi zor tutuyorum. kendini tutamamak: Özür dilerim, kendimi tutamadım, bir şey yapmaktan: Gülmekten kendimi tutamadım. Kendini tutamayıp ağladı. kısa tutmak Lütfen kısa tutunuz. kilit altında tutmak Bütün mücevherleri kilit altında tutuyoruz. Neden her şeyi kilit altında tutuyorlar? kira ile tutmak kin tutmak Bu insanlar kin tutmaz. kontrol altında tutmak Durumu uzun zaman kontrol altında tutamaz. Polis, durumu kontrol altında tutuyor. kontrolü altında tutmak Şirket iç piyasayı kontrolü altında tutmak istiyor. koz olarak tutmak kulağa tutmak kulak tutmak kurum tutmak kuş tutmak küf tutmak lâfa tutmak, konuşmak anlamında: alıkoymak anlamında: lâkırdıya tutmak leke tutmak matem tutmak mesul tutmak muaf tutmak Bu işten kimleri muaf tutabiliriz? nabzını tutmak nefesini tutmak not tutmak to hold to the light [layt], to cast light upon [ka:st]. This will cast light upon their origin. to take up a job. to do smth half-heartedly. to start smth on a sound basis [beysis]. to be defiant [difaymt]. to resist defiantly. to faint at the sight of blood [sayt], to keep it off. to lie [lay]. The snow rarely lies here for long. Last night's snow did not lie. to form cream [kri:m], to restrain oneself [ristreyn], / can hardly restrain myself. to be unable to restrain oneself. I'm sorry, I couldn't restrain myself. (can't help doing smth.) / couldn't help laughing [la:fing]. She couldn't help crying [kraying]. not to make smth long. Don't make it long, please. to keep under lock. We keep all the jewels under lock. Why do they keep everything under lock and key? to rent. to nurse a grudge against [grac]. (These people are not vindictive.) to keep in check. He can't keep the situation in check for long. to keep under control [krntroul]. The police has the situation under control. to dominate. The company wants to dominate the domestic market. to have a card up one's sleeve. to hold smth close to the ear [klous]. to listen carefully. to get full of soot [su:t]. to hunt birds. to get mouldy. to engage smb in conversation [konviseysin], to buttonhole [batmhoul]. to buttonhole. to stain easily [steyn]. to mourn [mo:n]. to hold smb responsible (for). to exempt from [igzempt]. Who can we exempt from this task? to take smb's pulse [pals], to hold one's breath [breth], to take notes [nouts]. tutmak (nöbet) 744 nöbet tutmak Bütün gece nöbet tuttuk. oka tutmak (bir yeri) okka tutmak ortalığı tutmak oruç tutmak otobüs tufmak öfkesini tutmak Öfkemi artık tutamıyorum. öksürüğü tutmak Yine öksürüğü tuttu. örümcek tutmak paltosunu, ceketini tutmak para tutmak pas tutmak, paslı duruma gelmek: İşleyen demir, pas tutmaz. Altın pas tutmaz. dildeki pas için: perhiz tutmak pislik tutmak Akarsu pislik tutmaz. rehine tutmak saat tutmak sağlam tutmak (bir işi) sancısı tutmak sansüre tabi tutmak Gazeteler ve kitap artık sansüre tabi tutulmuyor. sarası tutmak sıcak tutmak Çok faydalı, yemekleri sıcak tutuyor. Ayaklarını sıcak tut, başını serin. sıkı tutmak, elle: Lütfen şunu sıkı tutar mısın? iş için: sınırlar içinde tutmak sır tutmak Sır tutabilir misin? Bu işi bir sır gibi tutuyorlar. sıtma tutmak Sıtma, tuttuğunu kırk yıl sonra tanırmış. sinir krizi tutmak Haberi duyunca sinir krizi tutacak. siniri tutmak soru yağmuruna tutmak sorumlu tutmak Yangından bizi sorumlu tutuyorlarmış. Onlan bundan sorumlu tutamazsınız. sözünü tutmak sözünü tutmamak şansı tutmak to keep watch. We kept watch all night long. to rain arrows upon, to be heavy [hevi]. to fi l l the air [e:]. to fast. (for the bus) to make one feel sick, to hold back one's anger [e:ngi]. / can hardly hold back my anger. to have a fit of coughing [kofing]. His cough has started again. to be covered with cobwebs, to help smb on with his coat, to cost. to rust [rast]. Active people make healthy people. to tarnish [ta:nisj. Slander will not tarnish a good character. to fur [fo:]. to observe a diet [day' it], to get fouled [fauld]. Flowing water will not get fouled. to hold as hostage [hostic]. to time [taym]. to start smth on a sound basis [beysis], to be in pain [peyn]. to be censored [sensid]. Newspapers and books are not censored any more. to have an epileptic fit. to keep warm. It's very useful, it keeps the meals warm. Keep your feet warm and your head cool. to hold tight [tayt]. Could you hold it tight, please? to do a job thoroughly [thanli], to confine [kinfayn]. to keep (a) secret [skkrit]. Could you keep a secret? They are keeping it secret. to get malaria [mile:rye]. Malaria will recognize someone who caught it forty years earlier [rekignayz]. to have a fit. She'll have a fit when she hears the news. to get in a temper. to bombard smb with questions [kwescinz]. to blame smb for smth [bleym]. Apparently they are blaming us for the fire. to hold smb responsible for smth. You can't hold them responsible for that. to keep one's word. to break one's promise [promis]. to have a run of luck [lak]. tutmak (tâbi) 745 tâbi tutmak (birini bir şeye) Onları ikinci bir muayeneye tâbi tutacaklar. takım tutmak Hangi takımı tutuyorsunuz? Ben Galatasaray'ı tutuyorum. taksi tutmak Bir taksi tutmalıyız, taraf tutmak Görevinden dolayı taraf tutamaz. Bu adam her iki tarafı tutuyor. Hakem taraf tutmasına rağmen, neticeye tesir etmedi. tarafını tutmak (birinin) Ben daima sizin tarafınızı tutmuşumdur. Ne yaparsa yapsın, daima onun tarafını tutun. Bu hakem daima rakiplerimizin tarafını tutmuştur. taş yağmuruna tutmak taşa tutmak Bakanın arabasını taşa tuttular. tavında tutmak tembelliği tutmak temel tutmak zemin için: kökleşmek anlamında: temiz tutmak tempo tutmak Dinleyiciler ayaklarıyla tempo tutmaya başladılar. tıraşa tutmak tok tutmak topa tutmak Şehri günlerdir topa tutuyorlar. töhmet altında tutmak tutanak tutmak, söylenen sözler için: rapor için: ustura tutmak usul tutmak uyku tutmamak uzak tutmak sinek vs için: Bu ampul sinekleri uzak tutuyor. uzun tutmak üst perdeden atıp tutmak üstün tutmak ütü tutmak Bu tip kumaşlar ütü tutmuyor. vaadini tutmak to have smb undergo smth. They will have to undergo a second examination [igzeminey§in]. to support a team [sipod]. Which team do you support? to be a fan of [fe:n]. I'm a Galatasaray fan. to take a taxi [te:ksi]. We should take a taxi. to take sides [saydz]. He can't take sides because of his duties. (He runs with the hare and hunts with the hound.) Partial as he was, the referee didn't affect the result. to side with [sayd]. / have always sided with you. to be on smb's side. You have always been on her side no matter what she does. to be partial [pa:sil]. This referee has always been partial to our rivals [rayvilz], to pelt with stones, to pelt with stones. They pelted the minister's car with stones. to keep smth on a stable condition, to have a fit of idleness [aydilniss]. to settle down firmly, to settle down for good, to keep smth neat [ni:t], to beat time. The audience started beating time with their feet [o:diyins]. to detain by idle talk [diteyn]. to be filling. to bombard. They have been bombarding the city for days. to impute a crime to [kraym]. to take the minutes [minits], to write an official report [rfisil]. to use a razor [reyzi]. to beat time. to be unable to sleep. to keep at an arm's length. to keep off. This bulb keeps the mosquitoes off. to drag out. to give oneself airs [e:z]. to regard as superior [syu:pi:ryi]. to take the iron [ayin]. This type of cloth won't take the iron. to keep one's promise. tutmak (yakasından) 746 yakasından tutmak yalanını tutmak (birinin) yan tutmak yas tutmak Tüm millet, kahramanı için yas tuttu. Annesinin yasını tutuyor. yaşı tutmamak Yaşı tutmadığı için okula almadılar. yaşmak tutmak yaylım ateşine tutmak yeğ tutmak Bunu sendekine yeğ tutarım. yekûn tutmak yer tutmak, yer ayırmak anlamında: yer tutmak anlamında: Bu iki masa çok yer tutuyor, önemi olmak anlamında: Tekstil ihracatı, ekonomimizde önemli bir yer tutuyor. yerini tutmak Bu, onun yerini tutmaz. Üç göç, bir yangın yerini tutar. yol tutmak, davranış için: Tuttuğumuz bu yoldan ayrılmayacağız. ' bir yoldan kimseyi geçirmemek: Askerler bütün yolları tutmuş. yolunu tutmak Hepsi köprünün yolunu tuttular. yosun tutmak Akan su, yosun tutmaz. Yuvarlanan taş, yosun tutmaz. yuh tutmak yurt tutmak yükünü tutmak yüreğini pek tutmak yüz tutmak Yaprakları sararmaya yüz tuttu. Birçok geleneklerimiz kaybolmaya yüz tuttu. kötüleşmeye yüz tutmak: zevale yüz tutmak: Toplumumuzda aile bağları zevale yüz tutuyor. yüzü tutmak Bunu ona söylemeye yüzüm tutmuyor. yüzü tutmamak: Bunları ondan istemeye yüzüm tutmaz. zabıt tutmak mahkeme için: toplantı için: rapor için: zar tutmak zihninde tutmak to buttonhole [batinhoul]. to catch smb in a lie [lay], to show partiality [pa:§ieliti], to mourn [mo:n]. The whole nation mourned for her hero. She's mourning over her mother's death. to be underage [andireyc]. He wasn't accepted because he was underage. to put on a veil [veyl], to fire in volleys. to prefer [prifo:]. / prefer this to the one you have. to amount to. to reserve a place. to take up space [speys]. These two tables take up a lot of space. to be of importance. The export of textiles has an important place in our economy. to replace [rkpleys], This can't replace it. (Moving house three times is as bad as a fire.) to follow a course [ko:s]. We are resolved to follow this course. to blockade a road [blokeyd]. The troops have blockaded all the roads. to make for. They all made for the bridge [brie], to gather moss. Running water holds no moss. A rolling stone gathers no moss. to boo [bu:]. to make (a place) one's home. to get rich. to be brave [breyv]. to begin to. The leaves have begun to turn yellow. to tend to. Many of our customs have tended to disappear. to be on the down grade [greyd]. to begin to wane [weyn]. Family bonds are beginning to wane in our society [sisayiti]. to bring oneself to. / can't bring myself to tell it to her. not to have the face to [feys]. / haven't the face to ask them from him. to record legal proceedings [prousi:dingz]. to take down the minutes [minits]. to write down a report [ripo:t]. to manipulate the dice [minipyuleyt], [days]. to bear in mind [be:]. tutsak olmak 747 tutsak olmak Osmanlı Devleti yüzyıllardır Kapitülasyonların tutsağı olmuştur. tutturmak, Hamasim sağlamak: bir işi başlayıp sürdürmek: aklına koyup direnmek: hedefe isabet etmek anlamında: bir sayı...: iliştirmek anlamında: cıvata ile: dikiş ile: iğne ile: Bunları bir iğneyle tutturabilir misin? kopça ile: mandalla: perçinle: yapışkan ile: •tutturabildiğine (satmak) •dikiş tutturamamak •makam tutturmak tutucu olmak tutuklamak tutuklanmak Sen tutuklanmak mı istiyorsun? Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz. tutuklatmak Tutuklattığı kişileri hakim neden serbest bıraktı? tutuklu olmak İkisi tutuklu, diğerleri serbest. tutukluk yapmak motor için: tutulmak, tutmasını sağlamak: işlemez olmak: güneş veya ay için: Top bu şekilde tutulmaz. Kollarım tutuldu. Bu gece ay tutulacak. hastalığa yakalanmak: Eşim gripe tutulmuş, yatıyor. Bunlar hummaya tutulmuş. kiralanmak anlamında: Ev tutuldu mu? O, özellikle bu maksad için tutuldu. birine tutkun olmak: kızmak anlamında: Böyle şeylere fena tutulur. kol vs için: moda vs için: Bu şarkı her nasılsa tutuldu. to be a prisoner [prizm]. For centuries the Ottoman State has been the prisoner of the Capitulations [otimtn]. to have smb hold smth. to begin and continue smth. to get smth into one's head to. to hit a target. to hit the mark. to fasten [fa:sin]. to bolt. to sew [sou]. to pin together. Could you pin these together? to clasp. to peg up. to rivet. to glue [glu:]. to charge what the market wi l l bear. to be unable to hold a job. to strike up a tune [tyu:n]. to be conservative [kmsovttiv]. to arrest [irest]. to be arrested. Do you want to get arrested? No one can be subject to arbitrary arrest. to have smb arrested. Why did the judge free the people he had had arrested? to be under arrest. Two of them are under arrest, the others are free [fri:]. to be blocked [blokt]. to cut out. to be held. The ball is never held this way. to be stiff. My arms are stiff. to be eclipsed [eklipst]. The moon will be in eclipse tonight. to be i l l with. My wife is lying ill with flu [laying], to be seized with [si:zd]. They have been seized with fever [fi:vi]. to be rented. Has the house been rented? to be hired [hayid]. He has been hired specially for this purpose. to fall in love with, to get angry at. He gets very angry at such things. to be stiff. to catch on [ke:cj. This song has somehow caught on. tutulmak (bir yeri) 748 yağmur re fırtına için: Dönüşte fırtınaya tutulduk. | birleşikler ve deyimler | Çenen tutulsun! Elle tutulur bir şey yok. İnsan ikrarından, hayvan yularından tutulur. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. bir yeri tutulmak Sırtım tutuldu. Oturmaktan ayaklarım tutuldu. boraya tutulmak boynu tutulmak dili tutulmak Birden dilleri tutuldu! Dehşetten dilim tutuldu. Dili tatulası herif! diliyle tutulmak fırtınaya tutulmak gizli tutulmak Bütün bunlar neden halktan gizli tutuluyor? gribe tutulmak hastalığa tutulmak hummaya tutulmak kapana tutulmak karasevdaya tutulmak kendi ağzıyla tutulmak Sen kendi ağzınla tutuldun. kilit altında tutulmak Burada her şey kilit altında tutuluyor. lodosa tutulmak muaf tutulmak Kimse askerlikten muaf tutulamaz. Asgari ücret, vergiden muaf tutulmalıdır. nefesi tutulmak nutku tutulmak ökseye tutulmak sırtı tutulmak sıtmaya tutulmak soru yağmuruna tutulmak Toplantıda bakan soru yağmuruna tutuldu. sorumlu tutulmak tâbi tutulmak Üç aylık bir idmana tabi tutulacaklar. to get caught in [ko:tJ. On the way back we were caught in a storm. Curse your tongue [ko:s].' There is nothing tangible [te:ncibil]. A man is held fast by his words, and a beast by its headstall. Out of the frying pan into the fire. to be stiff. My back is stiff. My legs are stiff from sitting still. to get caught in a squall [skwodj. to have a stiff neck. to be tongue-tied [tang tayd]. They have suddenly become tongue-tied! to be speechless. We were left speechless in the face of the charges [gaxiz]. to be struck dumb [dam]. / was struck dumb with horror [hon]. May the fellow get struck dumb! to be betrayed by one's own words. to be caught in a storm [ko:t]. to be kept secret [skkrit]. Why are all these kept secret from the people [pi:pil]? to come down with flu. to catch an illness [ke:gj. to catch fever [fi:vi]. to fall into a trap. to be hopelessly in love. to contradict oneself. You're contradicting yourself. to be locked up. Everything is kept under lock here. to sway about like a drunken person. to be exempted from [igzemptid]. Nobody can be exempted from military service. The minimum wage should be exempt from any taxation [te:kseysm]. to have an attack of asthma [e:smi]. to be tongue-tied [tang tayd], to get oneself into a mess. to have a stiff back [be:k]. to get malaria [mile:ryi]. to be bombarded with questions. The minister was bombarded with questions at the meeting. to be held responsible. to be subjected to [sabcektid]. They'll be subjected to a three months training. No one shall be subjected to torture or inhuman treatment [to:ci]. Hiç kimse işkence ve onur kırıcı işlemlere tâbi tutulamaz. İthamlar karşısında dilimiz tutuldu. tutumlu olmak 749 üvey evlat gibi tutulmak yağmurdan kaçarken doluya tutulmak yağmuruna tutulmak (bir şeyin) Dönüşte taş yağmuruna tutuldular. tutumlu olmak tutunmak, asılmak anlamında: Sıkı tutunuz! hır şeye sarılmak anlamında: Etrafta tutunabilecekleri hiçbir şey yoktu. aynı yerde kalmak anlamında: dayanmak anlamında: moda vs için: Bu saç modasının tutunacağını kimse inanmıyordu. | birleşikler ve deyimleri el ele tutunmak iplikle tutunmak Burada hayatımız iplikle tutunuyor. ot tutunmak örtü tutunmak sülük tutunmak tutunacak dalı olmamak Bizim tutunacak dalımız kalmadı. tutuşmak, birbirini tutmak anlamında: ateş almak anlamında: | birleşikler ve deyimleri bahse tutuşmak el ele tutuşmak Öğrenciler el ele tutuşup uzun bir zincir oluşturdular. eli ayağı tutuşmak eli eteği tutuşmak Elim eteğim tutuştu. iddiaya tutuşmak kavgaya tutuşmak lâdes tutuşmak paçaları tutuşmak yanıp tutuşmak (bir şeyle) Kaybolan fırsatlar için yanıp tutuşuyor. Hepsi, ülkelerine bir şey yapmak için yanıp tutuşuyor. Hepsi aynı yurt sevgisiyle tutuşuyor. tutuşturmak, tutuşmasını sağlamak: Az kalsın, binayı tutuşturuyordu, ansızın vermek anlamında: Yaşlı adamın eline bir miktar para tutuşturdum. to be treated unfairly. to jump out of the frying pan into the fire. to be pelted with. On the way back they were pelted with stones. to be thrifty. to hold on. Hold tight! to take hold of. There was nothing around they could have taken hold of. to have a foothold, to withstand, to catch on. No one believed that hair style would catch on. to hold each other by the hand. to hang by a thread [thred]. Our lives here hang by a thread. to remove hair by depilation [depiley§m]. to put on a wrap. to apply leeches to oneself [li:ciz]. to have nothing to rely on. There is nothing left we can rely on. to hold hands, to catch fire [fayi], to bet. to link hands. The students linked hands and formed a long chain [ceyn]. to be in a great fright [frayt]. to become alarmed. I grew much alarmed [ila:md]. to make a bet. to start fighting. to pull the wishbone with someone, to be in a stew [styu:]. to burn with. He is burning with regret for the lost opportunities [opityuinitiz]. They all burn to do something for their country [kantri]. to be inflamed with [infleymdj. They are all inflamed with the same love of country. to set fire to [fayi]. She very nearly set fire to the building. to press into smb's hand. / pressed some money into the old man's hand [prest]. tuvaletini yapmak 750 Eline küçük bir bahşiş tutuşturdum. •kavgaya tutuşturmak •kibritle tutuşturmak tuvaletini yapmak tuzla buz etmek tuzla buz olmak tuzlamak, tuza yatırmak anlamında: turşu için: Tuzlayayım da kokmayasın. tuzlanmak turşu için: tuzlu olmak, tuzu çok olan için: tuzu olan için: çok pahalı anlamında: tuzluca olmak tuzsuz olmak tuzu biberi olmak (bir işin) Bunu, o işin tuzu biberi sayıyoruz. tuzu kuru olmak tükenmek, azalmak anlamında: Şehrin su stoku tehlikeli bir şekilde tükeniyor. bitmek anlamında: Yiyeceğimiz tükenmeden dönsek iyi olur. Tüm doğal kaynaklarımız tükenmektedir, bitkinleşmek anlamında: kalmamak anlamında: Tüm bilinen kaynaklar tükenmiş durumda. Maalesef mum stoklarımız tükendi. kitap için: sona ermek anlamında: Borç vermekle, yol yürümekle tükenir. I birleşikler ve deyimler] Yol yürümekle, borç ödemekle tükenir. Yalancının yalanı tükenmez. Bitmez tükenmez enerji. baskısı tükenmek bitmek tükenmek Ben bittim tükendim. gücü tükenmek kuvveti tükenmek nesli tükenmek Bunların nesli hemen hemen tükendi. sabrı tükenmek Sabrım giderek tükeniyor. yüreği tükenmek , to slip. I slipped a small tip into his hand [slipt]. to set people by the ears. to apply a match to [lplay]. to make one's toilet [toylit]. to shatter [sedi]. to be shattered [§e:tid]. to salt [so:lt]. to pickle in brine [brayn]. (You must be off your head.) to be salted. to be pickled in brine [pikild]. to be salty. to be salted. to be very expensive. to be rather expensive. to be unsalted. to be a necessary addition [ldksin]. We considered it a necessaiy and welcome addition [nesisiri]. to be well off. to run low. The city's water supply is running dangerously low [siplay]. to run out. We'd better go back before our food runs out. All our natural resources are running out. to exhaust oneself [igzo:st]. to be used up [yu:zd ap]. All known reserves have been used up. Unfortunately our stocks of candles have been used up [ke:ndilz]. to be out of print. to come to an end. A journey diminishes by travelling and a debt by paying it. With perseverance anything can get done. One lie calls for another. A never ending energy. to be out of print. to be worn out. I'm just worn out. to be exhausted [igzo:stid]. to be done up. to die out [day]. (They are virtually extinct [vo:culi]). to run out of patience [peygrns], I'm running out of patience. to wear oneself out [we:]. tüketilmek 751 tüketilmek Her yıl bir milyon ton tüketiliyor. bitirmek cmlamındaO Bu zengin kaynaklar da tüketildi. tüketmek, bezdirmek anlamında: bitirmek anlamında: güçsüzleştirmek anlamında: kullanarak harcamak: kurutmak anlamında: [birleşikler ve deyimler] boşuna nefes tüketmek Boşuna nefesini tüketme, dinleyen yok. Boş yere nefesini tüketiyorsun. boşuna nefesini tüketmemek Boşuna nefes tüketme. cevherini tüketmek kendini tüketmek nefes tüketmek Sen bunlarla nefes tüketiyorsun. Bir saatten beri nefes tüketiyor. sabrını tüketmek (birinin) Herkesin sabrını tüketiyorsun. Bu insanlar artık sabrımı tüketiyorlar. sıfırı tüketmek Biz sıfırı tükettik. yüreğini tüketmek tükürmek Burada umumi yerlerde tükürmenin cezası çok ağır. Yere tükürmek burada görgüsüzlük sayılır. Aşağı tükürsem sakalım, yukarı tükürsem bıyığım. *yüzüne tükürmek (birinin) Arsızın yüzüne tükürmüşler, "Yağmur yağıyor" demiş. Rüzgara tüküren, kendi yüzüne tükürür. tükürüklemek Mimlemek tümlenmek tümselmek tüneklemek tünemek tünmek türemek, meydana çıkmak anlamında: Af duyulur duyulmaz, bir gecede evler türedi. türetmek, bir kökten çıkmak anlamında: çoğalmak anlamında: oluşturmak anlamında: yaratmak anlamında: bir kökten çıkarmak to be consumed [kinsyu:md]. One million tons of it is consumed every year. to be drained [dreynd]. These rich resources have been drained too. to tire out [tayi]. to use up [yu:z ap]. to exhaust [igzo:st]. to consume [kinsyu:m]. to drain [dreyn]. to waste one's breath [breth]. Don't waste your breath, no one is listening. You're wasting your breath. to save one's breath. You could save your breath. to be at the end of one's tether. to burn the candle at both ends. to waste one's breath. You're wasting your breath with them. (He's been talking at great length for nothing for the past hour.) to wear out smb's patience [peysins]. You're wearing out everyone's patience. (I'm running out of patience with these people.) to come to the end of one's resources. (We are reduced to the last extremity). to wear oneself out [we:]. to spit. The penalty for spitting in public is very heavy here. It's considered bad manners here to spit on the ground. I'm between the devil and the deep blue sea. to spit in smb's face [feys]. If you spit in his face he'll say it's raining. He who opposes the powerful will be the loser. to wet with saliva [sdayvi]. to complete [kimplid]. to be completed, to rise out [rayz]. to perch [po:§]. to perch. (for night) to fall, to spring up. At the news of the amnesty houses sprang up overnight. to derive from [dirayv]. to multiply [maltiplay], to cause smth to spring up. to produce smth from another, to derive smth from another. Türkçeleşınek 752 Türkçeleşmek Türkçeleştirmek, Türkçeleşmesini sağlamak: yabancı dilden kelimeler için: Türkleşmek Türkleştirmek tütmek, , duman çıkarmak anlamında: dumanı geri vermek: | birleşikler ve deyimleri Baca tüten evden, bereket tüter. Ateş olmayan yerden, duman tütmez. burnunda tütmek Çiftlik, toprak ve ağaçlar burnumda tütüyor. gözünde tütmek Okul ve arkadaşlar gözümde tütüyor. Boğaz ve Haliç gözümde tütüyor. tütsülemek, tütsü yapmak anlamında: dezenfekte etmek: eı ve balık için: *kafayı tütsülemek tütsülenmek, tütsü için: . dezenfekte olmak: et ve balık için: tüttürmek, duman çıkarmasını sağlamak: pipo ve sigara için: *çubuğunu tüttürmek tütünlemek tüylenmek, kuşlar için: diğer hayvanlar için: para sahibi olmak: sakal için: tüyleri diken diken olmak Korkudan tüylerim diken diken oklu. tüymek to become part of the Turkish language, to Turkify [tö:kifay]. to replace foreign words with Turkish ones, to be Turkicized [törkisayzd]. to Turkicize. to smoke [smouk]. to fume [fyu:m]. Where chimney smokes there is blessing. There is no smoke without fire [fayı], to long for. / long for the farm, the land and the trees. to miss. I miss the school and the comrades [komridz]. to yearn [yö:n]. / yearn for the Bosphorus and die Golden Horn. to burn incense [insens]. to fumigate [fyu:migeyt]. to cure [kyu:]. to become tipsy. to be censed [senst]. to be fumigated, to be cured [kyu:d]. to make smth smoke. to smoke a cigarette or a pipe. to smoke one's pipe. to cure by smoking [kyu:]. to grow feathers [fetherz]. to grow a new coat [kout]. to get rich. to start to grow a beard [bi:rd]. (for one's hair) to stand on end. My hair stood on end with fear [fi : ]. to slip away. U dönüşü yapmak ucu bucağı olmamak Ucu bucağı olmayan bir yerdi. ucu ortası belli olmamak ucunda bir şey olmak Bu işin ucunda bir şeyler olmalı. ucuz olmak Ne ucuz ki, bu ucuz olsun? Pahalıdan ucuzu yoktur. Ucuzdur vardır illeti, pahalıdır vardır hikmeti. *sudan ucuz olmak ucuzlamak, fiyat için: Her şey gittikçe ucuzlayacakmış. kolayca elde edilmek: ucuzlatmak, fiyat için: kolayca elde edilir hale getirmek: uç uca gelmek uçkuru gevşek olmak uçkuruna sağlam olmak uçlanmak Bir işe başlamayınca uçlanmaz. uçmak, çok sevinmek anlamında: gaz veya buhar için: hava yolu ile gitmek anlamında: kuş, uçak vs için: renk için: rüzgâr vs için: yok olmak anlamında: | birleşikler ve deyimler] Sebepsiz, kuş bile uçmaz. "Püf!" desen, uçacak. Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdir. Pır diye uçtu. Çalışırken zaman nasıl da uçup gidiyor! benzi uçmak havalarda uçmak to make a U-turn [yu:to:n]. to be vast. It was a vast land. to be at a loss how to tackle a matter. there to be smth at the bottom of a matter. There must be something at the bottom of this. to be cheap [ci:p]. Of course it isn't cheap, what is? Nothing is cheaper than what is expensive. There are good reasons why some goods are not cheap. to be dirt cheap. to cheapen [ci:pin]. It seems everything will get cheaper. to become readily available [tveyhbil]. to lower the price [prays]. to make smth readily available. to be just enough [inaf]. to be dissolute [disilud]. to be chaste [ceyst], to get pointed. A work well begun is half done. to be wild with joy. to volatilize [vohtilayz]. to fly. to fly. to fade [feyd]. to be blown away, to vanish [ve:nisj. There is reason in all things. She's so skinny that you'd think she'd be blown away by a whiff of wind. It's a very desolate place [desileyt]. It whirred away [wrrd]. How time flies when one is working! to turn pale [peyl]. to be in the clouds. uçuklamak 754 havaya uçmak rengi uçmak, kişi için: nesne için: sevinçten uçmak Sevinçten uçuyorum. yardan uçmak yüksekten uçmak uçuklamak uçurmak, uçmasına yol açmak: Uçurtmalarını uçuran yetişkinler vardı. hırsızlık için: hızla götürmek anlamında: kesip ayırmak anlamında: Bu, senin elini uçurur. rüzgâr için: | birleşikler ve deyimleri Deveyi yardan uçuran, bir tutam ottur. arma uçurmak balon uçurmak beynini uçurmak Kımıldarsan, beynini uçururum. haber uçurmak havaya uçurmak Kazanı havaya uçurmak mı istiyorsun? Son geçen birlikler köprüyü havaya uçuracaktır. kellesini uçurmak Böyle bir suç için burada adamın kellesini uçururlar. kuş uçurmamak papaz uçurmak uçurtma uçurmak uçurtmak *kuş uçurtmamak Askerler, bugün kuş uçurtmuyorlar. uçurumun kenarında olmak uçuşmak ufak olmak, boyut için: yaş için: önemsiz anlamında: Sinek ufaktır, ama mide bulandırır. *ufak çapta olmak *ufak tefek olmak önemsiz anlamında: ufalamak ufalmak, küçülmek anlamında: büzülmek anlamında: to blow up. to grow pale, to fade [feyd]. to exult [igzalt]. (I just feel on top of the world.) to fall down a precipice [presipis]. to chase after the impossible [ceys]. to have vesicles on the lips [vesikilz], to fly. There were adults flying their kites [kayts]. to steal [sti:l]. to go very fast, to blow off. It could blow off your hand. to blow away. It's a handful of grass that makes the camel fall down a precipice [presipis]. to carry away the rigging. to fly a trial balloon [bilu:n]. to blow out smb's brain [breyn]. I'll blow out your brain if you move. to send an urgent message [mesic]. to blow up. Do you want to blow up the boiler [boyh]? The last troops to cross will blow up the bridge [brie], to cut off smb's head. Here they cut off a man's head for such a crime [kraym]. not to let a living thing pass unchecked, to have a drinking party, to fly a kite [kayt]. to have smth flown. not to allow anyone to pass through [thru]. (The troops are keeping a sharp look out today.) to be on the edge of disaster [dizarsti]. to fly about. to be small [smod]. to be little. to be insignificant [insigniffkint]. Seemingly insignificant things may cause great annoyance [tnoyins]. to be on a small scale [skeyl]. to be small and short. to be of no importance. to crumble [krambd]. to get smaller, to shrink. ufaltmak 755 ufaltmak uflamak *uflamak puflamak ufunetlenmek, kokuşmak anlamında: irin ve cerahat için: ufunetli olmak uğralamak uğramak, kısa bir süre için bir yere: Bugün mü uğrasak, acaba? Oraya uğramayalım. Biraz sonra uğrayacağını söyledi. Postacı her gün uğrar mı? Evine uğradım, fakat yoktu. Biraz sonra yine uğrarım. Her hafta müşterilerimizden bir ikisine daima uğrarız. Satış elemanımız size salı günü saat onda uğrayacaktır. Bu ay onlara hiç uğramadık. Ürün müdürümüz saat ikide size uğramayı ümit ediyor. Bugün uğrayabilirseniz, bu işi halledebiliriz. Öğleden sonra bana uğrayabilir misin? Yarın mı uğrasam? Size bir iki dakika için uğrayacağım. Gelirken fuara şöyle bir uğradım. Öğleyin uğrayın, bir yerden geçmek anlamında: Sabahleyin uğrar sizleri alırım. Dönüşte birkaç günlüğüne Antalya'ya uğrayacağız. Bakkala uğrayıp ekmeği alırım, maruz kalmak anlamında: Neye uğradığını şaşırdı. liman vs için: Gemi Pire'ye uğramayacak. Karadeniz'de gemi yalnız üç limana uğrar. Gemi izmir'e de uğrar mı? | birleşikler ve deyimleri affa uğramak ahına uğramak (birinin) akamete uğramak akıbetine uğramak (birinin) baskına uğramak başarısızlığa uğramak Böyle bir plan nasıl başarısızlığa uğrar? bozguna uğramak sporda: Takım bir ayda iki defa bozguna uğradı. to reduce in size [sayz]. to say phew [fyu:]. to keep saying phew. to putrefy [pyudrifay]. to get pussy [pasi]. to be full of pus. to sprinkle flour on [flawi]. to call (at) [kod]. / wonder if we should call today. Let's not call there. He said he would call again soon. Does the postman call every day? I called at his home but he wasn't in. I'll call again soon. to call on smb. We always call on one or two of our customers every week. Our salesperson will call on you on Tuesday at ten. We never called on them this month. Our product manager hopes to call on you at two [me:nici]. to drop in/by. If you can drop by today, we can settle the matter. Can you drop by in the afternoon? Shall I drop in tomorrow? I'll just drop in for a minute or two. I dropped in at the fair on my way here. Drop in at noon. to stop by/over. /'// stop by and pick you up. We shall stop over in Antalya on the way back. I'll stop by the grocer and get the bread. to go through [thru]. (He never knew what hit him.) to call. The ship won't call at Pireus. The ship calls only at three ports in the Black Sea. Does the ship touch at Izmir too? to be pardoned [pa:dmd]. to suffer from smb's curses [ko:siz], to come to naught [nod]. to come to the same bad end as smb. to be raided [reydid]. to fail [feyl]. How can such a plan fail? to be routed [rautid]. to sustain a heavy defeat [difid]. The team has sustained a heavy defeat twice in a month. uğramak (bozuntuya) 756 bozuntuya uğramak değişikliğe uğramak Bu tip, uzun yıllar bir değişikliğe uğramamıştır. Bütün yaşayan nesneler değişikliğe uğrar. Fiyatlar her an değişikliğe uğrayabilir. dışarıya uğramak [göz vs.) diliyle belaya uğramak dumura uğramak düş kırıklığına uğramak felâkete uğramak felce uğramak feleğin sillesine uğramak gadire uğramak gazaba uğramak hakarete uğramak Daha önce böyle bir hakarete uğramamıştık. Buraya hakarete uğramak için gelmedim. hasara uğramak Duvarlar çok fena şekilde hasara uğradı. hayal kırıklığına uğramak hezimete uğramak hışmına uğramak (birinin) hüsrana uğramak inkıtaya uğramak kahrına uğramak (birinin) kayba uğramak Büyük liderin ölümüyle Türkiye büyük bir kayba uğradı. kazaya uğramak korktuğuna uğramak Sonunda korktuğuma uğradım. mide fesadına uğramak müruru zamana uğramak sadmeye uğramak taşıt için: saldırıya uğramak İki silahlı kişi tarafından saldırıya uğramışlar. Bugün yine bir kadın orada saldırıya uğradı. sarsıntıya uğramak En fazla sarsıntıya uğrayan bankalardı. sekteye uğramak semtine uğramamak sık sık uğramak sokağa uğramak sükûtu hayale uğramak şaşkınlığa uğramak yenilgiye uğramak zaman aşımına uğramak zarara uğramak Bu işte büyük zarara uğradılar. En fazla çiftçiler zarara uğradı. to be discomfited [diskamfitid]. to undergo change [ceync]. This type hasn't undergone any change for years. to be subject to change [sabcikt]. All living things are subject to change. Prices are subject to change at any moment. to protrude [protru:d]. to suffer for one's thoughtless words. to be atrophied [ednfayd]. to be disappointed. to meet with disaster [diza:sti]. to be paralysed [peirilayzd]. to suffer the blows of fate [feyt]. to be treated cruelly [kru:eli], to fall victim to smb's wrath. to be/get insulted [insaltid]. We had never been insulted in this manner before. I didn't come here to get insulted. to suffer damage [safi]. The walls suffered great damage [demic]. to be disappointed [disipoyntid]. to be routed [rautid]. to incur the wrath of [inko:]. to be greatly disappointed [disipoyntid]. to be interrupted. to suffer at smb's hands [safi]. to meet with a loss. Turkey has met with a great loss in the death of her leader. to meet with an accident [e:ksidmt]. to happen the way one feared [fi:d]. Finally, what I feared most has happened. to get indigestion [indicescin]. to become invalid with time. to receive a shock [risi:v], to be involved in a collision [kilijm]. to be attacked [ite:kt]. They have been attacked by two gunmen. to be assaulted [isodtid]. Today also a woman was assaulted there. to be hard hit. The banks were the hardest hit. to come to a halt. to stop going somewhere. to frequent [frkkwint]. to rush out into the street [ra§]. to be disappointed [disipoyntid]. to become bewildered. to suffer defeat [safi]. to become invalid. to sustain a loss [sisteyn]. They sustained a huge loss over that deal. to be hard hit. The farmers were the hardest hit. uğraşılmak 757 uğraşılmak uğraşmak, çabalamak anlamında: iş edinmek anlamında: kötü davranmak anlamında: Bu adamla niçin uğraşıyorlar? bir şeye karşı...: Bütün hayatım boyunca haksızlığa karşı uğraşıp durdum, yapmaya çalışmak anlamında: Ne kadar uğraştıysak, başaramadık, zamanını bir işe vermek: Şimdiye kadar işsizlikle uğraştık. zorluklar için: Bütün gün bu sorunla uğraşıp durduk. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bir türlü konuyu anlayamıyorum. [ birleşikler ve deyimler] abesle uğraşmak birisiyle uğraşmak Herkes bu zavallı adamla uğraşıyor. eften püften şeylerle uğraşmak işiyle gücüyle uğraşmak Herkes burada kendi işiyle gücüyle uğraşmaktadır. saçmalıklarla uğraşmak uğraştırmak (birisini) uğratmak, duçar etmek anlamında: savmak anlamında: uğramasına sebep olmak: [ birleşikler ve deyimleri bozguna uğratmak O gün Türk ordusu düşmanı bozguna uğrattı. düş kırıklığına uğratmak Beni düş kırıklığına ilk defa uğratmıyor. felce uğratmak Elektrik kesintileri hayatı felce uğratıyor. Bu grev, ihracatı felce uğratacak. hasara uğratmak Temelleri hasara uğratmıştır. hayal kırıklığına uğratmak Bizi çok fena hayal kırıklığına uğrattınız, inşallah bizi hayal kırıklığına uğratmaz. Kötü sonuç beni hayal kırıklığına uğrattı. hezimete uğratmak hüsrana uğratmak Şimdiye kadar takımımız beni hüsrana uğratmadı. sekteye uğratmak to exert [igzod] oneself. to exert oneself [igzod]. to be engaged in [ingeycd]. to pester. Why are they pestering this man? to struggle [stragd]. I've had to struggle against injustice all my life [incastis]. to try to. However hard we tried, we didn't succeed. to deal with [did]. Up to now we've been dealing with the question of unemployment [kwescm]. to grapple with [gre:pil]. We've been grappling with this problem all day long. No matter how hard I try, I can't understand the subject [sabcikt]. to busy oneself with trifles [trayfilz]. to have a down on smb. Everyone is having a down on this poor man. to pass one's time with trifles [trayfiliz]. to carry on one's business [biznis]. Everyone here is carrying on their business as usual. to trifle away one's time [trayfil]. to put smb to a lot of trouble [trabil]. to inflict, to send away, to call smb in. to rout [raut]. The Turkish army routed the enemy that day. to let smb down. It's not the first time that he lets me down. to paralyse [pe:rilayz]. The power cuts are paralysing life. to cripple [kripil]. This strike is going to cripple the exports. to damage [demic]. It must have damaged the foundations. to let smb down. You have let us down badly. I hope he won't let us down. to be disappointed [disipoyntid]. / was disappointed at the poor result. to rout [raut]. to disappoint [disipoynt]. Our team hasn't disappointed me so far. to interrupt. uğuldamak 758 sükûtu hayale uğratmak Bizi hiç sükûtu hayale uğratmamıştır. şaşkınlığa uğratmak Bu garip davranış bizi şaşkınlığa uğrattı. zarara uğratmak zayiata uğratmak uğuldamak, • ses için: kulak için: rüzgâr için: uğurlamak Yüzlerce hayranı onu uğurlamak için havaalanına gelmişti. Bir arkadaşı uğurlamaya gitti. *Uğurlar olsun! *birini kapıya kadar uğurlama uğurlanmak Bu sabah büyük bir kalabalık tarafından uğurlandılar. uğurlu olmak Uğurlar olsun! *ayağı uğurlu gelmek Uğurlu kademli olsun! uğursamak uğursuz olmak *ayağı uğursuz gelmek uhdesinde olmak uhdesinden gelmek ukalâ olmak ukalâlık etmek ukde olmak *içine ukde olmak Bu, içime ukde olmuş. ulamak ulaşılmak Ulaşılması kolay. Oraya nasıl ulaşılır? ulaşmak, varmak anlamında: Ekip, İcaza yerine hâlâ ulaşamadı. Oraya nasıl ulaştınız? Oraya ilk önce siz ulaşmalısınız, erişmek anlamında: Müdüre nasıl ulaşabilirim? Ona şimdiye kadar ulaşamadık. Böyle bir bilgiye çok az kişi ulaşabilir. Öğrenciler kaynaklara ulaşamıyor. Sadece sınırlı birkaç kişi ona ulaşabiliyor. elde etmek anlamında: Bu, bizim ulaşamayacağımız bir şey. to disappoint. He has never disappointed us. to astonish [istonisj. We were astonished at this strange behaviour. to inflict loss. to inflict losses [losiz]. to buzz [baz]. to ring, to roar [ro:]. to see smb off. Hundreds of his fans had come to the airport to see him off [fe:nz]. He has gone to see off a friend. Have a safe trip! to see smb to the door. to be seen off. They were seen off by a huge crowd this morning [hyu.'cj. to be lucky [laki]. Good luck! to bring good luck. May it bring you joy! to regard smth as lucky [laki]. to be of bad omen [oumen]. to bring bad luck. to be the responsibility of. to succeed in a task [sikskd]. to be pedantic [pkdentik], to get pedantic. to be a thorn. to be a source of frustration [frastrey§in]. It's a source of great frustration for me. to join [coyn], to be reached [ri:ct]. (It's easy of access [etkses]). How does one get there? to reach [ri:cj. The team hasn't been able to reach the place of the accident [e:ksidint]. to get. How did you get there? You should get there first. to reach. How can I reach the manager? We haven't been able to reach him so far. to have access [e:kses]. Few people can have access to such information. The students have no access to sources. Only a limited number of people are able to have access to him. to attain [iteyn]. (This is beyond our reach.) ulaştırmak 759 |birleşikler ve deyimleri amaca ulaşmak Amacına adım adım ulaşıyor. bağımsızlığa ulaşmak Bağımsızlığa ulaşıncaya kadar savaşacağız. başarıya ulaşmak Başarıya ulaşmak için tek çıkar yol. gayeye ulaşmak hedefe ulaşmak Bu köhne metodlarla hedefe ulaşanlayız, kerteye ulaşmak Takımın gücü istenilen kerteye ulaştı mı? ulaştırmak, bir şeyi birisine: Bunu onlara ulaştırabilir misin? Onu henüz ulaştıramadık. birini bir yere: Bizi oraya ulaştırabilir mi? Bu yol sizi doğru oraya ulaştırır. Bu yol sahile ulaştırmaz. bir duruma veya seviyeye: Bu, bizi hiç bir yere ulaştırmaz. Bu yöntem bizi başarıya ulaştırır. ulu olmak ululamak ululanmak ulumak ulusallaşmak ulusallaştırmak ulusa! nitelik vermek anlamında: uluslaşmak uluslaştırmak uluşmak ummak Sizi burada görmeyi ummuyordum. Bunu onlardan hiç ummuyordum. Umdukları başarıyı elde edemediler. Sizinle yakında görüşmeyi umuyorum, hesaba katmak anlamında: Bunu hiç ummadık. Bu kadarını da ummuyorduk. | birleşikler ve deyimler [ Yalnız Senden medet umarız. Ummadığın taş, baş yarar. medet ummak İtin ahmağı baklavadan pay umar. uçan kuştan medet ummak to realize one's aim [riyilayz]. She is reaching her aim step by step. to gain one's independence. We shall fight until we have gained our independence fgeynd]. to succeed [siksi:d]. It's the only way to succeed. to reach one's goal [goul]. to reach one's target. We can't reach our target with these antiquated methods [emtikweytid], to reach a certain level. Has the strength of the team reached the desired level [dizayid]? to convey [kinvey]. Could you convey this to them? to communicate [kimyu:nikeyt]. We haven't been able to communicate it yet. to take. Could he take us there? This road will take you straight there. to lead [li:d]. This road doesn't lead to the coast [koust]. to lead. This will lead us nowhere. This method will lead us to success [sikses]. to be great. to exalt [igzodt]. to be extolled [ikstold]. to howl [haul]. to acquire a national spirit [neysmil]. to nationalize [neysimlayz], to confer a nationalistic tone [kinfo:]. to become a nation [neygm]. to form into a nation. to howl together. to expect [ikspekt]. / wasn't expecting to see you here. I never expected this from them. They were unable to get the success they had expected [sikses]. (7 look forward to seeing you soon.) (not) to bargain for [ba:gin]. We didn't bargain for that. That's more than we bargained for. We beg assistance of You alone. It's the insignificant thing that sometimes proves to be most important [pru:vz]. to hope for help [houp]. Only the fools will hope for the impossible. to be ready to accept help from any quarter. umudu olmak 760 umudu olmak Yalanda kabineyi kuracağına umudu var. Görevi tamamlayacaklarına umudum yok. umulmak umur etmek umur etmemek umursamak umursamamak umursanmak umurunda olmak umurunda olmamak En umulmadık zamanda oldu. Uyarılarımızı hiç umursamadılar. Bu konu hiç umursanmadı. Umurunda sanki. Umurumun teki. umut etmek Dünya yıkılsa, umurunda değil. Umurumda değil! Artık hiçbir şey umurlarında değil. Kriz, kimsenin umurunda değil. Doğacak ciddi sorunlar umurlarında değil. Birgün zengin olmayı umut ediyorlar. Ne umuyordun? umutlandırmak Onları boş yere umutlandırmayalım. umutlanmak umutlu olmak umutsuz olmak un ufak etmek un ufak olmak unlamak, una daldırmak anlamında: un serpmek anlamında: *eti unlamak *balığı unlamak sürmek anlamında: unlanmak unmak unulmak unutkan olmak unutmamak Dil yarası unutmaz. Size söylediklerimi unutmayın. Onlara selamlarımı iletmeyi unutma. Kapıyı kapatmayı unutmayın, arı, utanç vs için: Kardeşinin ölümünü hiç unutamıyor. Yitirdiği bankayı bir türlü unutamıyor. to be hopeful. He's hopeful of forming the cabinet soon. I'm not hopeful of them of completing the task. to be expected [ikspektid]. It happened at the most unexpected time. to make a fuss over [fas], not to trouble about [trabtl]. to give heed to [hi:d]. to pay no heed to. They never paid any heed to our warnings. to be considered important [kmsidid]. This matter was never considered important. to care [ke:]. As if he cared [ke:d], / wouldn't care less. He doesn't give a damn [de:m]. J wouldn't care less! They just don't care any longer. No one cared about the crisis [kraysis]. to be heedless of. They are heedless of the serious consequence. to hope [houp]. They hope to get rich one day. to expect [ikspekt]. What did you expect? to raise hopes. Let's not raise their hopes in vain [veyn]. to feel hopeful. to be hopeful. to feel hopeless. to crumble smth. to crumble [krambil]. to dip in flour [flawi], to sprinkle with flour. to sprinkle meat with flour. to dredge [dree], to dredge flour over a fish. to coat with flour [kout]. to be dipped in flour [dipt]. to heal over [hid]. to heal up. The wound inflicted by the tongue doesn't heal. to be forgetful. to bear in mind [maynd]. Bear in mind what I've told you. to remember. Be sure to remember me to them. Remember to close the door. to get over. She never got over the death of her brother. He can't get over the loss of his bank. unutmak 761 unutmak Bu büyük yangını nasıl unutabilecek? Az kaldı unutuyordum. Unutmuş olacak. Telefon etmeyi unutma! Bu iyiliği hiçbir zaman unutmayacağım. Geçmişi unutmaya çalışıyorum. Bize yaptıklarını unutmuşa benziyorsun. Şurasını unutmamak gerek. Neredeyse unutuyordum, rakam, harf vs için: |birleşikler ve deyimleri Unut gitsin! Havada bulut, sen bunu unut. Nerede olduğunu unutuyorsun! Alim unutmuş, kalem unutmamış. akşam yediğini sabah unutmak (bir şeyi) getirmeyi unutmak Sandöviçleri getirmeyi unuttuk. geçmişi unutmak Bu iki topluluk geçmişi unutması gerek. Barış olacaksa, geçmişi unutmalıyız. sayısını unutmak Yazdığımız mektupların sayısını unuttum. unutturmak Allah acısını unutturmasın! unutulmak Çok geçmeden bütün bunlar unutuldu. Unutulup gitti. usanç gelmek usandırıcı olmak usandırmak Çok naz, âşık usandırır. Beklemekten usandım. Bütün gün şikâyetleri dinlemekten usandı. *Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz. *bıkmak usanmak Ben bu işten bıktım usandım. *canından usanmak uslamlamak uslandırmak, aklım hasma getirmek: kötü davranışlardan vazgeçirmek: uslanmak, aklı hasına «elmek: to live down. How will she be able to live down that great fire [fayi]? to forget. / almost forgot. He must have probably forgotten. Don't forget to ring up. I'll never forget this kindness [kayndnis]. I'm trying to forget the past. You seem to have forgotten what he did to us. One shouldn't forget this fact. I almost forgot. to leave out. Forget it! You'll never see it again. You're forgetting yourself. A thing is preserved only when it is written down [prizo:vd]. to be very absent-minded [e:bsmt mayndid]. to leave smth behind. We have left the sandwiches behind. to let bygones be bygones. Both communities must let bygones be bygones. We must let bygones be bygones if we are going to have peace [pi:s]. to lose count of [kaunt]. I've just lost count of the letters we have written. to cause smb to forget. May God spare you a worse sorrow! to be forgotten. All this was soon forgotten. It was completely forgotten. to be bored by [bo:d]. to be tedious [ti:dyis]. to bore [bo:]. Excessive coyness makes a lover weary. to be fed up of. I'm fed up of waiting. to grow weary of [wi:ri]. He has grown weary of listening to complaints all day [kimpleynts]. The gipsy never tires of dancing, the child of playing [cipsi]. to be tired of [tayid]. I'm tired of this affair [ife:]. to be tired of living. to reason [rkzin], to bring smb to his/her senses, to make smb behave [biheyv]. to come to one's senses [sensiz]. uslu olmak 762 davranışlarına düzen vermek: Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. uslu olmak, çocuk için: hayvanlar için: ussalaştırmak usta olmak ustası olmak ustalaşmak usulsüz olmak Bu ödemelerin hepsi usulsüz. uşak olmak utanç verici olmak utandırmak Hepimizi utandırdınız. utangaç olmak Çok utangaçtır, bu soruda yüzü kızarır. utanma hissi olmak utanmak Yaptıklarından utanmalısın. Utanacağım hiçbir şey yapmadım. Bundan utanacak ne var ki? Yaptıklarından utan! ı Bayağı, utanmış gibiydi. Nazilerin yaptıklarından dolayı utanıyorum. bir şey yapmaktan: Böyle sorular sormaktan utanmıyor musun? I birleşikler ve deyimler kendinden utanmak Boyundan utansın! Kendinden utanmalısın! Saçından başından utan! Yüz yüzden utanır. utmak utulmak uvunmak uyandırılmak uyandırmak, uyku için: Bebeği kim uyandırdı? Fitne, uyuyan yılana benzer, uyandırmaya gelmez. hisler için: harekete getirmek: telefonla: | birleşikler ve deyimler | akis uyandırmak alâka uyandırmak ateşi uyandırmak to become well-behaved. He who will not mend by reprimand deserves the stick [dizo:vz]. to be well-behaved [biheyvd]. to be gentle [centil]. to rationalize [re:smdayz]. to be a master craftman. to be an excellent hand at. to become a craftsman. to be irregular [iregyuh]. All these payments are irregular. to be a man servant [so:vint]. to be a shame [seym]. to make smb feel ashamed [i§eymd]. You have put us all to shame [seym]. to be shy [§ay]. She's very shy and will blush at the question. to have a sense of shame. to be ashamed of [iseymd]. You should be ashamed of what you're doing. I've done nothing to be ashamed of. What is there to be ashamed of? Shame on you! He seemed quite ashamed. to blush [bla§]. / blush for what the Nazis did. to be ashamed of doing smth. Aren't you ashamed of asking such questions? At his age, he should be ashamed! to be ashamed of oneself [lfeymd]. You ought to be ashamed of yourself! You ought to be ashamed of your age! It's easier to solve problems when people discuss them face to face. to defeat [difid]. to be defeated. to feel faint [feynt]. to be awakened [lweykind]. to wake up [weyk]. Who woke up the baby? Evil is like a sleeping snake, it's no good awakening it. to excite [iksayt]. to rouse [rauz]. to call smb up in the morning. to set off a reaction [rie:k§m]. to arouse interest [irauz]. to poke up a fire [fayi]. uyanık olmak 763 hayranlık uyandırmak heyecan uyandırmak Haber, şehirde büyük bir heyecan uyandırdı. Proje, ülkede heyecan uyandırdı. ilgi uyandırmak infial uyandırmak kanaat uyandırmak merakını uyandırmak nefret uyandırmak saygı uyandırmak şüphe uyandırmak tebessüm uyandırmak Bakanın cevabı, gazeteciler arasında tebessüm uyandırdı. uyanık olmak, uyanmış anlamında: açıkgöz anlamında: tetikte olmak anlamında: uyanmak, uykudan: Neredeyse uyanır. Çocuklar uyandı mı? O kolay kolay uyanmaz. bilgisizlikten kurtulmak: bitki için: belirmek anlamında: | birleşikler ve deyimler] Arap uyandı. sıçrayarak uyanmak uykudan uyanmak uyarılmak, ikaz edilmek anlamında: Halk, terörist saldırısına karşı uyanık olmaları için uyarıldı. Gelmemem için uyarılmıştım. Ti-şört giymemeleri için uyarılmışlardı, bilgi aktarılmak anlamında: Çete, baskın hakkında uyarılmıştı, gayrete getirilmek anlamında: uyarlamak, uyar duruma getirmek: Bunu sistemimize uyarlayabilir mi? eserler için: Bir Amerikan dizisinden uyarlamışlar. uyarlanmak Bu film, bir Fransız romanından uyarlanmış. Herhangi motora uyarlanabilir. uyarmak, ikaz etmek anlamında: Uyarmasına uyardık, aldırmadı bile. to evoke admiration [e:dmirey§in]. to arouse excitement [iksaytmint]. (The news caused a great emotion in the city [imousrn]). (The project stirred the imagination of the nation.) to arouse interest. to arouse indignation [indigneyfin]. to create a conviction [kinvik§m]. to excite smb's curiosity [kyu:riositi]. to arouse hatred [heytrid]. to command respect [kimarnd]. to arouse suspicion [sispi§in]. to raise a smile [smayl]. The minister's answer raised a smile among the journalists [co:mlists], to be awake [lweyk], to be sharp [§a:p]. to be on the alert [ilo:t]. to wake up. He'll wake up at any moment now. Have the children woken up? He doesn't wake up easily [i:zili]. to awaken to. to start growing, to arise [irayz]. Vve learned my lesson [lo:nt]. to wake up with a start, to wake up from sleep. to be warned [wo:nd]. The public has been warned to be on guard for a terrorist attack [ite:k]. I was warned not to come. They were warned not to wear T-shirts. to be tipped off [tipt]. The gang was tipped off about the raid [reyd]. to be stimulated [stimyuleytid]. to adapt [i:dept]. Can he adapt it to our system? to adapt. They have adapted it from an American series. to be adapted. This film was adapted from a French novel. It can be adapted to any engine [encin]. to warn [wo:n]. We did warn him but he didn't so much as care [ke:]. uydulaşmak 764 Uyarmasına uyardım fakat beni dinlemedi. Sizi, "Bu insanlara güvenmeyiniz." diye defalarca uyarmıştım. Bu hususta sizi uyarmıştık. Sizi bu insanlara karşı defalarca uyardım. hir<şev yapmamaya dair: öğütle yola getirmek: Onu dostça uyarmaya çalıştılar, ama olmadı. gayrete getirmek anlamında: uyandırmak anlamında: gizli bilgi sızdırmak: Birisi onları uyarmış olmalı. uydulaşmak uydurmak, gerçek dışı hikâye vs için: Sen bunu uydurdun, değil mi? Bütün hikâyeyi uydurmuş olmalı. uymasını sağlamak anlamında: Bunu eski makineye uydurabilir miyiz? Yeni kilide uydurmaya çalışıyoruz. kelime ve söz için: | birleşikler ve deyimleri Sağır işitmez, uydurur. adım uydurmak (birine/bir şeye) anahtar uydurmak ayak uydurmak Diğer firmalara ayak uydurmak zorundayız. Bu zengin insanlara ayak uydurmamız imkânsız. hikâye uydurmak işi kitaba uydurmak kitabına uydurmak mazeret uydurmak O gün için bir mazeret uydururuz. özür uydurmak Gitmemek için bin bir özür uydurdu. suç uydurmak tıkırına uydurmak yakıştırıp uydurmak zamana ayak uyduramamak zamana ayak uydurmak uydurulmak (bir şeyi bir şeye) hikâye vs için: uyduruvermek Onu oracıkta uyduruverdi. uygarlaşmak uygulamak Sıkıysa bunu orada uygula! Bunu uygulamak için en iyi zaman. I did warn him but he didn't listen. I repeatedly warned you not to trust these people [trast], to caution [ko:sm]. We have cautioned you about that. I cautioned you time and again against them. to caution smb against doing smth. to expostulate [ikspostyuleyt]. They tried to expostulate with him but in vain. to stimulate [stimyuleyt], to awake [lweyk]. to tip off. Someone must have tipped them off [tipt]. to become a satellite [sertilayt]. to make up smth. You have made it up, haven't you? to invent. He must have invented the whole story. to adapt [ide:pt]. Can we adapt it to the old machine? to fit. We're trying to fit it to the new lock. to coin [koyn]. What a deaf person says is what he thinks he has heard [ho:d]. to keep pace with [peys]. to use a false key [ki : ]. to keep in step with. We have to keep in step with the other firms [fo:mz]. We can't keep pace with these rich people. to make up a story. to manage an affair cleverly [ife:]. to get around the law [lo:]. to think up an excuse [ikskyu:s]. We'll think of an excuse for that day. to invent excuses [ikskyu:siz]. He invented all kinds of excuses for not going. to trump up a charge [ f ax] . to put into good order. to invent smth for the occasion [ikeyjin]. to be behind the time. to keep up with the times. to be fit to. to be made up. to improvise [impnvayz]. She just improvised it on the spot. to become civilized [sivilayzd], to apply [iplay]. Apply this there, if you dare! This is the best time to apply it. uygulanmak 765 Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur. Yardımınız olmadan bu planı uygulayanlayız. *kurallan uygulamak Lüzumunda kuralları zorla uygularız. Bu metodu ilk uygulayan hastanemizdir. uygulanmak Tutuklulara bir tür baskı uygulanıyordu. Bu talimatlar hiç uygulanmamış. Bu kararlar her an uygulanabilir. Bu hükümler tam anlamıyla uygulanamaz. uygun gelmek Cuma bize uygun gelir. Bana uygun gelir. Bu metodun, burada uygulanabileceğini sanmıyorum. uygun olmak, elverişli olmak anlamında: Daire her hususta bize uygun. Yeni program bize çok uygun. Tarihi cumaya değiştirirsek, size uygun olur mu? Bu gübre, her toprak için uygun değildir. Bu tür boya, her yerde kullanılmaya uygun değil. Saat beş uygun mu? Perde için uygun olacağını sanmıyorum. Uygunsa, başlayabiliriz. Bu daireler büro için uygun değil. yaraşmak anlamında: Bu tür konuşmalar seçim günü için uygun değil. Çocuklara uygun olduğunu sanmıyorum. Bu iş genç kızlara uygun değil. Gitmezsek, uygun olur mu? bağdaşmak anlamında: Bu antlaşma ülkenin çıkarlarına uygundur. Partideki bütün bu faaliyetler anayasaya uygundur. to put into execution [eksikyu:sm]. This was the resolution we began to put into execution as soon as we set foot on Anatolian soil [soyl]. We cannot execute this plan without your help. to enforce the rules [ru:lz]. We sliall enforce the rules, if need be. We are the first hospital to introduce this method [intridyus]. to be applied [iplayd]. Some sort of pressure was applied upon the detainees [diteyni:z]. The instructions haven't been followed. to be carried out. These decisions could be carried out at any time. to implement. These provisions can't be fully implemented. to be suitable [syu:tibtl], Friday will be suitable for us. to suit [su:t]. It suits me fine. to be put into practice [pre:ktis]. / don't think this method can be put into practice here [methtd], to suit [su:t]. The flat suits us in every way. The new schedule suits us fine [sedyud]. Would it suit you if we change the date to Friday [fraydi]? to be suitable [syudtbtl]. This fertilizer is not suitable for every soil. This sort of paint isn't suitable for use everywhere [yu:s]. Will five o'clock be suitable? I don't think it will be suitable for curtains. to be convenient [kmvi:nymt]. We can start, if it's convenient. These apartment flats are not convenient for offices [ofisiz]. to be appropriate [tproupriyit]. That kind of talk is not appropriate for an election day [ileksin]. I don't believe it's appropriate for children. to be suited for [sudid]. This job is not suited for young girls. (Will it be all right if we don't go?) to be in accord with [iko:d]. This treaty is in accord with the interest of the country [kantri]. to be in keeping with. All this activity within the party is quite in keeping with the constitution. uygunsuz olmak 766 Bu, anlaşmanın ruhuna uygun değil. Bu hareket, verdikleri sözle uygun değil. fiyat için: Fiyat uygun. mü/ıasip anlamında: ücret vs için oranlı anlamında: Ücret işle uygun olmalıdır. Maaş tecrübe ve yeteneğe uygun olacaktır. uymak anlamında: yiyecek vs için: İthal et, tüketim için uygun değil. I birleşikler ve deyimleri gerçeğe uygun olmak huyu huyuna, suyu suyuna uygun olmak Bunların huyu huyuna, suyu suyuna uygun. işe uygun olmak Bu kızlar bu işe uygun değil. kanuna uygun olmak Bu mevzuat kanuna uygun değil. keseye uygun olmak Şimdi hepsi keseye uygun. planlarına uygun olmak (birinin) Maalesef, planlarımıza uygun değil. usule uygun olmak uygunsuz olmak uykuda olmak mecazi anlamda: bir konu veya bir iş için: uykulu olmak uykusu gelmek Çocukların uykusu geldi. uykusu olmak uykusu hafif olmak uykusuz olmak *Bir haftadır bende uyku durak yok. uymak, ardına düşmek anlamında: iyi ki onlara uymadım, bağlı kalmak anlamında: Herkesin yönetmeliğe uyması gerekiyor. Her iki taraf ateşkese uymamaktadır. En iyisi, emirlere uymaktır. Her isteklerine uymak zorunda mıyız? Anlaşma hükümlerine uymuyorlar. Burada kurallara uymak zorundayız. This isn't in keeping with the spirit of the agreement [lgrirmint]. This action is out of keeping with what they promised [promist]. to be reasonable [rirzmbil]. (The price is right). to be fitting. to be commensurate [kimenfirit]. The pay should be commensurate with the work. Salary will be commensurate with experience and ability. to fit. to be fit for. The imported meat isn't fit for human consumption [kmsampsm]. to be in accordance with facts. to get on well together. They should be able to get on well together. to be suited for [su:tid]. These girls are not suited for this job. to conform to the law [kmfo:m]. These regulations do not conform to the law. to be low in price. All are low in price now. to fall in with.one's plans. Unfortunately it doesn't fall in with our plans [anfo:cmitli]. to conform to the rules [ru:lz]. to be inappropiate [improupriyit]. to be asleep. to be unaware of what is going on. to be on ice for the moment. to be drowsy [drauzi]. to feel sleepy. The children feel sleepy. to get sleepy. to be a light sleeper. to be sleepless. / haven't had a moment's peace for a week. to follow. (It's a good thing I did not listen to them.) to abide [ibayd]. Everyone must abide by the regulations. to comply [kimplay]. Neither side is complying with the cease-fire. The best policy is to comply with the order. Are we obliged to comply with every one of their demands [lblaycd]? They don't comply with the terms of the agreement. to conform [kinfo:m]. We have to conform to the rules here [ru:lz]. uymak (aklına) 767 birbirini tutmak: Söylediği, yaptığı ile hiç uymuyor. Bu beyanat, partinin ideolojisine uymuyor. denk gelmek anlamında: Bu ödemeler, programımıza uymuyor. Bunlar bir türlü uymuyor. Fikirlerimiz daima birbirine uyuyor. Yeni düzenlemeler planlarımıza uymuyor. ölçü için: inşallah bana uyar. Uyuyorsa, al! Anahtarların hiçbiri uymuyor. Korkarım, bunlar ayağıma uymadı, renk vs için: Elbiseme uyacak bir şapka istiyorum. Bu renkler birbirine uymuyor. Kravat, gömleğe uymadı. sayı ve rakam için: Rakamlarınız rapordakilere uymuyor. uygun davranmak anlamında: Merak etmeyin, çevreye kolayca uyacağım. yakışmak anlamında: Bu bana hiç uymadı. {birleşikler ve deyimleri Tedbire takdir uymuyor. Evdeki hesap çarşıya uymaz. aklına uymak bir anı öteki anma uymamak cemaate uymak dakikası dakikasına uymamak bir dediği bir dediğine uymamak bir günü yarınına uymamak günü gününe uymamak harfi harfine uymak Talimatlara harfi harfine uymaları gerek. harfiyyen uymak Biz ne dediysek, ona harfiyyen uyarız. havasına uymak izine uymak kurallara uymak Burada herkes kurallara uyar. Herkes gibi siz de kurallara uymak zorundasınız. mezhebi meşrebine uymamak modaya uymak to be consistent with. What he says isn't consistent with what he does. This declaration is inconsistent with the ideology of the party [aydiolici]. to fit in. These payments do not fit in with our schedule. These don't fit in at all. His ideas all fit in with mine. to suit [syu:t]. The new arrangements don't suit our plans. to fit. I hope it fits me. If it fits you, buy it. None of the keys fit. to be the right size [sayz], I'm afraid they are not the right size. to go with. / want a hat to go with my dress. These colours don't go well together. The tie doesn't go well with the shirt. to check. Your figures don't check with the ones in the report. to adapt oneself to [ide:pt]. Don't worry, I'll easily adapt to the environment. to fit. This doesn't fit me at all. Man proposes God disposes [dispouziz]. a) Not everything works the way one has planned. b) There is many a slip between the cup and the lip. to yield to some temptation [tempteysm], to blow hot and cold. to conform [kmfo:m]. to change one's mind every five minutes. to be very changeable [ceyncibil]. to be very temperamental [tempirirmntil]. to be fickel [fi ki l ]. to comply to the letter. They have to comply with the instructions to the letter. to comply to the letter [kimplay]. We shall comply with what we said to the letter. to fit in with. to follow in the footsteps of. to obey the rules [ru:lz]. Here, everybody obeys the rules. to abide by the regulations [regyuleysmz]. As everyone else you too have to abide by the regulations [ibayd]. to say one thing and do another thing. to keep up with the latest fashion [fe:sin]. uysal olmak 768 nefsine uymak pazar uymamak saati saatine uymamak sözleri birbirine uymamak sözü özüne uymak şeytana uymak tarife uymak Bu, elimizde olan tarife uymuyor. tıpatıp uymak Elbise size tıpatıp uyuyor. yerine uymak zamana uymak Zaman sana uymazsa, sen zamana uy. uysal olmak uysallaşmak uyuklamak uyulmak uyum içinde olmak uyumak, uyku durumunda olmak: Bütün yol boyunca uyudunuz. Az yiyen, az uyur; çok yiyen, güç uyur. Diziyi seyrederken uyumuşum. Yılanın soktuğu uyumuş, aç uyuyamamış. kısa uyku için: Su uyur, düşman uyumaz. Biraz uyursan, iyi olur. uykuya dalmak: işlem görmemek anlamında: '/evresindeki olayları görmemek: | birleşikler ve deyimleri ayakta uyumak derin derin uyumak horul horul uyumak kalıp gibi uyumak leş gibi uyumak mışıl mışıl uyumak ölü gibi uyumak Bütün bu gürültüye rağmen, bebek mışıl mışıl uyuyor. uyumlu olmak uyumsuz olmak uyurgezer olmak uyuşmak, kımıldamaz hale gelmek: Parmaklarım iyice uyuşmuştu, birbirine uymak anlamında: Bu ikisi nasıl uyuşacak? Senin anlattığın onunki ile uyuşmuyor. to conform to one's desire [dizayi]. not to reach an agreement in bargaining, to be impredictable. (for one's words) not to agree with one another. to be sincere [sinsi:]. to yield to temptation. to match the description [diskripçm]. This doesn't match the description we have. to fit exactly. The dress fits you like a glove. to fit in. to keep up with the time. When in Rome do as Romans do. to be docile [dousayl]. to become docile. to doze off [douz]. to be conformed [kinfo:md]. to be in harmony. to sleep [sli:p]. You have slept all the way through [thru]. He who eats little will sleep little, he who eats a lot will have a hard time sleeping. [fell asleep while watching the series. (The pangs of hunger are harder to bear than the pains of a bite [bayt]). Water sleeps but the enemy will not. to take a nap. You'd better take a nap. to go to sleep. to be on ice [ays]. to be unaware of what is going on. to be dead on one's feet [ded]. to be fast asleep. to sleep soundly [saundli]. to sleep like a log. to sleep like a log. to be fast asleep. to sleep like a log. The baby is fast asleep in spite of all the noise [noyz], to be harmonious. to lack harmony [le:k]. to be a sleepwalker. to get numb [nam]. My fingers got thoroughly numb. to get along well with. How will these two get along? to be consistent with. Your story is not consistent with his. uyuşturmak 769 uzlaşmak anlamında: Onlarla uyuşmak zorundayız. Birçok konuda fikirlerimiz uyuşmuyor. uyuşturmak, anlaşmalarını sağlamak: hissedemez duruma getirmek: soğuk vs.den dolayı: ağrı için: uyuşuk olmak uyutmak Onu uyutmak için hikaye okuruz. Bu, beş dakikaya kalmaz sizi uyutacaktır. acı itin hafifletmek anlamında: kandırmak anlamında: uyutmamak Bütün gece bizi uyutmadılar. uyutulmak, uyur duruma getirilmek: kandırılmak anlamında: uyuyuvermek TV seyrederken uy uy uv ermişim. uyuz etmek İnsanları uyuz ediyor. uyuz olmak, hastalığa yakalanmak: sinirlenmek anlamında: uyuzlaşmak, insanlar için: hayvanlar için: uzak olmak, vakııı olmamak anlamında: Burası havaalanına bir hayli uzak. Çok uzaktadır. Gemlik kaç kilometre uzakta? ihtimali az anlamında: [birleşikler ve deyimleri Görünen dağ uzak olmaz. -den uzak olmak Bunlar tatmin edici olmaktan çok uzak. Randıman, beklediğimizden çok uzak. Maç çantada keklik olmaktan çok uzak. Şu anda bütün çocuklar tehlikeden uzaktırlar. gözden uzak olmak Gözden, uzak olan, gönülden uzak olur. hedefinden uzak olmak uzakl aşmak, uzağa gitmek anlamında: otomobille: Katiller beyaz bir araba ile uzaklaştılar. viirüyerek: to come to terms. We have to come to terms with them. We don't see eye to eye on many subjects. to reconcile [rekinsayl]. to anesthetize locally [e:nisthi:tayz]. to benumb [binam]. to deaden [dedin]. to be lethargic. to put smb to sleep. We'll read her a story to put her to sleep. This will put you to sleep in five minutes. to alleviate [ili:vyeyt]. to lull with false hope [lal]. to keep awake. They kept us awake the whole night. to be put to sleep, to be fooled [fudd]. to fall asleep. I fell asleep while watching TV. to irritate [iriteyt]. He irritates people. to have the itch, to become irritated. to get scruffy-looking [skrafi]. to get mangy-looking [meynci]. to be a long way from. It's a long way from here to the airport. It's a long way off. How many kilometres is it to Gemlik? to be unlikely. A mountain that is in sight can't be far away. to be far from. These are far from being satisfactory. The performance is afar cry from what we were expecting [pifo:mtns]. The match is far from being in the bag. All the children are safe from danger at the moment [moumint]. to be out of sight [sayt]. Out of sight, out of mind [maynd]. to be wide of the mark [waynd]. to go away. to drive away [drayv twey]. The killers drove away in a white car. to walk away. uzaklaştırmak 770 gözden: Çocuklar çok fazla uzaklaşmasınlar. bir konudan: Beyler, biz konudan uzaklaşıyoruz, bir şeyden: Git gide prensiplerimizden uzaklaşıyoruz. Keşke bütün bunlardan uzaklaşabilsem! yabancılaşmak anlamında: Giderek bizden uzaklaşıyor. uzaklaştırmak, bir yerden: Çocukları buradan uzaklaştırın. Sizi uzaklaştıramazlar. Onları ekili topraklardan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. görevden: Onu görevden uzaklaştırmayı beceremezler. yabancılaştırmak anlamında: topu kafa ile: uzaksamak uzamak, t uzun duruma gelmek anlamında: uzun sürmek anlamında: Bu iş sabaha kadar uzar. yol vs için: gün veya gece için: Geceler uzuyor. [birleşikler ve deyimleri boyu uzamak dili uzamak ömrü uzamak tıraşı uzamak uzadıkça uzamak Bu iş uzadıkça uzadı. *Saç sefadan, tırnak cefâdan uzar. uzanmak, boylu boyunca yatmak: Yere uzanmış, uyuyordu. Birkaç dakika için kanapeye uzanacağım. alana yayılmak anlamında: Kumsal, göz alabildiğine uzanıyordu, ulaşmak anlamında: Çocukların uzanamayacağı yere koyun. Kedi uzanamadığı ciğere pis der. Duvarda asılı silahına uzanmaya çalıştı. to get out of sight [sayt]. Don't let the children get out of sight. to digress from a subject [sabcikt]. Gentlemen, we are digressing from the subject. to get away. We are getting farther and farther away from our principles [prinsipilz]. / wish I could get away from it all! to get remote [rimout]. He's getting more and more remote from us. to take away from. Take the children away from here. to send away. They can't send you away. to drive away [drayv]. They are trying to drive them away from the cultivated lands. to remove from office [rimu:v]. They can't succeed in removing him from office. to alienate [eyliymeytj. to head away [hed iwey]. to deem unlikely [anlaykli]. to grow longer, to extend. It will extend till morning. to stretch. to draw out [dro:]. The nights are drawing out. to grow tall. to criticize presumptuously [prizamtyu:sli]. to last long. to need a shave [şeyv]. to drag on. This matter has been dragging on for too long. A happy person's hair will grow, but a troubled one's fingernails will. to lie down [lay]. He was lying on the floor asleep. I'm going to lie down on the couch for a few minutes [kauç], to stretch. The beach stretched as fas the eye could see. to reach. Put it out of the children's reach. The fox will say the grapes are sour when it can't reach them. to reach for. He tried to reach for the gun hanging on the wall. uzatmak 771 uzatmak, germek anlamında: Lütfen kollarınızı uzatın. konuşma vs için: Bakan, konuşmasını uzattıkça uzattı. Uzatmayalım! Artık uzatma! süre için: Vizeyi uzatırlar mı? Olağanüstü durumun süresi, üçüncü kez, üç ay için uzatıldı. Yasanın süresi, 50 oya karşı 400 oyla uzatıldı. Film, büyük rağbetten dolayı, bir hafta uzatıldı. uzamasını sağlamak: İddia edildiği gibi ömrü uzatmaz. vermek için: Şekeri uzatır mısınız? Şu tabakları bana uzatır mısınız? bir yere yöneltmek anlamında: IbirleşiMer ve deyimleri ayağını yorganına göre uzatmak Ayağını yorganına göre uzat! bacaklarını uzatmak el uzatmak elini uzatmak Gittiğimiz her yerde dilenciler bize ellerini uzattılar. Şu kavanoza elini uzatabilir misin? dil uzatmak Elini uzatıp, şu kutuyu al. Ona buna dil uzatıyor. kolunu uzatmak lafı uzatmak öbür yanağını uzatmak O öyle öbür yanağını uzatacak tipten biri değil. sakal uzatmak vâdesini uzatmak yardım elini uzatmak uzlaşılmak uzlaşmak ödün söz konusu ise: En iyisi onlarla uzlaşmak. uzlaştırmak ayrılıklar için: Bu iki parti ayrılıklarını uzlaştıramaz mı? uzman olmak Adamlarımız, alanlarında uzmandırlar. Bu gibi şeyler konusunda uzmandır. to stretch (out). Stretch your arms, please. to drag out. The minister dragged out his speech. (Let's come to the point [poynt]). (Cut it short!) to extend. Will they extend the visa? The state of emergency was renewed for three months for the third time [imdxinsi]. to renew [rinyu:]. The act was renewed by 400 votes to 50. to hold over. Because of the great demand, the film is being held over for a further week. to prolong. It doesn't prolong life as claimed. to hold out/to hand out. Could you hand the sugar? Could you hand me out these plates? to extend. to cut one's coat according to one's cloth. (Live within your means [mi:nz]j. to stretch out one's legs. to lend a hand. to hold one's hand out. Everywhere we went, the beggars held out their hands to us [begiz]. Could you hold out your hand for that jar? to reach [ri:g]. Reach your hand there and take that box. to defame [difeym]. He is defaming everyone. to stretch one's arms out. to explain smth at length. to turn the other cheek [ci:k]. He is not the type who would turn the other cheek. to grow a beard [bi:d]. to extend the term. to give a helping hand. to come to an agreement. to come to terms [to:mz]. to compromise [kompnmayz]. The best thing to do is to compromise with them. to reconcile [rekinsayl]. to patch up one's differences [pe:cj. Can't these two parties patch up their differences [difnnsiz]? to be an expert at/in [ekspo:t]. Our men are experts in their fields [fi:ldz]. She is expert at dealing with such things. uzmanlaşmak 772 Bu konuda uzmandır. uzmanlaşmak Daha iki konuda uzmanlaşması gerek. uzun etmek uzun olmak *boyu uzun olmak Kız, bir baş boyu daha uzun. *dili uzun olmak *eli uzun olmak uzun boylu olmak Yaşına göre oldukça uzun boyludur. Uzun boylu olmayı kim istemez? to be a specialist in [speglist]. He is a specialist in this subject [sabjikt]. to specialize in [spe§tlayz]. He has to specialize in two more subjects. to argue at length [a:gyu:]. to be lengthy [lenthi]. to be tall [to:l]. The girl is taller by a head. to be insolent. to be light-fingered [layt fingid]. to be tall. She is quite tall for her age [eye]. Who wouldn't like to be tall? u ücretli olmak Bütün yerler ücretlidir. Giriş ücretlidir. ücretsiz olmak Bu geceki biletler ücretsizdir. Küçük tamirat ücretsizdir. üç kağıtçılık yapmak üçlemek, üçe çıkarmak anlamında: tarlayı üç kez sürmek: üçleşmek üflemek, soluk vermek anlamında: Parmaklarının üzerine üflemeye devam et. mum için: çalgı için: | birleşikler ve deyimleri yoğurdu üfleyerek yemek Çorbadan ağzı yanan, ayranı üfleyerek içer. Üflesen, düşecektim. üflenmek üfürmek, üflemek anlamında: hastaların üstüne üfleyerek tedavi etmek: üleşilmek üleşmek üleştirilmek üleştirmek ülfet etmek ülküleştirilmek ülküleştirmek ülser olmak ümidi olmak Hiç ümidimiz yok. ümit etmek Ümit dünyası bu. Uzun müddet ümit edilen barış bu mu? Ümit ederim, bu sefer haklısın. Hayal kırıklığına uğramadığınızı ümit ederim. to be charged for [ca:cd]. All seats are charged for. (No free admission [ldmisin],). to be free [fri:]. Tonight's tickets are free. to be free of charge [§a:c]. Minor repairs are free of charge. to cheat [fi d]. to triple. to plow a field three times [plau]. to become a trio. to blow on/upon. Keep blowing on your fingers. to blow out. to play. to be overcautious [ouviko:sis]. A scalded cat fears cold water [skoddid]. You could have knocked me with a feather. to be blown on. to blow upon. to cure by breathing on smb [bridhing], to be divided [divaydid]. to share among [§e:]. to be divided among. to share out. to be friends with. to be idealized [aydiyilayzd]. to idealize. to get ulcers [alsiz]. to have hope [houp]. We haven't a glimmer of hope. to hope. Hope never dies [dayz]. Is this the long-hoped for peace? I hope you're right this time. I hope you haven't been disappointed. ümitlendirmek 774 ümitlendirmek ümitlenmek ümitli olmak ümitsiz olmak ümmî olmak ün yapmak ünlemek ünlü olmak Bu, ümit etmediğimiz bir şey. Başaracaklarından ümitli görünüyorlar. Bölge, kaplıcalarıyla ünlüdür. Lâle bahçesiyle ünlüdür. Bu içki, bütün dünyada ünlüdür. üreğen olmak üremek, canlılar için: çoğalmak anlamında: üretilmek *seri olarak üretilmek Bunlar Taiwan'da seri olarak ucuza üretiliyor. Düşük kalite bir yünden üretilir, canlılar için: üretken olmak üretmek, canlılar için: elde etmek anlamında: Beraber, dünya petrolünün yarısını üretiyorlar. Bunlardan haftada kaç tane üretebilirsiniz? Fabrikamız günde 100 çamaşır makinesi üretiyor. *seri olarak üretmek ürkek olmak, ürken kişi için: çekingen anlamında: Bu kadar ürkek olmayın! ürkekleşmek ürkmek Koyunlar neden ürktü? ürkütmek ürpermek Bunlar bir şeyden ürkmüş. Ürkütme tavşanı, aslan edersin. Bizi ürküttün. at için: Atı ne ürküttü? *Aldığı aptes, ürküttüğü kurbağa değmez. Neler olacağından ürperiyorum. to expect [ikspekt]. This is something we did not expect. to fi l l with hope. to be filled with hope. to be hopeful. They seem hopeful of the success. to have no hope. to be illiterate [ilitinf]. to become famous [feymis]. to cry out. to be famous [feymis]. The region is famous for its thermal springs. to be famed [feymd]. It's famed for its tulip garden. This drink is famed all over the world. to be prolific [proulifik]. to reproduce [ri:pndyu:s]. to multiply [maltiplay]. to be produced [prodyu:st]. to be mass-produced. These are cheaply mass-produced in Taiwan. It's produced from low quality wool [wul]. to be bred. to be productive [pndaktiv]. to breed, to produce. Together they produce half the world's petrol [petnl]. to turn out. How many of these can you turn out in a week? Our plant turns out 100 washing machines a day. to mass produce [me:sprodyu:s]. to be fearful [fi:ful]. to be shy [§ay]. (Don't be so chicken!) to get startled. to take fright [frayt]. Why did the sheep take fright? to be frightened of [fraytind]. They were frightened of something. to scare [ske:]. Do not scare a hare or you'll make him a lion. to startle [sta:til]. You startled us. to shy [say]. What made the horse shy? (The gain is not worth the loss.) to shudder [§adi]. I shudder at what would happen. ürpertmek 775 *tüyleri ürpermek ürpertmek Bu işi düşününce ürperiyorum. Bu odada beni ürperten bir hava var. *tüyleri ürpertmek Onu düşünmek bile, tüyleri ürpertmeye yetiyor. ürümek Tüyleri ürperten bir manzaraydı. İt ürür, kervan yürür. üslenmek üst gelmek üstelemek, eklenmek: hastalık için: ısrar etmek anlamında: Gelmek istemiyorlarsa, fazla üsteleme, bir isteği tekrarlamak: üzerinde durmak: Bu konuda fazla üstelemeyin. üstelenmek üstenmek üstesinden gelmek Bu çocukların üstesinden gelebileceğinden eminim. Bu sorunun üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. üstlenmek | birleşikler ve deyimleri masrafı üstlenmek Korkarım, masrafı bizim üstlenmemiz gerekecek. sorumluluğu üstlenmek Bunun sorumluluğunu kim üstlenecek? Birinin, bu sorumluluğu üstlenmesi gerek. yetkileri üstlenmek Ordu, bu sabahtan itibaren tüm yetkileri üstlenmiştir. üstün gelmek üstün olmak Diğer eserlerden çok daha üstündür. *Akıl akıldan üstündür. *Arşa çıkıncaya kadar el elden üstündür. üstüne olmamak Bu işte onun üstüne yoktur. üstüne başına etmek (çocuk için) üstüne fenalık gelmek üstüne yapmak üstünde olmak (for one's hair) to stand on end. When I come to think of it my hair stands on end. to give smb the creeps [kri:ps]. There is an atmosphere in this room that gives me the creeps. to send a cold chill down smb's spine. The thought of it is enough to send a chill down one's spine [spayn]. (It was a hair raising scene [reyzing]. to bark. Dogs bark but the caravan goes through. to set up a base [beys], to defeat [difi:t]. to be added to. to recur [riko:r]. to insist. If they don't want to come, don't insist. to renew a request [rikwest]. to dwell on smth. Don't dwell too much on this matter. to be dwelt upon. to undertake to do smth [anditeyk]. to handle [he:ndil]. I'm sure she can handle these children. to cope with [koup]. / don't think he can cope with that situation [sityuey§m]. to take upon oneself to. to foot the bill [fut]. I'm afraid we shall have to foot the bill. to bear the responsibility [be:]. Who is going to bear the responsibility for this? to bear the blame [bleym]. Someone must bear the blame for this. to assume power. The army has assumed all power since this morning [isyu:md]. to get the better of. to be superior [syu:pi:ryi]. It's far superior to the other works. It pays to consult others. There is always someone superior until one reaches the throne of God. to top everyone in. He tops everyone in this matter. to foul its clothes [faul]. to feel faint [feynt]. to soil one's clothes [soyl]. to be above smth. üstünlüğü olmak 776 Altı yaşın üstünde olmamalıdırlar. Avukat üstümüzdedir. Bu, herşeyin üstündedir. Binbaşı rütbesinin üstündedir. Güneş saat altida gölün üstünde olur. Masanın üstünde değil. Bina bu caddenin üstünde mi? Bayrak daima binanın üstündedir. Işıklar masanın üstünde olmamalı. Arı tam başının üstündedir. Onun üstünde kimse yok. Herhalde ellinin üstünde. Ateşin üstünde ne var? Yatak odası mutfağın üstündedir, bulunmak anlamında: Üstümde hiç para yok. adına kayıtlı anlamında: Ev karısının üstünde. [ birleşikler ve deyimleri *Taş taş üstünde olur, ev ev üstünde olmaz. adı üstünde olmak Adı üstünde, kaplandır. aksiliği üstünde olmak babalan üstünde olmak diken üstünde olmak heyheyleri üstünde olmak üstün üstünde olmak üstünlüğü olmak üstüpülemek üşenmek Sabahleyin yüzünü yıkamaya dahi üşeniyor. üşmek üşümek üşürmek, bir araya toplamak: birinin üstüne saldırtmak: üşüşmek *cinleri başına üşüşmek üşütmek, üşümesine sebep olmak: üşüyüp hasta olmak: Siz fena üşütmüşsünüz. Umarım bu havada üşütmezler. ütmek, ateş üstünde tutmak: alevden geçirmek anlamında: mısırı ateşe tutmak: They must not be above the age of six. The lawyer is above us. This is above everything else. It's above the rank of major [meyci]. The sun is above the lake at six [leyk]. to be on smth. It's not on the table. Is the building on this street? to be on top of. The flag is always on top of the building. to be over smth. The lights shouldn't be over the table. The bee is just over your head. There is no one over him. He's probably over fifty. What's over the fire? The bedroom is over the kitchen. to have on. / have no money on me. to be registered to one's name. The house is registered to his wife's name. You can balance one rock on top of another but you can't get two families to live together. to befit the name. As befits his name, he is a tiger [taygi]. to be perverse [pivo:s]. to have a fit. to be on pins and needles [ni:dilz]. to be very nervous [novis]. to be on the go. to have superiority over. to calk [ko:k]. not to bother oneself to. He wouldn't be bothered to wash his face in the morning [bothid]. to flock to a place. to feel cold. to make people flock to a place, to let (an animal) loose on smb [lus]. to flock to a place, to get furious [fyuryis], to give smb a chill. to catch a cold. You have got a bad cold. I hope they won't catch a cold in this weather. to hold smth over the fire, to singe poultry [sine], to roast com. ütü yapmak 777 ütü yapmak ütülemek, ütü yapmak anlamında: alevde tüylerini yakmak: ütülenmek ütületmek Gömleklerimi ütületmektense, kendim ütülemeyi tercih ederim. ütülmek ütülü olmak ütüsüz olmak üvey evlât muamelesi yapmak üveymek üye olmak üzengilemek üzere olmak (bir şey yapmak) Uçak kalkmak üzeredir. Orada çocuklar açlıktan ölmek üzereler, (ve) siz burada yemekleri çöpe atıyorsunuz. üzerinde olmak, üstünde olmak anlamında: giysi ve ziynet eşyası için: Üzerinde çok güzel kırmızı bir saten elbise vardı. *iyiliği üzerinde olmak Sen onu, iyiliği üzerindeyken istemelisin. üzgün olmak Gecikme dolayısıyla çok üzgünüm. Bunu söylemek zorunda olduğuma üzgünüm. Hepimiz çok üzgünüz. Kızgın olmaktan öte, çok üzgünüm. Üzgünüm, fakat gerçek. üzmek Sen anneni çok üzüyorsun. Kardeşini üzme! Bu haber herkesi üzecek. Bunu söylemek beni çok üzüyor, fakat söylemem gerek. Kimseyi üzmek istemem. Sizi bu kadar üzen ne? üzülmek Evde bulunmayışıma çok üzüldüm. Bunu duyduğuma üzüldüm. Bu halinize çok üzülüyorum. Teklifi kabul edemiyeceğimizi üzülerek bildiririz. Siz ne kadar üzülüyorsanız, biz de o kadar üzülüyoruz. to do the ironing. to iron [ayın], to singe (poultry) [sine]. to be pressed [prest]. to have smth ironed [ayind], / prefer to iron my shirts rather than have them ironed. to be beaten [bi:tm]. to be ironed [ayind]. to be unironed [anayind], to treat smb unkindly [ankayndli], to coo [ku:]. to be/become a member, to spur [spö:]. to be about to. The plane is about to take off. (The children are near to starving over there and you're throwing away food here.) bak: üstünde olmak to have on. She had on a very pretty red satin dress. to be in a good mood. You should ask him for it when he is in a good mood. to be sorry. I'm very sorry about the delay [diley]. I'm sorry to have to say this. to be/feel sad [se:d]. We all feel very sad. I'm much more sad than angry. I'm sorry, but it's true. to worry. You really worry your mother. to bother. Don't bother your brother! to be painful to. This is going to be painful to everyone. to grieve [gri:v]. It grieves me to say this but I have to. to hurt one's feelings. / don't want to hurt anyone's feelings. (What's eating you so much?) to be sorry. I'm very sorry for not being at home. I'm sorry to hear that. I'm really sorry for you. We regret that we are unable to accept the offer. to be upset [apset]. We are as much upset as you are. üzüntü kaynağı olmak 778 O kadar üzülecek bir şey yok. Yok yere üzülmeyin! Üzülme! Bu şekilde ayrılmanıza gerçekten üzüldük. Babanızın vefatını duyduğuma çok üzüldüm. Üzülmenize gerek yok. O kadar üzülmeyiniz! Üzülerek söylemek gerekir ki... üzüntü kaynağı olmak üzüntülü olmak Hepimiz üzüntülüyüz. to be concerned [kinso:nd]. There is nothing to be that concerned about. There is no reason to be concerned. (Cheer up!) to be grieved [gri:vd]. We are really grieved to see you leave like that. I was deeply grieved to learn of the death of your father. to worry. / shouldn't worry. to take it to heart [ha:t]. Don't take it too much to heart! (It's with regret that I have to say...) to be a source of grief [so:s]. to be upset [apset]. We are all upset. V vaat etmek, söz etmek anlamında: Malları zamanında teslim etmeyi vaat ediyorlar. umut etmek anlamında: vaaz etmek vacip olmak vadesi gelmek vadetmek, söz vermek anlamında: Bize iş bulacağını vadetti. umut vermek anlamında: Bu çirkin tartışmanın çok acımasız geçeceğini vadediyor. vaftiz etmek vahim olmak Durumun vahim olduğu söyleniyor. vahlanmak *ahlayıp vahlamak vahşi olmak vahşileşmek vahvahlanmak Burada oturup vahvahlanmak bir şey çözmez. vahy etmek/vahyetmek vakarlı olmak vakfetmek, vakıf durumuna getirmek: adamak anlamında: Kendini bilime vakfetti. Hayatını çocuklarına vakfetti. vâkıf olmak, haberdar olmak anlamında: bilmek anlamında: Bu konuya pek vâkıf değil. vâki olmak Bazen vâki olur. Bu vâki değil. vakitsiz olmak Bu karar vakitsiz oldu. Bu hamle vakitsizdi. to promise [promis]. They promise to deliver the goods on time. to promise. to preach [pri:c]. to be necessary [nesisiri]. to fall due [dyu:]. to promise [promis]. He promised to find us a job. to promise. This ugly debate promises to be merciless [mo:silis]. to baptize [be:ptayz]. to be grave [greyv]. It is reported that the situation is grave. to moan [moun]. to sigh and moan [say]. to be wild [wayld]. to get wild. to groan [groun]. Sitting here groaning won't solve anything. to reveal [rivi:!]. to be dignified [dignifayd]. to endow [indau]. to dedicate [dedikeyt]. He has dedicated himself to science. to devote [divout]. She devoted her life to her children. to be aware of [twe:]. to know. He doesn't know much about this subject. to occur [tkd:]. It does occur sometimes. (That isn't true.) to be ill-timed [iltaymd]. This decision was ill-timed [disijin]. to be premature [premityu:]. This move was premature. vakti olmak 780 vakti olmak Şimdiye kadar çok az boş vaktimiz oldu. Onu düşünecek bol vaktimiz olacak. Alışveriş yapmaya vaktimiz olacak mı? vakti olmamak Bunun için vaktimiz yok. *başını kaşıyacak vakti olmamak vakur olmak vakvak etmek vakvaklamak vals yapmak var/yok, bir yerde yer almak: Arabayı park edecek yer var mı? Elinizde ne var? Hepimiz için bol yer var. Geçiş ücreti olabilir. Orada biri mi var? Orada biri var mı? Sonunda bir özet olması gerek. Her odada sıcak su var. Gömleğinizde bir leke var. içinde ne var, süt mü yoksa? Orada kimse yok. Burada yapılacak birçok şey var. , Burada para namına bir şey yok. İşin içinde iş var. Bunda bir hikmet var. Bundan daha iyisi yok. Bir ihtimal daha var. Öğle yemeğinde ne var? Yemekte çorba ve balık var. Kumarbazlar oldukça, kumar daima olacaktır. sahiplik ve elde olan şey için: Randevumuz yok. Ne gibi seçeneğimiz var? Okumaları yok mu? Susu busu var. Bakayım, bende varsa sana veririm. O para bende olsa, daha ne isterim? Bende yok. Kısmetin varmış, inşallah parası vardır. Varsa pulun, herkes kulun. Yerin kulağı var. Senin işin yok mu? Bundann haberim yoktu. Ateşi var mı? Nesi varmış? Evladın var mı, derdin var. / Ne var ne yok, hepsini aldılar. Üç kızları var. Çakmağı olan var mı? to have time. We've had very little free time up to now. We shall have ample time to think about it. Shall we have time for shopping? to have no time. We have no time for that. to be swamped with work, to be dignified [dignifayd]. to croak [krouk]. to quack [kwe:k]. to waltz [wo:ls], there is/are... Is there anywhere to park the car? What have you got in your hand? There is plenty of room for all of us. There's likely to be a toll. Is there someone there? Is there anybody there? There must be a summary at the end [samrri]. There's hot water in every room. There is a stain on your shirt [steyn]. What is there in it, milk? There is no one there. There are plenty of things to be done here. There isn't a penny here. There is something in all this. There is some reason for this [ ri i zi n] . There isn't anything better. There's one more possibility. What's for lunch [lane]? There's fish and soup for lunch [lang]. As long as there are gamblers, there will be gambling. We haven't got any appointment [tpoyntmint]. What choice do we have [coys]? Can't they read? He has all sorts of things. Let me see, If I have any I'll give you. If I had that money what would I want more? I don't have it. You're fortunate [forcinit]. I hope he has some money. If you have wealth everyone will bow to you. Walls have ears [i:z]. Haven't you any work to do? I had no knowledge of it [nolic]. Has he any fever [fi:vi]? She has what? If you have children you have trouble. They took away whatever we had? They have three daughters [do:tiz]. Has anyone a lighter [layti]? var/yok 781 Onun arkadaşı yok, olamaz da. Bizim de kusurlarımız var. Hiçbir fikrim yok. Gidecek yeri yoktu, mevcut ve\a bulunmak anlamında: Yanlışınız var. Onun bilgiçliği az kişide var. Programda ne var? Zorluk mu var? Allah var! Yalan var, gerçekten yeğdir. Burada bir bozukluk var. Biz daima varız. Ona bir diyeceğiniz var mı? Kaderde varmış! Tugay, oyun içinde bir var, bir yok. Bunda ne gariplik var? Köpek var. Vara "var", yoka "yok" denir. Bunun sonu yok. Kim var orada? Bu dünyada ne zaman adalet olacak? Onun başka bir eşi yoktur. Halk arasında yaygın bir hoşnutsuzluk var. Ankara'ya saat 6.30da tren var. Sizde hiç vicdan yok mu? Var mıymış yok muymuş, göreceğiz. Sıfıra sıfır, elde var sıfır, eylem söz konusu ise: Bunda gülünecek ne var? Övünecek bir şey yok. Artık geri dönüş yok. Sonuçtan kurtuluş yok. Haklı olduklarını ima ettiğim yok. Bunu bilmenin yolu var mı? Bu insanlarla konuşmanın anlamı var mı? Müdahale etmeniz için bir sebep yok. Oynamak ihtiyacı duymayan çocuk, yoktur. Parayı aldıklarına dair delil yok. Ona söz dinletmenin yolu yok mu? Burada bizim yapacağımız bir şey yok. Onun şampiyon olma ihtimali var mı? sayı, miktar, ölçü vs için: Sizde kaç tane var? Yalnız iki aday var. Herkese yeterince var mı? On yaşında var yok. Açılışa daha üç ay var. Saat üçe yirmi var. Buradan oraya beş kilometre var. Binada yedi avukat ve bir doktor var. He has no friends and he can't have any. We have our faults, too [fo:lts]. / haven't the faintest idea [aydiyi]. He had no place to go. You must be mistaken. Few people are as pedantic as he is. What's on the program? Are you having some trouble [trabil]? There's God. There are lies that are preferable to truth. There is something wrong here. You can always count on us [kaunt]. Have you any message for him [mesic]? That is the way it was fated to be [feytidl. One moment Tugay is in the game, another he isn't. What is there unusual about it [anyu:juwil]? Beware of the dog [biwe:]. To the rich, it's yes, to the poor, it's no. There's no end to it. Who is there? When will there be justice in this world? There exists only one of its kind [igzists]. There's a widespread discontent among the people [diskmtent]. There's a train for Ankara at 6.30. Haven't you any feelings? We shall know soon whether there is or not. All this effort has been for nothing. What is funny about it [fani]? There is nothing to be proud of [praud]. There is no going back on it now. There is no escaping the consequence. Vm not suggesting they are right [sicesting]. Is there a way of knowing? Is there any point in talking to these people? There is no reason for you to interfere. There is no child that doesn't feel the need to play. There is no evidence that they took the money. Isn't there a way of making him listen? There is nothing for us to do here. Is there a chance of him becoming a champion? How many do you have? There are only two candidates [kemdideyts]. Is there enough for everyone [inafj? / should say he is about ten. There are still three months for the opening. It's twenty to three. There are five kilometres from here to there. There are seven lawyers and one doctor in the building [bilding]. var etmek 782 ayırım ıçııı: Kitap var, kitap var. Kadın var, ev yapar; kadın var, ev yıkar. Varsa ailesi, yoksa ailesi. Onun için varsa oğlu, yoksa oğlu. I birleşikler ve deyimleri ı Ne var ki... Akıl var, zan var. Aması var. Var mısın? Var yok gibi. Varsa okul, yoksa okul. Ortada fol yok yumurta yok. Kap yok kaçak yok. Ne var? Nesi var? Dahası var. Bundan ötesi var mı? Daha neler neler var.' Beterin beteri var! Maşallahınız var! Bunlarla işimiz var. Bunda bir iş var! Geleceği varsa, göreceği de var. Ölüm var, dirim var. ' Dünya varmış! Dilin kemiği yok ki! Ne varsa dilindedir. Ne var, ne yok? Sakal keçide de var. Pabuç kadar dili var. Her inişin, bir yokuşu vardır. Kuş sütünden başka, her şey vardı. Armudun sapı, üzümün çöpü var. Sırtında yumurta küfesi yok ya! Od yok, ocak yok. var etmek *yoktan var etmek Yoktan var etmek, Allah'a mahsustur. var olmak Bunların var olduğuna hiç inanmıyorum. Düşünüyorum, demek ki varım. | birleşikler ve deyimler | soyunda var olmak Bu, soylarında var. Var olunuz! Himmetiniz var olsun! Bu işte ben varım. Bu işte biz yokuz. Var olsun, yerinde olsun! Bir anda var olan, bir anda yok olur. varaklamak There are books and books. Some women make a home, others wreck one. He lives only for his family. He lives for his son only. However... It's quite clear. Of course, there are drawbacks. I dare you! There's little, if any at all. The school is the only important thing in his life. There is nothing obvious [obviyis]. Bare of the simplest necessity [nisesiti]. What's the matter? What's the matter with him [me:ti]? There is more to come. There can't be anything worse. There are more things to come! It could have been worse! How wonderful of you! These people are a nuisance [nyu:sms]. There is more to this than meets the eye. Just let him come and tiy. One must be ready for any eventuality. What a relief [ r i l i : f ] / People will talk [to:k]. His bark is worse than his bite. What news? A beard is no sign of wisdom [sayn]. He is as impudent as can be [impyudint]. Every ebb has its flow. There was everything you could think of. It's the case offinding fault with everything. He'll break his word, if it suits him. No fire, no hearth [ha:th]. to create [krieyt]. to create smth out of nothing. Only God can create something out of nothing. to exists [igzist]. I don't believe that they ever existed. to be. / think therefore I am. to run in one's blood [blad]. runs in their blood. May you live long! Thank you for your help! Count me in. Count us out. I wish him well but I have no wish to see him! That which is created one moment disappears the next [disipi:]. to gild. varaklanmak 783 varaklanmak vardırmak İşi o hale vardırmamahyız. *ifrata vardırmak Bu işi ifrata vardırmak çok kolay. Bu işi ifrata vardırmayın. *lafi bir yere vardırmak Sen lafı nereye vardırmak istiyorsun? varılmak Bu şekilde hiç bir yere varılmaz. Yanına salavatla varılmaz: huy için: fiyat için: varit olmak Bu varit değil. varlık içinde olmak varlıklı olmak varmak, (ayrıca bak: varmamak) ulaşmak anlamında: Oraya ne zaman varabiliriz? Oraya otobüsle daha çabuk varırsınız. Hepimiz sağ salim vardık. Oraya varır varmaz, size yazacağım. Mektup bir gün içinde oraya varır. Oraya beşe kadar varacağımızı ümit ederim. Havaalanına tam zamanında vardık. Denizde on gün geçirdikten sonra limana vardık. Oraya kazasız belasız varmak istiyoruz. İstasyona saat 5'te varırız. İstanbul'a gece geç saatte varırız. Oraya saat kaçta varır? Koli en geç bir haftada varır. hoş olmayan bir gelişme için: Bütün bunlar neye varacak? Bu, sonunda bir çatışmaya varacaktır. Bizim halimiz neye varacak? belli bir noktaya gelmek: Belirli bir yaşa vardıktan sonra... Bu yılki zararın, milyarlara varacaktır. Netice, söylediklerime varıyor. evlenmek anlamında: Kızı gönlüne bırakırsan, ya zurnacıya, ya davulcuya varır. |birleşikler ve deyimleri Varan beş. Hiç olmamaktansa, varsın geç olsun. Varsın istediğini yapsın. Varsınlar gitsinler. Var, istediğini al. to be gilded. to let smth reach a point. We shouldn't let that matter reach that point. to carry to excess [ikses]. It's very easy to carry it to excess. (Don't overdo it.) to lead up to. What do you want to lead up to? to reach [ri:ç]. (We can't get anywhere like that.) He is very hot tempered. The price is exorbitant [igzo:bitint]. to be likely [laykli]. It's simply not true. to be well-off. to be wealthy [welthi]. to get. When can we get there? You will get there more quickly by bus. We all got there safely [seyfli]. /'// write to you as soons as I get there. The letter will get there within a day. I hope we get there by five o'clock. to reach [ri:ç]. We reached the airport just in time. After ten days at sea we reached port. We want to reach there safely. to arrive [irayv]. We'll reach the station at five [steyşın]. We'll reach Istanbul late at night. What time does it arrive there? The parcel will arrive in a week's time at the latest. to lead [li:d]. What will all this lead to? to end in. This will finally end up in a conflict. What is to become of us? to reach [ri:ç]. After reaching a certain age [sö:tın]. to attain [iteyn]. This year's loss will attain billions. It all adds up to what I said. (for a women) to marry [me:ri]. If you let girls decide who they'll marry, they'll pick either a drummer or a piper. That makes five. Better late than never. Let him do whatever he likes. They might as well go. Take anything you want. varmak (ağzı kulaklarına) 784 Orada helikopterden iğneye varıncaya kadar her şey bulunur. İş olacağına varır. Acele etseniz de iş olacağına varır. ağzı kulaklarına varmak anlaşmaya varmak Onlarla anlaşmaya varmamız gerek. Bu konuda karşılıklı anlaşmaya vardık. Her iki taraf, sonunda anlaşmaya vardı. bilincine varmak bir yere varmak Biz bu şekilde hiçbir yere varamayız. Siz olmasaydınız, bugün hiçbir yere varamazdık. Hükümetin nereye varmak istediğini anlayamıyorum. dili varmak Arkadaşım olduğunu söylemeye dilim varmıyor. dize varmak ere varmak ereğine varmak farkına varmak Askerler bunun farkına varamadılar. Maalesef, tuzağın farkına varamadı. fenaya varmak gayeye varmak gayesine varmak Bu şekilde gayemize varmamız mümkün değil. kanaata varmak Şu kanaata vardım ki, biz çok güçlüyüz. kanısına varmak kanıya varmak Bu kanıya nasıl vardınız? karara varmak Hâlâ bir karara varamadık. Vakit geçirmeden bir karara varmalıyız. kocaya varmak - kötüye varmak künhüne varmak mutabakata varmak Bütün konularda mutabakata vardık. neticeye varmak sonuç çıkarmak anlamında: Hazır olmadığımız neticesine vardım, sonuç elde etmek anlamında: Bu şekilde hiçbir neticeye varamayız. There you can find everything from a helicopter to a needle [ni:dil]. What is fated will happen [feytid]. Even with the speed and haste, things will take their course [ko:s]. to grin from ear to ear [ i : ] . to come to terms [to:mz]. We have to come to terms with them. to reach an understanding [andistemding]. We have reached a mutual understanding on this issue [i§yu:]. to come to an agreement [lgrkmmt]. The two parties have finally come to an agreement [faymli]. to realize [riyilayz]. to get somewhere. We can't get anywhere in this manner [me:m]. But for you, we would be nowhere today. to drive at [drayv]. / don't understand what the government is driving at [gavinmint]. to dare to say. / can't bring myself to say he is my friend. to fall on one's knees [ni:z]. (for a woman) to marry [me:ri]. to attain one's goal [iteyn]. to be/become aware of [iwe:]. The military weren't aware of this. to notice [noutis]. Unfortunately he didn't notice the trap. to end up badly. to succeed [siksi:d]. to attain one's goal [iteyn]. We can't possibly attain our goal in this manner. to come to believe. / have come to believe that we are strong. to come to the conclusion [kmklu:jin]. to reach a conclusion [ri:c]. How did you reach that conclusion? to reach a decision [disi:jm]. We haven't reached a decision yet. to come to a decision. We must come to a decision without any delay. (for a woman) to marry [men], to end up badly. to get to the bottom of a matter [me:ti]. to come to an agreement [lgriimint]. We've come to an agreement on all the issues [i§yu:z]. to come to the conclusion [kinklu:jin]. I've come to the conclusion that we're not ready. to get results [rizalts]. We can't get any results in this manner. varmak (ötesine) 785 ötesine varmak rükûa varmak salimen varmak secdeye varmak sırrına varmak (bir şeyin) sonuca varmak, netice çıkarmak anlamında: İlişkilerin iyiliğe gittiği sonucuna vardım. Sözlerinizden şu sonuca varabiliriz... neticeye ulaşmak anlamında: Bütün bunlar hiçbir sonuca varmaz. sucuda varmak tadına varmak uykuya varmak uzlaşmaya varmak üstüne varmak, baskı yapmak anlamında: Üstüme varma! saldırmak anlamında: istekler için: Lütfen üstüne varmayınız! evli bir erkekle evlenmek: zevkine varmak zirveye varmak Hepsi mesleklerinin zirvesine varmış. varmamak 1 birleşikler ve deyimleri ağzı varmamak Bunu ona söylemeye ağzım varmıyor. bir yere varmamak Bu insanlarla bir yere varamayız. dili varmamak Bunları söylemeye dilim varmıyor. Kardeşim olduğunu söylemeye dilim varmadı. Ona gerçeği söylemeye dili varmadı. eli varmamak Elim varmıyor. eli cebine varmamak varsaymak varsıllaşmak vasatın altında olmak vasıflandırmak vasıflanmak vasıflı olmak vasıfsız olmak vâsıl olmak Onu hakiki varsayıyoruz. Varsayalım ki doğru! Bunların hepsi, vasıfsız. to surpass [so:pa:s]. to bow down one's head during the prayer, with one's palms on one's knees [ni:z], to arrive safe and sound [irayv]. to prostrate oneself in worship [prastreyt], to penetrate the mystery of [penitreyt]. to come to a conclusion [kinklu:jin]. I've come to the conclusion that relations are improving [riley§mz]. to infer [info:]. We can infer from your remarks that... to lead to [li:d]. All this will lead to nothing. to prostrate oneself [prastreyt]. to appreciate fully smth [ipri§iyeyt]. to go to sleep. to reach a compromise [kompnmayz], to keep on at smb. Don't keep on at me! to assault [iso:lt]. to insist. Please don't insist! to get married to a married man. to appreciate [ipri§iyeyt]. to reach the top [ri:c]. They have all reached the top of their profession [pnfesm]. not to have the heart to tell smb [ha:t]. / haven't the heart to tell it to him. to get nowhere. We'll get nowhere with these people. to be unable to bring oneself to say. / can't bring myself to say such things. I couldn't bring myself to say he was my brother. She couldn't bring herself to tell him the truth. not to dare [de:]. I just dare not do it. to be unwilling to spend money. to assume [isyu:m]. We assume it to be genuine [cenyuwin]. to suppose [sipouz]. Suppose it is true! to get rich. to be below average [e:vrric]. to qualify. to be qualified [kwolifayd]. to be qualified. to be unqualified. They are all unqualified. to arrive [irayv]. vasiyet etmek 786 vasiyet etmek vazetmek vazgeçilmek Bu sistemden vazgeçilmelidir. vazgeçirmek Hiçbir şey onu oraya gitmekten vazgeçirmez. Onu bu işten vazgeçirmeye çalışıyoruz. Onu Ağrı'ya gitmekten bir türlü vazgeçiremedik. vazgeçmek, bir şeyi istememek: Hizmetlerinden vazgeçemeyiz. Bu paradan vazgeçmeye niyetim yok. bir şeyi yapmaz olmak: İnşallah bu huydan vazgeçer. Sigara içmekten vazgeçmek o kadar güç mü? bir niyetten dönmek: Yol yakınken, bu fikirden vazgeçelim. Bu projeden vazgeçmek zorundayız. Vazgeçtim. yeniden düşünüp vazgeçmek: Binayı satın alacaktık, fakat sonradan , düşünüp vazgeçtik. Bu çok aptalca bir şey, inşallah bu işten vazgeçersin. | birleşikler ve deyimler] Bu sevdadan vazgeç! davadan vazgeçmek düşüncesinden vazgeçmek Bu saçma düşünceden vazgeçmelisin. hakkından vazgeçmek Ben hiçbir hakkımdan vazgeçmiyorum. Haklı, hakkından vazgeçmez. huyundan vazgeçmek Tırnaklarını yerdi, fakat nasılsa bu huyundan vazgeçti. Huylu, huyundan vazgeçmez. Merak etmeyin, büyüdüğünde bu huyundan vazgeçer. iddiasından vazgeçmek vazıh olmak vazife başında olmak vazife etmek vazife olmak (üzerine) Bu, onların üzerine vazife değil. vazifelendirilmek vazifelendirmek vazifeli olmak, görevli anlamında: nöbette olmak: to wi l l . to preach [pri:c]. to be abandoned [ibe:ndind]. This system must be abandoned. to dissuade [disweyd]. Nothing will dissuade him from going there. to talk smb out of (doing) smth. We're trying to talk him out of it. Somehow we couldn't talk her out of going to Ararat [e:nred]. to dispense with. We can't dispense with their services. I have no intention to dispense with that money [inten§m]. to drop. / hope he will drop that habit. to give up. Is it so hard to give up smoking? to abandon [ibe:ndm]. We should abandon this idea while there is time. We have to abandon this project [projekt], (I've changed my mind.) to think better of. We were going to buy the building but later we thought better of it [tho:t]. That's a silly thing to do, I hope you will think better of it. Give up this idea! to withdraw an action [e:ksin]. to give up an idea. You should give up this foolish idea. to desist from one's right [dizist]. I'm not desisting from any of my rights. He who has some rights can't desist from what is due to him [dyu:]. to grow out of. She used to bite her nails but somehow she grew out of it [yustu]. It's hard to change human nature [neyci]. Don't worry, he'll grow out of it when he grows up. to back down. to be clear [kl i : ]. to be on the job. to care [ke:]. to be one's business [biznis]. It's none of their business [nan], to be entrusted with [intrastid]. to entrust smb with. to be in charge [gax]. to be on duty [dyu:ti]. . vazifeli olmamak 787 vazifeli olmamak vazifesi olmak Bu gece vazifeli değilim. Senin ne vazifen? Onun vazifesi mi? vazifesinden olmak vebali boynuna olmak Vebali boynuna olsun! vecde gelmek veda etmek, vedalaşmak anlamında: Ayrılmadan önce hepimize veda etti. Annene veda et. bir şeyle ilgisini kesmek: Bütün hayallerine veda etmek zorunda kalırsın. Bu işe veda etmek demektir. vedalaşmak Arkadaşlarla vedalaştınız mı? vefa etmek, *sözüne vefa etmek *ömrü vefa etmek Buna hay ah vefa etmedi. vefakâr olmak vefalı olmak vefasız olmak Bu insanların bu kadar vefasız olduğuna inanmazdım. vefasızlık etmek vefat etmek 10 Kasım saat 9'da vefat etti. vehmetmek vehminde olmak Bunlar İngilizce bildikleri vehminde. vekâlet etmek vekil etmek vekil olmak (birine) vekili olmak (birinin) verdirmek Bu eski eve o kadar parayı ona verdiremezsin. *ant verdirmek *telef verdirmek *zâyiat verdirmek verem olmak veremli olmak vergilemek vergilendirilmek vergilendirmek vergisiz olmak verilmek, to be off duty. I'm off duty tonight. to be one's duty. (What's it to you?) What is it to him exactly [igze:ktli]? to lose one's job [lu:z]. to bear the responsibility [be:]. The responsibility is yours. to become ecstatic [ekstetik]. to bid farewell [fe:wel]. Before leaving he bid farewell to all of us. to say goodbye to. Say goodbye to your mother. to bid goodbye. You'll have to say goodbye to all your dreams [dri:mz]. It means bidding goodbye to this business. to bid each other goodbye. (Did you take leave of your friends?) to be true to one's word. to live long enough (to achieve smth.) He didn't live long enough to achieve it. to be faithful. to be loyal [loyil]. to be faithless. / would never have thought these people could be so faithless [tho:t]. to be disloyal, to pass away. He passed away on November the tenth at nine o'clock [pa:st]. to have the illusion that [ilu:jin]. to be under the delusion that. They are under the delusion that they know English [dilyurjin]. to act for smb. to appoint smb as one's representative. to act as deputy for smb. to represent smb. to get smb to do smth. You won't get him to pay so much money for that old house. to make smb promise [promis]. to inflict losses [losiz]. to inflict losses. to get tuberculosis [tyubokyulousis]. to be tuberculous [tyubo:kyuhs]. to assess a tax [tses]. to be taxed [te:kst]. to tax. to be tax-free. verimkâr olmak 788 sağlanmak anlamında: Aşevinde daima yiyecek bir şeyler verilir. Çocuklara ne tür eğitim veriliyor? Pazar günleri tatlı şeyler verilirdi. Konser, körlerin yararına verilecek. Bu meseleye önem verilmiyor. Kazazedelere battaniye ve yiyecek verilecek. Her yarışmacıya bir numara verilecek(tir). iletilmek anlamında: Paket yanlış kişiye verilmiş. para için: Kasabın parası verilmedi. İşçilerin parası ne zaman verilecek? yemek için: Bizde, soğuk yemek olarak verilir. 1 birleşikler ve deyimleri Koşan ata mahmuz verilmez. Arpa verilmeyen at, sopa ile yürümez. adı verilmek (birinin) > Ona büyükannenin adı verildi. Operasyonlara kuş adları verilir. ders verilmek Sanırım onlara iyi bir ders verildi. emanete verilmek Değerli eşyalar emanete verilmelidir. izin verilmek Başka hiçbir yerde böyle bir kargaşaya izin verilmez. Onu kullanmamıza izin verilmez. karar verilmek Buna daha karar verilmedi. Onların imhasına karar verildi. Toplantıda, gitmesine karar verildi. teminat verilmek Asgari fiyat konusunda bize teminat verilmişti. toprağa verilmek verilmiş sadakası olmak Verilmiş sadakan varmış. yetki verilmek verimkâr olmak verimli olmak, randımanlı anlamında: Ziraat daha verimli olmalı, mümbit anlamında: Ovalar son derece verimlidir. yazar için: verimsiz olmak, randıman için: toprak için: to be given. You're always given something to eat at the soup kitchen [su:p]. What sort of education is given to the children? On Sundays we were given some deserts. The concert will be given for the benefit of the blind [blaynd]. No importance is given to this problem. to be provided [privaydid]. The victims will be provided with blankets and food [ble:nkits]. Every competitor will be provided with a number [kimpetiti]. to be given. Apparently the parcel was given to the wrong person [pa:sil]. to be paid [peyd]. The butcher hasn't been paid [buçi]. When will the workers get paid? to be served [sb:vd]. Here it's served as a cold dish. Never spur a willing horse [spô:]. A hungry horse won't be driven with a whip. to be named after. She was named after her grandmother. The operations are named after birds. to be taught a lesson [tod]. / think they were taught a good lesson. to be deposited for safe-keeping. Valuables must be deposited for safe-keeping. to be allowed [llaud]. In no other place is such chaos allowed [keyos]. We aren't allowed to use it [yu:z]. to be decided [disaydid]. That hasn't been decided yet. The decision was given for their destruction. It was agreed at the meeting that he had to go. to be guaranteed [ge:nntid]. We were guaranteed a minimum price. to be buried [berid]. to be fortunate [foiçimt]. You were fortunate. to be vested with the authority to. to be willing to give. to be productive [pndaktiv]. Agriculture must become more productive. to be fertile [fodayl]. The plains are extremely fertile. to be prolific. to be unproductive, to be barren [be:nn]. veriştirmek 789 veriştirmek iki konuşmacı, birbirlerine veriştirdi. *verip veriştirmek vermek, genel anlamda: Vermez olaydım. Bu parayı verse verse, o verir. Vermişsem, ne çıkar? Yiyecek olarak ne varsa, onlara verdim. bağışlamak anlamında: Evi kızına verdi. Parayı hayır kurumuna vereceğiz. Alınız, size veriyorum. düzen/emek anlamında: Bir parti verecekler. elle vermek söz konusuysa: evlendirmek anlamında: hak vs için: Azınlıklara böyle bir hak verilemez. Böyle bir ayrıcalık, daha kimseye verilmedi. içecek ve yiyecek için: Maalesef, buz vermiyorlar, iletmek veya uzatmak anlamında: Yanlış kişiye vermiş olamaz mısın? Bunu size kim verdi? bir şey karşılığı olarak: Size ne kadar veriyorlar? kan için: Herkes kan vermek istiyor, bir şeye mal etmek anlamında: Huysuzluğunu hastalığına veriyorum. Bunu tecrübesizliğine veriyorum. Bunu talihsizliğe veriyor. Başarısını neye veriyorsunuz? ödül vs için: Herhalde ona bir madalya verirler. Ödülü kime verdiler? sayı için: İkişer ikişer veriniz. Kaçar kaçar verelim? Herkese kaçar tane verdiler? teklif olarak: Siz ne veriyorsunuz? teslim etmek anlamında: teker teker dağıtmak: Tanrı sözkonusu ise: Allah, ne muradın varsa, versin! üretmek anlamında: Bu ağaçlar meyve vermez. to vituperate [vaytyurprreyt]. (The two speakers flung words of abuse at each other [ibyu:s].) to give smb a good dressing down. to give. / wish I had never given it. If anyone, he would give that money. If I have given it, what of it? What food I had I gave it to them. to give. He gave the house to his daughter [do:ti]. to donate [douneyt]. We shall donate the money to charity. Here take it, I donate it to you. to give. They're going to give a party. to hand in. to give smb in marriage [me:ric]. to confer [kinfo:]. No such rights could be conferred on the minorities [maynoritiz]. No such privilege was ever conferred on anyone [privilic]. to serve [so:v]. Unfortunately they don't serve ice. to give. Could you have given it to the wrong person? Who gave you this? to give. How much do they give you? to donate [douneyt]. Everyone wants to donate blood [blad]. to put smth down to. / put his bad temper down to his illness. I put it down to his inexperience. to attribute [e:tribyu:t]. He is attributing it to bad luck. What do you attribute his success to? to confer [kinfo:]. They'll probably confer a medal on him. Who did they award the prize to? to give (each). Give two each. How many of these are we giving each? How many did they give each? to offer. What's your offer? to hand over, to hand round, to grant. May God grant you all your wishes! to yield [yi:ld]. These trees don't yield any fruit. vermek 790 I tezlik ve istek bildiren ek f i i l olarak | Yazıver gitsin. Denklemi bir dakikada çözüverdi. Şunu bitiriversene. Biri şu kapıyı kapatıversin. Oraya koyuver. Ya geliverirse? Adım sandıktan çıkıverdi! Ya patlayıverirse? Kesiver! | birleşikler ve deyimleri Allah akıl fikir versin. Allah belasını versin! Allah belanı versin! Allah cezanı versin! Allah dirlik düzenlik versin! Allah dokuzda verdiğini sekizde almaz. Allah düşmanına vermesin! Allah ecir sabır versin! Allah herkesin gönlüne göre verir. Allah ne verdiyse! Allah kolaylık versin! Allah müstahakını versin! ı Allah, ne muradın varsa versin! Allah ömürler versin! Allah rahatlık versin! Allah selamet versin!: yola çıkanlar için: birinden söz ederken: siz bilirsiniz anlamında: Allah, uçmayan kuşa alçacık dal verir. Allah vere! Almadan vermek, Allah'a mahsus. Al gülüm, ver gülüm. Armut ağacı, elma vermez. Az veren, candan verir; çok veren, maldan verir. Alacağına şahin, vereceğine karga. Aldığını veren, bir daha bulur. Elinle ver, ayağınla ara. Bereket versin: iyi dilek olarak: kaza vs için: Bereket versin ki, o sırada binada kimse yoktu. Beş para ver, söylet; on para ver, sustur. Bezi, herkesin arşınına göre vermezler. Beğenmeyen, küçük kızını vermesin. Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış. Just write it and let's not talk about it any more. He promptly solved the equation in a minute. Just finish it up, will you? Will someone shut the door? Just leave it there. What if he pops up? My name popped up from the box [popt]. What if it explodes [iksploud]? Just cut it off! Haven't you got any good sense [sens]? Damn him [de:m].' Plague on you! Goddamn you! May God grant you a quiet and peaceful life! Everyone dies at the predestined time. I wouldn't wish it on my enemy! May God grant you patience [pey§rns]/ God bestowes according to that which is in one's heart. Whatever is at hand! May God help you! May God give him his deserts [dizb:ts]. May God grant you every wish! May God prolong your life! Good night! May God protect you! God bless him! Do as you like. God tempers the wind to the shorn lamb. God grant! Only God will give for nothing in return. It's give and take policy. Pears won't give apples [pe:z]. A small gift comes from the heart and a big one from wealth [welth]. He's quick at collecting but slow at paying. He who pays punctually will borrow easily. You'll run to collect what you've lent. God bless you, many thanks. Fortunately [fo:cimtli]. Fortunately there was no one in the building at that moment [bilding]. Pay him a penny to talk and ten pence to keep quiet. One can't measure things by one's private yardstick [meji]. Nobody has to like what I've done. They placed a gypsy in a position of authority and his first action was to hang his father. vermek (acı) 791 Dünyayı verseler kalmam. Dilenciye hıyar vermişler, eğri diye beğenmemiş. İsteyenin bir yüzü kara; vermeyenin, iki yüzü kara. Parayı veren, düdüğü çalar. Vermedi Mabud, ne yapsın Mahmud. Adama zırnık vermez! Bu adam günahını vermez. Parayı araya değil, paraya vermeli. acı vermek, ağrı için: üzüntü için: Bize verdikleri acıyı unutmadım. açık vermek, gelir gider bakımından: hislerini belli etmek anlamında: eleştiri bakımından: açık bono vermek açık kart vermek Vakıf, bana restorasyon konusunda açık kart verdi. açıktan vermek ağırlık vermek Bu yıl ihracat pazarına ağırlık vereceğiz. ağız ağıza vermek ağrı vermek ağzının ölçüsünü vermek ağzının payım vermek aidat vermek akıl vermek Iş işten geçtikten sonra akıl vermek kolay. akıllara durgunluk vermek aklını başka yere vermek alarm vermek Alarmı kim verdi? alıp vereceği olmamak Bizim onlarla alıp vereceğimiz yok. alıp verememek (biriyle), anlaşamamak anlamında: Onlarla ne alıp veremiyorsun? Ne alıp veremiyor? çekememek anlamında: Bu insanlarla alıp veremediğiniz ne? geçinememek anlamında: Ne alıp veremiyorsun? alıp vermek aman vermek aman vermemek rahat bırakmamak anlamında: anlam vermek Bu sözlere ne anlam verilebilir? anlam verememek Bu davranışına hiçbir anlam veremiyorum. Buna bir anlam veremiyorlar. I wouldn't stay for all the world. Don't look a gift horse in the mouth. It's more embarrassing to refuse than to ask. He that pays the piper calls the tune [tyu:n]. Man proposes, God disposes [dispouziz]. He won't give a farthing! This man is very stingy [stinci]. Don't squander your money, invest it. to give pain [peyn]. to cause sorrow [ko:z]. / haven't forgotten the sorrow they caused us. to have a deficit [defisit], to betray one's feelings. to lay oneself to open criticism. to give smb a blank cheque [ble:nk], to give smb a free hand [fri:]. The trust has given me a free hand with the restoration [restirey§in]. to pay extra [ekstn]. to concentrate [konsintreyt]. We'll concentrate on the export market this year [ma:kit]. to talk face to face [feys]. to hurt [ho:t]. to put smb in his place with a snub [snab]. to give smb a piece of one's mind [maynd]. to pay a contribution [kontribyu:§in]. to give advice [ldvays]. It's easy to be wise after the event [wayz]. to boggle the mind [maynd]. to let one's mind wander. to raise the alarm [ila:m]. Who raised the alarm? to have nothing to do with. We have nothing to do with them. to disagree with [disigri]. What's the problem between you and them? What is it exactly he wants? to be intolerant [intolirint]. What have you against these people? to be on bad terms with [to:mz]. What's the matter with you? to trade [treyd]. to grant quarter [kwo:ti], to give no quarter. to bother [bathi], to make sense of. What can one make of such a declaration? to be unable to make sense of [sens]. I can't make any sense out of his attitude. They can't make anything out of this. vermek (ant) 792 ant vermek ara vermek, devam etmemek anlamında: Tahsiline neden ara verdi? Maalesef, üretime ara vermek zorundayız, oturum için: Oturuma onbeş dakika ara veriyorum, iş ve çalışma için: Bunların ara vermeye niyetleri yok. arka arka vermek arkasını vermek, bir şeye: birine: arkaya vermek ata et, ite ot vermek ateşe vermek, yakmak anlamında: Sarayı neden ateşe vermek istesinler ki? Ormanı ateşe verenler kimler? aşırı telaşa düşürmek: avans vermek, ödeme için: Onlara on bin dolar avans verdik. öndelik için: az az vermek azap vermek acı çektirmek anlamında: üzmek anlamında: Şu zavallı hayvana neden azap veriyorsun? bagaja vermek bağışıklık vermek bahşiş vermek Garsona bahşiş verecek miyiz? baskıya vermek baş başa vermek Baş başa vermeyince, taş yerinden kalkmaz. baygınlık vermek bedel vermek bel vermek sıcaklık veya baskı neticesi: Bu kadar sıcağa karşı, bel verecektir. besini vermek bıkkınlık vermek biçim vermek bilgi vermek Size bu bilgiyi hemen veremeyiz. Size bu konuda ileride bilgi verilecektir. to adjure [ıdcu:]. to discontinue [diskmtinyu:]. Why did she discontinue her studies? Unfortunately we have to discontinue production [pndakşın]. to adjourn [ıcö:n]. I adjourn the meeting for fifteen minutes. to take a break [breyk]. They have no intention of giving a break. to stand back to back. to lean one's back on [li:n]. to rely on smb [rilay]. to join forces [fo:siz]. to give the wrong thing to the wrong person. to set a place on fire [fayı]. Why should they want to set the palace on fire? to set fire to. Who have set fire to the forest? to cause panic [ko:z]. to advance [idva:ns]. We advanced them ten thousand dollars. to give a starting lead [li:d]. to dole out [doul]. to cause pain [peyn]. to give pain [peyn]. to torment. Why are you tormenting that poor animal? to check [çek], to immunize [imyu:nayz]. to tip. Do we tip the waiter? to go to press. to lay one's heads together. Important works can be achieved by collaboration. to bore [bo:]. to pay a fee for exemption from military service [igzempşın]. to sag [se:g]. to buckle [bakıl]. will buckle in such a heat. to feed [fi:d]. to bore [bo:], to give a shape to [şeyp]. to inform. We can't give you this information off-hand. You'll be informed about this later. to acquaint [ikweynfj. I'd like to acquaint you with our methods of working [tkweynt]. We were completely left in the dark about these payments. Size çalışma metotlarımız hakkında bilgi vermek isterim. Bu ödemeler hakkında bize hiçbir bilgi verilmedi. vermek (bir şeyi ...ğine) 793 bir şeyi....ğine vermek Bunu acemiliğine veriyorum. Huysuzluğunu hastalığına veriyorum. Bunu talihsizliğe verdim. bohçasını koltuğuna vermek borcunu vermek borç vermek boş vermek Boş ver! boy vermek boyun vermek bozuntuya vermemek bulantı vermek can vermek Davamız uğrunda can vermeye hazırız. Birçok kişi o tünelde can vermişti. can alıp, can vermek canını vermek cayırtı vermek cepten vermek cesaret vermek cevap vermek Ona layık olduğu cevabı verdim. cevaz vermek Kanunun cevaz verdiği hallerde. ceza vermek para cezası için: çekidüzen vermek kendine çekidüzen vermek: çıma vermek çiçek vermek çiğden vermek davet vermek değer vermek Onun arkadaşlığına çok değer veriyorum. Şiirlerime hiç değer vermezdi. Değer verdiğimiz politikacılardan biridir. dehşet vermek to put smth down to. I put this down to his inexperience. I put his bad temper down to his illness. I put it down to bad luck [lak]. to sack [se:k]. to pay one's debt [det]. to lend. not to bother. (Never mind!) not to give a damn [de:m]. We didn't give a damn and look where it has led us. to grow taller [to:h]. to submit [sabmit], to hide one's displeasure [displeji]. to nauseate [no:siyeyt]. to die [day]. We are ready to die for our cause [ko:z]. Many people died in that tunnel [tanil]. to perish. Fifty tourists have perished in afire at a hotel [perist]. to be in agony [e:gini]. to sacrifice oneself [se:krifays]. to shout threats [§aut]. to pay out of one's own pocket. to encourage [inkaric]. to reply. / gave her a fitting reply. to answer [a:nsi]. Why don't you answer our question [kwescm]? Will someone answer the telephone? I hardly know what to answer. Give these people a straightforward answer [streytfo:wid]. to allow [llau]. In circumstances where the law allows it [sd:kimste:nsiz]. to punish [panisj. to fine [fayn]. to put in order. to tidy oneself up. to throw a hauser up. to flower. to pay money for one's ration [re:§in]. to give a reception [ri:sepsm]. to prize [prayz]. / prize his friendship very highly. to give value [ve:lyu:]. She never gave my poems any value [powimz]. to hold in high esteem [isti:m]. He is one of the politicians we hold in high esteem [politismz]. to spread terror [ten]. Boş vere vere, ne hale geldik! Elli turist bir otel yangınında can verdi. Sorumuza neden cevap vermiyorsunuz? Birisi telefona cevap versin. Ne cevap vereceğimi bilemiyorum. Bu insanlara doğru dürüst bir cevap verin. vermek (delinin eline değnek) 794 delinin eline değnek vermek demeç vermek ders vermek, öğretmek anlamında: azarlamak anlamında: sert bir şekilde yola getirmek: dert vermek Derdi veren, dermanı da verir. destek vermek Ona daima destek vermişimdir. dikkatini vermek dilekçe vermek Valiye dilekçe vermek niyetinde. Bu konuda bir dilekçe vereceğiz. diploma vermek direktif vermek dizginleri birinin eline vermek Siz dizginleri bu adamın eline vermişsiniz. döl vermek düzen vermek eğreti vermek ehemmiyet vermek Bu olaya fazla ehemmiyet vermek yanlış olur. el vermek, yardım etmek anlamında: yetki vermek anlamında: iskambil oyununda: uygun olmak anlamında: El verdiği taktirde. el ele vermek El ele verelim, bu işi bitirelim. elden vermek ele vermek Korkmayınız, biz sizi ele vermeyiz. Giydiği çizmeler onu ele verdi. elini vermek Ona elini veren, kolunu alamaz. emanete vermek Eşyalarınızı emanete veriniz. emek vermek emir vermek Yalnız kaptan, gemiyi terk etmek emrini verebilir. emrine vermek (birinin) encam vermek endişe vermek ere vermek faize vermek falso vermek fasıla vermek to give an opportunity to a harmful person, to make/give a statement [steytmmt]. to teach, to scold. to teach smb a lesson [lesin]. to grieve [gri:v]. The Lord that gives the pain gives also the cure. to give support [sipo:t]. I've always given her support. to give one's attention to [ltensm], to petition [piti§in]. She intends to petition the Governor. to present a petition. We're going to present a petition on this. to confer a diploma [kinfo:]. to give orders [o:diz]. to hand over the reins to [reynz]. You've handed over the reins to this man. to bring forth young. to put smth in order. to lend. to attach importance [impo:tms]. It would be wrong to attach too much importance to this incident [insidint]. to lend a hand. to empower smb to. to give up a trick. to be convenient. If it's convenient [kinvi:nymt]. to work together. Let's work together and finish this task. to hand in. to betray [bitrey]. Don't be afraid, we shan't betray you. The boots he was wearing betrayed him. to give one's hand. Give him an inch and he'll ask for a yard. to deposit [dipozit]. Deposit your things in the left luggage office [lagic]. to labour [leybi]. to order [o:di]. Only the captain can give orders to abandon ship. to put at smb's disposal [dispouzil]. to bring to an end. to bother. to give (a girl) in marriage [me:ric]. to put one's money out to interest, to make a slip, to have a break. vermek (fayda) 795 fayda vermemek Son pişmanlık fayda vermez. ferahİLk vermek fetva vermek Kadı, anlatılışa göre fetva verir. fırsat vermek Bunu, Türkiye düşmanlarına fırsat vermemek için yaptık. Sizi kullanmalarına fırsat vermeyecektiniz. Düşmana fırsat vermeyelim. Bu, onunla tanışmak için bize fırsat verecektir. fiyasko vermek fikir vermek, düşüncesini bildirmek: Fikir vermek istemiyorum, yol göstermek anlamında: Bu, nasıl birisi olduğuna dair bir fikir verecektir. fire vermek fit vermek fiyat vermek Bugün size fiyat veremiyoruz. garanti vermek Grev olmayacak diye garanti veremezler. Gecikme olmayacağına dair bize garanti verdiler. gayret vermek geçit vermek, ırmak için: Her su, geçit vermez. dağ vs için: geri vermek Lütfen, bunu gönderene geri veriniz, eski sahibine...: Topraklar eski sahiplerine geri verilmeyecektir. Bütün sanat eserlerini yasal sahiplerine geri verdiler. gıcık vermek gına vermek Bütün bunlar bana artık gına veriyor. göğüs göğüse vermek görev vermek Bu görevi, daima yeni gelenlere veririz. gözdağı vermek korkutup sindirmek anlamında: tehdit etmek anlamında: to be useless [yu:slis]. Regret is futile [fyu:tayl]. to give relief [rili:f]. to give a decision (on a matter of Canon Law.) The decision of the judge will depend on the way the case is presented [disijin]. to play into the hands of. We did it so as not to play into the hands of the enemies of Turkey. You shouldn't have played into their hands. to give an opportunity [opityumiti]. Let's give no opportunity to the enemy. It will give us the opportunity to make his acquaintance [lkweyntins]. to end in failure [feylyi]. to express one's opinion [ipinyin], / don't want to express any opinion. to give an idea [aydiyi]. This will give you an idea of what sort of person he is. to suffer wastage [safi]. to incite smb against another [insayt]. to quote a price [kwout]. We can't quote you a price today. to give a guarantee [ge:nnti:]. They can't give a guarantee that there will not be a strike [strayk]. They have guaranteed us that there will not be any delay [diley], to encourage [inkanc], to be fordable [fo:dibil]. Not every water is fordable. to be open, to give back. The best thing to do is give it back. Why else should they send it back? to return [rito:n]. Please return this to the sender. to restore [risto:]. The land will not be restored to their previous owners [prkvyis]. They have restored all the works of art to their rightful owners. to tickle one's throat [tiki!]. to pall on smb [po:l]. All this palls on me. to embrace [imbreys]. to assign a task [isayn]. We always assign this task to the new-comers. to intimidate. to threaten [thretm]. olmayacağına dair bize garanti verdiler. Her su, geçit vermez. iyisi mi, geri vermek. Başka neden geri versinler ki? vermek (güç) 796 güç vermek gün vermek güven vermek Bu firma, bize bu konuda güven vermiyor. güvence olarak vermek güvence vermek Polis, bu konuda bize güvence vermelidir. güven oyu vermek haber vermek bildirmek cudamında: Size haber verecektim. Bize neden haber vermediniz? kötü haber için: Haberi ona kim verecek? ulaştırmak anlamında: Kim onlara haber vermiş? Size muhakkak haber verilecektir. Birileri baskın hakkında haber vermiş olmalı. tebliğler için resmi yoldan: , En yakın karakola haber veriniz. hak vermek hakkım vermek (birinin) Hakkını vermek gerekirse... Hakkını vermek gerekirse, ilk önce kabul etmedi. halel vermek haraç vermek hararet vermek hasar vermek Bu, davamıza büyük hasar verecektir. hava vermek, hava ile şişirmek anlamında: etkileyici bir nitelik için: Nostaljik bir hava veriyor, akciğerlere hava doldurmak: hayat vermek hesap vermek, sorumluluğunu yüklenmek: Sarfedilen paranın hesabanı vermelidirler. Birisi farkın hesabını vermeli. Biri, bütün bunların hesabını verecektir. Personel kime hesap vereceğini şaşırmış durumda. sebebini açıklamak anlamında: hız vermek hissini vermek huzur vermek to brace [breys]. to appoint a day [lpoynt]. to inspire confidence [inspayi]. This firm doesn't inspire us any confidence on this matter [konfidms]. to pledge [plec]. to reassure [rkisu:]. The police should reassure us about this matter [me:ti]. to give assurance [i§u:nns]. He is ready to give you the necessary assurance [nesisrri]. to give a vote of confidence [vout]. to let smb know [nou]. I was going to let you know. Why didn't you let us know? to break the news [breyk]. Who is going to break the news to her? to inform. Who has informed them? You'll surely be informed. Someone must have tipped them off about the raid [tipt]. to notify [noutifay]. Notify the nearest police station. to acknowledge smb to be right [e:knolic]. to do justice to [castis]. To do her justice... to give smb their due [dyu:]. To give him his due, he first refused. to cause harm [ko:z]. to pay extortion [iksto:§m]. to make smb thirsty [tho:sti]. to do damage [dermic]. It'll do great damage to our cause [ko:z]. to fi l l smth with air. to give air. It gives a nostalgic air. to aerate [eyireyt]. to breathe life into [bri:th]. to account for [lkaunt]. They should account for the money spent. Someone must account for the discrepancy. to answer for [a:nsi]. Somebody is going to answer for all this. The staff is at a loss as to who they are answerable to [amsinbil]. to give an explanation [eksplmeysm]. to speed smth up. to give the impression. to bring peace and comfort [kamfit]. Size gerekli güvenceyi vermeye hazır. vermek (hüküm) 797 hüküm vermek Hüküm vermek için daha erken. Bu aşamada onun hakkında hüküm vermek doğru olmaz. acele hüküm vermek: Acele hüküm vermiyor musun? görünüşe göre hüküm vermek: insan, görünüşe göre hüküm vermemeli, önceden hüküm vermek: Raporu okumadan önce hüküm vermeyin, peşin hüküm vermek: bir suçluyu mahkûm etmek: ıstırap vermek ışık vermek Mum, dibine ışık vermez. icara vermek icraya vermek ifade vermek iğreti vermek ihtimal vermek Buna pek ihtimal vermiyorum. ihtiyaca cevap vermek Bunun, ihtiyacımıza cevap vereceğini sanmıyorum. ilân vermek Basına ilân vermeliydiniz. ilham vermek imkân vermek Her yere seyahat etmene imkân verecek. Bu kurs, onlara şahsiyetlerini geliştirme imkânı veriyor. imtihan vermek ipucu vermek isim vermek ismini vermek Ona büyükbabasının ismini verdik. istida vermek istifasını vermek istifasını vermek zorunda kaldı. istikamet vermek i yi sonuç vermek İnşallah herkes için iyi sonuç verir. izahat vermek izin vermek Kimsenin kanuna karşı gelmesine izin veremeyiz. Bu müessif olayı anlatmama izin verin. Burada kumar oynamalarına izin veremem. to judge [cac]. It's still early to judge. to pass judgement [cacmrnt]. It isn't right to pass judgement upon him at this stage [steyc]. to jump to conclusion [kinklu:jin]. Aren't you jumping to conclusion? to judge from appearances [rpkrinsiz]. One shouldn't judge from appearances. to prejudge [prixac]. Don't prejudge the report before reading it. to be prejudiced [precudist]. to pass sentence [sentins]. to make smb suffer [safi]. to give light [layt]. One often helps others yet neglects one's own. to lease [Iks]. to take smb to court [ko:t]. to give evidence [evidms]. to lend. to deem it likely. / don't think it likely. to answer smb's need [a:nsi]. / don't think it'll answer our need. to advertise [e:dvirtayz]. You should have advertised in the press. to inspire [inspayi]. to enable [ineybil]. It will enable you to travel everywhere. to give the opportunity [opityumiti]. It will give you the opportunity to finish your studies there. This course gives them the opportunity to develop their personalities [posinerliti]. to pass an examination [igze:miney§in]. to give a clue [klu:]. to name [neym]. to call smb after. We called him after his grandfather. to give a petition [pitism]. to submit one's resignation [rezigney§m]. He felt obliged to submit his resignation. to assign a direction [isayn]. to work out well. / hope it'll work out well for everyone. to give some explanation [ikspleneygin], to allow [llau]. We can't allow anyone to defy the law. Allow me to relate this deplorable incident. I can't allow them to gamble here. to permit [pimit]. Why aren't they permitted to stay? to tolerate [tohreyt]. / can't tolerate such behaviour in the team. Kalmalarına neden izin verilmiyor? Takımda böyle davranışlara izin veremem. Orada tahsilini bitirmene imkân verecektir. vermek (kabak tadı) 798 Gitmenize izin vermezler. Özel hayatınıza karışmalarına izin vermeyiniz. Bunu yapmalarına izin vermem. Buna katiyyen izin vermem. resini ve yasa! işlemler için: Polis böyle bir toplantıya izin vermez. kabak tadı vermek Bana kabak tadı veriyor. kaçamak cevap vermek kafa kafaya vermek Kafa kafaya verirsek, meseleleri çözümleyebiliriz. kan vermek kanıtı olarak vermek karar vermek Karar vermek ona bağlı kalmış. Buna sonra karar veririz. Karar veremiyorum. Ben kararımı çoktan verdim. Hâlâ karar vermiş değil. bir şeyi yapmamaya karar vermek: , Demek çiftliği satın almamaya karar verdin, acele karar vermek: görünüşe göre karar vermek: İnsanların görünüşlerine göre karar veriyor, lehinde karar vermek: mahkeme karan için: Mahkeme, bu iki davada aleyhimizde karar verdi. Mahkeme, bakanlığın müdahale etme hakkı olmadığına (dair) karar verdi. karşılık vermek Öğrenciler öğretmenlerine bu şekilde karşılık vermeliler. Ne yazık ki, karşılık verme huyu var. Sen öğretmenlerine nasıl karşılık verirsin? kasvet vermek kaygı vermek Kaygı verecek bir durum yok. kaza süsü vermek keder vermek kendine çekidüzen vermek kendine...süsü vermek Kendine banker süsü verip bizi kandırdı. kendini (bir şeye) vermek kendini içkiye vermek Boşanmasından sonra kendini içkiye verdi. kendini işine vermek to let. They won't let you go. Don't let them interfere in your private life [prayvit]. / won't let them do that. (I'll have none of it.) to authorize [o:thirayz]. The police will not authorize such a meeting. to pall [po:l]. It palls on me. to quibble [kwibil]. to put one's heads together. // we put our heads together we can find a solution to the problems [silyu:§m]. to donate blood [douneyt], to give as a pledge of [plec]. to decide [disayd]. It's up to him to decide. (We'll see about that later.) to make up one's mind [maynd]. / can't make up my mind. I've made up my mind long ago. She hasn't made up her mind yet. to decide against doing smth [lgeynst]. So you've decided against buying the farm. to jump to conclusion [kinklu:jin]. to judge by appearances [ipi:nnsiz]. He judges people by appearances. to decide in favour of. to rule [ru:l]. The court ruled against us in these two cases [keysiz]. The court ruled that the ministry had no right to interfere. to answer back [a:nsi]. The students should not answer back to their teachers in this manner. Unfortunately she has the habit of answering back. to talk back to. How can you talk back to your teachers? to depress [dipres]. to cause anxiety [emgzayiti]. There is no cause for anxiety. to pass off as an accident [e:ksidmt]. to grieve [gri:v]. to pull oneself together. to pass oneself as. He passed himself as a banker and fooled us. to devote oneself to [divout]. to give oneself to drinking. She gave herself to drinking after her divorce. to apply oneself to one's work [lplay]. vermek (kendini iyice) 799 kendini iyice (bir şeye) vermek Her şeyi unutup, kendini iyice sınava vermelisin. kendini spora vermek keyif vermek kıvanç vermek kıymet vermek Dostluğunuza büyük kıymet veriyoruz. Biz, böyle şeylere kıymet vermeyiz. kız alıp vermek kız vermek kilo vermek Sen epey kilo vermişsin. kiraya vermek ev ve oda için: ev, araba vs için: Burada şezlong kiraya veriyorlar mı? Bu gibi videoteypleri kiraya vermezler. Ağzını kiraya mı verdin? kocaya vermek koltuğa vermek koltuk vermek komut vermek konferans vermek Profesör neyin üzerine konferans verecek? konser vermek korku vermek kulak vermek Hükümet, Koç'un söylediklerine kulak vermelidir. kurban vermek kuvvet vermek kuyruğu ele vermek lezzet vermek, tat için: zevk için: mahal vermemek mahkemeye vermek malûmat vermek mana vermek yanlış mana vermek: mana verememek Bütün bunlara pek bir mana veremiyorum. manevi destek vermek meme vermek Ağlamayan çocuğa meme vermezler. mercimeği fırına vermek metelik vermemek meydan vermek meydan vermemek meyil vermek, eğiklik sağlamak: gönül vermek: to concentrate on [konsmtreyt]. You should forget everything and concentrate on your exam [igze:m]. to give oneself up to sport. to give pleasure [pleci]. to please [pli:z]. to give value [ve:lyu:]. We give a high value to your friendship. We give no value to such things. to intermarry. to give a girl in marriage [me:ric]. to lose weight [weyt]. You've lost a lot of weight. to let. to rent out. Do they rent out deckchairs here? to hire out [hayi]. They don't hire out such videotapes. Why aren't you speaking? to marry off [me:ri]. to give the bride to the groom [brayd]. to flatter smb to his face [feys]. to issue a command [işyu:]. to lecture [lekçı]. What will the professor lecture on? to give a concert [konsit]. to terrorize [tenrayz], to listen to. The government would do well to listen to what Koç has to say. to lose casualties [ke:jyu:ltiz]. to strengthen. to be caught by the tail [ko:t]. to give flavour to [fleyvi], to give pleasure [pleji]. not to give rise to [rayz]. to bring to justice [castis]. to supply information [siplay], to make sense of. to misinterpret [misintö:prit]. to be unable to make sense of. / don't know what to make of all this. to give moral support [sipo:t]. to suckle [sakil]. One can't obtain anything without asking. to fall in love with. not to give a damn [de:m]. to give an opportunity [opityu:niti]. not to give a chance [cams] to. to give an inclination [inklineyşm]. to give one's heart to [ha:t]. vermek (meyve) 800 meyve vermek Bu ağaçlar sonbaharda meyve verir. Bu yıl ağaçlar çok az meyve verdi. misal vermek mola vermek, yolculuk için: çalışma için: Mola vermenin zamanı geldi. moral vermek mühlet vermek müjde vermek mükâfat vermek mülakat vermek nabzına göre şerbet vermek namus sözü vermek narkoz vermek nasihat vermek nefes vermek nihayet vermek nispet vermek nişan vermek not vermek, sınav için: değer üzerinde kanıya varmak: notunu vermek (birine) numarasını vermek (birinin) nutuk vermek oğul vermek olanak vermek omuz vermek, omuzla dayanmak anlamında: destek vermek anlamında: omuz omuza vermek onur vermek ortalığı telâşa vermek ortalığı velveleye vermek oy vermek Birçok seçmen saat beşte hâlâ oyunu vermemişti. Oyumu hiçbir adaya vermeyeceğim. lehte oy vermek: aleyhinde oy vermek: oyun vermek ödül vermek ödün vermek ödünç vermek Kitaplarımı ödünç vermekten nefret ederim. Bu kadar parayı sana ödünç veremem. öğüt vermek Bu, size verebileceğim en iyi öğüttür. ölçü vermek ölçüsünü vermek (bir şeyin) to bear fruit [be:]. These trees bear fruit in autumn [o:tim]. The trees have given very few fruit this year. to give an example [igzarmpil]. to stop for a rest. to take a break. It's time we took a break. to cheer smb up [ci:]. to grant a delay [diley]. to give smb a piece of good news. to give a reward [riwo:d]. to give an interview. to treat people in a way that pleases them. to give one's word of honour [oni]. to narcotize [na:kotayz]. to give smb some advice [ldvays]. to breathe out [bri:th]. to put an end to. to do or say smth out of spite [spayt]. to confer a decoration on [kmfo:]. to mark [ma:k]. to sum smb up [sam]. not to think much of smb. to size smb up [sayz]. to make a speech [spi:cj. (for a swarm) to start a new colony. to enable [ineybil]. to push with the shoulder [§ouldi]. to help. to work shoulder to shoulder, to honour [oni]. to cause alarm and confusion [kinfyuxin]. to cause a scare [ske:]. to cast one's vote [vout]. At five o'clock many voters had not yet cast their votes [ka:st]. to vote [vout]. I'm not going to vote for any candidate. to vote for. to vote against [lgeynst], to lose a game [lu:z]. to give a prize [prayz]. to make a concession [kinsesm]. to lend. / hate lending my books. to loan [loun]. / can't loan you that much money. to give advice [ldvays]. This is the best advice I can give you. to be measured (for a suit) [mejid]. to give the measurements of [mejimint]. vermek (ölüm cezası) 801 ölüm cezası vermek öncelik vermek önem vermek Biz, böyle şeylere pek önem vermeyiz. veriyorsunuz. Bu konuya çok büyük önem veriyorlar. Protokola neden bu kadar önem veriyorsunuz? önerge vermek pabuçlarını eline vermek paniğe vermek parasını faize vermek parolayı vermek parti vermek pas vermek, top için: flört için (argo): pasaportunu eline vermek pasosunu eline vermek (birinin) patırtıya vermek (bir yeri) patlak vermek İki taraf arasında çatışmalar yine patlak verdi. Birçok yerde kolera patlak verdi. pay vermek payanda vermek paye vermek payını vermek (birine) pey vermek pikoya vermek post vermek poz vermek rahat vermek Bu kızlara rahat veriniz. Şu turistlere rahat versenize! rahat vermemek Bütün gün bize rahat vermezdi. Kendine hiç rahat vermiyordu. rahatsızlık vermek Verdiğimiz rahatsızlık için özür dileriz. randevu vermek rapor vermek rehin olarak vermek Rehin olarak bu saati verebilirim. rehine vermek Bisikletini rehine vermiş. renk vermek, değişiklik için: canlılık kazandırmak: to pass a sentence of death on [sentins]. to give priority [prayoriti]. to give importance [impo:tins]. We don't give too much importance to these things. to attach importance [ite:c]. You attach undue importance to what she says [andyu:]. They attach great importance to that subject. Why do you attach so much importance to protocole [proutikol]? to put forward a motion [mousm]. to get rid of smb. to cause people to panic [pe:nik]. to put one's money out to interest. to give the password. to give a party. to pass. to make passes at [pa:siz]. to give smb their walking papers [peypiz]. to give smb the sack [se:k]. to set (a place) in an uproar [apro:]. to break out. Fighting has broken out again between the two sides [saydz]. to flare up [fle:rap]. Cholera has flared up in many places. to answer back [a:nsi]. to prop up. to show deference [definns]. to snub [snab]. to pay a deposit [dipozit]. to have smth picoted. to die [day]. to pose for [pouz]. to leave smb alone. Leave these girls alone. to stop bothering smb. Stop bothering the tourists, will you? to pester. He pestered us all day long. to give smb no peace [pi:s]. He never gave himself any peace. to disturb [disto:b]. We are sorry for the disturbances. to make an appointment with [lpoyntmint]. to report on. to give as a pledge [plec]. / can leave this watch as a pledge. to pawn [pom], He has pawned his bicycle [baysikil]. to lend colour to [kali], to enliven [inlayvin]. Söylediklerine gereğinden fazla önem vermek (renk) 802 renk vermemek, duygulanın belli etmemek: bilmez gibi görünmek: resital vermek revaç vermek rey vermek rızkını vermek ruhsat vermek rüşvet vermek Memurlara hiçbir zaman rüşvet vermeyin. sadaka vermek Verilmiş sadakamız varmış! Ayasofya'da dilenip, Sultanahmet'te sadaka vermek. safa vermek sağlık vermek sakalı ele vermek salâ vermek salâhiyet vermek salık vermek savaşım vermek sebebiyet vermek İşimize karışmalarını gerektirecek bir sebebiyet vermeyelim. Büyük can kaybına sebebiyet verdi. sekte vermek selâm vermek Onlara bir şey söyleme, yalnız selâm ver. namaz bitiminde: semere vermek senet vermek sepi vermek ser verip, sır vermemek Ser ver, sır verme! serbestlik vermek sergin vermek serinlik vermek, serin duruma getirmek: sıkıntısın; azaltmak: sıkıntı vermek sınav veımek Yalnız birkaç kişi sınavı verdi. Bir kişi sınavı veremedi. sır vermek, gizli tınıdan şey için: çini için: ayna için: sırrı ele vermek sırt sırta vermek dayanmak anlamında: işbirliği yapmak anlamında: to conceal one's feelings [kmskl]. to feign ignorance [feyn]. to give a recital [risaytil]. to make smth sell well. to vote [vout], to give one's daily bread. to license [laysins]. to bribe [brayb]. Don't ever attempt to bribe officials. to give alms [a:mz]. We had a lucky escape [iskeyp]! To spend the alms money on keeping up appearances [lpkrmsrz]. to give pleasure [pleji]. to recommend [rekimend]. to allow oneself to be led by the nose. to recite the prayer for a funeral before the call to prayer [risayt]. to authorize smb to [o:thirayz]. to advise smb to do smth [ldvayz]. to struggle (for) [stragil], to give reason [ri:zin]. Let's not give them any reason for meddling in our affairs [ife:z]. to cause [ko:z]. It caused a great loss of life [layf]. to bring smth to a halt [ho:lt]. to greet [gri:t]. Don't say anything, just greet them. to give the ritual greeting at the close of the prayer [rityu:l]. to yield a result [rizalt]. to give smb a written guarantee [gemnti:]. to dress a pelt. to die rather than give away a secret. Rather die than give away a secret [si:krit]. to give a free hand, to be i l l in bed. to cool [ku:l]. to relieve [rili:v], to bother, to pass a test. Only a few have passed the exam. One person hasn't passed. to betray a secret [skkrit]. to glaze [gleyz]. to silver. to spill the beans [bi:nz]. to stand back to back. to work hand-in-glove with. vermek (sırtını bir yere) 803 sırtını bir yere vermek sicil vermek sinyal vermek sipariş vermek son vermek Bu tartışmaya son vermek zorundayım. Bu işe son vermelisiniz. tatlı yelinde son vermek: son nefesini vermek Dün gece son nefesini verdi. sonuç vermek Bizim için iyi bir sonuç verdi. Ne yazık ki, çabalarımız sonuç vermedi. söz vermek Namusum üzerine söz veriyorum. Size söz veriyorum. Söz verdiyse, gelecektir. Bir daha olmayacağına dair söz veriyorum. su vermek, bitkileri sulamak anlamında: hayran/ara. su içirmek: çeliği suya batırmak: sus payı vermek süsü vermek (kendine...) süt vermek şan vermek şans vermek şekil vermek şeref vermek Yemeğimize şeref verir misiniz? Toplantımıza şeref verdiniz. şeref sözü vermek şifa vermek Sadra şifa verecek bir karardır. tafsilat vermek talimat vermek Onlara böyle bir talimat verdik mi? tamire vermek götürmek anlamında : yaptırmak anlamında: Bunu, tamire vermeniz gerek. tat vermek tat vermemek (zevk) tav vermek, gerekli nemi sağlamak: Ütülemeden önce çamaşıra tav verin. en uygun duruma getirmek: tavını vermek to turn one's back to. to report as to whether a civil servant is qualified for promotion [primousm]. to give a signal [signil]. to place an order for. to put an end to. / have to put an end to this discussion. You must put an end to this. to put a stop to. It's time we put a stop to these rumours. We must put a stop to the domination of the leaders [li:diz]. to end smth at the proper time. to breathe one's last. Last night he breathed his last [brkthd]. to give a result. (It worked out well for us.) (Urfortunately our efforts were to no avail.) to give one's word. I give my word of honour [oni]. / give you my word. to promise [promis]. If he has promised he'll come. I promise it won't happen again. to water. to give an animal some water, to temper. to pay hush money [hasj. to pass off as. to suckle [sakil]. to acquire fame [lkwayi]. to give smb a chance [cans]. to give a shape. to honour [om]. Would you like to join us at lunch? You have honoured our meeting. to give one's word of honour, to heal [hi:l]. It's a decision that will set the mind at ease. to give details [diteylz]. to instruct [instrakt]. Have we given them such instructions? to take smth to be repaired [ri:pe:d]. to have smth repaired. You must have it repaired. to give flavour [fleyvi]. not to give any pleasure [pleji]. to dampen. Dampen the clothes before ironing. to bring to the right condition [kindisin]. to bring to the correct heat [hi:t]. Bu dedikodulara son vermenin zamanı geldi. Lider egemenliğine son vermek gerek. vermek (taviz) 804 taviz vermek Hiçbir taraf taviz vermeye yanaşmadı. taze kan vermek tekmil vermek telef vermek teminat vermek Sorun çıkmayacağına dair bize teminat verdiler. O teminatı size veremeyiz. terbiyesini vermek teselli vermek tez/ödev vermek Öğrenci, her dönem için iki tez vermek zorundadır. tezkeresini vermek tohum vermek toprağa vermek tozunu yele vermek tutamak vermek tüyo vermek ucuza vermek Evi ucuza vermişsiniz. uç vermek, çıban için: ' bitkiler için: ortaya çıkmak anlamında: umut vermek, umut uyandırmak anlamında: Bu iki oyuncu ilerisi için umut veriyor. Bu anlaşma, yeni bir işbirliği için umut veriyor. Bana umut verici gibi geldi. güven vermek anlamında: Aldığımız raporlar umut verici değil. usanç vermek utanç vermek Utanç verici bir şey! Eskiden okuma yazma bilmemek utanç verici değildi. Böyle bir aileye ait olmam bana utanç veriyor. uyku vermek ültimatom vermek ümit vermek Bu neticeler, takımın geleceği için ümit vermiyor. ürküntü vermek ürperti vermek ürün vermek mahsul için: üste vermek üstüne vermek to make concessions [ktnse§inz]. Neither side was ready to make concessions. to breathe new life [brkth]. to give an oral report [o:nl]. to suffer losses [safi]. to assure [i§u:[. They have assured us that there will be no problems. to give a guarantee [ge:nnti]. We can't provide you with that guarantee. to give smb a dressing down, to comfort [kamfit]. to turn in [tb:n]. Students must turn in two theses each term [thiskz]. to give smb the sack [se:k]. to produce seed [prodyu:s]. to bury [berij. to get rid of. to give a pretext [pri:tekst]. to tip. to sell smth cheaply. You've sold the house cheaply. to come to a head, to sprout [sprout]. to appear [tpi.]. to show promise [promis]. These two players show promise for the future [fyu:gi]. to raise smb's hopes. This agreement raises hopes for a new collaboration [kile:birey§in]. It sounds promising. to encourage [inkaric]. The reports we've received aren't encouraging. to bore [bo:], to shame [seym]. It's a shame! In the old days it wasn't a shame to be illiterate [ilitint]. It shames me to be a member of such a family. to make smb feel sleepy. to issue an ultimatum [altimeytim]. to give hope [houp]. These results give no cause to hope for the future of the team [fyu:gi]. to frighten [fraytin]. to send a cold chill down smb's spine. to produce [prodyu:s]. to yield. to give in addition [ldujin]. to give as extra. vermek (üzüntü) 805 üzüntü vermek vaaz vermek varım yoğunu vermek Vatını yoğunu kızına verdi. vekâlet vermek velveleye vermek vere vermek veresiye vermek Veresiye veren tek dükkândır. vestiyere vermek vur emri vermek Dikkat, askerlere ihtarsız vur emri verilmiştir. vücut vermek yakayı ele vermek yangına vermek yanıt vermek yele vermek yemiş vermek yemek vermek Onuruna yemek verelim. yer vermek, dahil etmek anlamında: sebep olmak: yer açmak,anlamında: yerini başkasına vermek: yetki vermek Böyle bir yetki kimseye verilmez. birisine tam yetki vermek: yol vermek, geçmesine izin vermek: Doktora yol veriniz. işten çıkarmak anlamında: hızım artırmak: sebep olmak anlamında: yön vermek yuları ele vermek yürek vermek yüz vermek Çocuklarına çok yüz veriyor. Yüz verme arsız olur, az verme hırsız olur. Yüz verdik deliye, geldi sıçtı halıya. Yüz verirsen, astarını da ister. yüz vermemek zahmet vermek zaman vermek zaman ayırmak anlamında: zarar vermek Gerçek şu ki, kimseye zarar vermemişler. Keskin sirke, küpüne zarar verir. Bu yayın, şirketin imajına zarar veriyor. to cause grief [gri:f]. to give a sermon [sö:mın]. to give everything one has. She gave everything she had to her daughter. to give a procuration [prokyureyşın]. to cause pandemonium [pemdimounyim], to capitulate [kipityuleyt]. to sell on credit. This is the only store that sells on credit. to check [çek]. to give orders to shoot [şu:t]. Attention, the troops have been given orders to shoot without warning. to create [krieyt]. to get caught [ko:t]. to set smth on fire. to answer [a:nsi]. to scatter to the wind [ske:ti]. to bear fruit [be:]. to give a dinner. Let's give a dinner in his honour [om]. to include [inklu:d]. to be the cause [ko:z] of. to make room. to give smb one's seat [si:t]. to authorize [o:thirayz]. No one can be given such an authority. to give smb full powers [pawiz]. to make way for. Make way for the doctor. to give smb the sack [se:k]. to make one's horse speed up. to open the way to. to direct [dayrekt]. to let oneself be led. to give smb courage [karic]. to be indulgent to [indalcint]. She indulges her children too much. Be neither overindulgent nor overstrict. Don't be familiar with inferiors or they will take liberties [libitiz]. If you give him an inch he'll take an ell. to be distant with. to trouble [trabil]. to give time. to set aside time for. to harm. The truth is they haven't harmed anyone. to do harm. Bad temper will do one harm. This publication is causing harm to the image of the company. verniklemek 806 Bu, şirkete çok zarar verecektir. Faaliyetleri, davamıza büyük zarar vermiştir. Bu davranış, davamıza zarar veriyor. zayiat vermek Taarruzda, tümen çok büyük zayiat verdi. zayiinden vermek zekât vermek zevk vermek zılgıt vermek ziyafet vermek birinin onuruna...: ziyan vermek Az tamah, çok ziyan verir. zeval vermek verniklemek verniklenmek Ağaç işlerinin verniklenmesi gerekecek. veryansın etmek, acımadan yok etmek anlamında: acımadan harcamak: t acımadan söylemek: Dün muhalefet, hükümete veryansın etti. vesile olmak vesveseli olmak veto etmek vıcık etmek vıcık olmak vıcık vıcık olmak vıcıklamak vıcırdamak vıdı vıdı etmek vınlamak Kulaklarım vınlamaya başladı. vırıldamak vır vır etmek vırıldamak vırlamak vırt etmek vız gelmek Bana vız gelir. Bunlar bize vız gelir tırıs gider. Dünyayı sel bassa, ördeğe vız gelir. Kös dinlemişe davulun sesi vız gelir. vızıldamak, vız diye ses çıkarmak: yakınmak anlamında: to do damage [dermic]. This will do a lot of damage to the company. to be detrimental. Their activities have been very detrimental to our cause [ko:z], to damage. This behaviour is damaging our cause [ko:z]. to suffer casualties [ke:jyu:ltiz]. The division suffered great casualties in the assault. to issue a duplicate of a lost document, to give alms [a:mz]. to give pleasure [pleji]. to scold. to give a feast [first]. to give a banquet in smb's honour. to cause harm. A little greed will cause much harm. to harm. to varnish [varnisj. to be varnished [varnist]. The woodwork will have to be varnished. to destroy without pity. to squander [skwondi]. to launch a vicious attack [vi§is]. Yesterday the opposition launched a vicious verbal attack on the government [lo:nct]. to be a pretext for [pritekst]. to be suspicious [sispisrs]. to veto [vi:tou]. to make smth sticky. to be sticky. to be gooey [gu:i]. to make smth sticky. to chirp [90 :p]. to yak [ye:k]. to buzz [baz]. My ears have started to buzz. to mutter continuously [mati], to grumble all the time [grambil]. to talk incessantly [insesintli]. to nag [ne:g]. to repeat smth constantly [konstmtli]. not to matter at all. (I don't care two hoots.) (We wouldn't care less.) A duck wouldn't care less if the earth were flooded [fladid]. He who has heard the big drum will be insensitive to the kettle drum [dram]. to buzz [baz]. to keep on complaining. vızıldanmak 807 vızıldanmak vızlamak vicdansız olmak vidalamak vidalanmak vikaye etmek vira etmek viran olmak virt etmek volta etmek, halat için: tekne için: vurdumduymaz olmak vurdumduymazlıktan gelmek vurgulamak Ürünümüzün kalitesini vurgulayın. İşbirliğinin önemini vurgulamak isterim. vurmak, genel anlamda: Onları en zayıf noktadan vuracağız. Ona vurursan, o da sana vuracaktır. ağrı için: ayakkabı için: Bu ayakkabı ayağıma vuruyor. boya için: çarpmak anlamında: Başını nereye vurdun? güneş için: hedef için: İyi nişan alırsan, onu vurursun. ışık için: Lambanın sarı ışığı camlara vuruyordu. kalp İçin: Kalbim heyecandan güm güm vuruyordu. kapı ve pencere için: Birisi pencereye vuruyor. piyango vs için: aritmetik için: Altıyı beşe vurunuz. olduğundan başka görünmek: Bilmezliğe vurdu. saat için: saz, davul vs için: silahla öldürmek anlamında: soğuk ve don için zarar vermek: Don bostanları vurdu. sürekli bir şekilde...: Dalgalar bütün gece sahile vurup durdu, yumuşak ve hafif bir şekil...: Dikkatini çekmek için pencereye hafifçe vurdum. to complain [kimpleyn]. to hum [ham]. to be unscrupulous [anskru:pyuhs], to screw [skru:]. to be screwed [skru:d]. to protect [pntekt]. to lift. to be in ruins [ru:winz]. to harp on. to wind a hauser around [waynd]. to tack [te:k]. to be insensitive. to show insensitivity to. to emphasize [emfisayz]. Emphasize the quality of our product. to stress. I'd like to stress the importance of co-operation [kowapireysm]. to hit. We shall hit them where they are weakest. If you hit him he'll hit you. to make itself felt in. to pinch. These shoes pinch. to apply [rplay]. to knock [nok]. Where did you knock your head? to shine [§ayn]. to hit. You'll hit it, if you aim well. to cast [ka:st]. The lamp cast a yellow light on the window. to knock [nok]. My heart was knocking with excitement. to knock on. Someone is knocking on the window. to fall to. to multiply [maltiplay]. Multiply six by five. to feign [feyn]. He feigned ignorance [ignrrms]. to strike (the hour) [strayk]. to beat [bi:t]. to shoot dead [ded]. to blight [blayt]. The frost has blighted the vegetable gardens. to batter [be:ti]. The waves battered the coast all night. to tap [te:p]. I tapped on the window to attract his attention [iten§m]. vurmak (açığa) 808 birleşikler ve deyimleri Al birini, vur ötekine. Ağzına vur, lokmasını al. Eşeğe zerdüş palan vursalar, eşek yine eşektir. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı! Sana taşla vurana, sen aşla vur. Vur abalıya! "Vur" dedikse, "öldür" demedik! Vurursan acıt, yedirirsen doydur. açığa vurmak Sonunda gizli emellerini açığa vuracaktı. Kimse özel hayatını açığa vurmak zorunda değil. Sırları açığa vuran, derhal vurulacaktır. adam vurmak ağzına gem vurmak ağzına kilit vurmak, konuşturmamak anlamında: konuşmamak anlamında: alene vurmak arkadan vurmak astar vurmak ateşi başına vurmak attığını vurmak ayağına vurmak (ayakkabı) ayara vurmak ayaz vurmak ayıbını yüzüne vurmak badana vurmak baltayı taşa vurmak baş vurmak, müracaat etmek anlamında: Kime başvuracağız? Daha fazla bilgi için merkez şubeye başvurunuz. yararlanmak anlamında: Sert tedbirlere başvurmaya gerek yok. Başvurmadık çare bırakmadık. başına vurmak Şampiyonluk başlarına vurmuş gibi görünüyor. baharı başına vurmak: Şarap başına vurmuş. başını taştan taşa vurmak beynine vurmak bilmezliğe vurmak bir taşla iki kuş vurmak boya vurmak Duvarlara ne renk boya vuracaklar? One is no better than the other. He is such a mild person that you can hit him and take his bread out of his mouth. A donkey will remain a donkey even if it's saddled with gold. What nonsense [nonsins]! Answer injury with kindness [kayndnis]. Hit him while he is down! That's going too far! If you beat, beat hard; if you feed, feed well. to reveal [rivi:l]. In the end he was to reveal their intention. No one is obliged to reveal his private life [prayvit]. to expose [ikspouz]. We must expose their criminal plans. to disclose [disklouz]. Anyone disclosing a secret will be shot. to ki l l a man. not to let smb speak. to prevent smb from speaking. to keep silent [saylint]. to make smth public [pablik]. to stab smb in the back. to prime [praym]. to blow one's top. to always come out on top. to pinch one's foot. to test gold. to freeze [fri:z]. to confront smb with their faults, to whitewash [waytwosj. to make a blunder [blandi]. to apply [rplay]. Who shall we apply to? For further information apply to the head branch. to have recourse to [riko:s]. There is no need to have recourse to strong measures [mejiz], (We left no stone unturned [anto.nd]). to go to one's head. The championship seems to have gone to their heads [ce:mpiyin§ip]. to be lightly dressed in cold weather. The wine has gone to his head. to knock one's head against the wall. to go to one's head. to feign ignorance [igmrins]. to kill two birds with one stone. to paint [peynt]. What colour are they going to paint the walls? Bunların cinayet planlarını açığa vurmalıyız. vurmak (boynunu) 809 boynunu vurmak boynuz vurmak boyunduruğa vurmak bukağı vurmak camadan vurmak can evinden vurmak cilâ vurmak çırpı vurmak damga vurmak, damgalamak anlamında: iz bırakmak anlamında: damgasını vurmak Ona nasıl hırsız damgasını vurursunuz? iz bırakmak anlamında: dayak vurmak deliliğe vurmak dem vurmak (bir şeyden) demire vurmak destek vurmak dışarı vurmak dibe vurmak Bugün hisse fiyatları dibe vurdu. dizgin vurmak düğüm vurmak düğüm üstüne düğüm vurmak dümtek vurmak eğe vurmak el vurmak endazeye vurmak fiske vurmak gem vurmak geze vurmak göbekten aşağı vurmak gölge vurmak gölgesi vurmak hem nalına, hem mıhına vurmak, her iki tarafı desteklemek: rastgele vurmak anlamında: Acemi nalbant, kâh nalına vurur, kâh mıhına. içeri vurmak içki başına vurmak iğne vurmak işi kalenderliğe vurmak işi pişkinliğe vurmak işi şakaya vurmak İşi şakaya vurdular! kafa vurmak (topa) kafasına vurmak Bira kafalarına vurmuş. kafasını taştan taşa vurmak kalıba vurmak (şapka için) kamçı vurmak kan beynine vurmak to decapitate [dike:piteyt], to gore [go:]. to reduce to servitude [ridyu:s]. to fetter. to reef (a sail). to hit smb at the vital spot. to polish. to mark a line with a chalk-line. to stamp, to mark. to brand as [bre:nd]. How can you brand him as a thief [thi:f]? to leave one's mark on. to put up a prop. to feign madness [feyn], to talk about smth at random [re:ndim], to put smb in chains [çeynz]. to shore up [şo:rap]. to become manifest. to touch bottom. Share prices have touched bottom today. to bridle [braydil]. to tie with a knot [not]. to be very careful with one's money. to beat time. to file [fayl]. to clap the hands [klep]. to measure [meji], to give smb a flick. to curb [ko:b]. to level. to strike below the belt [strayk]. to shade [şeyd]. to reflect on [riflekt]. to try to please both parties [pa:tiz]. to hit out at ramdom [re:ndim]. The inexperienced blacksmith will sometimes hit the horseshoe and sometimes the nail. to affect one internally [ıfekt]. (for drinks) to go to one's head. to give smb an injection [incekşm]. to take things philosophically [filosıfıkıli]. to brazen it out [breyzm]. to laugh it off. They just laughed it off [la:ft].' to head the ball. to go to one's head. The beer has gone to their heads. to regret bitterly [rigret]. to put a hat on a block, to hit with a whip, to blow one's top. vurmak (kantara) 810 kantara vurmak kanuni yollara baş vurmak kapışma kilit vurmak kapıyı vurmak karaya vurmak kazığa vurmak kelepçe vurmak kendini yerden yere vurmak ket vurmak kılıç vurmak kırbaç vurmak kilit vurmak Bu fabrikanın üstüne kilit vurmak istiyorlar. kim vurduya gitmek Bir gazeteci yine kim vurduya gitti. kol vurmak kolan vurmak, eyer ve semer için: salıncak için: köstek vurmak, at için: güreşte: kusurunu yüzüne vurmak küt diye vurmak küt küt vurmak lapa vurmak meydana vurmak mıskala vurmak mihenke vurmak olanca kuvvetiyle vurmak oltaya vurmak Bugün balık oltaya vurmuyor. omuza vurmak ortaya vurmak palan vurmak partiyi vurmak payanda vurmak pençe vurmak, pençelemek anlamında: ayakkabı için: perdah vurmak pey vurmak pişkinliğe vurmak pireyi gözünden vurmak piyango vurmak (birine) prangaya vurmak sam vurmak sekte vurmak semer vurmak Merkebe altın semer vursan, yine merkeb. to weigh (with a steelyard) [wey]. to take legal steps [li:gil]. to lock up a place. to knock at the door. to be washed up onto a shore [wost]. to impale [impeyl]. to handcuff [hendkaf]. to throw oneself about. to impede [impi:d]. to wield a sword [so:d], to whip. to lock. They want to close down this factory. to be killed by an unknown killer. Yet another newspaperman was the victim of an unknown killer. to patrol [pitroul]. to girth. to pump a swing standing up. to hobble a horse. to get a grip on the leg. to give smb a piece of one's mind. to give a sharp blow. to pound [paund]. to apply a blister [rplay]. to reveal [rivi:l]. to burnish [bo:nisJ. to test. to strike with all one's might [mayt]. to bite [bayt]. The fish won't bite today. to carry on the shoulder [§ouldi]. to disclose [disklouz]. to saddle [se:dil]. to do a good stroke of business [biznis]. to prop up. to paw at [po:]. to re-sole [risoul]. to polish. to make a bid. to brazen it out [breyzm]. to be a sharp shooter [§u:ti]. to win the big prize in a lottery [prayz]. to chain a prisoner. to scorch. to interrupt [intrrapt]. to put a back saddle on [se:dil]. If you put a gold saddle on a donkey, he still remains a donkey [rimeynz]. If you pass as an ass, there will be many who will saddle you. Sen eşek olduktan sonra, semer vuracak çok bulunur. vurulmak 811 sıcak başına vurmak sırtına vurmak (bir şeyi) sırtından vurmak sıva vurmak soğuk vurmak sülük vurmak şakaya vurmak İşi şakaya vurdu! tahtaya vurmak (uğursuzluğa karşı) tarak vurmak tartıya vurmak teraziye vurmak, tartı için: iyice düşünmek anlamında: tık tık vurmak tos vurmak turnayı gözünden vurmak usa vurmak usul vurmak uykusu başına vurmak var gücüyle vurmak vantuz vurmak volta vurmak vurgun vurmak yakı vurmak yalpa vurmak, gemi için: kişiler için: yama vurmak yerden yere vurmak yol vurmak yumruk vurmak yük vurmak yüzüne vurmak (birinin) zincire vurmak vurulmak, darbe vs için: silahla: gönül kaptırmak anlamında: *beyninden vurulmuşa dönmek vurunmak, kendine vurmak anlamında: örtünmek anlamında: vuruşmak Zafere ulaşıncaya kadar vuruşacağız. vuruşturmak to suffer from a heat-stroke [hi:t strouk]. to shoulder [§ouldi]. to stab smb in the back. to cover with plaster [kavi]. to damage [de:mic]. to apply leeches to [Ikciz]. to take it as a joke [couk], (He just laughed it off [la:ft].'j to touch wood. to comb [koum]. to weigh [wey]. to weigh. to ponder [pondi], to tap on/at. to butt [bat]. to hit the jackpot. to reason [ri:zm]. to beat time. to feel ill-tempered because of lack of sleep. to hit with all one's strength. to apply cupping-glasses. to tack about [te:k]. to make a killing. to treat with a plaster [tri:t]. to roll. to sway about. to put on a patch [pe:c]. to discredit. to waylay [weyley]. to punch [pang]. to load [loud]. to reproach smb with smth to their faces, to chain up [ceyn]. to be hit. to be shot. to fall in love with. to be thunderstruck [thandistrak]. to beat oneself. to veil oneself [veyl]. to fight one another [fayt]. We shall fight until we achieve victory. to make people fight each other. Y yabalamak yabancı gelmemek Bu ad bana hiç de yabancı gelmedi. Bu bana yabancı gelmiyor. Bu ad bana yabancı gelmiyor. yabancılamak, yabancı gibi görmek: yadırgamak anlamında: yabancılaşmak, yabancı duruma gelmek: yabancılık çekmek anlamında: yabancılaştırmak yabancısı olmak Buranın yabancısıyım. yabancısı olmamak yabanileşmek yabansımak yabanlaşmak yâd etmek *Allah kimseyi gördüğünden yâd etmesin. yad ellerde olmak yadırgamak, garipsemek anlamında: Siz bu durumu yadırgamıyor musunuz? kendine yabancı gelmek: Ben, kendi çocuklarımı yadırgıyorum. yadırgamamak (etrafını) yadırgatmak yadsımak, inkâr etmek anlamında: yabancı kalmak anlamında: yağ olmak Ceketin kolu yağ olmuş. *Yağ bal olsun! yağcılık etmek yağdırmak, aralıksız atmak anlamında: çok sayıda ortaya koymak: Bayramda bize hediyeler yağdırdılar. yağmasını sağlamak: to pitch with a wooden fork [fo:k]. to be familiar [fimilyi]. The name is quite familiar to me. to sound familiar [saund]. It sounds familiar to me. (The name rings a bell.) to regard as a stranger [streynci]. to find smth strange. to become strangers to each other, to alienate oneself from [eylineyt]. to alienate. to be unfamiliar with [anftmilyt]. I'm unfamiliar with this place. to be no stranger to. to become wild [wayld]. to find it strange [streync]. to go wild. to remember [rimembi]. May God save one from coming down in the world. to be in an alien land [eylym]. to find strange [streync]. Don't you find this situation strange? to feel out of place. (My own children are strangers to me.) to feel at home. to make smb feel out of place. to deny [dinay]. to feel out of place [pleys]. to become greasy [gri:zi]. The jacket's sleeve has become greasy. Do enjoy it! to butter up [batt]. to pelt with. to shower on/with. They showered us with gifts at the Feast. to cause rain to fall. yağılaşmak 814 [ birleşikler ve deyimleri ateş yağdırmak Kendilerine ateş edilen mağaralara ateş yağdırdılar. bomba yağdırmak emirler yağdırmak(birilere) hakaret yağdırmak lanetler yağdırmak para yağdırmak soru yağdırmak Bu konuda bakana soru yağdırdılar. taş yağdırmak yağılaşmak yağır olmak yağışlı olmak yağlamak, yağ sürmek anlamında: Menteşeleri yağlamalısın. Deriyi yumuşatmak için yağlamak gerek. sürtünen iki yüzey için: civmek anlamında: rüşvet için: *tabanlan yağlamak ' Kasap, yağı bol olunca gerisini yağlar. yağlanmak, yağ sürülmek anlamında: sürtünen yüzey için: yağdan kirlenmek anlamında: yağ sürünmek: şişmanlamak anlamında: menfaat ve kâr için: yağlatmak yağlı olmak, yağı çok olmak anlamında: yağdan kirlenmek: Ellerin yağlı. bol kazanç sağlamak anlamında: semiz anlamında: zengin olmak anlamında: *yağlı ballı olmak yağma edilmek yağma etmek Avrupa'nın her tarafında müzeleri yağma ettiler, savaş sonunda bir yeri: Yağma yok! yağmak, çıy için: dolu için: kar iciıı; Kar yağacak mı? Buraya hiç kar yağmaz. to pepper [pepi]. They peppered the caves where the shots had come from. to rain down bombs [reyn]. to order (people) about, to hurl insults at [hd:l]. to heap curses on [ko:siz]. to pour out [po:]. to bombard with questions [kwescmz]. The minister was bombarded with questions on this issue [isju:]. to pelt with stones. to confront [kmfront] each other. to get a saddle sore [se:dil so:]. to be rainy [reyni]. to oil. You should oil the hinges [hinciz]. to grease [gri:s]. You need to grease the leather to soften it. to lubricate [lu:brikeyt]. to flatter. to grease the palm of [pa:m]. to take to one's heels [hi:lz]. When there is excess of something it is usually wasted [ikses], to be oiled [oyld]. to be lubricated [lu:brikeytid]. to get greased [grkst]. to oil oneself. to get fat. to gain a profit. to have smth oiled/lubricated. to be oily [oyli]. to get greasy [gri:zi]. Your hands are dirty with grease [gri:s]. to be lucrative [lu:kritiv]. to be fatty [fe:ti]. to be rich. to be on very good terms [to:mz]. to be plundered [plandrrd]. to loot [lu:t]. They looted the museums throughout Europe. to sack [se:k]. Nothing doing! (for dew) to fall [dyu:]. to hail [heyl]. to snow. Is it going to snow? It never snows here. yağmalamak 815 kırağı ıçıtı: yağmur için: Yağsa da yağmasa da gideceğiz. Günlerdir yağmur yağıyor. sağanak şeklinde...: Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor, protesto için: Bütün dünyadan protestolar yağdı. | birleşikler ve deyimleri Yüzüne tükürsen "Yağmur yağıyor." der. Onmadık yılın yağmuru harman vakti yağar. Yağmur olsa, kimsenin tarlasına yağmaz. Bahtsızın bağına yağmur yağmaz, ya taş yağar, ya da dolu! Gökten yağmur yağsa bizim tarlaya düşmez. Bostancı yağmur ister, kiremitçi kurak. Yağmur yağarken küpleri doldurmak. bardaktan boşanırcasına yağmak Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. güvendiği dağlara kar yağmak Güvendiğim dağlara karyağdı. lapa lapa yağmak para yağmak Kulüplere para yağacaktır. protesto yağmak Gazeteye bütün yurttan protestolar yağdı. rahmet yağmak sel gibi yağmur yağmak sine sine yağmur yağmak sipariş yağmak Siparişler yağıyor. şakır şakır yağmur yağmak taş yağmak yağmur yağmak yüreğine kar yağmak yağmalamak, mal için: savaşta: yağmalanmak yağmurlamak, yağırlara çevirmek anlamında: yağmur biçiminde sulamak: yaka paça etmek yaka bir tarafa paça bir tarafa olmak yakalamak, genel anlamda: Adamını yakalayıncaya kadar rahat etmez. ele geçirmek anlamında: to frost, to rain. We shall go whether it rains or not. It's been raining for days. to pour [po:]. It's pouring with rain. to pour in. Protests have been pouring in from all over the world [proutests]. If you spit at his face he'll say it is raining. What should be a blessing will be a bane at the wrong time [beyn]. He won't lift a finger to help anyone. Things will always go wrong for the unlucky. If it should rain it will not fall on our field. The farmer will want rain but the tile maker dry weather [tayl]. Fill your jars while it rains. to rain cats and dogs. It's raining cats and dogs. It's raining in torrents [tonnts]. to be sadly let down. I've been sadly let down. to snow in big flakes [fleyks]. (for money) to pour [po:]. Money will pour down on the clubs [klabz]. (for protests) to pour in/down. Protests poured in from all over the country to the newspaper. to rain. to rain in torrents [tonnts], to rain in a soaking manner, (for orders) to roll in. Orders are rolling in. to pour down [po:]. to rain stones, to rain. to feel pangs of envy. to loot [lu:t]. to sack [se:k]. to be plundered. to turn into rain. to water by sprinkling. to remove smb by the collar and trousers. to be disheveled. to catch [ke:c]. He won't rest until he has caught his man. to seize [si:z]. yakalanmak 816 ip. can yeleği vs için: İnşallah bu sefer ipi yakalar, birini bir şey yaparken...: Çekmeceleri karıştırırken yakaladım, bir yerinden...: Onu, son anda kollarından yakaladılar. Saçından yakalamayı başardı. [birleşikler ve deyimleri bir fırsatı yakalamak gagasından yakalamak kıskıvrak yakalamak püf noktasını yakalamak suçüstü yakalamak Onu suçüstü yakaladılar. Sonunda onu suçüstü yakalayabildik. yakasından yakalamak Öğretmen, çocuğu yakasından yakaladı. yalanını yakalamak Orada yalanını yakaladık. zayıf tarafından yakalamak yakalanmak, genel anlamda: Er geç hepsi yakalanacak. /fark edilmek anlamında: hastalık için: ele geçirilmek anlamında: | birleşikler ve deyimleri burnundan yakalanmak diliyle yakalanmak fena yakalanmak fırtınaya yakalanmak hastalığa yakalanmak AİDS'e yakalanmamak için ne yapmalı? hazırlıksız yakalanmak kapana yakalanmak suçüstü yakalanmak yağmura yakalanmak yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak yakalatmak, birini...: birini birine...: yakamozlanmak yakarmak *yalvarıp yakarmak yakılmak O yıl birçok kitap yakılmıştı. Tiyatro kasten yakıldı. Geceleri daima bir kamp ateşi yakılırdı. Yakılacak odun nereden gelecek? *diri diri yakılmak to get hold of. / hope he gets hold of the rope this time. to catch smb doing smth. / caught him searching through the drawers. to catch smb by. They caught her by her arms at the last moment. to seize [si:z]. He managed to seize her by the hair. to seize an opportunity [opityu:nity]. to catch smb by the nose. to collar [koh]. to get the hang of. to catch smb in the act [e:kt]. They caught him in the very act. to catch smb red-handed. We finally were able to catch him red-handed. to grab by the collar [kohj. The teacher grabbed the child by the collar. to trip up. We tripped him up there. to attack smb at the weak point [ite:k]. to be caught [ko:t]. Sooner or later they will all get caught. to be spotted, to catch fke:c], to be seized [si:zd], to be well and truly caught. to be betrayed by one's own words. to be caught in the act [e:kt]. to be caught in a storm. to catch an illness. What must one do so as not to get AIDS? to be caught flat-footed. to fall into a trap [tre:p]. to be caught red-handed. to be caught in the rain. to fall from the frying pan into the fire. to have smb arrested. to have smb catch smb. to phosphoresce [fosfires]. to implore. to appeal to smb to. to be burnt [bo:nt]. Many books were burnt that year. to be set on fire. The theatre was set on fire on purpose. to be lit. At night we always lit a camp-fire. Where is the firewood to come from? to be burnt alive [dayv]. yakın olmak 817 yakın olmak, uzak olmayan: Bize yakın. Sultanahmet'e çok yakın. Refikin iyiyse, Bağdat yakın olur. Onun yeri bizimkine oldukça yakındır. Buraya çok yakın. zaman halamından: Ülke patlamaya yakın. Büyük bir şirket haline gelmemiz çok yakın. benzemek anlamında: intihar duygusuna yakın bir duygudur. Durumları deliliğe yakındı. dost ve akraba için: *Kan kardeş kadar yakındılar. *Kart hamili yakınımdır. | birleşikler ve deyimler | akla yakın olmak Bana, akla yakın gibi gelmedi. Bu sistem, daha akla yakın görünüyor. cana yakın olmak şahdamarmdan yakın olmak (birisine) yakında olmak Çok yakınımızda. Yakında bir doktor var mı? Seçimler yakındayken, bu mümkün değil. yakınlaşmak yakınlaştırmak, yakın duruma getirmek: aralarında sıkı ilgi kurmak: yakınlığı olmak (birisiyle) yakınmak, sızlanmak anlamında: Yakınacak bir şey yok. Daima bir şeyden sürekli yakınır. Kocası yakınmasından usandı. kına için: yakı için: *yanıp yakınmak yakınsamak yakışıklı olmak yakışıksız olmak yakışmak, Hangisi daha yakışıklı? Yakışıksız olur! davranış için: Bir beyefendiye yakışan bir davranıştı. to be near. It's near to us. (It's within a stone's throw from Sultanahmet.) If your companion is good Baghdad becomes quite near.) to be close by/to [klous]. His place is quite close to ours. It's close at hand. to be close to. The country is close to exploding. We are very close to becoming a large firm. to be akin to [lkin]. It's a feeling akin to suicide [syu:wisayd]. to border on. Their state bordered on insanity. They were as close as brothers. The bearer is a close friend of mine. to be reasonable [rkzimbil]. It doesn't sound reasonable to me. to be logical [locikil]. This system seems to be more logical. to be genial [ci:nyil]. to be very close friends with smb. to be close [klous]. It's very close to us. to be near at hand. Is there a doctor near at hand? With the elections near at hand, this is not possible [ileksinz]. to draw near [dro:]. to bring nearer. to make people get closer to each other, to have affinity with [lfiniti]. to complain about [kimpleyn]. There is nothing to complain about. She is always complaining about something. to grumble [grambil]. Her husband is tired of her grumbling. to apply henna [hem]. to apply a plaster [pla:sti]. to pour out one's sorrow. to converge [kinvox]. to be handsome [he:nsim]. Which one is better-looking? to be improper [impropi]. It's just not proper! to befit. It was a conduct befitting a gentleman. yakışmamak 818 giysi vs için: Bu tip size yakışıyor. Bluz bana yakıştı mı? Elbise size yakıştı. | birleşikler ve deyimler] Aslan yatağına yakışır. At binene, kürk giyene yakışır. Faydasız baş, mezara yakışır. Köşe taşı köşede yakışır. şanına yakışmak yakışmamak, renk, giysi vs için: Kısa saç size yakışmıyor. Kırmızı bana hiç yakışmıyor. Güzele ne yakışmaz. davranış için: Böyle bir davranış, bir beyefendiye yakışmıyor. Bu bana hiç yakışmaz. Bu sözler size hiç yakışmadı. yakıştırmak, yerinde görmek anlamında: > Bunu ona hiç yakıştıramadım, yaraştırmak anlamında: Giydiğini kendisine yakıştırır. *Sağır işitmez, yakıştırır. yaklaşılmak yaklaşmak, yer için: Viraja yaklaşırken yavaşla. Bir araba sağdan yaklaşıyor. zaman için: Yaptıklarının hesabını verecekleri zaman yaklaşıyor. Onun hükmünün sonu yaklaşıyor. Tünelin bitimi yaklaştı. Saat ona yaklaşıyordu. andırmak anlamında: Davranışları deliliğe yaklaşıyor, bir sorunu değerlendirmek: Krizi çözmeye yaklaşmış değiller, çok benzemek: Arapçadaki orijinaline çok yaklaştı. *adım adım yaklaşmak Sonuca adım adım yaklaşıyoruz. *giderek yaklaşmak yaklaşmamak O yere yaklaşmayınız. to suit [suit]. This type suits you. to become. Is the blouse becoming to me [blauz]? to look good on. The dress looks good on you. A den befits a lion. A horse befits its rider, a fur-coat befits the one that wears it. The best place for a useless person is the grave. The place of a cornerstone is on a corner. to befit one's dignity. not to suit [su:t]. Short hair doesn't suit you. Red doesn't suit me at all. Everything becomes a beautiful woman. to be beneath one's dignity [binidh]. Such a conduct is beneath a gentleman. This is beneath my dignity. to become. These words did not become you at all. to deem it becoming to. (7 wouldn't have expected this of him.) to make smth suit [su:t]. She dresses very nicely. A deaf person says what he or she thinks they have heard. to be approached [lprouct]. to approach [lprouc]. Slow down when you approach the curve. A car is approaching from the right. to draw near [dro:]. The time is drawing near when they'll have to account for what they did [lkaunt]. Her rule is drawing to an end. to be nearing. The tunnel is nearing completion [taml]. It was nearing 10 o'clock. to verge on [vox]. His behaviour verges on madness [biheyvyi]. to be near to. They are no near to solving the crisis. to approximate [lproksimeyt]. It approximates the original in Arabic. to draw near step by step. We are nearing the end step by step. to close in [klouz in]. to keep off. Keep off that place [pleys]. yaklaştırmak 819 yaklaştırmak, birbirine yakın getirmek: iskemlelerinizi masaya yaklaştırınız, çok benzetmek: yaklaştırmamak *yanma yaklaştırmamak Bu adamı yanına yaklaştırma! yakmak, araba için: Diğer arabalar kadar benzin yakmaz, ateşle yok etmek anlamında: Tüm eski dosyaları yakınız. İnsan pire için yorgan yakmaz. Elçilik gizli belgeleri yakmaya başladı. Burasını hangi grup yaktı? aydınlatmak anlamında: biber vs için: Bu yeşil biber ağzımı yaktı. dağlamak anlamında: dil için: don için: Don, tüm açmış çiçekleri yaktı. güneş için kavurmak anlamında: hafifçe yakmak anlamında: Onu ütülerken hafifçe yaktım. Güneş sırtını yakmış. ısı için: ışık için: Neden elektriği yakmıyorsunuz? kibrit için: kimyasal madde için: kına için: Bu münasebetle ellerine kına yakarlar mı? mahvetmek anlamında: mideye yanık etkisi yapmak: sigara için: tamamen yakmak: tutuşturmak anlamında: yakı için: yakıt, kömür vs için: Ormanlarınızı kurtarmak istiyorsanız, odun yakmaktan vazgeçiniz. yün vs için: | birleşikler ve deyimleri Ateş, düştüğü yeri yakar. Ateş olsa, cirmi kadar yer yakar. Az ateş, çok odun yakar. Dışı eli yakar, içi beni yakar. Maşa varken, elini yakma. to bring/draw near [dro:]. Draw your chairs near the table. to approximate [iproksimeyt]. to keep away. to keep smb at arm's length. Keep this man at arm's length. to use [yu:z]. It doesn't use as much fuel as the other cars. to burn [bo:n]. Burn all the old files [faylz]. One doesn't burn a quilt to get rid of a flea. The embassy has started burning the secret documents [dokyummts]. Which group has burnt down this place? to light [layt]. to burn one's mouth [mauth]. This green pepper has burnt my mouth. to cauterize [ko:tirayz]. to burn one's tongue [tang]. (for the frost) to bite [bayt]. The frost has bitten the blossom [blosim]. to scorch [sko:c]. to scorch. I've scorched it while ironing it [ayimng]. The sun has scorched your back [sko:ft]. to burn [bo:n]. to put on the lights [layts]. Why don't you turn on the lights? to strike [strayk]. to burn. to apply henna [hem]. Do they apply henna on their hands on this occasion [ikeyjin]? to ruin [ruwin]. to give heartburn [ha:tbo:n]. to light a cigarette [layt]. to burn out/up. to set fire to [fayi]. to apply a plaster [pla:sti]. to burn [bo:n]. Give up burning wood, if you want to save your forests [seyv]. to irritate one's skin [iriteyt]. A calamity really grieves its victim. There isn't much harm he can do. It takes a few to upset the peace [pi:s]. He may look charming to others but to me he is terrible. Don't put your hand in the fire when you can use a poker [pouki]. yaktırmak 820 Bu, pire için yorgan yakmaya benzer. Yere bakar, yürek yakar. Yaktın bizi! abayı yakmak ağıt yakmak ağzmı yakmak başına kına yakmak başını yakmak (birinin) can yakmak, arı vermek anlamında: zulmetmek anlamında: canını yakmak Canımı yakıyorsun! cebini yakmak Öyle para harcıyor ki, sanki cebini yakıyor. dil yakmak diri diri yakmak elektriği yakmak ellerine kına yakmak, gerçek anlamda: Bu gece ellerine kına yakacaklar, çok sevinmek anlamında: Ellerine kına yaksın! gemilerini yakmak gözlerini yakmak Bu sabun gözlerini yakmaz. ışığı yakmak kına yakmak kınalar yakmak mum yakmak ok meydanında buhurdan yakmak perde kurup, şem' a yakmak pire için yorgan yakmak pireye kızıp yorgan yakmak sigara yakmak Sigaranın birini söndürmeden diğerini yakıyormuş. Yemekten sonra bir sigara yakarım. türkü yakmak yeşil ışık yakmak Hükümetin yeşil ışık yakmasını bekliyoruz. yaktırmak Müdür, bunun için yeşil ışık yaktı mı? Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. yalabımak yalamak, dilini üzerinden gezdirmek: Kedi tabaktaki sütü yaladı. sıyırarak dokunmak: It's the case of burning a quilt to get rid of a flea [fl i : ]. He is not as innocent as he looks. You got us into trouble. to fall in love with. to wail [weyl]. to bum one's mouth. to dye one's hair with henna [day]. to get smb into trouble [trabil], to hurt [hod], to oppress, to hurt. You're hurting me! to burn a hole in one's pocket. He is spending money as if it were burning a hole in his pocket. to burn the tongue [tang]. to bum alive [llayv]. to turn on the electric light. to apply henna on one's hands [hem]. They'll apply henna on their hands tonight. to rejoice [ricoys]. She can rejoice now! to bum one's boats, to sting. This soap won't sting your eyes. to turn on the light. to apply henna [iplay]. to be overjoyed [ouvicoyd]. to light a votive candle [kemdil]. to try to accomplish smth with insufficient means [insifigint]. to have everything ready for a puppet show. to bum the quilt to get rid of a flea. to cut off one's nose to spite one's face. to light a cigarette [sigiret]. (Apparently he's a chain smoker [ceyn]). / light up a cigarette after meals [midz], to write a folk song [fouk], to give the green light [layt]. We are waiting for the government to give us the green light [gavinmmt]. Has the manager given the green light for it? to have smb set fire to. Do not get caught with short supply of fuel in the chill of March [siplay]. to shine [sayn]. to lick (up). The cat has licked the milk in the plate. to graze [greyz]. yalan olmak 821 | birleşikler ve deyimleri avcunu yalamak Avcunu yala! çanak yalamak mühürünü yalamak mürekkep yalamış Bunlar hepsi mürekkep yalamış. Belli ki, epey mürekkep yalamış, insan mürekkep yalamakla âlim olmaz. parmağını yalamak Bal tutan, parmağını yalar. tükürdüğünü yalamak Onun gibi birinin, tükürdüğünü yalaması kolay değil. Bal dökte yala! yalan olmak yalancı olmak yalancısı olmak işittiğini söyleyen yalancıdır. Ben başkasının yalancısıyım. yalanlamak, yalan olduğunu açıklamak: Birinin söylediğini öteki yalanlıyor. tekzip etmek anlamında: Olayı yalanlamadı. yalanlanmak yalanmak kendini yalamak anlamında: yalatmak yalazlamak yalazlanmak yaldızlamak, yaldızla kaplamak: parlatmak anlamında: değersizliğini gizlemek: yaldızlanmak, yaldızla kaplanmak: gümüş için: mecazi anlamda: yalınayak olmak yalınlamak yalınlaşmak yalıtmak yalnız olmak, yanında başkaları olmamak: Yalnız olmak istiyor. yalnızlık için: yalnız başına olmak yalnızlaşmak yalpalamak yaltakçılık etmek yaltaklanmak insanlara yaltaklanmasını iyi bilir. to be left empty-handed. (You can whistle for it!) to toady [toudi]. to break one's promise [promis]. to be educated [edyukeytid]. They are all educated people. You can tell that he is quite educated. One does not become a scholar just by learning. to lick one's finger. He that handles honey will lick his fingers. to eat one's words [wo:dz]. It isn't easy for someone like him to eat his words. The place is very clean. to be untrue [antru], to be a liar [layi]. One shouldn't pass what one has heard until one is sure of it [hb:d]. to repeat something one has only heard. (So I was told). to contradict [kontndikfj. They keep contradicting each other. to deny [dinay]. He didn't deny the incident. to be denied [dinayd]. to be licked [like]. to lick one's lips. to make smb lick smth. to hold smth in a flame [fleym]. to be flamed. to gild, to gloss. to give a deceptive glitter [diseptiv]. to be gilded, to be silvered. to be given a deceptive glitter, to be barefoot [be:fut], to glitter. to become free of affectations [lfekteysmz]. to insulate [insyuleyt]. to be alone [lloun]. She wants to be left alone. to be lonely [lounli]. to be by oneself. to become isolated [aysdeytid]. to sway from side to side [sayd]. to toady to [toudi]. to toady to. She is expert at toadying to people. yaltaklık etmek 822 yaltaklık etmek yalvar yakar olmak *yalvarıp yakarmak yalvarmak Ne diye ona yalvardın? Fikrini değiştirmesi için ona yalvardım. *AUaha yalvarmak yalvartmak yamalamak yamalanmak yamalı olmak, yama vurulmuş anlamında: Çocukların pantolonları yamalıydı, vücuttaki lekeler için: yamamak, yamalamak anlamında: birine ma! etmek anlamında: Kabahati bize yamamaya çalışıyorlar. yaman olmak alışılmışın üzerinde olmak: kötü anlamında: Halimiz yaman. yamanmak yamatmak, 'bir şeyi: birisine: yamru yumru olmak yamrulmak yamuk olmak yamuk yumuk olmak yumulmak yan etkisi olmak yan gelmek yana olmak (bir şeyden) Ona bir şans daha tanınmasından yanayım. Ben eyleme geçmekten yanayım. Ben kimseden yana değilim. Babalar ve anneler, bu konuda bizden yana. Ben, ölüm cezasından yana değilim. Oyuncuları affetmekten yanayım. yanaşılmak, yanına gelinmek: kıyıya varılmak: yanaşmak, yanına gelmek anlamında: Sofra görürsen yanaş, dayak görürsen dolaş. Birisi kapıya yanaşıyor. Lütfen yanaşalım! to be toady to. to implore, to beg with. to plead with smb [pli:d]. Why on earth did you plead with him? to beg. / begged him to change his mind [mayn]. to pray God. to make smb implore. to patch [pe:c]. to be patched [pe:ct]. to be patched. The children's trousers were patched up. to have a birthmark on [bo:thma:k]. to patch, to pin on. They are trying to pin the blame on us. to be extraordinary [ikstro:dnrri]. to be bad. Our situation is disastrous [diza:stns]. to be patched [pe:ct], to have smth patched [pe:gt]. to have smb patch smth. to be gnarled [nadd]. to become bent to one side [sayd]. to be crooked [krukid], to be gnarled. to become twisted. to have side effect [ifekt]. to take it easy. to be for. I'm for giving him another chance [§a:ns]. I'm all for taking action [e:ksin]. to take sides with [saydz], I'm not taking sides with anyone. to be on smb's side. The parents are all on our side. to be in favour of [feyvi]. I'm not in favour of capital punishment. I'm in favour of forgiving the players. to be approached fiproucd]. to pull alongside a place. to approach fiprouj]. (Get close to where there is food but run away from where there is trouble [trabil]). Someone is approaching the door. to close up [klouz ap]. Please close up! yanaştırmak 823 araba gemi vs için: rıza göstermek anlamında: Müdürün, buna yanaşacağını sanmıyorum. Buna asla yanaşmazlar. yanaştırmak iskemlesini sobaya yanaştırdı. yangılanmak yanı olmak, Bu işin bozuk bir yanı var. Uygulanabilir bir yanı yok. Senin fikrinin tutacak yanı yok. *elle tutulur yanı olmak *aşağı kalır yanı olmamak Bunun, ötekinden aşağı kalır yanı yok. yanmasında olmak Karakolun yambaşındadır. birinin...: yanık olmak, yanmış durumu için: rengi koyulaşmış anlamında: kıraç duruma gelmiş: ışık için: acılı veya dertli anlamında: *bağrı yanık olmak yanılmak İşte burada yanılıyorsunuz. Biz bu konuda çok yanılmışız. Yanılmıyorsam, yalnız gelmişti. Yanılmış olabilirim. Her ikisi de yanılıyor. | birleşikler ve deyimleri İnsan yenilmekle marifetli olur, yanılmakla alim. Yanılmak insanlara özgüdür. İnsan yanıla yanda alim olur. Çok bilen, çok yanılır. yanıltıcı olmak yanıltmak yanında olmak, desteklemek anlamında: Öğretmenimiz her zaman yanımızdaydı. beraberinde olmak: Şimdi yanımda değil. yanıtlamak yanıtlanmak yankılamak yankılanmak yanlamak, yana yatmak anlamında: rahat yaşamak anlamında: yanlısı olmak Bunun yanlısı yok. to pull alongside, to agree figri]. / don't think the director will agree to it. to go along with. They'll never go along with that. to draw up. He drew his chair up to the stove. to become inflamed [infleymd]. There's something wrong with it. It is not practicable [pre:ktikibd]. Your view just doesn't hold water. to be tangible [te:ncibil]. to be as good as. This one is just as good as the other one. to be just by [cast]. It's just by the police station [pili:s]. to be at smb's side [sayd]. to be burnt [bo:nt]. to be tanned [te:nd]. to be scorched [sko:ct]. to be turned on [to:nd]. to be pathetic [pithetik]. to be heartsick. to be mistaken [misteykm]. That's where you are mistaken. We were mistaken about this. (If I remember well, she came alone.) to be wrong. / may be wrong. Both are wrong. Experience is the best teacher [ikspiryms]. To err is human [hyu:min]. One learns by making mistakes. He who talks too often is often wrong. to be misleading. to mislead [misli:d]. to be at smb's side [sayd]. Our teacher has always been at our side. to have. / don't have it with me now. to answer [a:nsi]. to be answered [a:nsid]. to echo [ekou]. to resound [rizaund], to roll to one side, to get by. to be advocate of [e:dvikeyf]. There are no advocates of it. yanlış olmak 824 yanlış olmak Kabul etmemek yanlış olur. Bunun neresi yanlış? Toplam yanlış. Pek de yanlış olmasa gerek! yanlışı olmak (birinin) yanmak, genel anlamda: ampul için: Yanlışınız olmalı. Ateş bütün gece yandı. Bu ampul yanmış. aleşli olmak anlamında: biber etkisiyle: Ağzım yanıyor. büyük aşkla sevmek; çok üzülmek anlamında: elektrik için: Işıklar neden yanıyor? elektrikli aletler için: güneş etkisiyle: ışık için: Merkezde ışıklar sabaha kadar yandı. ısı etkisiyle: 'kt'itülüğe uğramak: Şimdi yandık! kibrit için: Bu ıslak kibritler yanmıyor. oyun dışı kalmak anlamında: soba için: tamamen...: [ birleşikler ve deyimleri "Ateş" demekle ağız yanmaz. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Kurunun yanında yaş da yanar. Ne şiş yansın ne de kebap. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Yandık. Sen yandın! Bir duyarsa, yandık! ağzı yanmak (bir şeyden) alev alev yanmak Bina alev alev yanıyor. ateş gibi yanmak bağrı yanmak başı nâra yanmak başında ateş yanmak başkasının derdine yanmak canı yanmak, gerçek anlamda: to be wrong. It would be wrong not to accept [lksept]. What's wrong about it? to be incorrect [inkirekt]. The total is incorrect. (It's probably not far off the truth!) to be mistaken. You must be mistaken. to burn [bo:n]. The fire burned all night long. to burn out. This bulb has burnt out [balb]. to have fever [fi:vi]. to burn. My mouth is burning. to be madly in love [lav], to be grieved [gri:vd]. to be on. Why are the lights on? to burn up. to be sunburned [sanbdmt]. to burn. The lights burned till morning at headquarters. to get scorched [sko:ct]. to be ruined [ru:wind]. (Now we've had it!) to light [layt]. These wet matches won't light. to be out. to be on. to burn to the ground. You won't burn your mouth by saying fire. It doesn't take long for a lie to come to light [layt]. The innocent will suffer along with the guilty [inisint]. We should find a solution that is fair to all. Once bitten twice shy. We've had it! You're done for! If he hears of this, we've had it! to burn one's fingers [bo:n]. to be on fire [fayi]. The building is on fire. to have fever [fi:vi]. to suffer a lot [safi]. to burn one's fingers. to be distressed [distrest]. to suffer on account of another. to feel pain [peyn]. yanmakta olmak 825 mecazi anlamda: Bu işten bir kere canım yandı. cansız yanmak cayır cayır yanmak ciğeri yanmak dert yanmak diri diri yanmak güneşte yanmak hani hani yanmak içi yanmak, çok susamak anlamında: çok üzülmek anlamında: midesi yanmak nânna yanmak (birinin) parası yanmak sırası yanmak Sizin sıranız yandı. titrek yanmak yüreği yanmak Söz dinlese, yüreğim yanmaz. yanmakta olmak yansımak, ışık için: ses için: belli olmak anlamında: Bunlar yazılarında yansıyor. yansıtmak, görüntü için: ses için: iletmek anlamında: Bu, hükümetimizin görüşünü yansıtmıyor. Bunlar, toplumumuzdaki değişimleri yansıtıyor. yansız olmak yansızlaştırmak yanşamak yapabilmek Yapamazdım. Bu, benim yapabileceğim şeyler değil. Sizin için yapabileceğimiz bir şey var mı? Ne yapabilirdi ki? Ödemeler dolar veya Türk lirası ile yapılabilir. Yapabilirsem yaparım. Yapabilirse, bırak yapsın! Senin yardımın olmadan da yapabiliriz, -siz yapabilmek: Ekmeksiz de yapabiliriz. -meden yapamamak: Çalışırken şarkı söylemeden yapamıyor. yapadurmak yapagelmek to go through a bitter experience. / suffered once because of this. to burn low [bö:n]. to burn furiously [fyurlisli]. to suffer greatly [safı]. to complain [kimpleyn]. to be burnt to death [deth]. to be sunburnt [sanbötnt]. to burn furiously [fyurlisli], to be very thirsty [thö:sti], to be deeply grieved [grkvd], to have heartburn [ha:tbo:n], to suffer through smb's fault [fo:lt], to lose one's money. to lose one's turn [lu:z]. Your turn is lost. to flicker. to be deeply grieved [gri:vd]. If only he listened it wouldn't grieve me so much. to be on fire [fayı]. to be reflected, to echo [ekou]. to be reflected. These are reflected in his writings. to reflect [riflekt]. to echo [ekou]. to reflect. This doesn't reflect the opinion of our government [gavınmınt]. These reflect the changes in our society [sısayıti]. to be neutral [nyu:tril]. to neutralize [nyu:tnlayz]. to talk too much. to be able to. / just couldn't do it. This isn't in my line. Is there anything we can do for/you? What could she have done? Payments may be made in dollars or Turkish liras. I'll do it, if I can. If he can, let him do it! We can dispense with your help. to be able to do without. We can do without bread. (can't help doing smth). She can't help singing when working. to go on doing smth. to continue to do smth [kintinyu]. yapar gibi olmak 826 yapar gibi olmak yapayalnız olmak yapaylaşmak yapıcı olmak yapılmak Yapılabilecek her şey yapılacaktır. Bu, çok acemice yapılmış bir sahtekârlık. Yapılacak en akıllıca şey. O zamandan beri hiç bir şey yapılmadı. Yapılacak tek şey var. Seçimler dürüst ve serbest bir şekilde yapılmıştır. Ne yapılmalı? Bu genç canilere ne yapılabilir? Mümkün olan her şey yapıldı. Burada hiçbir şey yapılmıyor. Bu böyle yapılmaz. Bu hususta neler yapılıyor? Bir şey yapılacaksa, tam yapılmalıdır, inşa edilmek anlamında: Irmak kenarında çeşme yapılmaz. Gönül bir sırça saraydır, kırıtırsa yapılmaz. elle...: t Bütün bu örnekler elle yapılmıştır. makineyle...: In'r şeyden yapılmak, a) değişikliye uğramadan: Bunlar plastikten yapılıyor. Mahfaza altından yapılacakmış. b) değişikliğe uğrayarak: Bu tür peynir keçi sütünden yapılır. Yoğurt neden yapılır? Bu yemek, yumurta, domates ve yeşil biberden yapılır. Birçok aksamdan yapılı. Bundan bir tek yastık yapılabilir. yapınmak, kendine yapmak anlamında: kendi için yaptırmak: yapısallaşmak yapışık olmak, bir yere yapışmış: yapışkan olmak, yapışma özelliği olun: gitmek bilmeyen anlamında: yapışmak, genel anlamda: Bunlar her yüzeye yapışır. Bu etiketler artık yapışmıyor. yıkıca tutmak anlamında: sıkıca sarılmak anlamında: to pretend to do smth. to be all by oneself. to become artificial [adifisil]. to be constructive [ktnstraktiv]. to be made [meyd]. Everything that can be done will be done. This is a very clumsy forgery [klamzi]. It's the wisest thing to do [wayzist]. Nothing has been done since [sins]. There's one thing to do. The elections have been fair and free. What is to be done? What could be done to these young criminals? Everything possible has been done. Nothing ever gets done here. This is not the way to do it. What is being done about it? If a thing is worth doing, it's worth doing well. to be built. You don't build a fountain at the edge of a river [fauntin]. The heart is made of glass, once broken it can't be mended. to be hand-made. All these samples are hand-made. to be machine-made [mi§i:n meyd]. to be made of. They are made of plastic [ple:stik]. The case is to be made of gold [keys], to be made from. This sort of cheese is made from goat milk. What's yoghurt made from? That dish is made with eggs, tomatoes and green pepper [timedouz]. It's made up of many parts. This piece can make up a single cushion. to make smth for oneself. to have smth made for oneself. to be structured [strakctrd]. to be stuck on/to [stak]. to be sticky. to cling like a leech [li:c]. to stick. These will stick on any surface [sd:fis]. to adhere [ldhi:]. These labels don't adhere any more. to cling. to hold on to. yapıştırılmak 827 | birleşikler ve deyimler] Sabanın tutağına yapışan el, aç kalmaz. derisi kemiklerine yapışmak ensesine yapışmak eteğine yapışmak gırtlağına yapışmak (birinin) işe dört elle yapışmak kene gibi yapışmak sülük gibi yapışmak yakasına yapışmak (birinin), tutup bırakmamak: hesap sarmak anlamında: yapıştırılmak yapıştırmak, genel anlamda: Pencerelere bir şey yapıştırmayınız. İki parçayı bir saniyede yapıştırır. Herkes kupürleri yapıştırmakla meşguldü. dururlara...: Her yere fotoğrafını yapıştırmışlar. kartona...: Onu bir kartona yapıştırmalıydınız. pul için: Mektuba pul yapıştırmayı unutmuşlar. saç irin: i birleşikler ve deyimler | balmumu yapıştırmak cevabı yapıştırmak kendini duvara yapıştırmak mühür mumu ile yapıştırmak saçlarını yapıştırmak tokat yapıştırmak yapış yapış olmak, yapışkan anlamında: nemli anlamında: yapmacık olmak, içten olmayan: Tavrı biraz yapmacık gibi geldi, sahte anlamında: yapay anlamında: yapmak (ayrıca bak: yapılmak, yapabilmek), oluşturmak anlamında: Kendine güzel bir kulübe yapmış. Bize çay yapıyor. Bir takımı büyük yapan ne? Çerden çöpten bir şey yapmışlar, onarmak anlamında: Saaü kim yaptı? iyilik veya kötülükte bulunmak: Korkmayınız, bir şey yapmaz. O bize hiçbir şey yapamaz. Bize yaptıklarını düşündükçe! Tüm yaptıklarınıza karşı teşekkür ederim. The tiller of the land will not go hungry. to be just skin and bones [bounz], to collar [koh], to implore. to take smb by the throat, to show a great energy in a job [emci]. to cling to smb like a leech [li:c], to stick to one like glue. not to leave smb in peace [pi:s], to hold smb responsible, to be glued [glu:d]. to stick on. Don't stick anything on the windows. to bond. It'll bond the two pieces in a second. to paste [peyst]. Everyone was busy pasting the clippings. to plaster. They've plastered his photograph everywhere. to mount [maunt]. You should have mounted it on a cardboard. to stamp. They forgot to stamp the letter. to plaster down [ple:sti]. to make a mental note of smth. to retort [ritod]. to flatten oneself against a wall, to seal with a sealing-wax [siding], to plaster down one's hair, to give a box on the ear [ i : ] . to be sticky. to be damp [de:mp], to be affected [ifektid]. His attitude seemed a bit affected. to be feigned [feynd]. to be articifial [a:tifi§il]. to make [meyk]. He has made himself a nice hut [hat]. She's making us some tea. What makes a team great? They have made something quite flimsy. to mend. Who mended the clock? Don't worry, it won't hurt. He can't do anything to us. When I think of what he did to us. Thanks for everything. yapmak 828 harekete geçmek anlamında: Neden bir şeyler yapmıyorsun? Bir şeyler yapmazsak, gitmeyecek. Bu hususta bir şeyler yapmamız gerekirdi. ifa. etmek: Hafta sonu ne yapıyorsun? Neden bunu yapsın ki? Neler yapıyorsun? Bütün bu tenekelerle ne yapacaklar? Ne iş yapar? Öğretmenlik benim yapacağım iş değil. Hele yap! Ben de öyle yaptım. Bunu ne diye yaptı? Bunu hep yapar. Biz bu işi yıllardır yaparız. Biz şimdi ne yapacağız? Hani, bunu bir daha yapmayacaktılar? Bunu bir gün yapacakları hiç aklıma gelmedi. Ne yaptıysak fayda etmedi. Tek yapsın da nasıl yaparsa yapsın. O daima bir şey yapmakla meşgul, meydana getirmek: Medya, hiçbir yeteneği olmayan bir şarkıcıyı yıldız yapabilir mi? | birleşikler ve deyimleri Bunu babam da yapar! Garip kuşun yuvasını Allah yapar. Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma. Kişi ne yaparsa, kendine yapar. Yuvayı dişi kuş yapar. Yıkmak kolay, yapmak zor. Dünyayı verseler yapmam. Allah aşkına ne yapıyorsunuz? Ne yaptın! Amma yaptın! Yapma yahu! Ne yapalım yani! Bunu, babasının hayrına yapmıyor. Fena mı yaptık? Ne yapacağımı bilemiyorum. Zenginler şikâyet ediyorsa, ben ne yapayım? Ben şimdi ne yaparım? Zaten yapacaklarını yaptılar. Hele yapmasın! Ne yaparsın! Dünyada yapmaz. Yapar mı, yapar. Ne yapıp yapıp, bitir şunu. Bunu ille yapacaksın! Nereden yaptım! to do smth about it. Why don't you do something about it? Unless we do something about it, he won't go. We should have done something about this. to do. What are you doing at the week-end? Why should he do such a thing? What are you doing with yourself? What are they going to do with all these cans? What does he do? (Teaching is not in my line.) I dare you do it! And 1 did so. What made him do that? He always does it. We have been doing it for years. What do we do now? They were supposed not to do it again, werent't they? It never occurred to me they would do it one day [ikb:d]. Whatever we did we achieved nothing. All I ask is for him to do it. He is always busy doing something. to make smth of. Can the media make a star of an untalented singer? Anyone can do that! God has his own way of looking after the forlorn [fo:lo:n]. Do what the hodja says, not what he does. One reaps what one sows. Men make houses, women make homes [houmz]. It's easy to destroy but difficult to build. I wouldn't do it for all the world. What in the world are you doing? What have you done! You don't say! Incredible! It can't be helped! She's not doing it just for love. Was that evil? What in the world am I to do? If the rich are complaining, what shall I do? [kimpleyning]. What am I to do now? They did what harm they could. I dare him not to do it! It can't be helped! Nothing in the world will make her do it. You can bet he'll do it. Finish it by every possible means [mi:nz]. You must do that, musn't you? Why on earth did I do that? yapmak (aklına geleni) 829 aklına geleni yapmak baştan savma yapmak bildiği gibi yapmak Bırak, bildiği gibi yapsın. bildiğini yapmak bile bile yapmak bilerek yapmak (bir şeyi) Onu bilerek yapmadım. bilmeden yapmak bilmeyerek yapmak Bilerek veya bilmeyerek. boyuna yapmak Sen bunu boyuna yapıyorsun. çekinmeden yapmak dilediğini yapmak Dilediğini yapabilirsin. doğru olanı yapmak Sen doğru olanı yaptın. eften püften yapmak elinden geldiği kadar yapmak elinden geleni yapmak Elinden geleni yapacaktır. Elimden geleni yaparım. gerekeni yapmak ...gibi yapmak Uyur gibi yaptı. Mektubu okur gibi yaptı. habbeyi kubbe yapmak hatır için yapmak imkân nispetinde yapmak istediğini yapmak Her ne isterse yapsın. kasten yapmak Siz bunu kasten yapıyorsunuz. kendi başına yapmak Bunların hepsini kendi başıma yaptım. kendine düşeni yapmak lâyıkıyla yapmak (bir işi) Bu işi yapacaksanız, bari lâyıkıyla yapın. -meden yapamamak Bu kız şarkı söylemeden yapamıyor. ...mış gibi yapmak Bir şeyler yapıyormuş gibi yapınız. Bir şey arıyormuş gibi yaptı. payına düşeni yapmak pireyi deve yapmak söylene söylene yapmak (bir şeyi) söyleneni yapmak Size söyleneni yapın. tersinden yapmak (bir işi) Sız bu işi tersinden yapıyorsunuz. tersini yapmak üzerine düşeni yapmak Üzerlerine düşeni yapmadılar. to act impulsively [impalsivli]. to do smth carelessly [kedisli]. to do it one's way. Let him do it his own way. to do it one's own way. to do smth intentionally [inten§inili]. to do smth on purpose [pd:pis]. (I didn't mean it.) to do smth unintentionally. to do smth unknowingly. Knowingly or unknowingly. to keep doing smth. You keep doing it. to make no bones about doing smth [bounz], to do what one wishes. You can do what you wish. to do the right thing. You did the right thing. to make smth from bits and pieces put together. to try one's best. to do one's best. He'll do his best. (I'll do what I can.) to see about/that. to pretend to be doing smth. He pretended to be sleeping. She pretended to be reading the letter. to make a mountain out of a molehill. to do smth for the sake of smb [seyk]. to do what is possible. to do as one pleases [plkzis]. Let him do as he pleases. to do smth on purpose [po:pis]. You're doing it on purpose. to do smth by oneself. / did it all by myself. to do one's share [§e:]. to do smth properly. If you're going to do it, at least do it properly. (can't help doing smth.) That girl can't help singing. to pretend to. Pretend to be doing something. He pretended to be looking for something. to do one's bit. to make a mountain out of a mole hill. to do smth with a bad grace [greys]. to do as one is told. Do as you are told. to put the cart before the horse. You're putting the cart before the horse. to do the opposite [opizit]. to do one's part. They haven't done their part. yapraklanmak 830 yalancılıktan yapmak yalandan yapmak Yalandan yapacaksan, bırak. bir yalanın kubbesini yapmak yalnız başına yapmak (bir şeyi) yarım yamalak yapmak (bir işi) yeniden yapmak yapraklanmak yaptırmak, bir şey yaptırmak: Birkaç tane yaptırmak istiyorum. Bu akşam için saçımı yaptırmam lazım, bir şeyi birisine yaptırmak: Bu işi başka birisine yaptıralım. Bu işi kalifiye birisine yaptırın. Rica minnet, bu işi yaptırabildik. | birleşikler ve deyimler] birisine istediğini yaptırmak Kocasına istediğini yaptırıyor. istediğini yaptırmak Çocuklar, genellikle istediklerini yaptırıyorlar. talim yaptırmak zorla yaptırmak yaptırtmak yapyakın olmak yapyalnız olmak O büyük salonda yapyalnızdık. yâr olmak Felek her zaman insana yâr olmaz. Felek yâr olmayınca, elden ne gelir? Felek yâr olursa... sevgi ve dostluk için: Yâr olup, bâr olma! Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz. yaralamak, silah vs ile: incitmek anlamında: yaralanmak, yara için: incitmek anlamında: yaralı olmak *yüreği yaralı olmak yaramak Neye yarar ki? Onların hatası bizim işimize yarayacak. Bu, sağlığına çok yarar. Yarasın! bir şeye yaramak: Birçok şeylere yarıyor. Bu garip alet neye yarar? to pretend to do smth. to do smth for appearance only [ipi:rins]. // you're going to do it for appearance, leave it. to make a lie seem true with another lie. to go it alone. to do smth by halves [ha:vz]. to do smth over again [lgeyn]. to come into leaf [l i : f]. to get/have smth done. / want to have a few made. I must have my hair done for tonight. to have smb do/make smth. Let's have someone else do it. Get someone qualified to do the job. We managed to get the job done after much pleading. to lead smb by the nose [nouz]. She leads her husband by the nose [hazbind]. to get one's way. Children usually get their way. to exercise [eksisayz]. to bring pressure to bear [pre§i]. to have smb do/make smth. to be very close [klous]. to be all alone [lloun]. We were all alone in that huge hall [hod]. to help. Fate will not always help its man. to favour [feyvi]. What can a man do, if fate doesn't favour him? If all goes well... Be a friend without being a burden! A mother's love is unique [yu:nik]. to wound [wu:nd]. to hurt smb's feelings. to be injured [incid]. to be hurt [hod]. to be wounded. to feel deep sorrow. to serve a/one's purpose [po:pis]. What purpose will it serve [so:v]. ? Their mistake will serve our purpose. to do good for smb. It'll do him a lot of good. Good appetite [e:pitayt]! to be used for [yu:zd]. It's used for many purposes [pckpisiz]. What is this strange tool used for? yaramamak 831 işe yaramak: Bu çivileri saklayınız, bir gün işe yarayabilir. Bu boş tenekeler kampta işe yarar. Bu para çok işimize yarayacak. Bu bilgi, ileriki yıllarda işine çok yarayacaktır. Bir et bıçağı istemiştim, ancak bu da işe yarar. Birkaç battaniye işimize çok yarayacaktı. Bir kamyonet olsa işimize yarardı. Bu ne işe yarar? Bir işe yarayacaksa, kalırım, istifa etse de ne işe yarayacaktır? *eme yaramak *kademi yaramak yaramamak, boşuna yapılmış anlamında: Hiçbir şeye yaramadı. Bu adam hiçbir şeye yaramaz. Haram mal sahibine yaramaz. Bu insanlara iyilik yaramıyor, dokunmak anlamında: Baharatlı yemekler bana yaramaz. *eme seme yaramamak *işe yaramamak Bunların peşinden gitmek bir işe yaramaz. Bu, işimize yaramaz. Kitapların çoğu hiçbir işe yaramaz. Bu sistem de bir işe yaramayacaktır. Bakanın tüm çabaları bir işe yaramadı. yaramaz olmak yaramazlaşmak yaramazlık etmek yaramazlık yapmak yaranmak, memnun etmek anlamında: Ne yaptıysak, kendisine yaranamadık. Aleme yaranılmaz! içten olmayan davranışla: Patrona yaranmaya çalıştığı besbelli. yararı olmak Fakat yararı olur mu? Bu bilginin, bize çok yararı olmuştur. Bunun, bize yararı olur mu? to come in handy. Keep these nails, they might come in handy one day. These empty cans will come in handy in the camp [ke:nz]. The money will come in handy. to stand smb in good stead [sted]. This knowledge will stand him in good stead in later years [nolie]. to be useful (for the purpose) [po:pis], / asked for a meat knife, but this will be useful for the purpose as well. (could do with). We could do with a few blankets [ble:nkits]. We could do with a delivery van [ve.n]. What's this for? (I'll stay, if it helps.) Even if she resigned, what use will that be? to be useful [yu:sful]. to bring good luck [lak]. to be useless [yu:slis]. It was useless. This man is good for nothing. Ill gains never prosper [geynz]. It's no good treating these people kindly. not to agree with [igri]. Spicy food doesn't agree with me. to be useless. to be no good. It's no good going after them. to serve a purpose [po:pis]. It doesn't serve our purpose. to be useless [yu:sles]. Most of the books are useless. (This system, too, won't work.) (All the Minister's efforts were to no avail.) to be naughty [no:ti]. to become mischievous [miscivis]. to behave naughtily. to make mischief [misfif]. to please [pli:z]. We did everything possible to please her but to no avail [tveyl]. One can't please everyone! to curry favour with [kari feyvi]. It's obvious that he's trying to curry favour with the boss [obviyis]. to help. But will it help? This bit of information was a great help to us. to serve the purpose [po:pis]. Would it serve our purpose [so:v]? yararı olmamak 832 yararı olmamak Öyle oturup ağlamanın hiçbir yararı yok. yararına olmak (birinin) Bu, kimsenin yararına değil. Bu, şirketin yararına olamaz. yararlanmak, Belgeyi göndermek için fakstan yararlanabilirsiniz. Bir yazıcıları var fakat ondan nasıl yararlanacaklarını bilmiyorlar. Çok düşük fiyatlardan yararlanmalıyız. Bu durumdan yararlanmaya kalkmayınız. *fırsattan yararlanmak Bu elinize geçen fırsattan yararlanınız. Her fırsattan yararlanmalıyız. Bu fırsattan yararlanarak, polis teşkilatına teşekkür ederim. yararlı olmak Bu istikrar, ekonomimize yararlı olacaktır. Bu, benim yararlı olmak anlayışımla bağdaşmıyor. Yaşlı oyuncu transferi bize yararlı olmaz. yararsız olmak Bu insanları ikna etmeye çalışmak yararsız. Aptallıklarından neden yararlanmayalım? Teknik ve meslek eğitiminden herkes yararlanabilmelidir. yaraşmak Böyle şeyler konuşmak sana yaraşmıyor. Bu şapka ona yaraşmış. yaraştırmak Bu sözleri size yaraştıramadım. yaratıcı olmak yaratılmak *bir şey için yaratılmış olmak O, doktor olmak için yaratılmış. yaratmak Yoktan bir şey yaratabilir misiniz? | birleşikler ve deyimleri "Küçük dağlan ben yarattım" demek, anlaşmazlık yaratmak gerginlik yaratmak Lütfen aramızda gerginlik yaratmayınız! gerilim yaratmak Bu hâdise, toplumda büyük gerilim yarattı. harikalar yaratmak Azıcık övgü harikalar yaratır. Bu yeni ilaç harikalar yaratacak. to be no good. It's no good just sitting there crying. to be for the advantage of [ldvamtic]. It is for no one's advantage. to be in the interest of. This can't be for the interest of the company. to make use of [yu:s]. You can use the fax to send the document. They have a printer but they don't know how to make use of it. to take advantage of [idve:ntic]. We should take advantage of the very low prices. Don't try to take advantage of the situation. to take advantage of the opportunity. Take advantage of this opportunity. to avail oneself of [iveyl]. We must avail ourselves of every opportunity. I take the opportunity to thank the Police. to be beneficial [benefisil]. This stability will be beneficial to our economy [i:kimmi]. to be useful [yu:sful]. This isn't my idea of being useful. The transfer of aged players is of no use to us. to be of no use Lyu:s]. It's no use to reason with these people. to turn smth to one's advantage [idve:ntic]. Why shouldn't we turn their stupidity to our advantage? (Technical and professional education should be made available to all.) to become [bikam]. It doesn't become you to speak like that. This hat becomes her. to think smth befits smb. / don't think these remarks befit you. to be creative [krieytiv]. to be created [krieytid]. to be cut out for. He is cut out for being a doctor. to create [krieyt]. Can you create something out of nothing? to be full of oneself. to sow discord [disko:d]. to create tension [tensm]. Do not create tension between us, please! to create stress. This incident created a great stress in the community [kimyumiti]. to work wonders [wandiz]. A little praise will work wonders [preyz]. This new drug will work wonders. yardakçılık etmek 833 heyecan yaratmak Bu haber, ülkede heyecan yaratır. ikilik yaratmak ilgi yaratmak istihdam yaratmak mucizeler yaratmak panik yaratmak Bu olay, üyeler arasında panik yarattı. polemik yaratmak problem yaratmak Bu sistem bize yalnız problem yaratmıştır. sansasyon yaratmak Girişi, büyük bir sansasyon yarattı. tedirginlik yaratmak yoktan yaratmak yardakçılık etmek yardım etmek Size yardım edeceğim, söz. Size memnuniyetle yardım ederiz. Yardım edecek sizlersiniz. Bu zavallı insanlara yardım etmek kabahat mi? Yardım edebilir miyim? Yardım eden yardım bulur. Bize, orada yardım eden kimse olmadı. Bana yardım edebilir misiniz? arabaya binmesine...: Hanımın arabaya binmesine yardım eder misin? merdiven çıkmasına...: Beye, merdiven çıkmasına yardim ediniz, palto çıkarmasına...: Hanıma paltosunu çıkarmasına yardım eder misiniz? palto giymesine...: Paltoyu giymesine yardım eder misiniz? bir şeyi yapmasına...: Kitapları taşımama yardım eder misiniz? Bu kolileri taşımama yardım edin. *yerli yersiz yardım etmek Allah evlenenle, ev yapana yardım eder. Gel de bu insanlara yardım et. yardımcı olmak Allah doğrunun yardımcısıdır. Evlenenle, ev yapanın Allah yardımcısıdır. Allah yardımcınız olsun! Yardımcı olabilir miyim? Size yardımcı olabilirsem, lütfen bana bildirin. Bize çok yardımcı oldular. to make a stir. This news will make a stir in the country. to sow discord [diskord]. to create interest. to create employment. to work miracles [minktlz]. to create panic [pe:nik]. This incident has created panic among the members finsidint]. to create polemics. to create problems. This system has only created problems for us. to cause sensation [senseysm]. Her entrance caused a great sensation. to create restlessness. to create smth out of nothing. to be smb's accomplice [ikomplis]. to help. I promise to help you [promis]. We shall be glad to help you. You are the ones who are going to help. Is it a wrong thing to help these poor people? Can I be of any help? Help others and people will help you. to give a hand. No one gave us a hand over there. Could you please lend me a hand? to help smb into a car. Could you help the lady into the car? to help smb up the stairs [ste:z]. Help the gentleman up the stairs. to help smb off with the coat [kout]. Will you help the lady off with her coat? to help smb on with a coat. Will you help her on with her coat? to help smb with. Could you help me with these books? Please lend me a hand in carrying these parcels [pa:silz]. to help people without considering its appropriateness [lproupritnis]. God helps those who are getting married or are building a house. How can one possibly help these people? to help. God will help the honest [onist]. God helps those who intend to marry or build a house [me:ri]. May God help you! to be of some help. Can I be of any help? If I can be of any help, please let me know. to be helpful. They have been very helpful to us. yardımı olmak 834 yardımı olmak Pek yardımınız olmadı. yardımlaşmak yardımsever olmak yardırmak yarenlik etmek yargılamak, kişi için: dara için; yargılanmak yarılamak Yolu yarıladık sayılır. İşi daha yarılamadık bile. yarılanmak yarılmak Sanki yer yarılıp onu yutmuş. Sıcaktan yarılmış olsa gerek. *yüreği yarılmak *Kol kırılır, yen içinde; baş yarılır, börk içinde. yar unlamak yarış etmek yarışmak Bu sefer çok zor rakiplerle yarışacak. Siz bu sahada bizimle yanşamazsınız. Altın madalya için finalde yarışacaklar. Çölde hayvanlar su için birbiriyle yansır. Bu varlıklı insanlarla yarışmamız imkansız. *çene yarışmak *zamana karşı yarışmak yarıştırmak *çene yarıştırmak yarlıgamak yarmak, uzunlamasına ayırmak: Tahtayı bir darbe ile yanverdi. deşmek anlamında: kalabalık için: Kalabalığı ite kaka yarmayı başardık. düşman hattı için: | birleşikler ve deyimleri ablukayı yarmak baş yarmak, Dostun attığı taş, baş yarmaz. Her taş baş yarmaz. Küçük taş baş yarar. Ummadığın taş baş yarar. to be of a help. You haven't been much of a help. to help one another. to be a philanthropist [filemthripist]. to have smb split smth. to have a friendly chat [ce:t]. to judge [cac]. to hear a case [keys]. to be tried [trayd]. to be half way through [thru]. We've gone half-way down the road. We are not even half-way through the job. to be half-finished [finist]. to split open. It's as if the earth split open and swallowed him. They must have split open because of the heat. to get a fright [frayt]. Private matters should remain private [prayvit]. to be half-way through, to race [reys]. to race (against). This time he'll be racing against formidable competitors [kimpititiz], to compete [kimpi:t]. You can't compete with us in this field. They will compete in the final for the gold medal [faynil]. to vie [vay]. In the desert animals vie with one another for water. We can't keep up with these wealthy people. to chatter nonsense [nonsins]. to race against time [reys]. to have smb compete against another. to engage in a prolonged conversation. (for God) to forgive. to split. He split the board with a single blow. to incise [insayz]. to elbow one's way through [thru]. We managed to elbow our way through the crowd [me:nicd]. to break through [breyk]. to run the blockade [blokeyd]. A friend's criticism doesn't hurt [ho:t]. Not all fierce looking things are dangerous. A small stone in the way may overturn a car. a- Never underrate an opponent [andrreyt]. b- Insignificant items often prove to be the most important [pru:v]. yarmalamak 835 başını gözünü yarmak, gerçek anlamda: mecazi anlamda: kafa göz yarmak karnını yarmak kılı kırk yarmak Usul üzerine kılı kırk yararak hiçbir yere varamayız. kişi için: Müdürümüz, kılı kırk yaran bir kişidir. odun yarmak yarmalamak yas içinde olmak yasa yapmak yasadışı olmak yasak etmek Hükümet bu filmleri yasak etmelidir. yasak olmak Bunu kim yasak etmiş? yasaklamak Devlet memurlarının grev yapmaları yasak. Burada sigara içmek kesinlikle yasaktır. Fildişi ithal etmeleri yasaktır. Kepsiz dolaşmaları yasak. Burada politika konuşmamız yasak. Oralara gitmemiz yasaktı. Yasak olan şeyler çekici olur. Göze yasak olmaz. Bakan göze yasak olmaz. Denize girmez yasaktır. Bina içinde sigara içmek yasaktır. Kumarın her türlüsü yasaktır. Polis, yarın için her türlü gösteriyi yasaklamıştır. yasaklanmak Kimyasal silahlar kanunen yasaklanmıştır. yasal olmak yasalaşmak yasalaştırılmak yasalaştırmak yasamak, yasa koymak anlamında: düzen vermek anlamında: yaslamak yaslanmak, dayanmak anlamında: Koluma yaslanabilirsiniz. güvenmek anlamında: yasa bürünmek anlamında: arkaya yaslanmak duvara yaslanmak to smash smb's face [feys]. to make a mess of things, to be very tactless [te:ktlis]. to disembowel [disimbawil]. to split hairs [he:z]. We'll end nowhere splitting hairs over procedures [prousixiz]. to be meticulous [mitikyuhs]. Our manager is a very meticulous person. to chop wood. to split smth lengthwise [lenthwayz]. to be in mourning [morning], to make laws [Io:z], to be illegal [ili:gil], to ban [be:n]. The government should ban these films. to forbid [fibid]. Who has forbidden it? to be forbidden [fibidin]. Civil servants are forbidden to strike. Smoking is strictly forbidden here. to be prohibited. They are prohibited from importing ivory. They are prohibited to go around without caps. We're not allowed to discuss politics here. We were not allowed to go over there. Forbidden fruit is sweet. You can't stop people from looking. A cat may look at a king. Bathing prohibited. No smoking on these premises [premisiz]. Gambling in all its forms is prohibited. to ban [be:n]. The police has banned all demonstrations for tomorrow [deminstreysm]. to be banned [be:nd]. The use of chemical weapons have been banned by law [lo:]. to be legal [li:gil]. to become law. to be legalized [lkgilayzd]. to legalize [li:gilayz]. to make laws [lo:z]. to set smth in order, to prop. to lean on/against [lgeynst]. You can lean on my arm [li:n]. to depend on smb. to mourn [morn]. to lean back. to lean against the wall. yaslı olmak 836 *üstüne/üzerine yaslanmak yaslı olmak yasmak yassılanmak yassılaşmak yassılaştırmak yassılamak yassılmak yassıltmak yasta olmak yaş olmak, nemli anlamında: ıslak anlamında: Benim ellerim yaş. laze anlamında: yaşamak, hayatını sürdürmek anlamında: Türk ulusu onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamalıdır. Onuncu yüzyılda yaşamış olduğu sanılıyor. İnsanların yaşamak için yemeleri gerek. Virüs vücutta yıllarca yaşayabilir. Ben yaşadığım müddetçe, asla! görüp geçirmek anlamında: ' Aynı şeyleri yeniden yaşamak istemiyorum. Siz o korkunç yılları yaşamadınız, geçinmek anlamında: Ben bu maaşla yaşayamam. İnsan yalnız ekmekle yaşayamaz. Yalnız sebze ile yaşıyor. şehir vs için: mevsim için: Bu yıl sıcak bir kış yaşadık. sağ olmak anlamında: Hâlâ yaşıyorlar! | birleşikler ve deyimleri Yaşa! Bin yaşa! Çok yaşa! Desenize, yaşadık! Aklınla bin yaşa! Balık suda yaşar. Benden ırak olan düşman, bin yıl yaşasın. Bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın. bey gibi yaşamak bir çatı altında yaşamak günü gününe yaşamak hayal aleminde yaşamak Bu insanlar hayal aleminde yaşıyor. hayatını yaşamak hızlı yaşamak to lean on/upon [ipon], to be in mourning [morning]. to flatten [fledm]. to become flat. to get flat [fled]. to flatten out. to flatten. to become flat. to flatten out. to be in mourning [morning]. to be damp [de:mp]. to be wet. My hands are wet. to be fresh. to live [liv]. The Turkish nation should live in honour and dignity. He is thought to have lived in the tenth century [senctri]. People must eat to live. The virus may live in the body for years. Never, while I live! to experience [ikspi:ryms]. / don't want to experience all this again. to live through [thru]. You did not live through these years. to live on. / can't live on this pay [pe:y]. One can't live on bread alone. He lives only on vegetables [vecitibilz]. to live in/at. to have. We've had a warm winter this year. to be alive [llayv]. They are still alive! Well done! May you live a thousand years! God bless you! We've got it made! What a bright idea! Everyone has a place where they should be. Let the enemy who is far away live a thousand years. Let the harmless snake live a thousand years. to be well-off. to be under the same roof [ru:f]. to live from hand to mouth. to live in the clouds [klaudz]. These people are living in the clouds. to live one's life freely. to live it up. yaşanılmak 837 insan gibi yaşamak kendi âleminde yaşamak kendi kendine yaşamak korkusu içinde yaşamak (bir şeyin) Her an saldırıya uğrama korkusu içinde yaşıyorlar. münzevi yaşamak namusuyla yaşamak nikâhsız yaşamak paşa gibi yaşamak refah içinde yaşamak sadaka ile yaşamak varlık içinde yaşamak yalnız başına yaşamak yokluk içinde yaşamak zevk içinde yaşamak yaşanılmak yaşanmak Burada iyi yaşanıyor. Burası yaşanmaz hale geldi. Umut olmadan yaşanmaz, yaşarmak Havalar ısınıyor ve ağaçlar yaşarıyor. *gözleri yaşarmak Annemin gözleri yaşardı. Manzara karşısında gözlerimiz yaşardı. Gözlerim soğuk havada daima yaşarır. yaşatmak, yaşamasına imkân vermek: Yaşa ve yaşat! sürdürmek anlamında: Onu kalbimizde yaşatacağız, keyiflendirmek anlamında: Bize müthiş bir gece yaşattınız! canlandırmak anlamında: yaşıt olmak Onların hepsi yaşıtlar. yaşında olmak Kaç yaşındadır? yaşlandırmak yaşlanmak Hepimiz yaşlandık. yaşlı olmak İnsan yaşlandıkça akıllanıyor. Fazla yaşlı olduğundan işe almadılar. Çalışamayacak kadar yaşlıdır. go: ıçm: yaşmaklamak yaşmaklanmak Lodos'un gözü yaşlı olur. to live decently [dksintli]. to live in one's own world, to live all alone [doun]. to live in fear of [fi : ]. They live in constant fear of being mugged. to live a secluded life. to lead an upright life. to live together without being married. to be well-off. to live in luxury [lak§iri]. to live on alms [a:mz]. to lead an easy life. to live by oneself. to live in want. to lead a life of pleasure [pleji]. to live, to live. One lives well here. Life has become unbearable here. Life is not possible without hope. to become sappy [se:pi]. The weather is warming up and the sap is rising in the trees. (for one's eyes) to fi l l with tears [ti:z]. My mother's eyes filled with tears. to be moved to tears [mu:vd]. We were moved to tears at the sight [sayt]. to make the eyes water [ayz]. My eyes always water in cold weather. to let smb/smth live. Live and let live! to keep smb/smth alive [dayv]. We shall keep him alive in our hearts [ha:ts]. to entertain [entiteyn]. It was a terrific entertainment! to revive [rivayv]. to be of the same age [eye]. They are all the same age. to be ...old. How old is he? make smth/smb age. to get old. We've all got old. to grow old. One gets wiser as one grows older. to be old. He didn't get the job because he is overage. He is too old to work. to shed tears [ti:z]. The southerly wind brings rain. to veil [veyl]. to wear a veil. yaşta olmak 838 yaşta olmak Bunları anlayacak yaştadır. Kendini idare edecek yaşta değil. yatak yapmak yataklık etmek yatalak olmak yatılmak yatak için: yatırılmak yatırım yapmak yatırmak, gemi için: bir gece için konuk etmek: parayı işletmek anlamında: Vannı yoğunu borsaya yatırmış. uyutmak: bir yere para vermek: yatık duruma getirmek: Onu yavaşça yere yatırdılar. yiyecek için: I birleşikler ve deyimleri faize yatırmak Tüm paraları faize yatırmışlar. falakaya yatırmak hastaneye yatırmak kulaklarını yatırmak para yatırmak teşrih masasına yaürmak yan yatırmak (şapkasını) yana yatırmak yatağa yatırmak yere yatırmak Onu lütfen halının üzerine yere yatırın. yatışmak, coşku vs için: fırtına vs için: kargaşa için: korku vs için: sakinleşmek anlamında: Merak etmeyin, yatıştığında her şeyi unutur. yatıştırmak Onları yatıştırmak için her şeyi yapacağız. endişe vs için: Bu insanların endişelerini yatıştırmak gerek. Korkularını yatıştırmak için çok uğraştı. yatkın olmak, bir yana eğilmiş anlamında: benimsemiş anlamında: becerikli anlamında: | birleşikler ve deyimler] akla yatkın olmak to be of age [eye]. He is of age to understand these [andistemd]. He is not old enough to look after himself. to make the bed. to harbour a criminal [ha:bi]. to be bedridden. to lie [lay], to go to bed. to put to bed. to invest (in). to list. to accomodate smb overnight [rkomideyt]. to invest. He lias invested all he possessed in the stock exchange [pizest]. to put to bed. to pay in. to lay down. They laid him down gently on the ground. to marinate [menneyt]. to put money at interest. They've put all their money out at interest. to subject smb to a bastinado [be:stineydou]. to hospitalize [hospitilayz]. to set back its ears. to deposit money [dipozit]. to scrutinize carefully [skru:tinayz]. to cock one's hat. to make smth lean to one side [li:n], to put to bed. to lay [ley]. Please lay him on the carpet [karpit]. to calm down [ka:m]. to die down [day], to subside [sibsayd]. to abate [ibeyt]. to cool down [ku:l]. Don't worry, he'll forget everything when he has cooled down. to appease [ipi:z]. We shall do everything to appease them. to allay [iley]. We must allay these people's anxiety [e:nzayiti]. to soothe [su:th]. He tried hard to soothe their fears. to be leaning to one side. to be predisposed to [pri:diszpouzd]. to be skilled at. to be reasonable [rkzmbil]. yatmak 839 yatmak, dili yatkın olmak eli yatkın olmak Elleri dokumacılığa yatkındır. Bu gibi şeylerde eli yatkındır. benimsemek anlamında: cinse! ilişki için: düz dununa gelmek: geceyi geçirmek anlamında: Yatacak yer bulamadık. Çocuklar bu gece nerede yatacak? gemi için: Gemi Haydarpaşa limanında yatıyor, hastalık sebebiyle: Kızamıktan yatmaktadırlar, hapsedilmek anlamında: Bu kadar yıl mı yatacak? On yıl yatmış biriymiş. ölüler için: Burada kim yatıyor? razı olmak anlamında: uyumak üzere: Saat birden önce yatmazlar. uyumak anlamında: yatay duruma gelmek: yatıp kalkmak, a- geceleri geçirmek: Bu çocuklar nerede yatıp kalkıyor? Fırın işçileri çalıştığı yerde yatıp kalkar. b- devamlı olarak anlamında: Yatıp kalkıp size dua ediyorlar. | birleşikler ve deyimleri Çul içinde aslan yatar. Her gönülde bir aslan yatar. Her yiğidin gönlünde bir aslan yatar. itle yatan, bitle kalkar. Körle yatan, şaşı kalkar. Nur içinde yatsın! Yeme de yanında yat! Yerde yatma, sel alır; yüksek yatma, yel alır. açıkta yatmak aklı yatmak Bu işe aklım yatmadı. Benim, bu işe aklım yattı. arka üstü yatmak Sık gidersen dostuna, yatar arka üstüne. bıçak altına yatmak to have a gift for languages [le:ngwiciz]. to be skilled at. They are skilled at weaving. to be a good hand at. She is a good hand at such things. to lean towards [li:n]. to have sexual intercourse [intiko:s]. to become flat. to spend the night. We couldn't find a place to sleep. Where will the children spend the night? to be at anchor [e:nki]. The ship is at anchor at Haydarpaşa. to be bedridden. They are ill with measles [mi:ziz]. to be in prison [prizm]. Will he be in prison for that long? I gather he was in for ten years. to lie [lay]. Who lies here? to agree to. to go to bed. They don't go to bed before one o'clock. to be in bed. to lie down [lay]. to sleep [sli:p]. Where do these children sleep at night? to live in. The workers at the bakery live in. They always pray for you. Don't judge people by their clothes. Everyone has something they crave for. Everyone has an ambition [eımbişın]. Associate with a group and you'll become one of them [ısouşieyt]. If you associate with scoundrels you'll become one of them. May his soul rest in peace! It's finger licking food! Don't lie too low or you'll be swept away, don't go too high or you'll be blown away. to sleep out. to be satisfied about [se:tisfayd]. I'm not satisfied about this matter. to find smth convincing. / find it quite convincing. to lie on one's back. Don't be a too frequent visitor, if you want to be welcome. to have an operation [oprreyşm]. yavan olmak 840 çamura yatmak eli yatmak eli işe yatmak gripten yatmak Sekreter gripten yatıyor. O da gripten yatıyor. gurka yatrnak hapis yatmak hasta yatmak (bir şeyden) Ateşle, hasta yatıyor. hastanede yatmak İyileşmesi için hastaneye yatması gerek. Amerikan Hastanesinde, yoğun bakım koğuşunda yatıyor. istihareye yatmak karantinada yatmak kış uykusuna yatmak kıvrılıp yatmak koyun koyuna yatmak kuluçkaya yatmak leş gibi yatmak pusuya yatmak Bahçenin içinde pusuya yatmıştı. ı Ağaçların arkasında pusuya yatmışlardı. raflarda yatmak sak yatmak secdeye yatmak sere serpe yatmak serilip yatmak sırt üstü yatmak Yiyen, ya sırt üstü yatmalı, ya kırk adım atmalı. söze yatmak tarassuta yatmak tere yatmak upuzun yatmak uykuya yatmak üstüne yatmak (bir şeyin) yan yatma Gemi birden yan yatmaya başladı. yan gelip yatmak yola yatmak yorgan döşek yatmak yüzükoyun yatmak yavan olmak Ucuz etin yahnisi yavan olur. yavanlaşmak yavanlaştırmak yavaşlamak Viraja yaklaşırken lütfen yavaşlayın. Yağmur yavaşlamaya başladı. not to keep a promise [promis]. to be skilful at. to be a good hand at doing smth. to be i l l with flu. The secretary is ill with flu. He is down with flu, too. to set. to serve a sentence [sentrns]. to be down with. He's down with fever [fi:vi]. to lie in hospital [lay]. He'll have to lie in hospital to get well. She's lying in the intensive care ward of the American Hospital. to pray and then go to sleep hoping to learn God's will in one's dream. (for a ship) to be in quarantine [kwonnti.n]. to hibernate [haybmeyt], to coil up [koyl]. to cuddle up [kadil]. to brood [bru:d]. to lie down motionless [mou§inlis]. to lie in wait for [lay]. He lay in wait in the garden [ley]. to lie in ambush [e:mbusj. They were lying in ambush behind the trees. to lie on the shelves. to sleep slightly [slaytli]. to prostrate oneself [prostreyt]. to sprawl out [spro:l]. to sprawl out. to lie flat on one's back [be:k]. He who has eaten should either sleep or take a walk. to heed advice [ldvays]. to lie in wait for. to make oneself sweat profusely [swet]. to lie at full length, to go to sleep. to appropriate smth for oneself. to lean over to one side. The ship suddenly started leaning to one side. to relax and enjoy oneself. to come to reason. to be i l l in bed. to lie face downwards [daunwidz]. to be insipid. Cheap things will give no satisfaction. to become tasteless, to render insipid, to slow down. Please slow down when approaching the curve. to slacken [sle:km]. The rain has begun to slacken. yavaşlatmak 841 Fırtına yakında yavaşlar. Koyunlar erken yavrulayabilir. fırtına vs için: yavaşlatmak yavrulamak koyun için: yavuklamak yavuklanmak yaydırmak, bir şeyi: birisine: yaygaracı olmak yaygın olmak Bu sistem eskiden çok yaygındı. yaygınlaşmak yaygınlaştırmak yayılmak, genel anlamda: Yangın, depolara yayılıyor. Borcun iki seneye yayılmasını istiyor. Hastalık bir bölgeden diğerine yayılıyor. O gün bankanın iflâs ettiği haberi yayıldı. genelleşmek anlamında: Bu teknik bilgi her yere yayılmak. her yere...: Kan, odanın her yerine yayılmıştı. Oyuncaklar her tarafa yayılmıştı. Skandal bir saat içinde bütün şehre yayılıverdi. sürü için otlamak: sere serpe oturmak: [ birleşikler ve deyimler] Bir ağızdan çıkan, bin dile yayılır. ağızdan ağıza yayılmak Acı haber ağızdan ağıza yayıldı. alev gibi yayılmak Haber alev gibi etrafa yayıldı. yıldırım hızıyla yayılmak Söylenti yıldırım hızıyla yayılmıştı. yayımlamak, kitap ve dergi için: Bu yıl ahi roman yayımladılar. radyo ve televizyon için: kararname için: *tefrika halinde yayımlamak yayımlanmak, kitap ve dergi için: radyo ve televizyon için: yayın yapmak, radyo ile: televizyon ile: to blow over. The storm will soon blow over. to slow down. to bring forth young [yang], to lamb [le:m]. The sheep may lamb early. to get a daughter engaged [ingeycd]. to get engaged. to have smth spread [spred]. to have smb spread smth out. to be a blusterer [blastin], to be widespread [waydspred]. This system was widespread in the past. to become widespread. to diffuse [difyu:z], to spread (out). The fire is spreading to the warehouses. He wants the debt to be spread over a period of two years [pi:ryid]. The disease is spreading from one region to another [ri xi n]. (That day word went about that the bank had collapsed [kile:pst]J. to be diffused [difyu:zd]. This technical knowledge must be diffused everywhere [nolic]. to be all over. There was blood all over the room. The toys were lying all over the place. The scandal was all over the town in an hour. to graze [greyz]. to be stretched out on the ground. What comes out of a mouth will spread to a thousand. to spread by word of mouth. The tragic news spread out by word of mouth. to spread like wild fire. The news spread like wild fire. to spread like wild fire [fayi]. The rumour had spread like wild fire. to publish [pablisj. They have published six novels this year. to broadcast [bro:dka:st]. to issue a decree [i§yu:]. to serialize [si:rilayz]. to be published, to be broadcast. to broadcast [bro:dka:st]. to telecast. yayınlamak 842 yayınlamak Orduyu eleştiren bir yazı yayınlamıştı. Denemeleri birkaç dergide yayınlandı. yaylamak yaylandırmak yaylanmak • yaymak, sermek anlamında: duyurmak anlamında: Bu dedikoduları kim yayıyor? koku için: Kötü bir koku yayıyor. hastalık rs için: *nifak tohumlarını yaymak yaz boz tahtası olmak yazadurmak yazdırmak yazgılı olmak yazık etmek yazık olmak Bütün gün yazdı durdu. Tezlerini daima birisine yazdırırdı. Bunları, ona birisi yazdırmıştır. Bu sistem de öncekiler gibi başarısızlığa yazgılı. Düşmana acıyan, kendine yazık eder. Çok yazık! Ne yazık! Yazıklar olsun! Yazık sizlere! Yazıklar olsun sana! Hepinize yazıklar olsun! Yazık, gelemeyecek. Böyle bir şey yaparlarsa, yazık olur. O güzelim bahçeye çok yazık oldu. Bu kadar emeğe yazık oldu. yazılı olmak, üzerinde yazı olan: Mürekkeple yazılı. Türkçe yazılı değil. Her şey bu raporda yazılıdır. mukadder anlamında: Yazılmış olan, görünür. sınav için: yazılmak, yazıya dökülmek anlamında: Kitap ne zaman yazılmış? Siyah mürekkeple yazılması gerek. to print. It has printed an article criticizing the Army [kritisayzing]. His essays have appeared in a few reviews. to graze the flock in the mountains, to make smth springy [springi]. to spring and bounce [bauns]. to spread over smth. to spread (around). Who ever is spreading these gossips? to give off. It gives off an unpleasant smell [anplezint]. to propagate [propigeyt]. to sow the seeds of dissension [disensin]. to be the victim of repeatedly changing decisions [disijmz]. to keep writing. He kept writing the whole day. to have smb write smth. He always had someone write his theses [thi:si:z]. to dictate [dikteyt]. Someone must have dictated these to him. to be doomed to [du:md]. This system like the previous ones is doomed to failure [feylyi]. to do oneself an injustice [incastis]. He who shows mercy to his enemy does himself an injustice. to be a pity. That's too bad! What a pity! Shame [seym].' I thought you would be above such things. Shame on you! I would never have expected this from you! It's a pity that he can't come. It would be a great pity if they did such a thing. It's a great pity that this beautiful garden should be ruined in such a way. It's a shame that all this effort came to nothing. to be written [ritin]. It's written in ink. It's not written in Turkish. Everything is written in that report. to be decreed by fate [dikri:d]. What is decreed by fate will come to pass. to have an exam [igze:m]. to be written [ritin]. When was the book written? It must be written in black ink. yazışmak 843 mukadder olmak anlamında: Bir kere alnına öyle yazılmış. Yazılan başa gelir. okul vs için kaydolmak: *askere yazılmak *daktilo ile yazılmak *orduya yazılmak yazışmak Hâlâ yazışıyorlar. yazıvermek Bize iki satır yazıver, yeter. Adresi yazıver. yazlamak yazmak, genel anlamda: Adresi yazsanız da olur, yazmasanız da. Yazmak şöyle dursun, Ingilizceyi doğru dürüst konuşamıyor. ilaç için: Bu ilacı size kim yazdı? kaydetmek anlamında: liste için: Listeyi siz mi yazdınız? okul vs için: | birleşikler ve deyimler] Ha babam yazıyor. Yazıcı kendine kem yazmaz. Kul azmayınca, Hak yazmaz. Sözümü duvara yazıyorum! açık seçik yazmak Her şeyi acık seçik yazınız, askere yazmak bir yere yazmak Yaz bunu bir tarafa. Sözümü bir yere yazın, pişman olacaksınız. biri beş yazmak birinin adına yazmak buz üstüne yazı yazmak ceza yazmak çek yazmak daktilo yazmak Daktilo yazabilir. destan yazmak iki satır yazmak Oraya vardığında, bize iki satır yazıver. ilaç yazmak Her doktor bu ilacı yazmaz. özür mektubu yazmak Özür mektubu yazmak bize düşmez. rapor yazmak reçete yazmak Doktor bir reçete yazmadı mı? to be one's destiny. That was his destiny. What will be will be. to be registered [recistid]. to enlist. to be typed [taypt]. to join up. to write to each other [rayt]. They still write to each other. to write down. (Just drop us a line, that will be enough.) to jot down [cot]. Jot down the address, will you? to pass the summer in [sami]. to write [rayt]. You needn't write the address. He can't speak English properly, still less write it. to prescribe [priskrayb]. Who prescribed you this drug? to register [recisti]. to draw up. Did you draw up the list? to enrol. He writes and writes. The scribe will not speak ill of himself. God will not enterfere unless people go astray. Mark my words! to put it in black and white. Put everything in black and white. to enlist. to write smth down [rayt]. (You mark my words [ma:k]J. Mark my words, you'll all regret it. to exaggerate [igzecireyt]. to ghostwrite [goustrayt]. to build on sand [bild]. to fine [fayn]. to write out a cheque [cek]. to type [tayp]. She can type. to write an epic [epik]. to drop a line [layn]. Drop us a line when you get there. to prescribe [priskrayb]. Not all doctors will prescribe such a drug. to write a letter of apology fipolici]. It's not appropriate for us to write an apology [lprouprieyt]. to draw up a report. to write a prescription [priskripsin]. Hasn't the doctor prescribed any drug? yedeklemek 844 taziye mektubu yazmak teşekkür mektubu yazmak üstüne yazmak (birinin) İçkileri üstüme yazın. yazı yazmak yüz yazmak yedeklemek, yedeğini sağlamak anlamında: yedekte çekmek anlamında: yedilmek yedirememek, kendine yedirememek kibirine yedirememek nefsine yedirememek Hakaretleri nefsine yediremedi. onuruna yedirememek yedirilmek yedirmek, karnım doyurmak anlamında: beslemek anlamında: bir şeyin içine karıştırmak: \ birleşikler ve deyimler] Ne yer, ne de yedirir. Bu, bir "ne yer ne de yedirir" siyasetidir. Felek kimine kavun yedirir, kimine kelek. ağzma yedirmek nefsine yedirmek para yedirmek Birkaç kişiye para yedirmeniz gerekecek. Bunun için örgütlere para yedirmişler. rüşvet yedirmek Rüşvet yedirmeden burada bir şey yapamazsın. şanına yedirmek yağ yedirmek yedmek yeğ olmak | birleşikler ve deyimler] Aç yaşamaktansa tok ölmek yeğdir. Akıllı düşman akılsız dosttan yeğdir. Akşamın hayrından, sabahın şerri yeğdir. Bir musibet, bin nasihatten yeğdir. Cahilin dostluğundan, âlimin düşmanlığı yeğdir. Köpekle dalaşmaktansa, çalıyı dolaşmak yeğdir. Verip de pişman olmaktan, vermeyip düşman olmak yeğdir. Yakın dost, hayırsız hısımdan yeğdir. Yalan vardır ki, gerçekten yeğdir. to write a letter of condolences [kindoulensiz]. to write a letter of thanks. to put on smb's account [tkaunt]. Put the drinks on my account. to write. to decorate the face of a bride [brayd]. to get a spare part for [spe:]. to tow. to be taken in tow. to be unable to bring oneself to. (for one's pride) not to let one do smth. to be unable to stomach [stamik]. He couldn't stomach the insults [insalts]. to be unable to reconcile smth with one's honour. to be fed. to give smb to eat. to feed [fi:d]. to work smth into. He neither eats nor lets others do so. (It's "a dog in the manger" policy [meynci]). Fate smiles on some and frowns on others. to spoon-fed. to swallow an insult [insalt]. to bribe [brayb]. You'll have to bribe a few people. to pay off. They had paid off the organizations for this. to give a bribe [brayb]. You won't get anything done here, unless you give some bribes. to reconcile smth with one's pride. to rub oil into. to tow. to be preferable [prefinbil]. It's better to die satiated than live hungry. A wise enemy is preferable to a foolish friend [wayz]. Things are best done in the morning. One misfortune will teach more than any amount of advice [misforcm]. It's better to have an educated enemy than an ignorant friend. It's better to go through a bush than to confront a dog in your path [kinfrant]. Better not to lend and make enemies than lend and regret it [rigret]. A close friend is preferable to a good-for- nothing relative. There are lies that are preferable to truth. yeğinleşmek 845 Yarınki kazdan, bugünkü tavuk yeğdir. Züğürt olup düşünmektense, uyuz olup kaşınmak yeğdir. yeğinleşmek, şiddetlenmek anlamında: üstün duruma gelmek: yeğlemek Pul toplamayı yeğlerim. Bu konuda konuşmamayı yeğlerim. yeğlenmek yeğnilmek yekinmek yeknesak olmak yeksan olmak *yerle yeksan olmak Hâk ile yeksan etti. yeldirmek yeleklemek yelkenlemek yellemek yellenmek, körük veya yelpaze için: osurmak anlamında: yelmek yelpazelemek yelpazelenmek yeltenmek Bir şey yapmaya yeltenecek. yemek, genel anlamda: Az yer oldu. Yemiş kadar oldum. Varsın yesin. Bütün bunları yememi mi bekliyorlar? Tatlının üstüne bir şey yenmez ki. Böylesini yememişsinizdir. Ne de çok yiyorlar! Hep bir şeyler yer durur. öğle yemeği için: Öğle yemeğini nerede yiyeceğiz? Bir haftadan beri öğleyin sandviç yiyoruz, akşam yemeği için: Bizimle akşam yemeğini yer misiniz? Akşamları sadece peynir ekmek yemişler. aşındırmak anlamında: beslenmek anlamında: Bu hayvanlar ne avlayıp yer? böcek için: kemirmek anlamında: kötü duruma uğramak: A bird in the hand is worth two in the bush. Better to have the itch and scratch than be penniless and worry. to intensify [intensifay]. to become superior, to prefer [prifb:]. / prefer to collect stamps [kilekt]. to choose [cu:z]. / choose not to talk about this matter. to be preferred. to become light. to jump to one's feet [camp]. to be monotonous [minotims]. to be level with. to be levelled to the ground. He levelled it to the ground. to rush [ra§]. to feather an arrow [e:rou]. to sail [seyl]. to fan [fe:n]. to be fanned [fe:nd]. to fart [fad]. to move hurriedly [haridli], to fan. to fan oneself. to attempt [itempt]. He'll attempt to do something. to eat. He got to eating a little. Consider me as having eaten [kinsidi]. He might as well eat. Am I supposed to eat all that? You don't eat anything after the dessert. You've never eaten anything like this. How much they eat! She is always eating something. to have lunch [lancj. Where shall we have lunch? to lunch [lancj. We've been lunching off sandwiches for a week now [semdwicez]. to have dinner [dim]. Will you have dinner with us? to dine [dayn]. They dined off bread and cheese [gi:z]. to erode [iroud]. to feed on [fi:d]. What do these animals feed on? to bite [bayt]. to corrode [kiroud]. to suffer [safi]. yemek (aklını peynir ekmekle) 846 tüketmek anlamında: tüketip bitirmek: birleşikler ve deyimler [ Acıkan ne yemez, acıyan ne demez. Yiyen ya sırtüstü yatmalı, ya kırk adım atmalı. aklını peynir ekmekle yemek Sen aklını peynir ekmekle mi yedin? Allah ne verdiyse yemek Allah ne verdiyse yemeğe davetlisin. ayvayı yemek azar yemek başını yemek (birinin) başının etini yemek Bütün gün önemsiz şeyler için başının etini yiyor. bayıla bayıla yemek bıçak yemek birbirini yemek to consume [kmsyu:m]. to dissipate [disipeyt]. A hungry person will eat anything, an angry person will say anything. Termites eat up trees, just as worry eats up people. The best things go to the undeserving. It's the undeserving who get the best. He may starve for all I care [ke:].' Eat a little but for a long time. There is a right time for everything. One must avail oneself of what one has. Spend wastefully and you'll end a pauper. I have nothing to fear, for I've done nothing wrong [fi : ]. The state's wealth is immense and he who doesn't grab some is a fool. He has become sad and quiet [kwayit]. A strong person should realize there may be people who are stronger. Everyone has their way of doing things. One has to put up with what one finds. What has been granted to some, no one shall have. It's not even fit for a dog to eat. That's delicious food [dilisis]. A guest can't be too choosy about food. One eats what one cooks. Good things don't last for ever. It's not the one with the long fingers that will eat the honey, but the one fated to. It's as easy as can be. You can't be too choosy about certain things. It's delicious [dilisis]. It's finger licking food. What you deny yourself today people will enjoy after your death. He who has eaten should either sleep or take a walk. to go out of one's mind [maynd]. Have you gone out of your mind? to invite smb to take pot luck [potlak]. You're invited to dinner, but it will be pot luck [invaytid]. to be in hot waters. to get a scolding. to ruin [ru:win]. to keep on nagging at smb. She keeps nagging him all day long for trifles [trayfilz], to eat with relish. to get knifed [nayft]. to be constantly quarrelling with one another. Ağacı kurt, insanı dert yer. Ahlatın iyisini ayılar yer. Armudun iyisini ayılar yer. Zift yesin! Az ye, uzun ye. Bakla değil, vakitsiz, baklava olsa yenmez. Balı olan, bal yemez mi? Bol bol yiyen, bel bel bakar. Çiğ yemedim ki, karnım ağrısın. Devletin malı deniz, yemeyen domuz. Dut yemiş bülbüle dönmüş. El yumruğunu yemeyen, kendi yumruğunu balyoz sanır. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. İnsan umduğunu değil, bulduğunu yer. Kimse kimsenin kısmetini yemez. Köpeğe atsan yemez. Lokman hekimin, "ye" dediği bu olmalı. Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. Ne pişirirsen, onu yersin. Papaz her gün pilav yemez. Parmağı uzun olan, balyemez; kısmeti olan yer. Peynir ekmekle yemek gibi bir şey. Sarımsağı hesap eden, paça yiyemez. Tadından yenmez! Yeme de yanında yat! Yemeyenin malını yerler. yemek (ceza) 847 ceza yemek çıtır çıtır yemek çiğ yemek (birini) damga yemek dayak yemek doya doya yemek doyasıya yemek İlk defa olarak doyasıya yemek yedik. ekmeğini yemek (birinin) elinden yemek (birinin) feleğin sillesini yemek fi l gibi yemek gam yemek gam yememek Ölsem de gam yemem. gol yemek gözü yememek Gözüm yemiyor. hakkını yemek hakkını yememek halt yemek hapis yemek hapur hupur yemek haram yemek hazır ekmek yemek hazırdan yemek içi içini yemek içini kurt yemek iğne yemek kamçı yemek kapış kapış yemek karavanadan yemek kaşık kaşık yemek Çocuklar pilavı kaşık kaşık yediler. kendi kendini yemek kırbaç yemek kıtır kıtır yemek kıtlıktan çıkmış gibi yemek kötek yemek kuş kadar yemek kütür kütür yemek lâp lâp yemek bir lokma yemek miras yemek, kendine miras kalmak: bir mirası tüketmek: nane yemek Yediği naneye bak! nimetini yemek (birinin) oruç yemek ölesiye dayak yemek papara yemek para yemek, to be fined [faynd]. to crunch [kranc], to be bitterly angry with smb. to be branded [bremdid], to get a thrashing. to eat as much as one wants. to have a square meal [skwe:]. We have had a square meal for the first time. to work for smb. to eat out of one's hand. to suffer the blows of fate [safi]. to eat enormously [ino:misli]. to be anxious [e:nk§is]. not to worry. If only I can do it I don't mind what happens to me. to concede a goal [kmsi:d]. not to dare. I dare not. to do smb out of their right [rayt]. to give the devil his due [dyu:]. to blunder [blandi]. to be sentenced to prison [prizm]. to wolf down. to get smth unlawfully [anlo:fuli]. to live without working. to live on one's capital [keipitil]. to eat one's heart out. to be in a state of anxiety [e:nzayiti]. to have an injection [inceksm], to be whipped [wipt]. to gobble up [gobil], to eat together out of the same pan [pe:n]. to eat by spoonfuls [spumfulz]. The children ate the rice by the spoonful. to worry oneself to death [deth]. to be whipped [wipt]. to crunch [kranc]. to devour one's food [divau]. to get a beating. to eat very little. to eat with a crunching sound [saund]. to eat greedily. to eat a morsel [mcsi l ]. to come into an inheritance. to squander one's inheritance [skwondi]. to commit a blunder [blandi]. What a blunder! to be the object of smb's kindness, not to observe the Fast [lbztkv]. to be beaten to death [deth], to be scolded severely [sivi:li]. yemin etmek 848 gereksiz çok para harcamak: rüşvet almak: parasını yemek (birinin), parasını almak anlamında: birinin sırtından geçinmek: parmağını birlikte yemek parmaklarını yemek patlayacak kadar yemek rüşvet yemek sapartayı yemek sopa yemek şamar yemek şapır şupur yemek yemek şaplağı yemek tekme yemek tencerede pişirip kapağından yemek tıka basa yemek tırnaklarını yemek tokat yemek yağmur yemek yemek yemek Orada doyuncaya kadar yemek yiyebilirsin. Gelmeden önce yemek yedik. Yemek yemesem mi daha iyi olur? Tok iken yemek yiyen, mezarını dişiyle kazar. Günde kaç öğün yemek yersiniz? yemeği evde yemek: Bugün akşam yemeğini evde yiyeceğiz, yemeği dışarıda yemek: Bu gece yemeği dışarula yiyelim. yiyip bitirmek yiyip içmek yoğurdu üfleyerek yemek Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer. vurgun yemek zılgıt yemek zifos yemek yemin etmek Bu iş için para aldığına dair yemin ederim. Tanık yemin etsin. | birleşikler ve deyimleri Allah'a yemin olsun ki... bağlılık yemini etmek Hepsi, ülkeye bağlılık yemini etmek zorundalar. çocuğun başı üstüne yemin etmek: Çocuğumun başı üstüne yemin ederim ki... şerefi üstüne yemin etmek bir şeyin üzerine yemin etmek yalan yere yemin etmek yemin billah etmek to spend money freely, to accept bribes [braybz]. to do smb out of his/her money. to live at smb's expense [ikspens]. to enjoy a dish enormously [ino:misli]. to find a dish delicious [dilişiz]. to eat t i l l one is ready to burst [bo:st]. to take bribes [braybz]. to be scolded [skouldid]. to get a beating [bi:ting]. to get a slap in the face [sle:p]. to eat smacking one's lips [sme:king]. to get a smack. to get kicked [kikt]. to make do with what one has. to gorge oneself [go:c]. to bite one's nails [neylz]. to get a box on the ear. to get caught in the rain [ko:t], to eat. You can eat there to your heart content. We've eaten before coming here. Would it be better if I don't eat? He who goes on eating when he has had his fill digs his grave with his teeth [greyv]. to have a meal [mi:l]. How many meals a day do you have? to eat in. We shall eat in tonight. to eat out. Let's eat out tonight. to eat up. to eat and drink. to blow upon one's yoghurt before eating it. Once bitten twice shy [bitm]. to be crippled by the bends [kripild]. to get a scolding. to be splashed with mud [mad]. to swear [swe:]. / swear to it that he took some money for this. to take an oath [outh]. Let the witness take the oath. I swear to God that... to pledge allegiance [llixins]. They all have to pledge allegiance to the country [kantri]. to swear on one's child's head. / swear on my child's head that... to swear upon one's honour [om]. to swear by... [swe:]. to perjure oneself [pö:ci]. to take an oath [outh]. yemin ettirmek 849 yemin ettirmek yeminli olmak yemlemek, hayvanlar için: elde etmek için kandırmak: top için: yeni olmak, kullanılmamış anlamında: en son anlamında: Bunlar hemen hemen yeni gibi. yenik olmak (hükmen) yenilemek yenisini koymak: personel için: onanı) tazelemek: Oteli tamamen yenilemişler. tekrarlamak anlamında: Tehditlerini yenilediler. kontrat, anlaşma vs içirt: yenilenmek yerine konmak: yeni hale getirilmek: onarılıp tazelenmek: tekrarlanmak: yenileşmek yenileştirmek yeniletmek Kartınızı yeniletmelisiniz. yenilik yapmak yenilmek, yemek için: Bu yenilmez. oyun ve savaş için: Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu yenildi. Yenilir yutulur gibi değil: yenmeyecek nitelikte anlamında: çok ağır sözler için: fahiş fiyat için: başa çıkılamayan adam için: yenilmez olmak yenişememek yenişmek yenmek (1), savaş ve oyun için: Geçen yıl onları 6-0 yenmiştik. Bu takımı daha önce yarı finalde yendik. Yenemediğimiz tek takımdır. birisini bir şeyde...: yaka, kol vs için: kemirilmek anlamında: üstün gelmek anlamında: to administer an oath, to be under oath. to feed [fi:d]. to bait [beyt]. to prime [praym]. to be new [nyu:]. to be recent [ri:sint]. These are as good as new. to lose by default [difo:lt]. to replace [ri:plays], to replace. to renovate [renoveyt]. They have completely renovated the hotel. to renew [rinyu:]. They have renewed their threats. to renew. to be replaced [ri:playst]. to be renewed, to be renovated, to be repeated. to acquire a new look [tkwayt]. to renovate [renoveyt]. to renew [rinyu:]. You should have your card renewed. to renovate. to be eaten [i:tm]. It's not fit to eat. to be defeated [difhtid]. The Ottoman Empire was defeated in WW I. This is quite inedible [inedibtl]. This is utterly unacceptable [anikseptrbil]. The price is exorbitant [igzo:bitmt]. This man is unbearable [anbe:nbtl]. to be invincible [invinsibil]. to tie [tay]. to try to beat one another. to defeat [difkt]. Last year we defeated them 6-0. We have defeated this team in the semi-finals before [seni faymlz]. to beat [bi:t]. It's the only team we haven't been able to beat. to beat smb at. to become frayed [freyd]. to be eroded [iroudid], to prevail [priveyl]. yenmek 850 | birleşikler ve deyimleri Kadının fendi, erkeği yendi. gururunu yenmek güçlükleri yenmek Bütün güçlükleri yeneriz. hırsını yenmek kendi oyununa getirerek yenmek korkusunu yenmek nefsini yenmek öfkesini yenmek sayı vermeden yenmek yenmek (2) Bu meyveler yenir mi? Bu balıklar yenmez. Bütün bu yemekler bir gecede yenemez. Bunların hiçbiri yenmez. [birleşikler ve deyimler| Helal kazanç ile yağlı pilav yenmez. Hatır için çiğ tavuk yenir. tadından yenmemek Her kuşun eti yenmez. Tadından yenmiyor! yer etmek yer olmak Yalnız ayakta yer var. Küçük bir masaya dahi yer yok. Otobüse artık yer yok. Hiçbir otelde boş yer yok. yerelleşmek yerelleştirmek yeri olmak, barındırmak anlamında: Daha iki kişi için yerim var. sırası olmak anlamında: Bunun ne yeri, ne de zamanıdır. uygun olmak anlamında: Yaparsa, yeridir. Kızarsa, yeridir. [birleşikler ve deyimleri baş üstünde yeri olmak Başımız üzerinde yeri var. başını sokacak bir yeri olmak boş yeri olmak yeri yurdu olmamak yeri olmamak Şahsi görüşlerin burada yeri yok. Bu şikayetlerin yeri bu toplantı değil. yerilmek Men can't match women when it comes to deception [disep§in]. to swallow one's pride [prayd], to overcome difficulties [difikiltkz]. We shall overcome all the difficulties. to keep one's feelings under control. to beat smb at their own game [geym]. to overcome one's fears [fi:rz]. to master oneself. to control one's anger [e:ngi]. to whitewash [waytwosj. to be eaten [i:tin]. Are these fruit good to eat? These fish are not fit to eat. All this food can't be eaten in one night. to be edible [edibil]. None of them are edible. One can't get rich without robbing. One would eat raw chicken for friendship's sake [seyk]. a- You can't treat everybody alike [llayk]. b- Not everybody will bend to your will. not to have enough of [inaf]. One can't have enough of this. to leave a mark. there to be room. There is standing room only. There is no room even for a small table. There's no more room on the bus [bas]. There are no vacant rooms in any hotel. to become localized [loukilayzd]. to localize. to accomodate [ikomideyt]. / can accomodate two more people. to be the right moment [moummt]. This is neither the time nor the place. to have reason for [ri:zin]. (He has every reason for doing so.) to be right [rayt]. He'll be quite right if he gets angry. to be highly respected. He's venerated and respected here. to have a place to lay one's head, to have room for. to be homeless, to be out of place. Personal views are out of place here. These complaints are out of place in this meeting. to be denigrated [denigreytid]. yerinde olmak 851 yerinde olmak, uygun anlamında: Ona yaptıkları yerinde. Şikâyetlere önem vermeniz yerinde olur. Raporu incelememiz yerinde oldu. zaman bakımından: Hükümeti daha ilk günden eleştirmek yerinde olmaz. durumunda olmak anlamında: Babası yerinde olacak birisiyle evlendi. O, annen yerinde bir kadındır. O, babamız yerindeydi. Ibirleşikler ve deyimleri Sağ olsun da yerinde olsun. birinin yerinde olmak Senin yerinde olmak istemezdim. Müdürün yerinde olmak istemem. boyu bosu yerinde olmak hali vakti yerinde olmak Hali vakti sandığınızdan daha yerindedir. Hepsinin hali vakti yerinde. kafası yerinde olmamak Özür dilerim, kafam yerinde değil. kalıbı kıyafeti yerinde olmak keyfi yerinde olmak Hepsinin keyfi yerinde. keyfi yerinde olmamak neşesi yerinde olmak sağlığı yerinde olmak Sağlığı yerinde, Allah'a şükürler olsun. tuzu biberi yerinde olmak Tuzu biberi yerindedir. yerinde olmamak Bu tablolar yerinde değil. yerinin adamı olmak yerinmek yerle bir etmek yerle bir olmak yerle yeksan olmak yerleşmek, kökleşmek anlamında: tutunmak anlamında: taşınmak anlamında: Eve ne zaman yerleşebiliriz? yaygın duruma gelmek: yerine oturmak anlamında: yer bulup oturmak: bir yerde yaşamak: Onlar, buraya yerleşmek istemiyor. Ailemiz bu topraklara asırlar önce yerleşmiş. to be fitting. What they did to him is fitting. to do well to. You'll do well to give importance to the complaints [kimpleynts]. We did well to examine the report. to be well-timed [weltaymd]. It would be ill-timed to criticize the government from the first day [kritisayz]. to be. She got married to a man old enough to be her father. She is old enough to be your mother. to be like smb to. He was like a father to us. I wish him well, though I've no wish to see him. to be in one's shoes [§u:z]. I wouldn't like to be in your shoes. I shouldn't like to be in the manager's place. to be tall and well-built. to be well-off. He is better-off than you think. They are all well-off. (for one's mind) to be elsewhere. I'm sorry, my mind is elsewhere. to be well-dressed [weldrest], to be in good spirits. They are all in good spirits. to be in low spirits. to be in high spirits [hay]. to be in good health [helth]. He is in good health, thank God. not to lack anything [le:k]. There is nothing lacking. to be out of place. These paintings are out of place here. to be the right man in the right place, to feel regret for [rigret]. to level smth to the ground, to be razed to the ground [reyzd]. to be razed. to take root [ru:t]. to catch on [ke:c]. to move in [mu:v]. When can we move in? to become popular [popyuh]. to fall into its place. to settle oneself in [setil]. to settle down/on. They don't want to settle here. Our family settled on this land centuries ago. yerleştirmek 852 Bütün bu insanlar ne zaman yerleşecek? Bunlar buraya iyice yerleşmiş. *otele yerleşmek yerleştirmek, asker re polis için: Hassas noktalara asker yerleştirildi, bomba rs için: Ayrılıkçı bir grup bombayı kendileri yerleştirdiklerini iddia etti. barındırmak anlamında: Hükümet, bu insanları nereye yerleştirecek? oturacak yer bulmak: koymak anlamında: Birkaç tanesini girişe yerleştirelim, sıralamak anlamında: söz re cera/> için: tayin etmek anlamında: uygun yere koymak: yerine koymak: Ajanlarını birkaç örgüte yerleştirmişler. yerli yerinde olmak yerlileşmek yermek, kusurlarını söylemek: kötülemek anlamında: hicvetmek anlamında: *aş yermek yersiz olmak Bunlar, bir açılış konuşmasında yersiz olur. Bundan, böyle bir anlam çıkarmak yersiz. Bu sözler, bugünkü durum için yersizdir. yeşermek, yapraklanmak anlamında: yeşil renk almak: yeşertmek, yaprak için: yeşil renk için: yeşillenmek yeteneği olmak *bir şeye karşı yeteneği olmak yetenekli olmak *doğuştan yetenekli olmak yeteneksiz olmak yeterli olmak Bu para bana yeterli gibi gelmedi. Istıraplarını anlatmak için kelimeler yeterli değil. When will all these people get settled? These people have entrenched themselves here. to check in. to station [steyşın]. Troops have been stationed at critical points. to plant. A separatist group claimed it had planted the bomb [seprritist]. to settle smb in a place. Where will the government settle these people [gavmmmt]? to install [insto:l]. to place [pleys]. Let's place a few at the entrance [entrins]. to place. to say smth at the right time, to install. to arrange [ireync]. to place. They have placed their agents in a few organizations [oıgınayzeyşmz]. to be in its proper place, to go native [neytiv]. to criticize.[kritisayz]. to denigrate [denigreyt]. to satirize [sedirayz]. to crave for food [kreyv]. to be out of place. These will be out of place in an opening speech [spi:ç]. to be idle [aydil]. It's idle to infer such a meaning from this. to be irrelevant [irehvint]. These remarks are irrelevant to the present situation [sityueyşın]. to leaf out [l i : f]. to turn green [to:n]. to make a plant leaf out. to make a place green [gri:n]. to become verdant [vo:dmt]. to have talent [tedint]. to have a gift for. to be talented. to have a flair for [fie:]. to be inept. to be adequate [e:dikwit]. The money does not seem to be adequate. Words are not adequate to decribe their misery [miziri]. yetersiz olmak 853 Suyu kaynatmak yeterlidir. yetersiz olmak Maalesef, tedbirler yetersizdi. ehliyetsiz anlamında: yetinmek Şimdilik bu cevapla yetinmek zorundayız. Üniversite olaylarını anlatmakla yetindi. Birkaç önemli hususu belirtmekle yetineceğim. kanaat etmek anlamında: Elimizdekilerle yetinmek zorundayız. Elinizdeki ile yetinmelisiniz. yetirmek, besleyip büyütmek: tamamlamak anlamında: artırmak anlamında: Koyunu yüze yetir, el onu bine yetirir. yetişkin olmak yetişmek, büyümek anlamında: Yavaş yavaş yeni bir kuşak yetişiyor, eğitim görmek anlamında: En iyi kolejlerde yetiştiler. tren, uçak vs için: 8.30 trenine yetişebiliriz. sonradan katılmak anlamında: Artık onlara yetişemeyiz. Ne yaparsa yapsınlar, bize yetişemezler. vaktinde ulaşmak: Biz oraya ancak yarın yetişiriz. Açılışa yetişemedik. Maalesef uçağa yetişemedi. 6.30 otobüsüne yetişebiliriz, vaktinde hazır olmak: Pazara yetişir. Yarışa yetişir. üremek anlamında: Pamuk Adana'da iyi yetişiyor. Kakao Türkiye'de yetişmez. Bu topraklarda hiçbir şey yetişmez. yapmak için vakit bulmak: Bu kadar işe yetişemem. uzanıp değmek: Çocuklar bu rafa yetişemezler, yardımına koşmak: Polis, tam zamanında yetişti. Yetişin! to be enough. It will be enough to boil the water. to be inadequate [ine:dikwit]. Unfortunately the measures were inadequate. to be incompetent [inkompittnt]. to content oneself with. We have to content with that answer for the moment [a:nsi]. to confine oneself with. He confined himself to explaining the events that occurred at the university [iko:d]. / shall be content to mention a few important points [men§m]. to make do with. We'll have to make do with what we have. You should make the best of what you have. to raise [reyz]. to make up an amount [lmaunt]. to increase [inkrks] to. People will increase to a thousand the hundred sheep you have actually raised. to be mature [mityu:]. to grow up. A new generation is growing up slowly. to be educated [edyukeytid]. They were educated at the best colleges. to catch [ke:c]. We can catch the 8.30 train. to catch up with. We can't catch up with them any more. No matter what they do, they can't catch up with us. to arrive in time [rrayv]. We'll reach there only tomorrow. We arrived too late for the opening. Unfortunately he has missed his plane [mist]. (We'll be able to make the 6.30 bus.) to be ready for/by. It'll be ready by Sunday. It will be ready for the race [reys]. to grow. Cotton grows well in Adana [kotm]. Cocoa doesn't grow in Turkey [koukou]. Nothing ever grows on that land. to cope with [koup]. / can't cope with all this work. to reach [ri:c]. The children can't reach that shelf. to come to one's aid in time. The police came in the nick of time. Help! yetiştirmek 854 yetmek anlamında: Herkese yetecek kadar var. Bu para sadece ağzımıza yetişir. | birleşikler ve deyimleri Yetişmeyesi! Yetişmesinler! ' Kul bunalnuıyınca Hızır yetişmez. Kedi ete yetişmezse, "bugün oruç" dermiş. Peşinden sapan taşı yetişmez. çekirdekten yetişmek dar yetişmek feryada yetişmek hızır gibi yetişmek Hızır gibi yetiştiniz. imdada yetişmek kapalı yetişmek kıtı kıtına yetişmek meslekten yetişmek ucu ucuna yetişmek ucuca yetişmek Ucuca yetiştik. yardımına yetişmek zar zor yetişmek yetiştirmek, çocuk için: Bu şartlar altında çocuk yetiştirmek kolay değil. • eğitim için: hazır olmasını sağlamak: Açılışa yetiştirmek istiyordum fakat olmadı. personel için: ulaştırmak anlamında: üretmek anlamında, bitki için: Büyük miktarda sebze ve çiçek yetiştiriyorlar. hayvan veya bitki için: hayvan için: | birleşikler ve deyimler] çırak yetiştirmek çocuk yetiştirmek haber yetiştirmek lakırdı yetiştirmek parasını yetiştirmek yetkilendirmek yetkili kılmak yetkili olmak Bir açıklama yapmaya yetkili değilim. Tüzüğü değiştirmeye yetkili değiliz. to be enough [inaf]. There is enough to go round. With this money we can only live from hand to mouth. May he die [day]/ / hope they all die! It's only when problems get serious that man seeks a solution to them. When the cat can't reach the meat, it will say that it is its day of fasting. He was running very fast indeed. to be trained from the cradle [kredil]. to barely reach [ri:cj. to go to the rescue of [reskyu:]. to be God sent. You were God sent. to come to the help of. to be brought up with no outside contact. to be barely enough to go round. to learn one's trade on-the-job. to just barely make it. to barely make it [bedi]. We barely made it. to come to smb's aid [eyd]. to barely make it. to bring up. It's not easy to bring up children under these conditions [kindismz]. to educate [edyukeyt]. to get smth ready for. I wanted to get it ready for the opening but it didn't work out that way. to train [treyn]. to get smb to a place in time. to grow. They grow huge quantities of vegetables and flowers [vecitibilz]. to raise [reyz]. to breed [bri:d]. to train apprentices, to bring up. to get the news to smb on time. to be ready with a quick answer. to make one's money go far. to vest smb with authority [odhoriti]. to authorize [odhorayz]. to be authorized. I'm not authorized to make any declaration. to be entitled [intaytild]. We are not entitled to alter the regulations. yetkinleşmek 855 yetkinleşmek yetkisi olmak Böyle bir şey yapmaya yetkimiz yok. Başkanın böyle bir şey yapmaya yetkisi yok. yetkisiz olmak Şirketi temsil etmeye yetkisizdir. yetmek Herkese yetecek kadar var. Yeter de artar. Krizi çözmek için beyanat yetmez. Bugün bu kadar yeter. Bu para bir kulübe almaya bile yetmez. "Evet" demeniz yeter. Elini salla yeter. Bu para iki hafta için yeter. | birleşikler ve deyimler | Bu kadar yeter. Şimdilik bu kadarı yeter. Yeter artık! El ermez, güç yetmez. Yetti! Adam olana bir söz yeter. Dilimin yettiği kadar anlatmaya çalıştım. canına yetmek Canıma yetti! gücü yetmek Herhangi bir saldırıyı bertaraf etmek için gücümüz yeter. Gücümüz yettiği kadar bu işe devam edeceğiz. gücü yetmemek Böyle bir araba almaya gücümüz yetmez. Çok istememize rağmen, buna gücümüz yetmez. günü yetmek zar zor yetmek Herkese zar zor yeter. yığdırmak yığılışmak yığılmak, birikmek anlamında: Bu masalar buraya neden yığıldı? Çamaşır yığıldı. İşler yığıldı. çökmek anlamında: *düşüp yığılmak *küt diye yere yığılmak yığışmak to become perfect, to have authority. We have no authority to such a thing. to have power to [pawi]. The chairman has no power to do such a thing. to have no authority [odhoriti]. He has no authority to represent the company [kampini]. to be enough [inaf]. There's enough to go around [iraund]. It's more than enough. It will take more than declarations to solve the crisis [kraysis]. That's enough for today. This money won't buy even a hut [hat]. to be sufficient [sifismt]. It's sufficient for you to say "Yes". Just wave your hand. to last. This money will last out only two weeks. Enough is enough [inaf]. That'll do for now. Enough is enough! It's an impossible task. Enough! A word is enough to the wise [wayz]. I've tried to explain it as best as I could. to have enough. I've had enough of this! to be strong enough. We are strong enough to ward off any attack. We shall proceed with this with all our strength [strenth]. to be unable to afford [ifo:d]. We can't afford to buy such a car. Much as we want, we can't afford it. to fall due [dyu:]. to be barely enough [bedi]. There is barely enough for everyone. to have smb pile (up) things [payl]. to crowd together. to be piled up [payild]. Why are the tables piled up here? The dirty linen has piled up. to accumulate [ikyu:mileyt], A lot of work has accumulated. to collapse in a heap [kile:ps], to fall in a heap [hi:p]. to slump on the floor [slamp]. to crowd together. yığmak 856 yığmak, üst iisıe koymak atılanımda - biriktirmek anlamında: bir araya getirmek: Askerî birliklerini o bölgede yığmışlar. yıkamak Mürekkep lekeleri yıkamakla çıkmaz. | birleşikler ye deyimler | beyin yıkamak bol su ile yıkamak bulaşığı yıkamak çamaşır yıkamak elini yıkamak (bir şeyden) elini yüzünü yıkamak iyice yıkamak tertemiz yıkamak yalandan yıkamak yıkanmak, eşya için: Yerlerin yıkanmaya ihtiyacı var. Bunlar elle yıkanmalı. Bu elbiseler yıkanabiliyor mu? Burada araba yıkanmaz, kendi vücudu için: Biz genellikle geceleri yıkanırız. Ben yıkanacağım. Sizin yanınızda, o zemzemle yıkanmış. yıkatmak Düğün için arabayı yıkatmam gerek. Halıları nerede yıkatabilirim? yıkıcı olmak yıkılmak, bina vs için: Koskoca bina yıkılıverdi. unun için: duygu vs için: Hepimiz yıkılmıştık. | birleşikler ve deyimler j Bir tepe yıkılır, bir dere dolar. Cami yıkılmış ama mihrabı yerinde. Yıkıldı yıkılacak gibi. dünya başına yıkılmak manen yıkılmak yıkım olmak yıkışnıak yıkmak, mahvetmek anlamında: suç vs için: tahrip etmek anlamında: Yıkmak kolay, yapmak zor. bir yana eğmek: yıkıcılar tarafından: Bütün eski binaları yıkacaklarmış. to stack [ske:k]. to accumulate [ikyu:mileyt]. to mass [me:s]. They have massed their troops in that area. to wash [wosj. Ink stains don't wash out [steynz]. to brainwash [breynwo§. to wash down. to do the dishes. to do the laundry [lo:ndri]. to wash one's hands off. to wash up. to wash up. to wash clean [kli:n]. to wash only for appearances [rpkrinsiz]. to be washed [wo:st]. The floors need washing. These must be washed by hand. Do these dresses wash [dresiz]? No washing cars. to wash up [wo:sap]. We usually wash up at night [yujuwili]. to have/take a bath [ba:th]. I'm going to have a bath. Compared to you he's an angel [eyncil]. to have smth washed [wo:st], / must have the car washed for the wedding. Where can I have the carpets washed? to be destructive [distraktiv]. to collapse [kile:ps]. The huge building suddenly collapsed. to be destroyed. to be broken. We were all broken. One man's loss is another man's gain. She's still beautiful despite her age. It's near collapsing. to be absolutely shocked, to lose one's moral [moril]. to be ruinous [ru:wmis]. to fall on top of another. to ruin [ruwin]. to put the blame on [bleym]. to destroy. It's easy to destroy but hard to build up. to tilt to one side, to tear down [te:]. Apparently they are going to pull down all the old buildings [bildingz]. yıktırılmak 857 Er geç bu binayı yıkacaklar. toplum vs için: yük indirmek anlamında: [ birleşikler ve deyimleri Aç köpek fırın duvarı yıkar. Duvarı nem, insanı gam yıkar. başına yıkmak başına çadır yıkmak ev yıkmak Kadın var, ev yapar; kadın var, ev yıkar. üstüne yıkmak, cinayet vs için: borç vs için: Borçları üstümüze yıkmaya çalışıyor, vura vura yıkmak: yakıp yıkmak Çekilirken askerler her yeri yakıp yıkmışlar. yere yıkmak Dün geceki fırtına birkaç ağacı yere yıkmış. yuvasını yıkmak yıktırılmak yıktırmak yıldırılmak yıldırmak yıldızlamak yılışmak yıllamak yıllandırmak yıllanmak yıllatmak yılmak Hiçbir zaman yılmayacağız. *gözü yılmak (bir şeyden) yıpranmak, aşınmak anlamında: eskimek anlamında: giyim eşyası için: eski gücü kalmamak: yıpratmak, eskitmek anlamında: eski gücünü yok etmek: yırtık olmak yırtılmak, yırtık anlamında: Elbiseniz yırtıldı. sıkılması kalmamak: *perdesi yırtılmak yırtınmak, parçalaııırcasına bağırmak: paralarcasına telaş etmek: to pull down. Sooner or later, they're going to pull down that building. to subvert [sibvod]. to unload [anlo:d]. Hunger knows no wall. Moisture will destroy a wall, and sorrow a man. to throw the burden on [bb:din], to bring catastrophe to [kite:stnfi], to break up a home [houm]. Some women make a home, others wreck one. to impute [impyud]. to saddle with [se:dil]. He is trying to saddle us with the debts. to batter down [be:ti], to lay waste [ley]. The soldiers laid waste everything during their retreat [ritrid], to knock down [nok]. Last night's storm has blown down a few trees. to wreck smb's home [rek], to be pulled down [puld], to have smth demolished [dimoli§t]. to be intimidated. to intimidate [intimideyt], (for the wind] to blow from the North. to grin unpleasantly. to remain in a place for a long time. to age [eye]. to grow old. to age. to yield [yidd]. We shall never yield. to be daunted by [do:ntid]. to wear out [weraut]. to be worn out. to fray [frey]. to lose one's former influence [influwins]. to wear out. to make smb lose their energy [emci]. to be torn. to get torn [to:n]. Your dress got torn. to become insolent. to become shameless [seymlis]. to shriek [sri:k]. to wear oneself out. yırtmak 858 yırtmak, genel anlamda: vücudu derin çizmek: at için: *boğazım yırtmak *kefeni yırtmak *yüzünü yırtmak (birinin) yırttırmak yıvışmak yiğitlendirmek yiğitlenmek yiğitleşmek yisa etmek yinelemek yinelenmek yitirilmek yitirmek Yitirecek zamanımız yok. Dünkü çarpışmalarda beş uçak yitirdik. | birleşikler ve deyimler] Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir. aklını yitirmek Böyle bir şey yapmak için insan aklını yitirmiş olmalı. cesaretim yitirmek güzelliğini yitirmek O hastalığından sonra güzelliğini yitirdi. izini yitirmek moralini yitirmek önemini yitirmek saygınlığını yitirmek umudunu yitirmek Her şeye rağmen umudunu yitirmedi. yürekliliğini yitirmek yitmek yobazlaşmak, din bakımından: düşünce bakımından: yoğalmak yoğaltılmak yoğaltmak yoğrulmak, hamur için: bir yanı yumulmak: tecrübe sahibi olmak: yoğun olmak, kesif anlamında: çoğalmış anlamında: Nüfus burada çok yoğundur. ağır anlamında: Trafik bu sabah çok yoğun(dur). yoğunlaşmak to tear [te:]. to lacerate [le:sireyt]. to break in. to shout at the top of one's voice [voys]. to recover from a serious illness. to encourage smb to be insolent [inkaric]. to have smb tear smth [te:]. to become sticky. to inspire smb with courage [karic]. to become inspired with courage. to pluck up courage. to hoist [hoyst]. to renew [rinyu:]. to be renewed. to be lost. to lose [luz]. We have no time to lose. Five aircraft were lost in yesterday's battles. Tactful words will achieve what no harsh words will ever. to lose one's mind. One must be out of one's mind to do such a thing [maynd]. to lose one's courage [karic]. to lose one's looks. She lost her looks after that illness. to lose track of. to be demoralized [dimonlayzd]. to lose its importance [impodins], to lose face, to lose heart [ha:t]. Inspite of everything he never lost heart. to lose one's nerves [no:vz], to be lost. to become bigoted [bigitid]. to turn into a diehard [dayha:d]. to cease to exist [si:s]. to be used up [yu:zdap]. to use up. to be kneaded [nkdid]. to be dented. to gain experience [ikspkryins]. to be thick. to be dense [dens]. The population is very dense here. to be heavy. The traffic is very heavy this morning. to intensify. yoğunlaştırmak 859 yoğunlaştırmak, kesif anlamında: çoğalmış anlamında: ağır anlamında: yoğurmak, hamur için: hiçini yermek anlamında: yoğurtmak yoğuşmak yok (ayrıca bak var/yok) yok etmek Bu markette yok yok. Yok oğlu yok. Öyle yağma yok. Öğrenmenin yaşı yok. Adadaki tüm hayvanları yok ettiler. Acaba, sıtmayı bir gün yok edebilecekler mi? Hafızayı gerçekten yok edebiliyorlar mı? Bir bomba, bir şehri yok etmeye yeter. Belgeleri yok etmekle meşguldüler. Batı ülkeleri çöpü nasıl yok ediyorlar? yok olmak, hastalık vs için: Bir gün yeryüzünden yok olacaktır. duygular için: Bu milli heyecanın yok olmasına izin veremeyiz, canlılar için: Köle olarak yaşamaktansa, yok olmak daha iyidir. Hepsi Tufan'da yok oldu. silinmek anlamında: Nükleer savaşlarda şehirler tamamen yok olacak. görüntü için: ses için: *Şu yok olası ihtiyarlık! *Yok olası adam! yoklama yapmak Öğretmenler her derste yoklama yaparlar. Seçimden önce bir çok parti oy yoklaması yapmışlardı. yoklamak, aramak anlamında: birini ziyaret etmek: ara sıra etkisini göstermek: Ağrılar beni ara sıra yoklar. araştırmak anlamında: to thicken. to make smth dense. to intensify. to knead [ni:d]. to mould. to have smb knead smth. to become dense. There is everything in this supermarket. None of them is to be found. Not on your life [layf]. One is never too old to learn. to exterminate [ikstd:mineyt]. They exterminated all the animals living on the island [ayhnd], to stamp out [ste:mpaut]. Will they ever be able to stamp out malaria? to blot out. Are they really able to blot out the memory? to annihilate [maydeyt]. One bomb is enough to annihilate a city. to destroy. They were busy destroying the documents. to dispose of [dispouz]. How do the western countries dispose of the rubbish [rabisj? to be eradicated [ire:dikeytid]. One day it will be eradicated from the surface of the earth [sorfis], to die down [day]. We can't allow this national fervour to die down. to perish [pe:risj. It's better to perish than live as a slave [sleyv]. They all perished in the Deluge [delyu:c]. to be obliterated [oblitireytid]. In nuclear wars, entire cities will be obliterated [nyu.kliyi]. to fade away [feyd]. to fade out. This damned old-age! May he die! to call the roll [kod]. Teachers call the roll each lesson. Many parties had conducted straw votes before the elections [ilekgmz]. to search [so:c]. to pay a visit [vizit]. to recur [riko:]. The pains keep recurring. to inspect. yoklanmak 860 el ile incelemek anlamında: Karanlıkta yoklaya yoklaya yolumu buldum, gözden geçirmek anlamında: Tüccar, züğürtleyince eski defterleri yoklar. kontrol etmek anlamında: I birleşikler ve deyimler | ağzını yoklamak (birinin) belleğini yoklamak ceplerini yoklamak hafızasını yoklamak nabız yoklamak, kalp alışları için: eğilim ve niyet için: Bu konuda hükümet halkın nabzını yoklamalı. yüreğini yoklamak zemin yoklamak yoklanmak yoklatmak yokluk içinde olmak yoksullaşmak yoksullaştırmak yoksun edilmek Kimse keyfi olarak vatandaşlığından ' yoksun edilemez. yoksun etmek Bu haklardan bizi yoksun edecek güç yoktur. yoksun olmak Her haktan yoksun bir sınıf yaratılmıştır. Bu insanlar zorunlu gereksinimden dahi yoksundur. Bu zavallı insanlar her şeyden yoksundur, duygular için: Bu insanlar utanç duymaktan yoksun. Bu adam merhamet duygusundan yoksun olsa gerek. Bu askerler herhangi duygudan yoksun. O yetimhanede çocuklar sevgiden yoksun. yol etmek (bir yeri) yola gelmek yolcu etmek (birini) Bir arkadaşımı yolcu ediyorum. Delegeleri yolcu etmek için hava alanına gitti. yolcu olmak *Ben hancı, sen yolcu iken. yolculuk etmek Hepimiz o yolun yolcusu. *aynı yolun yolcusu olmak yolda olmak to feel with the fingers. I felt my way along in the dark. to examine [igze:min]. The bankrupt merchant will examine the old books to find old debts he can collect. to test. to sound out smb [saund]. to rake's one memory [reyk]. to search one's pockets [so:c]. to ransack one's memory [re:nse:k]. to feel smb's pulse [pals], to sound smb out. The government should sound out the public on this subject [sabcikt]. to sound smb out [saund]. to examine the background [igze:min]. to be examined. to have smb sound out smth. to live in poverty. to become impoverished. to impoverish. to be deprived of [diprayvd]. No one shall be arbitrarily deprived of his or her nationality [ne:smeliti]. to deprive [diprayv]. There is no power that could deprive us from these rights [rayts]. to be deprived of. A class has been created that is deprived of every right [krieytid]. to lack [le:k]. These people lack even the barest necessities. These poor people lack everything. to be devoid of [divoyd]. These people are devoid of any sense of shame. This man must be devoid of any pity. These soldiers are devoid of any feelings. The children are bereft of any love in that orphanage [o:fimc]. to frequent a place very often [frkkwint]. to come to reason [ri:zm]. to see smb off. I'm seeing a friend off. He went to the airport to see off the delegates [deligits]. to be terminally i l l . We may need each other's help any time. to travel. That is the way we'll all end up one day. to be in the same boat, to be on the way. yoldurmak 861 yoldurmak, tavuğun tüyleri için: birinin parası için: yollamak Ona çiçek yollamaya ne dersin? Hiç olmazsa bir özür mektubu yollayabilirdi. *haber yollamak *havale yollamak * selâm yollamak yollanmak, gönderilmek anlamında: bir yere gitmeye başlamak: yolmak, dolandırmak anlamında: bitki için: saç için: tüy için: | birleşikler ve deyimler] kazı bağırtmadan yolmak kıllarını yolmak saçını başını yolmak Kaza haberini duyunca saçını başını yoldu. tavuk yolmak zararlı otlan yolmak yolu olmak (bir) Bu adamı konuşturmanın bir yolu var. Bunu onlara anlatmanın başka yolu yok mu? Daha epey yolumuz var. Cehenneme kadar yolu var.' *çıkar yolu olmamak Bunun çıkar yolu yok gibi görünüyor. yolunda olmak, iyi gitmek anlamında: Her şey yolundadır. süreç için: Büyük bir yazar olmak yolundadır. Bir yıldız olma yolundadır. Çocuklar hızla iyileşme yolundalar. *işler yolunda olmak İşler yolunda. *tıkırı yolunda olmak yolunmak, dolandırılmak anlamında: bitki için: saç için: tüy için: yontmak, heykeltraşlık için: kesmek anlamında: para sızdırmak anlamında: sivriltmek anlamında: taşı işlemek anlamında: tırnak için: to have smb pluck a chicken [plak], to have smb bleed smb of their money, to send. What about sending her some flowers? He could have at least sent an apology. to send word. to send a money order. to send one's best regards [riga:dz]. to be sent, to set off for. to strip smb of his money, to pull up. to pull out. to pluck [plak]. to rob smb with dexterity. to depilate [depileyt]. to tear out one's hair [te:raut]. At the news of the accident she tore her hair. to pluck a chicken. to weed out. there to be a way. There's a way of making that man talk. Is there no other way of making them understand [andistemd]? We still have a long way to go. He can go to hell! there to be no way out. There seems to be no way out. to be going well. Everything is going well. to be on one's way to becoming. She is on her way to becoming a great writer. She is on the way to becoming a star. The children are on the road to recovery. to go well. Things are going well. to be well off. to be stripped of one's money [stript]. to be pulled by the root [ru:t]. to tear one's hair with grief [gri:f], to be plucked [plakt]. to sculpt [skalpt]. to chisel [çizil]. to squeeze money out of [skwkz]. to sharpen [şa:pın]. to dress a stone [stoun]. to pare [pe:]. yontulmak 862 *kendinden yana yontmak *nalıncı keseri gibi kendine yontmak yontulmak, biçim verilmek: heykel için: kabalıktan kurtulmak: kalem için: taş için: yorgalamak yorgun olmak Hiçbir şey yiyemeyecek kadar yorgunum. *ölesiye yorgun olmak yormak (1) yorumlamak anlamında: *hayra yormak Rüyamda görsem, hayra yormazdım. Bunu nasü iyiye yorabiliyorlar? *kendi üstüne yormak yormak (2), yorgun duruma getirmek: Bu kız, herkesi yoruyor. Aynı şeyi her gün tekrarlamak beni yoruyor. [ birleşikler ve deyimler] ağız yormak Ağzım yorma! çene yormak Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar. fikir yormak gözlerini yormak Bu küçücük harfler gözleri yorar. kafa yormak (bir şey üzerine) Bu şeyler üzerine kafanızı yormayınız. kol yormak zihnini yormak Bu saçma sapan şeyler üzerine zihninizi yormayınız. yorucu olmak yorulmak, yorumlanmak anlamında: yorgun duruma gelmek: Ben adamakıllı yorulmuşum. Onlar ne kadar yoruluyorsalar biz de o kadar yoruluyoruz. Rüzgârın önüne düşmeyen, yorulur. Yoldan giden yorulmaz. Çok koşan, çabuk yorulur. Boşuna yorulma! Tez giden, tez yorulur. yorum yapmak Son gelişmeler üzerine yorum yapabilir misiniz? Bunun üzerine yorum yapmamayı tercih ederim. Yorum yok! to look after one's own advantage [ldvamtic]. to work to one's own advantage. to be whittled [witild]. to be sculpted. to become refined [rifaynd], to be sharpened. to be chiseled. to go at an easy jogtrot. to be tired [tayid], I'm too tired to eat anything. to be tired to death. to interpret [into:prit], to interpret favourably [feyvmbli]. / wouldn't have dreamt of such a thing. How can they interpret this favourably? to take a remark as directed against oneself. to tire [tayi]. That girl makes everyone tired. It tires me to repeat the same thing every day. to talk in vain [veyn]. Don't plead in vain [pli:d]. to chatter [cedi]. Poor people waste their time gossiping about the rich people's wealth [welth]. to think hard. to try the eyes [tray]. These tiny characters try the eyes. to rack one's brain about [breyn]. Don't rack your brain about these things. to work hard. to bother one's head about. Don't bother your head about such nonsense. to be tiring [tayring]. to be interpreted [into:pritid]. to get tired. I'm dead tired [ded]. We get just as tired as they do. He who goes against the trend will tire himself out. Doing things the right way makes a task easy. He who runs a lot gets tired fast. Don't tire yourself in vain. He who runs gets tired fast. to comment [koment]. Could you comment on the recent developments? [rksint] to make comments. / prefer not to make any comments on this. No comment! yorumlamak 863 yorumlamak Bu bilgiyi nasıl yorumluyorsunuz? Bu itirafları nasıl yorumluyorsunuz? yorumlanmak Bu, bir hakaret olarak yorumlandı. *yanlış yorumlanmak Korkarım, bu karar yanlış yorumlanacak. yosunlanmak yosunlaşmak yosunlu olmak (deniz yosunu) yozlaşmak yozlaştırmak yönelik olmak Bu sözler size yönelik değildi. yönelmek, belli bir yön tutmak: Kalabalık, şehir merkezine yöneliyor, benimsemek anlamında: Bu, özgürlüğümüze yönelmiş bir saldırı. yöneltilmek Eleştiriler açıkça bakana yöneltilmişti. yöneltmek Dikkatinizi bu hususa yöneltmenizi isterim. Bu, gençleri suça yöneltebilir. Orasını etkili bir şekilde yönetiyor. Toplantıyı kim yönetti? film için: yudumlamak Akşamları çaylarımızı bahçede yudumlardık. yufka yürekli olmak yuhalamak yuhalanmak yumak Kanı kanla yumaziar, kanı su ile yurlar. yumak olmak yumak yapmak yumaklamak yummak yöneşmek yönetilmek yönetmek I birleşikler ve deyimler] ağzını açıp gözünü yummak Açtı ağzını, yumdu gözünü. ağzmı yummak avucu yummak to interpret [into:prit]. How do you interpret this information? to make of. What do you make of these confessions [kinfesinz]? to be interpreted. This was interpreted as an insult [insalt]. to be misinterpreted. I'm afraid this decision is going to be misinterpreted [disijin]. to get covered with moss. to gather moss. to be full of seaweeds [si:wi:dz]. to degenerate [dicemrit]. to cause smth to degenerate. to be aimed at [e:ymd]. That remark was not meant for you. to head towards [tied]. The crowd is heading towards the city centre. to incline towards [inklayn]. This constitutes an attack on our freedom. to be directed at. The criticism was clearly directed at the Minister [kritisizm]. to direct towards [tiwo:dz]. I'd like you to direct your attention to this point [itensin]. This might lead the youth to crime [kraym], to converge [kinvo:c], to be managed [me:nicd]. to run. She is running the place efficiently. to direct [dayrekt]. Who directed the meeting? to direct, to sip. In the evening we would sip our tea in the garden. to be soft-hearted, to boo [bu:]. to be booed [bu:d]. to wash. You can't wash blood with blood, blood is washed with water [blad]. to form a ball [bod]. to wind into a ball [waynd]. to wind into a ball. to close [klouz]. to let oneself go. She just let herself go. to close one's mouth, to clench the fist. yumruk yumruğa gelmek 864 el yummak tehdit etmek anlamında: göz yummak, kısarak kapamak: *göz yumup açıncaya kadar hoş görmek anlamında: Bu gibi davranışlara nasıl göz yumarlar? göz yummamak, hoş görmemek anlamında: Yaramazlıklarına göz yummamalısınız. hiç uyumamak anlamında: hayata gözlerini yummak yumruk yumruğa gelmek yumruklamak yumruklanmak yumruklaşmak yumrulanmak yumrulmak yumuklaşmak göz için: yumulmak, bir işe kendini vermek: kapanmak anlamında: Göz yumulunca kıymeti bilinir, saldırmak anlamında: ı yemek için: yumurcak olmak yumurtlamak, yumurta yapmak anlamında; - tavuk için: - balık için: düşünmeden söylemek: uydurup söylemek: ^Fukaranın tavuğu tek tek yumurtlar. *cevher yumurtlamak yumuşak olmak, sert veya katı olmayan: Devenin tepmesi yumuşaktır fakat can alıcıdır, nazik anlamında: uysal anlamında: iklim için: *yumuşak başlı olmak *yüzü yumuşak olmak Benim yüzüm çok yumuşaktır. yumuşamak, merhamete gelmek: sert kalmamak anlamında: olgunlaşmak anlamında: öfkesi geçmek anlamında: yumuşatılmak, kızgınlık vs için: sertlik için: yumuşatmak Bu yöntem çeliği yumuşatıyor. to clench the fist. to threaten with the fist [thretrn]. to wink. In the twinkle of an eye. to condone [kindoun]. How can they condone such behaviour? not to condone [kindoun]. You shouldn't condone their misbehaviour. not to sleep a wink, to die. to come to blows. to punch [pane]. to get punched [panct]. to exchange blows [iksgeync]. to become swollen. to get a boil [boyl]. to get plump [plamp]. to get swollen. to wade into [weyd]. to become closed [klouzd]. A man is appreciated only after his death. to fall upon. to eat greedily. to be stricken by the plague [pleyg]. to lay eggs [ley], to spawn [spo:n]. to blurt out [blo:t]. to invent (a story). With poor means you can only get poor results. to say silly things. to be soft. A camel's kick is soft but lethal [lidhil]. to be gentle [centil]. to be docile [dousayl]. to be mild [mayId], to be docile. to be too kind to refuse [rifyu:z]. I'm too kind to refuse a request [rikwestl. to relent, to soften [sofin]. to mellow [melou]. to calm down [ka:m]. to molify. to soften, to soften. This process softens steel [prouses]. yunmak 865 Bu sözler, onu biraz yumuşattı. Medya, saldırısını biraz yumuşatmış gibi. yunmak yurtlandırmak yurtlanmak yurtmak, kişiler için: at için: yurtsamak yutkunmak, tükürüğü yutmak anlamında: söylemekte tereddüt etmek: yutmak, genel anlamda: eksiksiz olarak öğrenmek: Bu adam kimyayı yutmuş, deniz vs için birden yutmak: Sanki deniz birden gemiyi yutmuş, hakaret için: kanmak anlamında: Kimse bunu yutmaz! katlanmak anlamında: kendine mal etmek: oyunda bir şey kazanmak: yiyecek için: \ birleşikler ve deyimler] baston yutmuş gibi olmak Büyük lokma yut, büyük söz söyleme. Büyük balık küçük balığı yutar. Ele verir talkını, kendi yutar salkımı. dilini yutmak Dilini yutmuşa benziyor. Dilinizi mi yuttunuz? hapı yutmak İşte şimdi hapı yuttu! Hapı yuttun! küçük dilini yutmak Hayretten küçük dilimi yuttum. kül yutmak lop lop yutmak lopur lopur yutmak lüp diye yutmak yutturmak Hapı yaldızla yutturmaya çalışıyor. Bu masalı bana yutturamazsınız. *...diye yutturmak Onu, antika diye bize yutturmaya çalıştı. *kendini...diye yutturmak Kendini doktor diye yutturdu. to calm down. These remarks have calmed her down. to tone down. The media seems to have toned down its attacks. to wash oneself. to provide people with a home [pnvayd]. to acquire a homeland [lkwayi]. to wander about. to amble along [e:mbil]. to be homesick. to swallow one's spittle [spitil]. to be hesitant about saying smth [hezitmt]. to swallow. to know smth from A to Z [ey tu zed]. This man knows chemistry from A to Z. to engulf [ingalfj. It is as if the sea had engulfed the ship. to swallow an insult [insalt]. to believe. No one is going to believe that. to endure [indyu:]. to wrongly appropriate smth [lproupriyeyt]. to win. to gulp down [galp]. to be as stiff as a poker [pouki]. Eat big morsels but don't talk big. Big fish swallow small ones. One should practice what one preaches. to lose one's tongue [lu:z]. He seems to have lost his tongue [tang]. Have you lost the use of your tongue [yu:s]? to be done for. Now, he is done for! to be in deep trouble [trabil]. You're in deep trouble! to be struck speechless [strak]. / was struck dumb [dam]. to be duped [dyu:pt]. to gobble food. to swallow food noisily [noyzili]. to gulp down [galp]. to make smb swallow smth. He's trying to make us swallow the pill by coating it [kouting]. You'll never make me swallow that story. to pass smth as. He tried to pass it as antique on us. to pass onself off as. He passed himself off as a doctor [pa:st]. yutulmak 866 yutulmak Bu, yutulması çok zor bir şey. Lokma çiğnenmeden yutulmaz. Ekmek bile çiğnenmeden yutulmaz. orunda kaybetmek: yutuvermek yuva yapmak, kuşlar için: Yuvayı dişi kuş yapar. Garip kuşun yuvasını Allah yapar. evlenmek anlamında: yuvalamak yuvalanmak, ruru salahı almak: bir yerde toplanmak: askerlikte gizlenmek anlamında: yuvarlaklaşmak yuvarlaklaştırmak yuvarlamak, çabucak yemek anlamında: der irmek anlamında: döndürerek yürütmek: içki re kadeh, için: tomar yapmak anlamında: top için: yalanlar söylemek: *taş yuvarlamak yuvarlanmak, çamurda...: dökülerek düşmek anlamında: kendi üzerinde dönmek: şekil için: yere düşmek anlamında: Bir kayaya çarpıp yuvarlandı. | birleşikler ve deyimler) Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Yuvarlanan taş, yosun tutmaz, yuvarlanıp geçmek Bu arada, yıllar yuvarlanıp geçiyor. yuvarlanıp gitmek paldır küldür yuvarlanmak teker meker yuvarlanmak yuvarlatmak, bir şeyi: binsinc: yuvarlak duruma getirmek: yuvasını yapmak (birinin) yuvgulamak yücelmek yüceltmek yük olmak Ben kimseye yük olmak istemem. to be swallowed. (It's a bitter pill to swallow.) Nothing can be achieved without effort. There is no achievement without effort, even bread is chewed before being swallowed. to lose [lu:z]. to gulp down [galp]. to make a nest. It's the wife that makes a home. 1- God cares for all of us. 2- God tempers the wind to the shorn lamb. to set up a home. to nest. to set up a home, to assemble [tsembil]. to lie camouflaged [lay], to become round, to make smth round. to gulp down [galp]. to topple over [topil]. to roll over/out. to toss smth off. to roll up. to bowl. to invent lies [layz]. to make bitter allusions to [iluxinz]. to wallow in (mud), to fall down, to roll over. to be given a circular shape [seyp]. to tumble over [tambil]. He tumbled over a rock and fell. Birds of a feather flock together. A rolling stone gathers no moss. to go by. In the mean time, the years go by. to get along. to roll with a great clatter [kledi]. to roll over and over. to have smth rolled. to have smb roll smth. to have smth rounded. to teach smb a lesson. to flatten (with a roller). to become sublime [siblaym]. to be sublimated. to be a burden [bo: dm]. / don't want to be a burden on anyone. yüklemek 867 yüklemek, Bu, ekonomiye büyük bir yük olacaktır. Öküze boynuz yük olmaz. Hamala semeri yük olmaz. bir araca koymak: yükümlülük allına sokmak; Bu işi bize yükleyecekler. - ıc> atmak: hı nü I L I ı c ııck: I birleşikler ve deyimleri fazla yüklemek kabahati birine yüklemek sermayeyi kediye yüklemek sorumluluğu birine yüklemek sorumluluğu başkasına yüklemek suçu birine yüklemek Suçu neden personele yüklediniz? yüklenmek, bir araca...: bedeniyle abanmak anlamında: Daha iyi görmek için hepimiz öne yüklendik. sorumluluk almak: yapmayı üstüne almak: üstüne düşmek anlamında: Ona o kadar yüklenmeyin. * sırtına yüklenmek Sırtımıza ağır borçlar yüklendi. *var gücüyle yüklenmek yükletmek, bir yükü bir araca: bir yükü birine: bh- görevi: yüklü olmak yüksek olmak Ölü ve yaralı sayısı yüksekmiş. Kupayı kazanma şansları yüksek. *gözü yükseklerde olmak yükselmek, fiyat vs için artmak: Fiyatları yüzde yirmi yükseldi. gerilim için: heyecan için: Odada heyecan yükseliyordu. işinde...: Bu şirkette yükselmenin tek yolu var. ses için: şiddetlenmek anlamında: yükseğe çıkmak: Su seviyesi tehlikeli bir şekilde yükseldi. Bu hafta bir iki puan yükselir. to be a drag upon. This will be a big drag upon the economy. One doesn't feel the weight of one's own responsibilities. To a porter a back pack is no load. to load smth into/on to. to burden smb with. They are going to burden us with the task. to lay the blame on [ley], to charge [ca:c]. to overload. to blame smb for smth. to throw one's money to the wind. to lay the responsibility at smb's door. to pass the buck [bak]. to put the blame on smb [bleym]. Why did you put the blame on the staff? to be loaded [loudid]. to press forward [fo.wid]. We all pressed forward to see better. to assume responsibility [isyu:m]. to shoulder a task. to pressure smb to [pre§i]. Don't pressure him so hard. to be saddled with. We've been saddled with heavy debts. to press forward with all one's might. to have smth loaded. to have smb load smth [loud]. to have a task given to. to be loaded. to be high [ha:y]. Apparently the number of casualties is high [ke:jyuwiltiz]. They have a good chance of winning the cup. to be ambitious [e:mbi|is]. to increase [inkri:s]. Prices have increased by twenty per cent. to mount [maunt]. to mount. The excitement in the room was mounting. to advance [idva:ns]. There's one way of advancing in this company [kampini]. to get louder [laudi]. to rise [rayz]. to rise. The water level has risen dangerously. to go up. It will go up a point or two this week. yükseltilmek 868 *ateşi yükselmek *kıymeti yükselmek yükseltilmek yükseltmek, yükseğe çıkarmak: Duvarı yükseltmek gerek. yukarı kaldırmak anlamında: dalla yüksek duruma getirmek: yüceltmek anlamında: mevki İçin: güçlendirmek anlamında: matematik için: \ birleşikler ve deyimleri değerini yükseltmek Bu, vazonun değerini yükseltecektir. moralini yükseltmek (birinin) sesini yükseltmek Sesini yükselttiğini hiç duymadık. Neden seslerinizi yükseltmiyorsunuz? Lütfen sesinizi yükseltir misiniz? Sizi duyamıyoruz. teyp, radyo vs için: Televizyonun sesini biraz yükseltebilir misin? yüksünmek yükümlendirmek yükümlenmek yükümlü kılmak yükümlü olmak Bu işi bitirmeye kendimi yükümlü hissediyorum. yükünmek yülümek yünlenmek yüpürmek yüreği ağzına gelmek Çocuğun yola fırladığını görünce, yüreğim ağzıma geldi. yüreklendirmek yüreklenmek yürekler acısı olmak Ülkenin hali yürekler acısıdır. yürekli olmak *katı yürekli olmak *tavşan yürekli olmak *yufka yürekli olmak yürümek, genel anlamda: Yeniden yürüyebilecek mi? Asansör bozuk, yukarı yürüyerek çıkacağız. Bu soğukta otobüs beklemektense, yürümeyi yeğlerim. askerler için: ilerlemek anlamında: to have one's fever go up [fi:vi], to rise in value [ve:lyu:]. to be raised [reyzd]. to raise. We should raise the height of the wall. to lift up. to elevate [eliveyt]. to exalt [igzo:lt], to promote [pnmout]. to amplify [eimplifay]. to raise a number to a higher power. to enhance the value [inhems]. It will enhance the value of the vase [veyz]. to boost smb's morale [burst]. to raise one's voice [voys]. We have never heard her raise her voice. Why don't you raise your voice? to speak up. Could you please speak up? We can't hear you. to turn up. Could you turn up the TV a little, please? to regard as a burden [bd:din]. to burden smb with responsibility. to undertake to do smth. to compel [kimpel]. to be under obligation to [obligeysm]. I feel it is my duty to finish this task. to prostrate oneself [prostreyt]. to shave the body's hair with a razor. to grow a new coat of wool [wul]. to run here and there. to have one's heart in one's mouth. When I saw the child dash into the road, my heart was in my mouth. to give smb courage [karic]. to pluck up one's courage [plak]. to be heart-breaking. The state of the country is heart-breaking. to be brave [breyv]. to be heartless [ha:tlis]. to be timid, to be soft-hearted. to walk. Will he be able to walk again? The lift isn't working, we'll have to walk up. I'd soon walk than wait for the bus in this cold. to march [ma:c]. to make progress. yürümek (alıp) 869 işlemek anlamında: Bu iş yürümez. Bunun yürümeyeceği ortadadır. makina vs için: yol almak anlamında: | birleşikler ve deyimler] Yürüyemez olsun! Kuma gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş. Arpa verilmeyen at, kamçı zoruyla yürümez. It ürür, kervan yürür. Dağ yürümezse, abdal yürür. Allah, "Yürü, ya kulum!" demiş. Lâfla peynir gemisi yürümez. alıp yürümek Bu saç modası alıp yürüdü. salgın için: ayaklarının ucuna basarak yürümek Ayaklarımın ucuna basarak uzaklaştım. badi badi yürümek bir aşağı bir yukarı yürümek Bir aşağı, bir yukarı yürüyüp durdu. dere tepe demeden yürümek dik yürümek dört ayak üstünde yürümek el ayak yürümek gerisin geriye yürümek izinde yürümek kıvır kıvır yürümek kol kola yürümek kös yürümek omuz omuza yürümek parmaklarının ucuna basarak yürümek pıtı pıtı yürümek rahvan yürümek sacayağı yürümek sallana sallana yürümek salma salına yürümek sarsak adımlarla yürümek sendeleye sendeleye yürümek sıkı yürümek su yürümek Bütün ağaçlara su yürümeye başladı. tıpış tıpış yürümek tin tin yürümek uzun adımlarla yürümek üstüne yürümek üzerine yürümek yalpalanarak yürümek yanpiri yürümek yorgun argın yürümek yuvar yuvar yürümek zor yürümek to work. It just won't work. It's evident that it won't work. to function [fank§in], to advance [idva:ns]. May he never be able to stand up again! The wives of a husband will get along well but the wives of brothers won't. A hungry horse won't respond to the whip. Barking dogs won't stop the caravan from moving. If the mountain won't come to him, then the saint man will go to it. The rise is simply miraculous [minkyulis]. Fine words butter no parsnips. to catch on. This hair style has caught on. to make headway, to tiptoe. / tiptoed quietly from there. to waddle [wodil]. to walk up and down. He paced up and down the room [peyst], to stop at no obstacle. to walk erect. to be on all fours [fo:z]. to walk on all fours. to walk backwards. to follow in the footsteps of. to wriggle one's hips while walking. to go arm in arm. to walk in a pensive manner [me:m]. to walk shoulder to shoulder, to tiptoe. to walk with light quick steps. to go at an amble [e:mbil]. to march one in front and two in the rear. to walk slowly and lazily [leyzili]. to walk with a swaying movement [mu:vmint], to totter [toti]. to stagger [ste:gi]. to walk briskly. (for the sap) to begin to rise [rayz]. The sap has begun to rise [bigan]. to walk with pattering footsteps. to toddle along briskly. to stride along [strayd]. to attack [ite:k]. to march against [lgeynst]. to reel [ri : l ]. to walk leaning to one side [sayd]. to trudge [trac]. to walk with a rolling gait [geyt]. to walk with difficulty [difikilti]. yürünmek 870 yürünmek Futbol oynamak şöyle dursun, burada yürünmez. yürürlükte olmak Bu yasa hala yürürlükte mi? yürütmek, yürümesini sağlamak: Bütün bu insanları nereye yürütüyorlar? uygulamak anlamında: Bu konuda bir inceleme yürüteceğiz. Bu araştırmayı kim yürütüyor? kanun vs için: işten çıkarmak anlamında: çalmak anlamında: | birleşikler ve deyimleri Ayağı yürüten baştır. fikir yürütmek gemisini yürütmek kol yürütmek saman altından su yürütmek sessiz sedasız yürütmek (bir işi) yürütülmek Sizde, bankacılık eski metodlarla yürütülüyor. Böyle bir operasyon CIA tarafından yürütülmüştü. Bu deneyler çok sıkı kontrol altında yürütülmelidir. Güvenlik yönetmeliğinin yürütülmesinden işveren sorumludur. yürüyüş halinde olmak yüz etmek yüz geri etmek yüz olmak (birisinde) Bu insanlarda hiç yüz yok mu? yüz göz olmak yüzdürmek, yüzmesini sağlamak: batık gemi vs için: derisini soydurtmak: yüzdürülmek yüzeysel olmak yüzkarası olmak * ailenin yüzkarası olmak O daima ailenin yüzkarası olmuştur. yüzlemek yüzlenmek yüzleşmek yüzleştirmek Turistleri garsonla yüzieştirecekler. to walk [wo:k]. One can't walk here, let alone play football. to be in force [fo:s]. Is this law still in force? to make smb walk/march. Where are they marching all these people? to carry out [ke:ri]. We shall carry out an investigation into this matter [investigey§m]. to undertake [anditeyk]. Who is undertaking this research [risb:c]? to enforce [info:s]. to dismiss. to steal [sti:l]. A well-run business depends on good leadership. to put forward an idea [aydiyi]. to manage one's affairs well [ife:z]. to splice (rope) [splays], to do smth in an underhand way. to carry out smth unobtrusively, to be carried out. Banking here is carried out on old methods [methidz]. to be conducted [kmdaktid]. Such an operation was conducted by the CIA. These experiments must be conducted under very strict control. to be enforced [info:st]. The employer is responsible for enforcing the safety regulations [regyuleyfins]. to be on the march. to align smth with another to be joined. to face about. to have shame [sheym]. Don't these people have any shame? to be too overly familiar with. to float. to raise and refloat (a sunken ship). to have smb skin an animal. to be raised and refloated. to be superficial [syu:pifisil]. to be a disgrace [disgreys]. to be the black sheep of the family. He has always been the black sheep of the family [fe:mih]. to reproach smb openly to his/her face. to get impudent. to meet face to face. to confront one person with another. They're going to confront the tourists with the waiter. yüzmek 871 yüzmek, yüzme sporu için: Herkes yüzmeyi öğrenmeli. bir sıvı yüzeyinde durmak: bir şeye bulanmak: Kitaplar toz içinde yüzüyor. Pislik içinde yüzüyoruz. giyim için: Sen bu paltonun içinde yüzüyorsun, hayvan derisi için: Bu hayvanın derisini kim yüzecek? Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. *para içinde yüzmek yüzsüz olmak yüzsüzleşmek yüzü olmak Yüzü ak olsun! Bağında izin olsun, üzüm yemeye yüzün olsun. *yüzü pek olmak yüzü olmamak, bir şeye dayanamamak: Kumara yüzü yok. cesareti olmamak anlamında: Gelmeye yüzü yok! Para istemeye artık yüzü yok. Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz. bir isteği çevirmek için: yüzülmek, yüzmek sporu için: hayvan derisi için: sömürülmek anlamında: Burada yüzülmez. to swim. Everyone must learn how to swim. to float. to be covered with [kavid]. The books are covered with dust. to be swallowed by. We are swallowed by filth. to swallow smb. This coat swallows you. to skin. Who is going to skin this animal? The main job is over, the rest is easy. to be rolling in wealth [welth]. to be shameless [seymlis]. to get impudent. to dare [de]. Bless him! Take care of the vineyard and it will take care of you. to be brazen-faced [breyzin feyst]. to be unable to resist [rizist]. He just can't resist gambling. not to dare [de]. He dare not come! not to have the face to. He hasn't the face to ask for money. He who neglects his crop has no right to reap anything [ri:p]. to be too kind to refuse [refyu:z]. to swim. Swimming is not allowed here. to be skinned, to be swindled. zaafı olmak (birine karşı) zağlamak zağlanmak zahmet etmek zahmet olmak zail olmak zalim olmak zam yapılmak Kadınlara karşı zaafı vardı. Küçük kızına karşı daima zaafı vardı. Zahmet etmeyiniz! Zahmet ediyorsunuz! Ne zahmet! Merkeze kadar zahmet ederseniz... Hiç zahmet değil. Zahmet olmazsa... Size bir zahmetim olacak. Hak gelince batıl zail olur. Benzine yine zam yapıldı. zam yapmak zamanı olmak Benim hiç zamanım yok. Bunu yapacak zamanım yok. Her şeyin bir zamanı vardır. Ne kadar zamandır bu işi yapıyorsunuz? Bu konuda bir şeyler yapma zamanı geldi. Bunun amanı zamanı yok. Bugün burada hiç kimsenin zamanı yok. zamanlamak, süreyi belirtmek anlamında: *i yi zamanlamak zaman planlamak anlamında: zamansız olmak zamklamak zamklanmak zamlanmak zammetmek zamparalık etmek zan altında olmak zangırdamak to have a weakness for [wkknis]. He had a weakness for women [wimin]. to be partial to [pa:§il]. He was always partial to his little girl. to remove the burr from a metal. to have the burr removed. to give oneself trouble [trabtl]. Don't trouble yourself! You're putting yourself to trouble. What a lot of trouble you've gone to! If you will kindly come to the police station. to be troublesome. It's no trouble at all. If you don't mind [maynd]. I'll trouble you for a favour [feyvt]. to disappear [distpi:]. When truth comes falsehood will disappear. to be cruel [kru:el]. (for price) to be increased [inkri:st]. The price of petrol has been increased again. to increase the price of. to have time. / have no time to spare [spe:]. I have no time for that. There is a time for everything. How long ago is it that you've been doing this? It's time we did something about that. There's no way out of it. to be free. Nobody is free here today. to time [taym]. to time smth well. to arrange a time schedule for [§edyu:l]. to be untimely [antaymli]. to glue [glu:]. to be glued [glu:d]. to increase in price [inkri:s]. to add. to womanize [wumrnayz]. to be under suspicion [sispism]. to rattle [re:ttl]. zangırdatmak 874 zangırdatmak dişler için: zannetmek Sen kendini ne zannediyorsun? Orada hava zannettiğin kadar kötü değil. Bu zamları kabul edeceklerini zannediyor musun? Zannedersem parayı iade edecek. Bizi ne zannediyor? Zannedersem... *elifi mertek zannetmek zapt etmek, ele geçirmek anlamında: hâkim olmak anlamında: Kendini zor zapt edebildi. Siz bu çocukları zor zapt edersiniz! Bu adamı zapt etmek için beş güçlü adam gerekecek. Parayı zapt etmek deliyi zapt etmekten zordur. hatırında tutmak: şehir, kale vs için: tutmak anlamında: 'yazıya geçirmek anlamında: zarar etmek, kâr elde edememek: kötü sonuç vermek: *ne kâr ne zarar etmek zarar gelmek Bizden size bir zarar gelmez. zarar olmak Keskin sirke kabına zarardır. Biri yarar, ikisi karar, üçü zarardır. zararda olmak zararı olmak Her şeyin azı karar, çoğu zarardır. Bunda ne zarar var? Yıllardır zarardayız. Bir kötünün yedi mahalleye zararı olur. Onları rahat bırakın, kimseye zararları yok. Zararı yok. zararına olmak zararlı olmak Sigara sağlığa zararlıdır. Bu istikrarsızlık ekonomiye zararlı olmaya başladı. zararsız olmak Hiç olmazsa, sağlığa zararsız. zarflamak to make smth rattle. to have one's teeth chatter [gedi]. to think. Who do you think you are? The weather isn't as bad as you think. Do you expect them to agree to this increase in prices [praysiz]? to take it. / take it that he is going to return the money. What does she take us for? to suppose [stpouz]. / suppose so. to be very ignorant [igmnnt]. to seize [si:z]. to control [ktntroul]. He could hardly control his anger [e:ngi]. You'll find it hard to control these children. to hold down. It will take five strong men to hold this man down. It's harder to hold onto one's money than to hold onto a mad person. to bear in mind [be:], to capture [ke:pci]. to restrain [ristreyn]. to take down (in writing). to make a loss. to suffer harm [safi]. to break even [i:vin]. (for harm) to come one's way. No harm will come your way from us. to be harmful. Bad temper will harm an angry man most. A glass is all right, two are enough, the third one is harmful. Moderation in everything is the best policy. What does it matter? to be in the red. We have been in the red for years. to harm. The actions of one bad person will affect the people in seven quarters [kwotiz]. Leave them alone, they're harming no one. It's all right. to be to smb's disadvantage [disidvamtic]. to be harmful. Smoking is harmful to health [helth]. to be detrimental [detriminttl]. This instability has started to be detrimental to the economy [kkimmi]. to be harmless. At least it's harmless to health. to put into an envelope [enviloup]. zarflanmak 875 zarflanmak zarif olmak zart zurt etmek zaruret içinde olmak zaruret haline gelmek zarurî olmak Zarurî olacağını sanmıyorum. Tecrübe bu işte zarurî değil. zata mahsus olmak zayıf olmak, bilgisi yeterli olmamak: Matematiği zayıf. Maalesef İngilizcesi zayıf. gücü olmayan: sıska anlamında: Kendimi çok zayıf hissediyorum. *hafızası zayıf olmak Türk seçmeninin hafızası çok zayıftır. *sinirleri zayıf olmak zayıflamak, güçsüz hale gelmek Gün geçtikçe zayıflıyor. görme gücü vs için: hafıza için: Bazen hafızam zayıflıyor. sıska haline gelmek: şişmanlığı azalmak anlamında: yetersiz haline gelmek: zayıflatmak, genel anlamda: Bu, azmimizi zayıflatmaz. temelinden...: Gaye, partiyi zayıflatmaktır. görme gücü vs için: Bu ışık gözlerini zayıflatır. zayi etmek zayi olmak zebun etmek zebunlaşmak zebunu olmak (birinin) zecri olmak zedelemek, berelemek anlamında: zarar vermek anlamında: zedelenmek, vurma ve çarpma, sonucu: zarar görmek anlamında: Çıkarlarımızın zedelenmemesi gerek. zehir etmek, *hayatını zehir etmek Birbirimizin hayatını zehir etmenin anlamı yok. Zehir zıkkım olsun! to be put into an envelope. to be elegant [eligint]. to bluster [blasti]. to be in poverty. to become necessary [nesisiri]. to be necessary. / don't think it's going to be necessary. to be essential [esinsil]. Experience isn't essential in this job. to be personal [poisiml]. to be poor. His maths is poor. to be weak [wi:k]. Unfortunately his English is weak. to be weak. to be frail [freyl], / feel quite weak. to be short-minded [sod mayndid]. The Turkish elector is very short-minded. to be easily excitable [iksaytibil]. to get weak. She's getting weaker every day. to be impaired [impe:d]. to fail [feyl]. Sometimes my memory fails me. to get thin. to lose weight [weyt]. to get poor. to weaken [wi:kin]. This will not weaken our resolve [rizolv]. to undermine [andimayn]. The aim is to undermine the party. to impair [impe:]. This light will impair your sight [sayt]. to lose [lu:z]. to be lost. to render helpless. to become helpless. to be hopelessly in love with. to be compulsory [kimpalsiri]. to bruise [bru:z]. to damage [dermic]. to be bruised [bru:zd]. to be damaged. (Our interests shouldn't suffer [safi]). to make life miserable [miznbil]. There's no point in making each other's life miserable. May he be damned [de:md]/ zehirlemek 876 zehirlemek, zehir yermek anlamında: zararlı düşünceler yermek: zehirlenmek zararlı düşünceler edinmek: zehirletmek zehirli olmak, genel anlamda: yılan vs için: artıklar için: zehretmek Hayatım kendine zehrediyorsun. zehrolmak zeki olmak, yüksek derecede zekâ için: pratik zekâ için: çabuk kavrama için: zemmetmek zengin olmak Çok yakaşıklı, bir de zengin mi zengin. Desenize zengin olduk! "•birdenbire zengin olmak zenginleşmek Bazı kişiler zenginleşiyor. zenginleştirmek , Bu, hayatımızı zenginleştirecektir. zerk etmek zeval olmak (birine) Elçiye zeval olmaz. zevali olmak zevk sahibi olmak zevki selim sahibi olmak zevkinde olmak (bir şeyin) zevklenmek, zevk duymak anlamında: biriyle alay etmek: zevkli gelmek Bana çok zevkli geldi. zevkli olmak zevkten dört köşe olmak zevksiz olmak zevzeklenmek zevzeklik etmek zıbarmak, Ölmek anlamında: uyumak anlamında: zıhlamak zıkkımlanmak Zıkkım olsun! zımbalamak zımbırdatmak zımparalamak zımparalanmak to poison [poyztn]. to corrupt [kirapt]. to be poisoned. to be filled with harmful ideas [aydiyiz]. to have smb poisoned [poyzmd]. to be poisonous [poyzimz], to be venomous [vemmis]. to be toxic [toksik]. to take the pleasure out of [pleji]. (You're making your life miserable). to be thoroughly spoiled [thartli]. to be intelligent [intelicint]. to be clever [klevi], to be sharp. to speak i l l of. to be/become rich. He is handsome, and is he rich? That means we're rich! to strike it rich [strayk]. to get rich. (Some are enriching themselves.) to enrich. // will enrich our life. to inject [incekt]. to be harmful to. An envoy cannot be harmed because of his mission [misin]. to harm. to have good taste [teyst]. to be a person of good taste, to be enjoying oneself. to take pleasure in [pleji]. to poke fun at smb. to give one pleasure. It gave me a lot of pleasure. to be pleasant [plezmt]. to be overjoyed [ouvicoyd]. to be unpleasant. to talk about foolish things. to chatter boringly [ce:tt]. to die [day], to sleep. to edge with a border [ec]. to stuff oneself with [staf]. May he/she choke on it [couk]/ to punch holes in [pancj. to strum discordantly [stram]. to sandpaper [semdpeype:]. to be sandpapered. zıngıldamak 877 zıngıldamak zıngırdamak zıngırdatmak zıpkmlamak zıpkmlanmak zıplamak, fırlamak anlamında: sevinçten...: top için: tek ayak üzerinde: *zıp zıp zıplamak zıplatmak zırdeli olmak zırhlanmak, zırh giymek anlamında: zırh kuşatılmak: zırıldamak, durmaksızın söylenmek: sürekli ağlamak: zırlamak ağlamak anlamında: zırlatmak, söylenmesine sebep olmak: ağlamasına sebep olmak: zırvalamak zıt olmak Bu, ötekinin zıttıdır. *taban tabana zıt olmak Bu partinin ideolojisi, partimizin ideolojisine taban tabana zıttır. zıttı olmak zıtlanmak zıtlaşmak zıvıtmak ziftlemek ziftlenmek, ziftle kaplanmak: yemek anlamında: zihnini meşgul etmek Zihninizi meşgul eden bir şey var. zikretmek, söylemek anlamında: zikir için: zikrolunmak zikzak yapmak zil zurna olmak O gece hepsi zil zurna idiler. zimmetinde olmak Onun zimmetinde büyük meblağlar var. zina yapmak zincirlemek zincirlenmek zindan etmek to rattle [re:til]. to rattle. to make smth rattle, to harpoon [hapu:n], to be harpooned. to jump [camp], to jump for joy [coy], to bounce [bauns]. to hop. to jump about widely, to bounce. to be raving mad [reyving]. to put on one's armour, to be plated with armour. to grumble continuously [ktntinyuwisli]. to weep continuously, to make a racket [re:kit], to weep [wi:p]. to set smb yakking. to set smb crying [kraying]. to talk nonsense [nonsins]. to be the opposite [opizit]. This one is the opposite of the other. to be diametrically opposite [da:yemetrikih]. That party's ideology is diametrically opposite to ours [aydioloci]. to infuriate [infuryeyt]. to behave in diametrically opposite ways. to become the opposite of each other. to go crazy [kreyzi]. to apply pitch to [lplay]. to be daubed with pitch [do:bd]. to stuff oneself with [staf]. to have smth on one's mind. There's something on your mind [maynd]. to mention [mensm]. to chant [faint]. to be mentioned [mensind]. to zigzag [zigze:g]. to be blind drunk [blaynd]. They were all blind drunk that night. to be answerable for [e:nsinbil]. He is answerable for large sums [samz]. to commit adultery [ldaltrri]. to chain [ceyn]. to be chained [ceynd]. to make a place feel like a prison [prizin]. zindan olmak 878 | birleşikler ve deyimleri basma zindan etmek Evi kızın başına zindan etti. dünyayı zindan etmek Dünyayı bize zindan ediyor. dünyayı kendine zindan etmek hayatını zindan etmek (birinin) zindan olmak *dünya başına zindan olmak zinde olmak zirvede olmak ziyade etmek O, bugün mesleğinin zirvesindedir. Allah ziyade etsin! Ziyade olsun! ziyadeleşmek ziyan etmek, yersiz yere harcamak: zarara uğramak anlamında: İyi bir fırsatı ziyan ettiniz. Vaktimi burada ziyan etmek istemiyorum. Korkak bezirgan, ne kâr eder, ne ziyan. ziyan olmak Bütün günüm ziyan oldu. Ziyanı yok! ziyan zebil olmak ziyankâr olmak ziyaret etmek Sizi yakında ziyaret edeceğim. Uzmanlarımızdan biri bugün sizi ziyaret edecek. Sizi saat kaçta ziyaret etsin? Annelerini ne kadar da bir ziyaret edebilirler? Onun bizi ziyaret etmesi büyük şeref. Onu ziyaret etmemek olmaz! *ayağının tozuyla ziyaret etmek zonklamak zonklatmak zor gelmek zor olmak Her başlangıç zordur. Doğruyu söylemek sana o kadar zor mu geliyor? Çocukların hareketsiz durmaları zor. Bu maaşla geçinmeleri çok zor. Modern matematik o kadar zor değil. Onu bulmak zor olmayacaktır. Yıkmak kolay, yapmak zor. Söylemesi kolay, yapması zor. *zor durumda olmak zora gelememek zoraki yapmak zorbalık etmek to turn a place into a prison [prizin]. She turned the house into a prison for the girl to make life unbearable [anbe:nbil]. He's making life unbearable for us. to make one's life miserable [miznbil]. to make smb's life miserable. to become like a prison [prizin]. (for the world) to become a place of misery. to be lively and energetic [enicetik]. to be at the pinnacle [pimkil]. He is at the pinnacle of his profession. to grant more. May God grant you more! Thank you for the meal! to increase [inkriis]. to waste [weyst]. to suffer loss [safi]. You have thrown away a fine opportunity. I don't want to waste my time here. If you don't risk anything you won't gain anything [geyn]. to be wasted. My whole day has been wasted. No harm done! to go to waste [weyst], to be destructive. to call on [ko:l]. J shall call on you soon. One of our experts will call on you today. What time shall he call on you? to visit. How often can they visit their mother? His visit to us is a great honour [oni]. We can't not pay him a visit. to pay a visit at the moment of one's arrival. to throb with pain [peyn]. to make smth throb with pain. to seem hard. to be hard. Every beginning is hard. Is it so hard for you to tell the truth? It's hard for children to stand still. It's very hard for them to live on that wage. to be difficult [difikilt]. Modern maths isn't that difficult. It won't be difficult to find him. It's easy to destroy but difficult to build. It's easier said than done. to be in a difficult position [pizifin]. to be unable to withstand hardship. to do smth unwillingly. to bully. zorla yapmak 879 zorla yapmak zorla yaptırmak zorlamak Onu, bunları söylemeye zorlamışlar. Kimseyi gitmeye zorlayanlayız. açılması gereken şeyler için: Birisi kilidi zorlamış. Kapıyı zorlamadan içeri giremeyiz. [birleşikler ve deyimleri kendini zorlamak kuralları zorlamak Bu, kuralları fazla zorlamaya gelir. Kuralları bu şekilde zorlarsanız, her şeyi ispat edebilirsiniz. şansını zorlamak Şansını fazla zorlama! zorlanmak Kimse bir partiye üye olmaya zorlanamaz. kapı, kilit vs için: zorlaşmak Kapı zorlanmamış. Hepimiz için hayat git gide zorlaşıyor. zorlaştırmak zoru olmak Bu adamın zoru ne? Zorun ne? Zorun neydi? *aklmdan zoru olmak Aklından zorun mu var? Aklımdan zorum var sanıyorlar. zorunda olmak zorunlu olmak Bunlar bir anlaşma için zorunludur. ilk eğitim zorunludur. Yabancılar için zorunludur. zuhur etmek zulmetmek züğürt olmak Malını yemesini bilmeyen zengin her gün züğürttür. Züğürt olup düşünmektense, uyuz olup kaşınmak yeğdir! züğürtlemek züğürtleşmek zümrütlenmek zümrütleşmek züppeleşmek züppelik etmek to do smth under compulsion [kimpal§m]. to impose [impouz]. to force [fo:s]. They have forced him to say these things. to compel [kimpel]. We can't compel anyone to go. to force. Someone has forced the lock. to break open. We can't get in without breaking the door open. to exert oneself. to stretch the rules. This would stretch the rules too far. You can prove anything if you stretch the rules like that. to press one's luck [lak]. Don't press your luck! to be forced [fo:st]. No one can be forced to become a member of a party. to be forced. The door wasn't forced. to get/become hard. Life is becoming harder and harder for all of us. to make it hard for smb. to be the matter with. What's the matter with this man? What is it you want? What ever made you do such a thing? to have smth wrong with one's mind [maynd]. Are you out of your mind? They all think I've gone mad. to be obliged to [tblaycd]. to be essential [esin§il]. These are essential to any agreement. to be compulsory [kimpalsm]. Elementary education is compulsory. to be mandatory. It's mandatory for foreigners [fo:riniz]. to come into view [vyu:]. to oppress [ipres]. to be penniless. A wealthy man who doesn't enjoy his wealth is no better than a poor man. It's better to have the itch and scratch than be penniless and worry! to become penniless. to become destitute [destityu:t]. to become green. to turn emerald green [emirild gri:n]. to become snobbish. to act in a snobbish manner. 883 EKLER / APPENDI CES Sayfa/Page 1- Ulaçlar, Ortaçlar ve Zarf Fiillerin aldığı şekiller 885 Verb Endings: Deverbatives, Verbal Suffixes and the Adverbial Forms of the Verb. 2- Yalın Sözcük ve Sözcük Öbeklerinin Fiile ve Cümleye getirdiği anlam değişikliği 901 Words and Expressions that join Clauses; Adverbial Adjuncts and Phrases modifying a Verb. 3- Fiil Çekimi Cetveli: Etken Çatı- Olumlu Şekli 919 Table of Conjugation: Active Voice-Affirmative form. 4- Fiil Çekimi Cetveli: Edilgen Çatı- Olumlu Şekli 923 Table of Conjugation: Passive Voice-Affirmative form. 5- Fiil Çekimi Cetveli: Olmak ve 'imek' Ek Fiilin Çekimi 925 Table of Conjugation: -Conjugation of the Verb 'imek' and 'olmak' to be/to become. 6- Fiil Çekimi Cetveli: 'var' Fiilin Çekimi 929 Table of Conjugation: -Conjugation of the Defective Verb 'var' to have/to own. 7- Örnek Fiil Çekimi, mi ş' l i ifade şekilleri 933 Model Conjugation, Use of the dubitative form -mis. 8- Örnek Fiil Çekimi ve Fiillerin Kullanılış Şekilleri: Emir kipi 937 Model Conjugation and Use of Verbs- The Imperative. 9- Örnek Fiil Çekimi: Kavram Fiillerin Çekimi-Yeterlilik 939 Model Conjugation: Conjugation of the Modals- Ability. 10- Örnek Fiil Çekimi: Kavram Fiillerin Çekimi-Gereklik 941 Model Conjugation: Conjugation of the Modals- Necessity. 11- Fiillerin Kullanılış Şekilleri - Şart 943 Use of Verbs- The Conditional. 12- Fiillerin Kullanılış Şekilleri- Geçmişte yerine getirilmeyen eylem 945 Use of Verbs: The Unfulfilled- Unfulfilled past actions. 13- Fiillerin Kullanılış Şekilleri - Bindirme Eki -dir 947 Use of Verbs - Verb Suffix -dir. 884 14- Fillerin Kullanılış Şekilleri - Öncelik Fiilleri Use of Verbs - The perfect. 949 15- Fiillerin Kullanılış Şekilleri - Geçişli ve Geçişsiz Fiiller Use of Verbs - Transitive and Intrasitive Verbs. 951 16- Özel Birleşik Fiiller - Niyet ve Başlama Fiilleri Compound Notional Verbs - Inchoative Verbs. 953 17- Özel ve Karmaşık Birleşik Fiiller 955 Compound Notional Verbs. 1- Yeterlik Fiilleri Notion of Ability and Verbs of Ability 2- Tezlik Fiilleri Notion of Speed and Verbs of Speed 3- Sürerlik Fiilleri Notion of Continuity and Verbs of Continuity 4- Yaklaşma Fiilleri Notion of Approximation and Verbs of Approximation 5- Sonuçlama Fiili Verb expressing Result 6- Beklenmezlik Fi i l i Verb expressing the Unexpected 7- Olup Bitme Fi i l i ' Verb expressing Termination 8- İsteklenme Fiili Verbs expressing Desire and Option 885 Ek/Appendix 1 ULAÇLAR, ORTAÇLAR VE ZARF FİİLLERİN ALDIĞI ŞEKİLLER VERB ENDINGS DEVERBATIVES, VERBAL SUFFIXES AND THE ADVERBIAL FORMS OF THE VERB ancak -se Ancak ve ancak özür dilerse onu bağışlarım, bari -se Erken gelseler bari. Bari zor sorular sormasalar. Bari bu kadar konuşmasa. bir -se Ah bu adamı bir yakalasam! Bir söz dinlese! -cesine Eskiden tanırmışcasma el sıkıştık. Elimi koparırcasına sıktı. Yerlere kapanırcasma selâm verdi. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor! Kolu durmamacasma çeviriyordu. Kudurmuşcasına saldırıyorlardı. *Onu delicesine seviyordu. -den başka Duyduklarımdan başka bir şey bilmiyorum, -den beri Amerika'ya gittiğinden beri. Uyuyalıdan beri. Geldiğinden beri sorun çıkartıyor. -den dolayı Millî bayram olduğundan dolayı dükkânlar kapalıydı. P.ahatsız ettiğimizden dolayı özür dileriz. Ziyaret etmemizden dolayı memnun olmuşlar. *Hangi sebepten dolayı? -den ötürü Buradan taşınacağından ötürü üzgün. -den sonra Mezun olduktan sonra. Bu işi, gitmesinden sonra yaparız. Borç bini bulduktan sonra keklik eti ye. (di) -eli Oldum olalı bu böyledir. Gitti gideli, ondan haber yok. Geldik geleli, evi temizliyor. (di) -ecek Yıkıldı yıkılacak gibi. Düştü düşecek! Kazan patladı patlayacak. (di) (di) -mezse Ödedi ödedi; ödemezse icabına bakarız. Geldi geldi; gelmezse... if I ' l l forgive him if and only if he apologizes, let's hope Let's hope they come early. Let's hope they don't ask difficult questions. I wish she wouldn't talk so much. if only If only I could get hold of the man! If only he would listen [lisin], as if We shook hands as if we knew each other. He squeezed my hand as if to break it. He greeted us as if he was going to lie down at full length. It's raining in torrents! He was turning the handle on and on. They were attacking like wild beasts. He was madly in love with her. except [iksept]. I don't know anything except what I've heard [hb:d]. since Since he left for America. Since he went to sleep. She's been causing trouble since she came. for The shops were closed, for it was a national holiday [neysiml]. We apologize for the disturbance. I gather they were pleased with our visit. (On what grounds?) because He's unhappy because he's moving from here. After After graduating [gre:dyuweyting]. We' l l do it after he leaves [li:vz]. When the debt reaches a thousand pieces, you can eat the most expensive food. since Ever since I can remember, it's been so. There is no news from him since he left. She has been cleaning the house since we came here. to be on the point of It's not far from collapse [kde:ps]. It's on the point of falling. The boiler is about to explode [iksploud]. if If he pays, well and good, if not, we' ll do what is necessary [nesisiri]. If he comes, well and good, if not... 886 (di) -mi Yemek buldun mu ye, dayak buldun mu kaç! O parayı ödemedin mi, bana gelecek. Bir kere sigara içmeye başladın mı, artık ondan vazgeçemezsin. İpin ucunu kaçırdık mı, toparlayamayız. Oraya vardık mı, gerisi kolay. Ona dokundun mu, patlar. Futbol takımı dedin mi, böyle olur. Sporcu dedin mi, disiplinli olur. Yaparım dedi mi, yapar. -diği (1) Tanıdığım biri mi? Öldüğü gün. Atatürk' ün doğduğu ev. Bunlar, daima kullandığı sözler. Halkın özlediği barış. Yanında çalıştığım insanlar. Kastettiği sensin. Adlarını taşıdığın insanlar. Kimsenin inanmadığı şeyler anlattı. Kulun dediği olmaz, Allah'ın dediği olur. -diği (2) ' Akıllıca olmadığı hissini uyandırdı. Hiç önem taşımadığı kanısında mı? Ötekinden daha yaşlı olduğu belli. Çok zengin olduğu söyleniyor. Köprünün emin olmadığı bize haber verilmedi. Ülkeyi terk ettiği sanılıyor. Bir dediği bir dediğini tutmuyor. -diği anda Görüldüğü anda vurulacak. -diği gibi Olduğu gibi bırak. Beklediğim gibi olmadı. İstediği gibi yaşamak istiyor. Herkesin bildiği gibi. İstediği gibi at koşturuyor. • Başladığı gibi de birden bitti. -diği halde Yorgun olduğum halde. Kötü olduğu halde. Güçlü olduğu halde... Konuyu çok iyi bildiği halde... -diği halde, yine... Bozuk olduğu halde, yine de onu kabul etmek zorundayız. -diği için Amerikalı olduğunuz için. Doğruyu söylediğim için. Sırf zengin olduğu için. if If you find food eat it, if you find trouble keep away [trabd]. If you don't pay that sum, he' ll come to me. once [wans] Once you start smoking, you won't give it up. Once we lose control of the situation we' ll never be able to straighten things up. Once we get there, the rest is easy. the moment [moumint] The moment you touch it, i t ' l l blow up. That's what I call a football team [ti:m]. A sportsperson should have some discipline. If he said he'd do it, he wi l l . Is it someone I know? The day on which he died [dayd]. The house where Ataturk was born. These are the words that he always uses. The peace the people long for. The people I work for. It' s you he means [mi:nz]. The people whose name you're carrying. He related things no one believed. Man proposes, God disposes [dispouziz], I felt the plan to be unwise [anwayz]. Does he think it to be of no importance? It's clear that he is older than the other. He is said to be very rich. We were not informed that the bridge wasn't safe [seyf]. It is thought he has left the country. He commonly contradicts himself [kominli]. the moment/the instant He' ll be shot the instant he is seen. as Leave it as it is. It didn't happen as I had expected. She wants to live as she wishes. As everyone knows. He does what he pleases [pliiziz]. as soon as It ended as soon as it had begun, as Tired as I am [tayid]. Bad as it is. though [thou]. Strong though he was... Though he knew the subject well. Although...yet/still Though defective, still we have to accept it [lksept], because [bikoz]. Because you're an American [lmerikm]. Because I had told the truth. Just because he was rich [cast]. 887 Hatırlattığın için, sağ ol. Burada yaşadığın için şanslısın. Çiftçi olduğu için sorunları bilir. -diği kadar Zarif olduğu kadar alçak gönüllüdür. Yemekleri sanıldığı kadar i yi değil. İstedikleri kadar yesinler. Elden geldiği kadar yap. Mümkün olduğu kadar çabuk geliniz. Bildiğim kadarıyla kapalıdır. -diği müddetçe Ben yaşadığım müddetçe. İnsan umut ettiği müddetçe yaşar. -diği sırada Kapıyı kilitlediğim sırada telefon çaldı. Yemek yediğimiz sırada. Oraya gittiğimiz sırada olmuş. -diği sürece Sustuğunuz sürece. Saldırgan olmadığın sürece. -diği takdirde Yağmur yağdığı takdirde. Gelmediği takdirde. -diği zaman Kızdığı zaman, kendini zor tutuyor. Onu boş olduğun zaman yaparsın. -diğinde Sizi dün aradığımda bulamadım. Sizi son gördüğümde evli değildiniz. Eve döndüğümde. Telefon çaldığında banyodaydım. -diğinden Evinin yandığından haberi yokmuş. Annemin pişirdiğinden farklı değil. Burada gördüklerinden kimseye söz etme. Planın tehlikeli olduğundan emin. Orada doktor bulunmadığından. -diğinden beri Son gördüğümden beri şişmanlamış. Geldiğinden beri bir tek kelime söylemedi. Babası öldüğünden beri... -diğinden daha Korktuğumdan daha az kötüymüş. Düşündüğümden çok daha pahalı. Sandığımızdan daha i yi . -diğinden değil İstemediğimden değil. Unuttuğumdan değil. -diğinden dolayı Zengin olduğundan dolayı. -diğine Gerçeği söylediğine inanıyorum. Bu işe karıştığıma bin pişmanım. Kırk yaşında olduğunu düşünürsek. Nereye gittiğine dikkat et. Thank you for reminding me. You're lucky to live here [laki]. Being a farmer, he knows the problem, as...as She is as modest as charming [modist]. The food isn't as good as people think. Let them eat as much as they want. Do what you can. Come as quickly as you can. As far as I know, it is closed [klouzd], as long as As long as I live. Where there is hope there is life [houp]. just as Just as I was locking the door the telephone rang [telifoun]. while While we were having our meal [mid]. It happened as we were going there, as long as As long as you keep silent [saylmt] As long as you don't get aggressive, in case In case it rains. In case she doesn't come. when When angry, he can hardly control himself. You can do it when you're free. when You were not at home when I called yesterday. You weren't married when I saw you last. When I get back home. I was in the bathroom when the phone rang. He doesn't know his house has burned down. It's not different from what my mother cooks. Don't tell anyone what you've seen here. He is convinced the plan is dangerous. As there are no doctors over there, since He has grown fat since I last saw him. She hasn't said a word since she came. Since her father died [dayd], less/more ... than It was less bad than I had feared it would be. It is much more expensive than I thought. He is better than we expected. It is no that It's not that I don't want. It's not that I have forgotten [figatin]. because Because he is rich. I believe he is telling the truth. I deeply regret getting involved in this. Considering that he is forty. Be cautious about where you go [ko:|is]. 888 Bunu duyduğuma üzüldüm. Sizi gördüğüne neden kızmış olsun? Açılışı kaçırdığınıza üzüldük. -diğine dair Suçlu olduğuna dair kanıt yok. -diğine, -eceğine Geldiğine, geleceğine bin pişman. Sorduğuma, soracağıma bin pişman oldum. Bu işe karıştığıma, karışacağıma pişman oldum, -diğine göre Anladığıma göre yardım etmek istiyor. Duyduğuma göre evleniyor. Dediğine göre... İngilizce öğrendiğine göre, onu kullanın. Şimdi artık paran olduğuna göre. Onu tanımadığınıza göre. Bugün geleceğine göre. -diğini Onun dilendiğini hiç görmedim. Orada istenmediğimi hissettim. İzlendiğinizi farkettiniz mi? Hastaneye götürüldüğünü gördüm. Bize, nasıl çalıştığını gösterecek. -dik/-medik Aramadık yer bırakmadık. , Yapmadık cinayet bırakmadılar. Dediği dediktir. İşitilmedik bir metot. -dik -eli Evlendik evleneli. Geldik geleli. -dikçe Büyüdükçe değişecektir. İnsan yaşlandıkça daha akıllanıyor. Zaman geçtikçe. Dünya durdukça. Sen ödedikçe. İçtikçe saldırganlığı artıyor. Yedikçe yiyeceğim geliyor. Koyunlar azaldıkça azalıyordu. Bunlar azıttıkça azıttılar. Bu iş uzadıkça uzadı. Gittikçe toprağa gömülüyor. -dikten sonra Ben eşek olduktan sonra, semer vuracak çok bulunur. Sen parayı verdikten sonra, ne diyebilir. Siz münasip gördükten sonra. Onu okuduktan sonra imza ederim. Takımı tamamladıktan sonra gönderin. İş işten geçtikten sonra, neye yarar? Sağlık olmadıktan sonra her şey boş. I ' m sorry to hear that. Why should he be angry to see you? We are sorry you've missed the opening. There is no evidence that he is guilty. He deeply regrets having ever come here. I deeply regret having ever asked the question. I regret 1 ever got involved in this. I understand he wants to help. I hear she is getting married [me:rid]. According to what he says... now Now that you've learned English, use it. Now that you've got some money. Since Since you don't know her. Since he is coming today. I have never seen her beg. I felt I was unwanted there. Did you notice that you were being followed? I saw him taken to hospital. He's going to show us how it works. We have looked everywhere. They committed every kind of crime [kraym]. What he says goes. A method unheard of. since Since we have been married [me:rid]. Since we've been here. as He' ll change as he grows older. As we grow older we get wiser [wayzi]*. As time goes by. as long as As long as the world lasts. So long as you pay. the more... the more/more and more The more he drinks the more he gets aggressive. The more I eat the more I feel like eating. The sheep were getting fewer and fewer. They are getting more and more unruly. There is no end to it. It is gradually sinking into the ground. if I f you are willing to be an ass there wi l l be many to saddle you [se:dil]. since Since you're paying, what can he possibly say. Since you find it convenient [kinvi:nyint]. after I ' l l sign it after I have read it [sayn]. After completing the set, send it. What good wi l l it do when it's too late? Everything is vain without health [helth]. 889 İnsan yanıla yanıla âlim olur. Sora sora Bağdat bulunur. İnsan söylese söylese, hayvan koklaşa koklaşa anlaşır. Tekrar ede ede öğrendiler. Çalışa çalışa başardı. Boş vere vere ne hâle geldik. Bile bile yalan söylüyor. İstemiye istemiye yapacaksan, bırak. Seve seve yaparız. Çocuklar koşa koşa geldiler. Öksüre aksıra ayağa kalktı. Islık çala çala yol boyunca yürüdü. Hepsi ağlaya ağlaya dışarı çıktı. Seve seve çalıştılar. Korka korka içeri girdiler. Sora sora evi bulduk. O gece doya doya yedik. Onu methede ede bitiremedi. Güle güle gezininiz, evire çevire dövmek düşe kalka ilerlemek Düşe kalka ilerliyoruz. Kala kala şunlar kaldı. Bula bula bunları mı buldular? ite kalka ilerlemek kırıta kırıta yürümek gerine gerine ayağa kalkmak -eceğe benzemek Gelmeyeceğe benziyor. Yağmur yağacağa benziyor. -e rağmen Yorgun olmama rağmen, on mil yürüdüm. Onu sevmeme rağmen, cezalandıracağım. Çok istememe rağmen, onu satın almaya gücüm yetmez. Fakir olmasına rağmen, çok kibirlidir. Sıkı çalışmasına rağmen, smıfta kaldı. Geç kalkmama rağmen, uykum var. Tuhaf olmasına rağmen, böyle bir şey oldu. -eceğı -eceği gelmek Daha öğreneceği çok şey var. Eşimin kalacağı bir yer var mı? Satacağı bir şey kalmadı. Bir ay süreceği hesaplanıyor. Uçağın gecikeceği belliydi. Onun geleceği yok. Birden güleceğim geldi. Eşini ve kızını göreceği geldi. Eski okulumu göreceğim geldi. Ağlayacağı geldi. by One learns by making mistakes. By asking, one can find the way to Baghdad. People communicate by talking, animals by sniffing [krmyumikeyt]. They have learnt by sheer repetition. He succeeded by dint of hard work [siksi:did]. We didn't give a damn and look where it has led us to [de:m]. -iy He is lying deliberately [laying]. If you're going to do it unwillingly leave it. We' l l do it willingly. -ing The children came running. He got up coughing and sneezing [kafing]. He walked along the road whistling. They all went out crying. with They worked with great zeal [zi:l]. They got in with fear. We found the house with constant asking. That night we ate to our f i l l . He praised him to the skies [skayz]. Enjoy your trip. to thrash soundly [saundli]. to progress with difficulty. We are struggling along. These only remain. Is that all they could find? to elbow one's way. to walk with a coquettish manner. to stand up with stretching movements. to look as if/like It looks as if he won't come. It looks like rain. as Tired as I was, I walked ten miles [maylz]. Much as I like her, I ' l l punish her. Much as I want it, I can't afford it. Poor as he is, he is very proud, though/although Though he studied hard, he didn't pass. Though I woke up late, I feel sleepy. Though very strange, such a thing happened. He has still got a lot to learn. Is there a place where my wife can stay? She has nothing left to sell. It's been calculated it wi l l last a month. It was clear that the plane would be delayed. He has no intention to come. I couldn't help laughing [la:fing]. He misses his wife and his daughter. I long to see my old school. She felt like crying. 890 -eceği gibi Daha sonra öğreneceğiniz gibi. -eceği göre Daha fazla ilerleyemeyeceğimize göre, duralım, -eceği için Gelemeyeceğiniz için üzgünüm. -eceği kadar Allah, kulunun götüreceği kadar verir. Bırakınız, yiyebileceği kadar yesin. Taşıyabildiği kadar alıp götürdü. -eceği şekilde Bunu, ona anlayacağı şekilde anlat. -eceği tutmak Tam o sırada güleceği tuttu. Tam o sırada aksıracağı tutmaz mı! O sırada öksüreceği tutmuş. Bakarsın gideceği tutar. -eceği üzere Metinden anlaşılacağı üzere. -eceği yerde Boş oturacağı yerde gitsin çalışsın. Yardım edeceği yerde akıl öğretiyor. Öveceği yerde bizi eleştiriyor. -eceği yok Bu adamın geleceği falan yok. Bu yağmurun duracağı yok. Senin çalışacağın filan yok. -eceğinden Bize yardım edeceğinden eminim. Sınırda güçlük çekeceğinizden korkarım. Başaracağından şüphem yok. -eceğine Ağzını açacağına, gözünü aç. Boş oturacağına, gidip çalışsın. Çalışacağına, televizyon seyretti. Beni t i l ki yiyeceğine, aslan yesin. Tatilimi o berbat yerde geçireceğime, odamda geçiririm. Bu işe karıştığıma karışacağıma pişman oldum. Bunu kabul edeceğine ihtimal vermiyorum, -eceğine dair Kırılacağına dair sizi uyarmıştım. Serbest bırakılacağımıza dair teminat verilmişti, -eceğini Beğeneceğinizi biliyordum. İyileşeceğini ümit ediyorum. Geleceğini hiç düşünmedim. Kabul edemeyeceğimi üzülerek söylüyorum. Ne yapacağımızı gözden geçirelim. -ecek Kızacak bir sebep yok. as As you shall learn later. Seeing that we can't go any further, let's stop. I ' m sorry that you can't come. God gives His servants as much as they can bear [be:]. Let him eat as much as he can. He took away as many as he could carry. in a way Explain it to him in a way he can understand, to be seized with [si:zd]. Just at that moment she was seized with laughter [la:fti]. And just at that time she would have to sneeze [sni:z]! She felt like coughing [kofing]. He might take it into his head to go. As it wi l l be understood from the text. instead of [insted]. Instead of sitting idly let him work. Instead of helping he is giving us advice. Instead of praising us he is criticizing us [kritisayzing]. That man has no intention to come. This rain isn't about to die down. You have no intention to work. I' m sure he' ll help us. I' m afraid you' ll have trouble at the frontier [frantyi]. I have no doubt that he' ll succeed, instead of Open your eyes instead of opening your mouth. Instead of sitting idly let him work. He watched TV instead of studying, rather than I' d rather be eaten by a lion than a fox. I' d rather spend my vacation in my room than spend it in that dreadful place. I regret I ever got involved in this. I can't see her agreeing to that. I warned you that it would break. We were assured that we would be set free [i§u:d]. I knew you were going to like it. I hope he wi l l recover [rikavi]. I never thought she would come. I' m sorry to say I can't accept it. Let's review what we are going to do. to... There is no reason to get angry [ri:zin]. 891 Saçımı kestirecek zaman bulamıyorum. Daha gezilecek çok yerler var. Bunlar, söylenecek şeyler değil. Bu, gülünecek bir konu değil. O, annem olacak yaşta. Bunda anlaşılmayacak ne var? Asılacak adam, suda boğulmaz. Bu, yabana atılmayacak bir teklif. Bunları anlayacak yaştadır. -ecek derecede O, çalışamayacak derecede yaşlıdır. İçilmeyecek derecede soğuk. Konuşamayacak derecede hasta. -ecek durumda Bunu yapacak durumda değiliz. İtiraz edecek durumda değilsin. O, seni tenkid edecek durumda değil. -ecek gibi Hükümet istifa edecek gibi. Yağmur yağacak gibi görünüyor. Ağlayacak gibi oldu. Bayılacak gibi oldum. -ecek gibisine Olmayacak gibime geldi. Bu işin sonu gelmeyecek gibime geliyor. Bu iş kolay olmayacak gibime geliyor. -ecek hali Yakasını toplayacak hali yok. Yerinden kımıldayacak hali yok. Konuşacak halde değilim. -ecek (i)ken Çalışacakken, futbol oynadılar. Beyazıt otobüsüne binecekken, başka bir otobüse binmişsiniz. Oraya gidecekken, başka yere gittiniz. -ecek kadar Buna inanacak kadar aptal mıdır? Hepimizi içine alacak kadar büyük değil. Cebe sığacak kadar küçüktür. Bir yat alacak kadar zengin mi? -ecek olmak Çalışacak oluyorsun bırakmıyorlar. Sen alacak ol, gerisi kolay. -ecek olsa Ölecek olsam, kimse ona bakmaz. Onu satışa çıkaracak olsa, kimse almaz. Konuşacak olsam, beni kimse durduramaz. -ecek olursa Parayı soracak olursa, ona bu zarfı veriver. Gelecek olursan, bana haber ver. -ecek şekilde Kırılmayacak şekilde. I can't find any time to have a hair cut. There are still a lot of places to see. These aren't things to say. This is no matter to laugh at [la:fj. She's old enough to be my mother. What is there that is incomprehensible? He who is to be hanged wi l l not drown. It's an offer not to be sneezed at. She is old enough to understand these things. too... to He is too old to work. It's too cold to drink. He is too i l l to speak. be in a position to [pizisin]. We are in no position to do it. You're in no position to object [obcekt]. He's in no position to criticize you. to look as if It looks as if the government is going to resign [rizayn]. It looks as though it's going to rain, to be close to [klous]. She was close to crying [kraying]. I came close to fainting [feynting]. It doesn't seem possible to me. I've a feeling there'll be no end to it. I've a feeling it's not going to be easy, be unable to He is unable to button his collar [koli]. He can't move from his place [mu:v]. I ' m unable to talk, instead of They played football instead of studying. Instead of taking the Beyazit bus you got on another one. Instead of going there you've been somewhere else be...enough to. Is he stupid enough to believe it? It isn't large enough to hold us all. It is small enough to go into a pocket. Is he rich enough to buy a yacht [yot]? You decide to work, they won't let you. You decide to buy, the rest is easy, (if) were to If I were to die, no one would look after her. If he were to sell it, nobody would buy it. If I were to speak, nobody would be able to stop me. in case In case he asks for the money, give him this envelope [enviloup]. Should you decide to come, let me know, in a way In a way it won't break. 892 -ecek yerde Gülecek yerde, ağlamalısın. Ağzını açacak yerde, gözünü aç. Ağlayacak yerde, gülüyorlar. -ecekse Kalmayacaksan, söyle. , Fiyatlar düşecekse, neden alıcısın. Farketmeyecekse, o zaman bırak. Yanş olmayacaksa, bu hazırlık niye? Sorun çıkaracaksa, onu geri gönder. eğer -se Eğer doğruysa. Eğer doğruyu söylüyorsa. -eli Amerika'dan geri döneli üç yıl oldu. Buraya geleli üç hafta oldu... Bu evi tutalı... Oldum olalı... Dünya dünya olalı... Buraya geldim geleli... Kendimi bildim bileli... -eli beri Evleneli beri onu görmedim. O hastalığa yakalanalı beri. -elinden beri Ayrılalıdan beri buraya uğramadı. -en O zamandan beri ne duyan, ne gören var. Olan oldu. "Allah diyen" aldanmaz. Bilen var mı? Arzu edilen bir sonuç değil. Değişen bir şey yok. Girişte bekleyen adam. Hiçbir şeyi olmayan, hiçbir şey kaybetmez, -ene dek/değin Onlar gelene dek. -en -ene Kapan kapana. Koşan koşana. -ene kadar Polis gelene kadar kulübü tahrip edeceklerdir. Siz oraya varana kadar toplantı bitmiş olacak. Sizi çağırana kadar burada bekleyin. Ben geri gelene kadar bir şey yapmayın. -er Onları destekler bir tutum takınıyor. Hep şundan bundan şikayet eder durur. -er diye Yağmur yağar diye şemsiyesini aldı. instead You should cry instead of laughing. Open your eyes, not your mouth. They are laughing when they should be crying. if If you are not staying, say so. If prices are going to fall, why are you buying. If it wi l l make no difference, leave it. I f there wi l l be no race, why the preparations then [preprrey§inz]? Send her back, if it's going to cause trouble, if If this is true. If he is telling the truth. since It's three years since he came back from America [lmeriki]. It's three weeks since we got here. Since they rented this house. For as far as I remember. Since the beginning of time. Since I came here. For as long as I can remember. since I haven't seen him since he got married. Since he caught that disease [dizi:z]. He hasn't called since he left. Nobody has seen or heard of him since. There's nothing one can do. He that calls on God shall get help. Anyone happens to know? It isn't the desired result [dizayird]. Nothing has changed [ceyncd]. The man waiting at the entrance [entrins]. He who has nothing has nothing to lose. until Until they come. There was a general scramble [skre:mbil]. Everyone was running, by the time By the time the police comes, they wi l l have destroyed the club [klab]. By the time you get there, the meeting wi l l have ended? until Wait here until I call you. Don't do anything until I get back. He is adopting an attitude that supports them. She's always grumbling about this and that, in case He took his umbrella in case it rains. 893 -er gibi Bizi uyarmak ister gibi, elini salladı. Ağlar gibi oldular. Dinlenir gibi, biraz durdu. Ağlayan birini duyar gibi oldum. Oradan, hapishaneden bahseder gibisin. Uyur gibi yaptı. Makinelerden anlar gibi görünüyor. Ağrılar bir an geçer gibi oldu. İğne ile kuyu kazar gibisin. -er -mez Biletleri alır almaz. İşimi bitirir bitirmez, onu geri vereceğim. Gelir gelmez, beni arasın. Onu der demez... Kapıyı kapar kapamaz... Konuşmasını bitirir bitirmez... Mesajı alır almaz, derhal yola çıktık. Odadan çıkar çıkmaz... -er olmak Meteliğe kurşun atar olduk. Okul günlerini arar oldum. Çok az yer oldu. -erek Geride birçok borç bırakarak ayrıldı. Günü dolaşarak geçirdik. Kapıyı çarparak çıktı. İsteyerek veya istemeyerek... Oraya yüreyerek gideceğiz. Üzülerek söylemek gerekir ki . Hepsi koşarak geldiler. Yorgun olduğunu söyleyerek gitti. İstemeyerek oldu. Giderek genişliyor. -esi Oldum olası... Kör olası! Sürünesi adam! Adı batası adam! Canı çıkası kadın! -esi gelmek Annesini çok göresi gelmiş. Hiçbir şey yiyesim gelmiyor. O an gülesim geldi. İnsanın, inanası gelmiyor. Damı yıkasım geliyor. Bu adamı öldüresim geliyor. -esiye Kadınların, öldüresiye taşlandığını duydum. Onu çıldırasıya seviyor. O gece doyasıya yedik. He waved his hand as if he wanted to warn us [wo:n]. It looked as if they were going to cry. He stopped as if to rest. I thought I heard somebody crying. You make it sound like a prison. She pretended to be sleeping. He seems to understand from machines. It seemed for a moment as though the pain would wear off [werof]. What you're doing is similar to digging a well with a needle [ni:dil]. as soon as As soon as we get the tickets. I ' l l give it back as soon as I have finished with it. the moment Let him call me the moment he comes. The moment he said that, no sooner ... than No sooner had he closed the door than... He had no sooner finished speaking than... on -ing On receiving the message, we left at once. On leaving the room... We are flat broke [brouk]. I miss the school days a lot. He got to eating very little, -ing He left leaving a lot of debts belind. We spent the day walking about. He went out slamming the door. Whether he likes it or not. We' l l go there on foot. I ' m sorry to say... They all came running. Saying that he was tired, he left. It was unintentional [aninten§inil]. It's gradually getting larger. For as far as I remember. May he get blind [blaynd]! The wretched fellow! Damned fellow [de:md]! May she die [day]! She yearns to see her mother. I don't feel like eating anything. I was seized with laughter at that moment. I can hardly believed it. I feel like destroying the roof. I feel like killing this man. I've heard about women being stoned to death [deth]. He is madly in love with her. We ate to repletion that night [eyt]. 894 ha -di / ha -ecek Ha öldü ha ölecek. Şehir ha düştü ha düşecek. Bina ha çöktü ha çökecek. -ik Ev satılık değil. Bazdan yırtık. -(i)ken Karşıdan karşıya geçerken... Onu işe giderken görürüm. Kaçmaya çalışırken vuruldu. Üsküdar' a giderken... Vakit varken... Tam evden çıkarken yağmur başladı. Yazmışken, gönderiver. Dilekçeyi doldurmuşken, göndermedi. -ince Hava kararınca döneriz. Yağmur başlayınca... Bunu duyunca sevinecek. Cevap almayınca kızdı. Mesajı okuyunca rengi soldu. Parasını alınca gitti. Şimdi sen söyleyince olayı hatırladım, -inceye dek/değin Onu alıncaya dek beklerim. -inceye kadar Doyuncaya kadar yeyin. Oraya varıncaya kadar sessiz olun. -inde Her gelişimizde kapalı buluyoruz. -ip Araba alıp satar. Oturup konuşacağımız bir yer var. Cesaretini toplayıp soruyu soruverdi. Açıp, içine bakmak gerek. Denizden geçip, çayda boğuldular. Elimde kopup kaldı. -ip de Nasıl olup da evi sattı? Götürüp de ne yapacaksın? Kalıp da ne yapacak? -ip durmak Bu çocuk ağlayıp duruyor. Bütün gün futbol oynayıp durdular. -ip -eceği Görüp göreceğimiz, hepsi bu kadar. Bugün alıp alacağımız, bu kadar. Onun yiyip yiyeceği budur. Gelip gelmeyeceğini bilmiyorum. He may die any moment now. The city may fall at any time. The building is on the brink off collapse. The house is not for sale [seyl]. Some of them are torn, when When crossing the street. I see him on the way to work. while He was shot while trying to escape. While going to Scutari [skuderi]. While there is time. It started raining just as I was leaving home, since/though Since you've written it, send it. Though he had filled the application, he didn't send it. when We' l l get back when it gets dark. When it started raining. to.. He' ll be glad to hear this. He was furious not to get any answer. on -ing On reading the message, he turned pale, as soon as He left as soon as he got the money. Now that you mentioned it, I recall the incident. till/until I ' l l wait t i l l I get it. Eat until you had your f i l l . Keep quiet till we get there. We find it closed whenever we come, and He buys and sells cars. There's a place we can sit and talk. He plucked his courage and asked the question. We must open it and see what's inside. They crossed the sea but drowned in a brook. It came off in my hand. How come she sold the house? What are you taking it for? What is he staying for? This kid keeps on crying the whole day. They kept on playing football all day long. That is all there is to see. That is all we are buying today. That is all he' ll eat. whether I don't know whether he's coming or not. 895 Burada olup olmadığına bakar mısın? Ödeyip ödemeyeceği de belli değil. Gelmek isteyip istemeyeceği de ayrı bir soru. -ip -ip Düşüp düşüp bayılırdı. Pencereye gidip gidip caddeyi yokluyordu. Dönüp dönüp aynı şeyi soruyorsunuz. -ip (me)mek Satıp satmamak size kalmış bir şey. Harekete katılıp katılmamak da serbestsiniz. Kalıp kalmamaya karar veremiyor. -ir Anlaşılır şey değil. Yenir cinsten değil. Hisse alınır. Bu, açılır kapanır cinsten mi? -(i)se de Uzman değilsem de, sahte bir şeyi anlayabilirim. Ne kadar uğraştımsa da, onu ikna edemedim, keşke -se Keşke söz dinlese! Keşke gelmeseydim! -ki Ben aptal mıyım ki , beni kandıracak? ki -sin Sınava girmedi ki kazansın! Görmedim ki söyleyeyim. Bir politikacı yok ki buna inanmasın. -meden Bana sormadan hiçbir şeyi imzalama. Hava kararmadan döneriz. Sözümü bitirmeden itiraza başladı. Meyveleri soymadan yer. Kimsenin burnu kanamadan... Hiç vakit kaybetmeden... Hiç durmadan çalıştık. Şarkı söylemeden yapamıyor. -meden önce Boyayı sürmeden önce, yüzeyi temizleyin, -mediğinden ötürü Gelemediğinden dolayı üzgünüm. -medik Yapmadık cinayet bırakmadılar. Aramadık yer bırakmadık. Beklenmedik bir olay oldu. -medikçe Mecbur olmadıkça, onu kullanmayın. Tahrik olmadıkça, hayvanlar saldırmaz. Daha az yemek yemedikçe, zayıflayamazsm. Her insan, suçlu olduğu kanıtlanmadıkça suçsuzdur. Could you see whether he is in? It's not clear whether he' ll pay or not. Whether he' ll want to come is another question. She frequently fainted [feyntid]. She kept going to the window and inspected the street. You keep asking the same question. It's up to you to sell or not. You're free to join the movement or not. He can't decide whether to go or stay? It's quite incomprehensible [kwayt]. It's not the edible kind [edibil]. It's worth buying shares [§e:z]. Is it the collapsible type [kile:psibil]? though Though I ' m no expert, I can recognize a forgery [fo:ciri]. However hard I tried, I couldn't convince him [kmvins]. if only If only he would listen! I wish I hadn't come. Am I so stupid that he wi l l fool me? since/when How can he pass since he didn't take the exam? How can I tell him since I haven't seen him? There is not a politician who doesn't believe it [politigin]. before -ing. Don't sign anything before asking me first. We' l l return before it gets dark. He began to raise objections before I had time to finish my words [lbceksinz], without -ing He eats the fruit without peeling them. Without shedding any blood [blad]. Without losing any time. We worked without interruption. She can't help singing. before Clean surface before applying paint. I ' m sorry you were not able to come. They committed every kind of crime [kraym]. We have looked everywhere. Something unexpected happened, unless Don't use it unless you have to. Animals won't attack, unless provoked. Unless you eat less, you won't get slim. Everyone is presumed innocent until proved guilty [pru:vd]. 896 -mek gibi Bu, iğne ile kuyu kazmak gibi bir şey. -mek için Voleybol oynamak için boyu kısa. Bir şey söylemek için daha çok erken. Harekete geçmek için çok geç kalmıştık, -mek üzere İşler bitmek üzere. Bu adam ölmek üzere. Gitmek üzereydik. -mekle Oraya gitmekle ne elde edeceğiz? Bu söylentileri yaymakla ne elde edecekler? İsterseniz, kapıları boyamakla başlayın. Hayatım fatura yazmakla geçti. Bunu saklamakla ne yapacaksın? -mekle beraber Yorgun olmakla beraber, hâlâ yardım edebilirin. Tatmin edici olmakla beraber, istediğimiz bu değil, -mekle kalmayıp Kitabı kaybetmekle kalmayıp, üstelik bedelini de ödemedi. -meksizin Bir dakika kaybetmeksiniz... Herhangi bir ayırım gözetmeksizin... Suya sabuna dokunmaksızm geçiniyor. ' Durmaksızın... -mekte Hüküm vermekte acele etmiyor musun? Karar almakta geciktik. -mekten Bir örnek göndermekten hoşnut olacağız. Teklifi kabul etmekten memnunuz. -mekten başka Satmaktan başka çare yok. İstifa etmekten başka yapacak bir şey yok. Münakaşa etmekten başka ne yaparlar? Duyduklarımdan başka bir şey bilmiyorum. -mektense Köle olarak yaşamaktansa, yok olmak daha iyidir. Böyle birşey yapmaktansa, ölürüm. Boş oturmaktansa, bir şeyler yapalım. -mesi Şişelerin temizlenmesi gerek. Ona söylemen gereken şeyler bunlar. Cilalanması gerekiyor. Gitmek istemesine akıl erdiremiyorum. Onun ayakkabı satmasını düşünemiyorum. Böyle ayrılması bana garip gibi geldi. Onun orada bulunması, beni kaygılandırdı. O gün hasta olması, bunu izah edebilir. Karşıya geçmesine yardım edin. Bu şekilde konuşmanıza izin veremem. Katilin yakalanmasını seyrettik. It's similar to digging a well with a needle [ni:dil]. He's too short to play volleyball. It's too soon to say. We were too late to act. be about to/be on the point of The work is just about to finish. This man is on the point of dying [daying]. We were about to leave. What are we going to gain by going there? What are they to gain by spreading these rumours? You might begin by painting the doors. I've spent my life writing bills. What are you keeping it for? while While I' m tired, I can still help. While it's satisfactory, it's not what we need. not only ... but also He not only lost the book but also hasn't paid for it. without Without losing a minute [lu:zing]. Without distinction of any kind. He's getting on without doing anyone any harm. Without stopping. Aren't you jumping to conclusions? We were late in taking a decision [disijin]. We shall be pleased to send a sample. We are happy to accept the offer, except/but There's no way out except selling. There is nothing he could do but resign. What do they do but argue? I don't know anything except what I have heard [ho:d]. rather than It's better to perish than live as a slave [sleyv]. I' d rather die than do such a thing. Rather than sit idly, let's do something. The bottles require cleaning [rikwayi]. These are what you ought to tell him. It needs polishing. I can't understand him wanting to go. I just can't see him selling shoes. It strikes me as odd that he should leave like that. The fact that he was there worried me. The fact that he was i l l that day may explain it. Help her get across the street. I can't have you talk like that. We watched the killer being arrested. 897 -meşine Zeki olmasına zekidir, ancak tembel. Gitmesine giderim, faydası olur mu? Yapmasına yapar da... İkaz etmesine ettik, fakat... Kabul etmesine etti de... -meşine kalmadan "Dur!", demesine kalmadan... -meşine rağmen Yetmiş yaşında olmasına rağmen... Üşümemize rağmen, yine de eğlendik, -mesiyle -mesi Girmesiyle kavga etmesi bir oldu. Söylenmesiyle yapılması bir oldu. -meye Biz buraya konuşmaya gelmedik. Bir şeyler almaya gittiler. -meye gelince Para ödemeye gelince ödemez. -meye gelmez Bunlara yüz vermeye gelmez. Kurcalamaya gelmez. -meye görsün Eline fırsat geçmeye görsün. Kızmaya görsün! Bir kere aklına koymaya görsün! -meye kalmadan Dur, demeye kalmadan. -meyecek Bunda anlaşılmayacak ne var? -meyecek derecede İçilemeyecek derecede soğuk. Konuşamayacak derecede hasta. Çalışamayacak derecede yaşlıdır, -meyecek durumda Bunu yapacak durumda değiliz. -meyecek kadar Durum ihmal edilmeyecek kadar ciddi. Yürüyerek gidilemeyecek kadar uzak. Bunları anlamayacak kadar gençtir. -meyecekse Bizi kabul etmeyecekse, söylesin. Çalışmayacaksak, gidelim. Almayacaksan, söyle. -mez Ev oturulmaz bir hale gelmiş. Görünmez kaza. -mez olmak Et yemez oldular. Kimseyle konuşmaz oldu. Bugünlerde işimizi yapamaz olduk. İstemez olur mu? Söylemez olaydım. Yes, he is intelligent, but lazy [leyzi]. I could go, but will it help? Well, he would do it, but... We did warn him but... He did accept, only... Before you could say, "Stop!" though Though seventy years old. in spite of [spayt]. We did enjoy ourselves inspite of the cold, no sooner ...than No sooner did he get in than he started fighting [fay ting]. It was no sooner said than done, to... We didn't come here to talk. They went to buy something, when When it comes to paying, he won't. It won't do to encourage these people. It won't stand any handling. If he ever gets the opportunity. Wait till he gets angry! Once he has made up his mind, before Before I could say, "Stop!". What is there in that which can't be understood? be too... It's too cold to drink. He is too ill to speak. He is too old to work. to be in no position to We are in no position to do it [pizi§in]. be too... The situation is too serious to be neglected. It's too far to go on foot. He's too young to understand these things. If he isn't going to see us, let him say so. If we aren't going to work, let's go. If you won't buy it say so. The house has become uninhabitable. An unexpected accident. They stopped eating meat. She got to talking to no one. We haven't been able to do our work lately. Of course she will want. I wish I had never said it. 898 -mezden önce O, müdür olmazdan önceydi. -mezken Hiç içki içmezken, dün iki kadeh içti. Oraya hiç gitmezken, bugün gider olduk. ! Köpek ağaca çıkamazken, kedi çıkar. -(me)mezlik Gelmemezlik etme! Görmemezlikten geldi. İşitti de, işitmezlikten geldi. Görmezlikten gelen için gözlük ne yarar! (di) mi Onu sattık mı, istediğimizi alırız. Sınavdan çıktım mı, rahat nefes alırım. Bağırmaya başladı mı... (er) -mi Satar mı satar. Yapar mı yapar. -miş Oturmuş, bize bakıyordu. Kapıda durmuş, bizi bekliyordu. -mış ' Soyulmuş patates. Haşlanmış yumurta. -miş gibi Gidiyormuş gibi kalktı. Ağlıyormuş gibi yaptı. Bu da yetmiyormuş gibi... Kabul etmiş gibi görünüyor. -misken Buraya kadar yürümüşken... Bahsi gelmişken... Aklıma gelmişken... -miş kadar Çok sağ olun, yemiş kadar oldum. Bize dünyalar verilmiş kadar sevindik. -mişcesine Kudurmuşcasına saldırıyorlardı. Kendi gözleriyle görmüşcesine anlattı. Eskiden tanışırmışcasına el sıkıştık. nasıl -se Nasıl yaparsan yap. ne ne O zamandan beri ne gören, ne duyan var. ne -se Ne yaptımsa, laf dinletemedim. Ne isterse yapsın. Ne olursa olsun! Ne yaparsak yapalım, kıymetimizi bilmiyorlar. That was before he became manager, while While he never drank, he had two glasses yesterday. While we never went there before, we took to going nowadays. While dogs can't go up the trees, cats can. Don't fail to come [feyl]. He pretended not to see us. He heard us alright but pretended not to hear. What good would glasses do for someone shamming blindness [blayndnis]? once Once we sell it, we can buy what we want. Once I' m through with the exam, I sigh with relief [ri l i i f]. As soon as he starts shouting... He wi l l certainly sell it [s6:tinli]. He is quite capable of doing it. -ing He was sitting looking at us. He was standing at the door waiting for us. -ed Peeled potatoes [pi:ld]. Boiled eggs [boyld]. as if/though He stood up as i f to leave [l i : v]. He pretended as though he was crying. As if this were not enough. He appears to have accepted. Since we've walked all the way here. Speaking of... That reminds me... Thanks a lot, consider me as having eaten. It's as if we had been given the world. They were attacking like wild beasts. He described it as if he had seen it with his own eyes [ayz]. We shook hands as if we knew each other. Do as you wi l l . Nobody has seen or heard of him since. No matter what I did, I couldn't convince him. Let him do whatever he wants. No matter what! Whatever we do, they won't appreciate it. 899 ne kadar -se o kadar Siz ne kadar çalışıyorsanız, biz de o kadar çalışıyoruz. Ne kadar çok konuşursanız, o kadar az iş yaparsınız. Ne kadar çabuk olursa o kadar i yi . Ne kadar büyük olursa o kadar tatlı olur. ne kadar -se Ne kadar yerse yesin, şişmanlamıyor. Ne kadar dikkatle sürerseniz sürün... Ne kadar haklı olursan ol... Ne kadar hızlı koşarsan koş... ne zaman -se Onu ne zaman görsem... nereye -se Nereye gidersen git, sorun aynıdır. o kadar...ki Anlatılan o kadar tuhaf ki , inanmadım. O kadar yorgundum ki , elbiselerimle yatmışım. öyle ...ki Öyle ucuzdu ki herkes aldı. Öyle yağmur yağdı ki . . . öylesine...ki Ona öylesine inanmıştık ki. . . sadece -makla Sadece tehdit etmekle kalmadı, aynı zamanda bize saldırdı. -G)se "İç" dedilerse "çeşmeyi kurut" demediler ya. Onlara hiçbir şey söylemesek? Oraya gitmişsem, ne çıkar? Ağlarsa anam ağlar. Gerçeği söylemek gerekirse... Açık konuşmak gerekirse, ben onlara güvenmiyorum. Hastaysak hastayız, ne yapalım? -se bile Kabahati olmadığını kabul etsek bile... Öyle olduğunu kabul etsek bile... Kızarsan bile, belli etme. Bitirmiş olsanız bile, ayrılamazsınız, -se bile yine de Pedagog değilsem bile, yine de bir yalancıyı tanıyabilirim. -se bir türlü Gitsem bir türlü, gitmesem bir türlü. Yapsam bir türlü, yapmasam bir türlü. -se dahi Kazanmayacak olsa dahi, yine de yarışa katılacak, -se de Gelse de ne fark eder? Acele etsek de geç kalacağız. the... the... We work just as much as you do. The more you talk the less work you' ll do. The quicker the better. The bigger they are the sweeter. However much she eats, she stays slim. However careful you drive. However right you may be. No matter how fast you run. whenever Whenever I see him... Go where you like, the problem is the same. So strange was the tale that I didn't believe it. I was so tired that I slept with my clothes on [klouthz]. It was so cheap that everyone bought some. It rained so hard that... We had so much faith in him that... not only...but also He not only threatened but also attacked us [ite:kt]. They told you to drink not to dry up the fountain. What if we don't tell them anything? Well, I've been there, what of it? If anyone should bewail me, my mother would. to tell the truth... If I may be frank, I don't trust them. So I ' m i l l , what of it? even if admitting Admitting it wasn't his fault. Granting it is so. Even if you get angry, don't show it. Even if you have finished, you can't leave. Though I ' m no pedagogue, still I can recognize a liar. It's just as bad whether I did go or not. to be at a loss I ' m at a loss as to whether to do it or not. Even though he won't win, still he' ll enter the race. Even if Even i f he comes, what difference wi l l it make? Even if we hurry we shall be late. 900 Onu gördümse de görüşemedik. Uzman değilsem de sahteyi fark ederim. Yanlış sayılamazsa da... Gitse de oturup çalışsak. Gelse de alıp götürse. Hastaysam da gideceğim. Gitmesem de olur. -se de -mese de Gelse de gelmese de artık fark etmez. Yağmur yağsa da yağmasa da gideceğiz. İstesen de istemesen de... -se, -mezse Öderse ne âlâ, yok ödemezse... Gelirse ne âlâ, yok gelmezse... -se de -se de Pahalı da olsa, ucuz da olsa alacağız, -se o halde/o zaman Bu da işe yaramazsa, o zaman başka yollara başvururuz. -se -se Etse etse, i ki üç kişi kabul eder. Bilse bilse, o bilir. Bulsan bulsan, onu bitpazannda bulursun. Etse etse, 50 dolar eder. -se -sin > Kime sorarsanız sorunuz, aynı şeyi söyleyecektir. Orada oturabilirse, otursun. Ne olursa olsun, fikrimi değiştirmem. -sin -(me)sin Tek yapsın da nasıl yaparsa yapsm. Kabul etsin, etmesin. Bu kadın olmasın da kim olursa olsun. -sin diye Çocuklar dinlensin diye orada durduk. Kaybetmesin diye onu ben taşıyorum. Seni, geleceksin diye bekledik. Değişiklik olsun diye trenle geldik. Adet yerini bulsun diye... -sine rağmen Tuhaf olmasına rağmen, yine de doğru olabilir, -şayet -se Şayet doğru ise. İşe, şayet ve ne zaman izin alırsak başlarız. ta ki Ta ki herkes öğrenene kadar. ya -se Ya gelmezlerse? Ya parayı kaybetseydi? though Though I saw him, I couldn't talk to him. Though no expert, I can tell a forgery, while While it cannot be considered wrong... I wish he'd leave so we could sit and work. I wish he'd come and take it away. I l l as I am, I shall go. I would just as soon not go. It won't matter whether she comes or not. Whether it rains or not, we shall go. Whether you like it or not. If he pays, well and good, if he doesn't... If he comes, well and good, but if he doesn't... We' ll buy it, whether it's expensive or not. If this fails we shall try other methods. If any... I f anyone, only two or three wi l l accept. I f anyone knows, he wi l l . If anywhere, you' ll find it at the flea market. At best it wi l l fetch 50 dollars. Ask whoever you want, they'll tell you the same thing. If he can live there, let him. Whatever happens I won't change my mind. Al l I ask is for him to do it. Whether he accepts or not. Anyone rather than this woman, so that We stopped there so that the children might rest, in case I ' m carrying it in case he loses it. in the expectation We waited for you in the expectation that you would come. For a change we came by train. As a matter of form, though Though very strange, still it may be true, if If this is true. We shall start work, if and when we get the permission. until Until everyone has learned [lo:nt]. what if What if they don't come? What if he had lost the money? 901 Ek/Appendix 2 YALIN SÖZCÜK VE SÖZCÜK ÖBEKLERİNİN, DEYİM VE DEYİMLEŞMİŞ KALIPLARIN, FİİLE VE CÜMLEYE GETİRDİĞİ ANLAM DEĞİŞİKLİĞİ WORDS AND EXPRESSIONS THAT JOIN CLAUSES ADVERBIAL ADJUNCTS AND PHRASES MODIFYING A VERB Düşünceleri birbirine bağlayan, yeni düşünce üreten ve düşünceleri birçok yönden niteleyen bu unsurların anlatımdaki rolü çok önemlidir. Bunlar: * Bağımsız i ki kelime veya düşünceyi, çeşitli yönden, birini diğerine katar; birini diğerinden ayırır veya birini öbürüne karşı çıkarır. * Sebep, tarz, amaç, şart, zaman vs bakımından açıklık getirip, sözler arasında ne gibi bir ilişki bulunduğunu belirtir. * Konuşmacının, kendi sözleri hakkındaki düşüncesini pekiştirir. * Çoğu zaman ifadenin başına gelip, bir eleştiri veya yargı ifade eder. * Eylemin derecesini belirterek, yoğunlaştırıcı veya kısıtlayıcı olarak görev yaparlar. acaba Acaba ne yapıyorlar? Acaba kabul etsek mi? Acaba doğru mu? Acaba bir tabak alabilir miyim? açıkça Açıkça, yalan söylüyor. açıkçası Açıkçası, ona inanmıyorum. Ödeyemezler; açıkçası, iflas ettiler, aklıma gelmişken Aklıma gelmişken, rapor nerede? aklısını Aklısıra bizi kandıracak. aksi halde/takdirde Acele etmelisin, aksi takdirde uçağı kaçıracaksın, aksine Hiç şaşmadım, aksine böyle bir şey bekliyordum, alabildiğine Alabildiğine koşuyorlardı. ama Sert olabilirim, ama bir canavar değilim. amacıyla Bunu, sizi kızdırmak amacıyla yapıyor. ancak Gitmek istemiyorum, ancak gitmem gerek. İyi bir atlettir, ancak spora ilgisiz. Karara itiraz ettik, ancak hiçbir netice vermedi. I wonder what they are doing. Do you think we should accept? I wonder whether it's true. I wonder whether I could have a plate. clearly Clearly, he is lying [laying], frankly speaking Frankly speaking, I don't believe her. in plain terms [to:mz]. They can't pay, in plain terms, they're broke. incidentally [insidintili]. Incidentally, where is the report? he/she thinks He thinks he can fool us. otherwise [athiwayz]. You' d better hurry, otherwise you' ll miss the plane, on the contrary [kontrrri]. I wasn't surprised, on the contrary, I was expecting such a thing. They were running at full speed, but I may be hard but I' m not a monster, in order to/that He's doing it in order to make you angry, however I don't want to go, however I must, nevertheless He's a good athlete, nevertheless he isn't interested in sport [e:thli:t]. but We appealed but nothing came out of it. 902 Almak istiyorlar, ancak paralan yok. Ancak o zaman anlayabileceğiz. İyi çocuktur, ancak biraz dik kafalı. ancak ve ancak Ancak ve ancak özür dilerse, onu bağışlanın. anlaşılan Anlaşılan, sen haklısın. Anlaşılan, gelmeye niyetleri yok. artık Artık buraya gelmiyor. Artık emin olamayız. Bıktım artık! Yetti artık! aslına bakarsanız Aslına bakarsanız, gaye piyasayı kontrol etmektir. aslında Aslında, kızgın değilim. Sınavını veremedi, aslında, veremez. ayrıca Ayrıca resmi bir tahkikat olacaktır. az kaldı/kalsın Az kaldı, hepimiz ölüyorduk. Az kalsın, binayı tutuşturuyordu. Az kalsın, köpeği eziyordum. bakalım Gidebilirse, gitsin bakalım. Bakalım doğru mu? Mektubu okuyalım, bakalım. Yürü bakalım... Bunu altıya böl bakalım. bakarsın Bakarsın, gelirler. Bakarsın, ihtiyacımız olur. Bakarsın çalışacağı tutar. bakılırsa Kalitesine bakılırsa, çok ucuz. Yaşına bakılırsa... bana kalırsa Bana kalırsa, bize gerçeği söylüyor. Bana kalırsa, onları beklememiz gerek. bana göre Bana göre, bu bir zaman kaybıdır, bana öyle geliyor ki Bana öyle geliyor ki , yalan söylüyor, bana sorarsanız Bana sorarsanız, boşuna zaman harcıyorlar. bari Bu işi yapacaksan, bari lâyıkıyla yap. Bari telefon etseydiniz. only They want to buy it, only they haven't the money. Only then shall we be able to tell. if He's a nice boy, if a bit hard-headed, if and only if I ' l l forgive him, if and only if he apologizes [lpohcayziz]. apparently Apparently you're right [rayt]. evidently Evidently they have no intention of coming. any more/no longer He doesn't come here any more. We can no longer be sure. I' m fed up! Enough is enough! in point of fact In point of fact, the aim is to control the market. actually [e:ktcu:li]. Actually, I' m not angry. He hasn't passed, actually, he can't. in addition [idi§in]. In addition there wi l l be an official inquiry, nearly We nearly all died [dayd]. He very nearly set fire to the building. I almost ran over the dog. I f he can go, let him. It remains to be seen whether it's true. Let's read and see. Let's go. See if you can divide this into six. may/might They might come. Perhaps we may need it. He might take it into his head to work. considering [kinsidiring]. Considering the quality, it's very cheap. Considering his age... in my opinion [lpinyin]. In my opinion, he's telling us the truth. I feel we should wait for them. in my view [vyu:]. It' s, in my view, a waste of time. it seems to me It seems to me he is lying [laying], in my view They are wasting their time, in my view, at least [li.st]. If you're going to do it, do it properly, at least. You might at least have telephoned. 903 Bari i yi olsalar. başka bir deyişle Başka bir deyişle, bunu kabul edemeyiz. belki de Belki de yanılıyorum. bence Bence haklı. Bence, ölmekte olan bir endüstridir. bilâkis Bilâkis, orada çok mutluydu. bana kalsa Bana kalsa, başka türlü yapardım. bildim bileli Bildim bileli, orada durur. bile Konuşmak bile yasaktı. Bana "kal" bile demediler. Ne olduğunu bile sormadılar. bile bile Kapıyı bile bile açık bırakıyor. bilemedin/diniz Bir i ki hafta sürer, bilemedin, üç. bilerek Bunu bilerek yapıyorlar. bilerek veya bilmeyerek Bilerek veya bilmeyerek, onları incittiniz. bilmeden Onu bilmeden söylemiştir. bir...ki Adamı bir dövdüler ki . bir...bir Hisseler, bir çıkıyor, bir iniyor. Bir var, bir yok. bir daha Onunla bir daha asla konuşmam. bir de Çıkışa koştular, bir de ne görsünler, ki l i t l i . Bütün gün uyurlar, bir de zam isterler. Bir de onun yaptığına bakın. bir kere Bir kere, dilimizi konuşmuyor. Bir kere, o orada olmayacak. Bir kere, tekliflerini dikkatle incelemedik. bir taraftan...diğer taraftan Bir taraftan fakirim diyor, diğer taraftan ithal gömlek giyiyor. let's hope [houp]. Let's hope they are safe [seyf]. in other words In other words, we can't accept it. maybe I may be wrong. / Maybe I am wrong. I think I think she is right [rayt]. in my view It has become a dying industry, in my view, on the contrary [kontnri]. On the contrary, she was very happy there. If it were left to me If it were left to me I would do it differently, for a long time now It's been lying there for a long time now. even [i:vin]. It was forbidden even to talk [fibidin]. so much as They didn't so much as ask me to stay. They didn't so much as ask what it was. knowingly He knowingly leaves the door open, at most It would last a week or two, at most three, on purpose [pb:pis]. They are doing it on purpose, knowingly or unknowingly You have offended them, knowingly or unknowingly. unintentionally [anintensmili]. He must have said it unintentionally. They gave the man such a thrashing. The shares one moment go up, then go down. One moment it's there, the next it's gone, again [lgeyn]. I ' l l never speak to him again, only to They rushed to the exit only to find it locked [lokt]. in addition They sleep all day, in addition they want a raise [reyz]. just And just look at what he does, for one thing For one thing, he doesn't speak our language. For one thing he won't be there. To begin with, we haven't examined their offer carefully [igzermind]. On the one hand...on the other hand On the one hand he says he's poor, on the other hand he wears imported shirts [we:z]. 904 bir türlü Bir türlü doğrudan tencereden yemeye alışamadı. Bir türlü bunu kabul edemiyor. Parayı bir türlü denkleştiremedik. bir yandan... diğer yandan Bir yandan arkadaştılar, diğer yandan ona güvenmiyorlardı. boşu boşuna Boşu boşuna beklemiş olduk. böylece Böylece, ücretsiz seyahat edebileceğiz. böylelikle Böylelikle, düzen yeniden sağlandı. böylesine Böylesine yağmur görmedim. bu arada Bu arada fiyatlar yükselmiş olacak. Bu arada bir şeyler yapmak zorundayız, bu bakımdan Bu bakımdan, diğerlerinden farklıdır. bu itibarla Bu itibarla, çok şanslıdır. bu nedenle Bu nedenle, böyle bir şeye izin veremeyiz, bu sebepten Çok özel bir deriden yapılıyor, bu sebepten çok pahalıdır. Bu sebepten, maçı kaybettik. İşte, bu sebepten ucuz. bu sebepten ötürü Bu sebepten dolayı, yansı bıraktı. bu suretle Bu suretle, işi bir günde bitirebilirsiniz, bu şartlar altında Bu şartlar altında, biz çekiliriz. bu takdirde Bu takdirde, dava açarız. bu yüzden Bu yüzden teklifi kabul etmedik. bundan başka Bundan başka, çok yardım ediyorlar. Bundan başka, vakit kalmadı. bundan böyle Bundan böyle, emirleri ben vereceğim, bundan dolayı Çoğunluk gelmedi, bundan dolayı toplantıyı erteledik. Çocukken ciddi bir şekilde hastalanmış, bundan dolayı zayıf kalmış. somehow Somehow she could never bring herself to eating out of a pan [pe:n]. He can't bring himself to accept this. Somehow we couldn't put together the money. on the one hand...on the other hand They were friends on the one hand, but they didn't trust him on the other. We have waited in vain, thus [thas]. We shall thus be able to travel freely. in this manner [me:m]. In this manner order was restored [risto:d]. so I've never experienced such rain. in the meantime [mmtaym]. In the meantime prices wi l l have risen. meanwhile [mirnwayl]. Meanwhile we have to do something. in this respect In this respect he is different from the others. and so/therefore And so he is very lucky [laki]. for this reason For this reason we can't allow such a thing, hence [hens]. It's made of a very special leather and hence very expensive [lethe:]. consequently [konsikwmtli]. Consequently we lost the match [me:c]. That is why it's cheap [gi:p]. consequently Consequently he dropped out of the race, in this way In this way, you can finish the job in one day. under these circumstances [so:kimste:nsiz]. Under these circumstances we shall withdraw, in that case In that case we shall go to court, that is why That's why we didn't accept the offer, besides [bisaydz]. Besides, they help a lot. moreover Moreover, there is no time left, from now on From now on I shall give the orders, therefore The majority failed to turn, therefore we postponed the meeting [micoriti]. consequently [konsikwmtli]. He was seriously i l l as a child, consequently he has been always weak [wi:k]. 905 Bir gecikme olmuş, bundan dolayı kızdı, bundan ötürü Bugün çok çalıştılar, bundan ötürü hepsi çok yorgun. bunun için İşte bunun için gelmek istemedim, bunun sonucu olarak Bunun sonucu olarak fabrikayı kapatacaklar. bunun üzerine Fabrika kapandı ve bunun üzerine işçiler işsiz kaldı. bununla beraber İngilizce bilmiyor; bununla beraber, işaretleşerek idare ediyoruz. Bununla beraber, i yi geçiniyoruz. bununla birlikte Biraz yaşlıdır, bununla birlikte, yardımda bulunabilir. çok geçmeden Çok geçmeden buna alışırsınız. çünkü Ben bunu ödeyemem, çünkü param yok. Gelemem, çünkü... Çünkü güvenilir değil. Çünkü siz ve ben pekâlâ biliyoruz ki . . . daha doğrusu Bizi görmeye geldi, daha doğrusu, sizi görmeye, daha iyisi Ona bir not yollarım, daha iyisi, bir mektup yazarım. daha kötüsü Paraları yok, daha kötüsü, iflas etmiş durumda. daha önemlisi Daha önemlisi, orada her şey daha ucuz. daha şimdiden Daha şimdiden kavga etmeye başladılar. dahası Dahası, bu konuda tereddütlerimiz var. de/da Yiyecek ucuz, bulmak da kolay. Gel de kendin gör. Vur da gör. Yediler de yediler. Yapmayacağım, yapmam da. O değil de kim? Ne i yi ettiniz de kaldınız. Sen kim oluyorsun da böyle bağırıyorsun? Söyle de çayı getirsinler. de...de Adlarınızı yazarsanız olur, yazmazsanız da olur. Satar da satmayabilir de. hence [hens]. There was a delay, hence his anger, and so They have been training hard today and so they all feel very tired, that is why That is why I didn't want to come, as a result As a result, they are going to close the factory [fe:ktrri]. whereupon The factory shut down, whereupon the workers were left without a job. however He doesn't know any English, however we get along with signs [saynz]. We get along well, though, nevertheless He is a bit old, nevertheless he can be of some help. before long Before long you' ll get used to it [yu:st]. because [bikoz]. I can't pay it, because I haven't got any money. I can't come, because... Because he is unreliable [anrilayibil]. for For you and I know pretty well that... or rather He came to see us, or rather to see you. better still I ' l l send him a note, better still, I ' l l write him a letter, worse still They haven't got any money, worse still they are bankrupt [be:nkrapt]. more important More important, everything is cheaper there, (and) already They have started fighting already, furthermore Furthermore we have reservations about that. Food is cheap and easy to get. Come and see for yourself. Hit me and see what's going to happen. They ate and ate [eyt], I shan't do it, and I won't. If it isn't him, who is it then? You did well to stay. Who are you to shout like that? Tell her to bring the tea. You needn't write your names. She may or may not sell it. 906 değil mi ki Değil mi ki "yaparım" dedi, yapar. Değil mi ki bize yalan söyledi, artık ona güvenmiyorum, demek Demek İstanbul' da kalmayacaksınız. Demek yarın gidiyorsunuz. derken Duş alıyordum, derken kapı zili çaldı. Hırsızı yakalıyayım derken, çatıdan düştü. Kaş yapayım derken, göz çıkarma. desene Desene işler karıştı. diğer bir deyişle Kahverengi kullan, diğer bir değişle koyu renkler, diğer taraftan Diğer taraftan, i yi arkadaş olduk. diye "Acele et" diye bağırdı. Bir ses "Dur!" diye bağırdı. "Nereye?" diye sordu. Adet yerini bulsun diye... Değişiklik olsun diye trenle geldik. "Değer mi?" diye kendime sordum. Bdkırköy diye Bostancı otobüsüne binmişiz. "Gelmez" diye düşünüyordum. Geleceksin diye balık pişirdim. Ne diye onları buraya yolladılar? Falan oğlu filan doktor diye kendini tanıtıyor. diyelim ki Diyelim ki haklısın, bu neyi değiştirir ki? doğrusu Doğrusu, ben ona inanmıyorum. Doğrusu, hiç düşünmedim. Doğrusu, ben bu işi beğenmedim. dolayısıyla Dolayısıyla, trafik durmuş durumdaydı, durup durup Durup durup bize bakıyordu. durup dururken Durup dururken, kimse kimseyi vurmaz. Durup dururken, evi neden satsın ki? eğer Eğer gerekirse... Eğer isterlerse... since Since he said he would do it, he wi l l . Since he has lied to us, I don't trust him any more. so So you won't be staying in Istanbul. So you're leaving tomorrow, just then I was having a shower and just at that moment the bell rang, while trying to While trying to catch the thief he fell from the roof. Don't make matters worse while trying to make them better. That means things have got complicated, in other words Use brown, in other words dark colours, on the other hand On the other hand, we became good friends. "Be quick.", he shouted. A voice shouted, "Stop!". "Where to?", he asked. As a matter of form. We came by train for a change. I asked myself whether it was worth while. We got on the Bostancı bus, thinking it was the Bakırköy one. I thought he wouldn't come. I cooked some fish in the expectation that you would come [ikspekteyşın]. What's the idea of sending them here? He introduces himself as doctor so-and-so, the son of so-and-so. admitting Admitting you're right, what difference does it make [difrmsj? frankly Frankly, I don't believe him. to speak frankly To speak frankly, I haven't given it a thought [mod], to be frank To be frank, I don't like it. consequently/so Consequently the traffic was at a standstill. He kept looking at us. without any reason [ri:zin]. No one wi l l hit anyone without some reason. all of a sudden [sadin]. Why should he suddenly sell the house? if If necessary.... If they want to. 907 en azından En azından, öyle söylüyor. En azından, farkın hesabını vermeli. eninde sonunda Eninde sonunda, gerçeği öğrenecektir. evvela Evvela, bu işe son vermeliyiz. fakat Kalmak isterdim, fakat kalamam. Dokuz yaşında, fakat hâlâ okuyamıyor. galiba Galiba haklısın. Galiba önemli bir şey söyleyecekmiş. Galiba evine gitmemiş. Galiba saçmalıyorum. gel de Gel de bu işe kızma! Gel de bu insanlara inan! gel gör ki Gel gör ki , buna kendisi inanmıyor. gelgeldim Gelgelelim bunlara laf anlatmak zor. gelince Kazaya gelince, rapor henüz elimize geçmedi. gene Gene öğütler vermeye başladı. Gene ucuz sayılır. genellikle Genellikle çek kabul etmiyoruz. gerçekten Gerçekten, onun hakkında pek bir şey bilmiyorum. Gerçekten ne oldu? Gerçekten, istifa etmeyi düşünüyor musun? Gerçekten ucuz sayılır. gerçi Gerçi, halk değişiklikleri onaylıyordu. gereği gibi Bu, gereği gibi incelenmedi. gerek...gerek Gerek yoksul gerekse zengin olsun, herkes çalışmak zorunda. gibi Bitti gibi. Her zamanki gibi geç kaldı. Pek yapacağımız bir şey yok gibi. Etkilenmiş gibi görünmüyor. Bunun çıkar yolu yok gibi görünüyor. at least [first]. At least he says so. He should account for the discrepancy, to say the least [ikaunt]. eventually [iventyuwili]. Eventually, he' ll learn the truth, to begin with To begin with, we must put an end to this. I' d like to stay but I can't. He's nine years old and yet he can't read. probably You're probably right, it seems It seems he's going to say something important, apparently [iper' nntii]. Apparently he hasn't gone home. I guess [ges]. I guess I' m talking nonsense [nonsinsj. How could one not get angry? How could one possibly believe these people? and yet And yet he doesn't believe it himself, however However it's hard to convince these people, as regards/as for As regards the accident, we haven't received the report yet. again [lgeyn]. He has started preaching again [pricing], still Still it can be considered cheap [kinsidird]. as a rule [ru:l]. As a rule we don't accept cheques [ceks]. I, honestly, don't know much about him. really What really happened? Seriously, are you considering to resign? To be sure, it's cheap [su:]. as a matter of fact [fe:kt]. The public, as a matter of fact, approved of the changes. properly It hasn't been properly examined [igze:mind]. whether...or Whether rich or poor, everyone has to work. It's as good as finished [finigt]. As usual he was late [leyt]. It doesn't look there's much we can do. He seems no more the worse [wo:s]. There seems to be no way out. 908 gibi olmasın Şikâyet etmek gibi olmasın. Arkasından söylemek gibi olmasın. Abartmak gibi olmasın. giderek Giderek fenalaşıyor. Giderek benden uzaklaşıyor. Sabrım giderek tükeniyor. gitgide Hayat gitgide zorlaşıyor. Fırsatlar gitgide azalıyor. gittikçe Hikâye, gittikçe ilginç bir hale geliyor. Gittikçe daha az fırsat buluyorum. gizliden gizliye Gizliden gizliye buluşuyorlar. görünüşe göre Görünüşe göre, plan geri tepti. güle güle Güle güle kullanın. Güle güle oturun. güya Güya çok gizli bilgiler içeriyormuş. Güya gelip bize yardım edecekti. ha ... ha Ha gittik ha kaldık, benim için hepsi bir. ha bire Depoya ha bire kasalar taşıyorlardı. İki saatten beri ha bire tartışıyorlar. hadi/haydi Hadi senin dediğin olsun. Haydi gidelim. hâlâ Zarar hâlâ devam ediyor. Siz hâlâ bitirmediniz mi? On yaşındadır, hâlâ sayı sayamaz. halbuki Onlar Fransızca bilmez, halbuki ben bilirim, hamdolsun Hamdolsun arabada kimse yoktu. haklı olarak Haklı olarak, istifasmı verdi. hani Hani bunu bir daha yapmayacaktın? Hani zengin idi? Hani, neden geldiğimizi bilmese... hatta Onu beğendi, hatta almak istedi. Onu gördüm, hatta onunla konuştum. I don't want to appear to be complaining. I don't want to appear to be talking behind him. I don't want to appear to be exaggerating. He's getting worse and worse. She is getting more and more remote from me. I have less and less patience [peysms]. Life is getting harder and harder. There are fewer and fewer opportunities. The story is becoming more and more interesting. I find fewer and fewer occasions [ikeyjinz]. in all secrecy [si:krisi]. They meet in all secrecy. apparently [ipe:nntli]. Apparently the plan backfired [be:kfayid]. Enjoy it. Enjoy your stay. supposedly [sipouzidli]. It supposedly contained very confidential information [konfidensrl]. He was supposed to come and help us. It's all the same to me whether we stay or go. without stopping/continuously. They were continuously carrying cases to the warehouse [we:haus]. on and on They have been arguing on and on for two hours, all right Al l right, let's have it your way. come on Come on, let's go. still The harm still continues [kintinyuz]. yet Haven't you finished yet? He is ten years old, and yet he can't count. whereas [werez]. They can't speak French, whereas I can. thank God Thank God there was no one in the car. rightly Rightly, he submitted his resignation. You were not going to do it again, weren't you? She was supposed to be rich, wasn't she? Now if he didn't know why we had come... even He liked it, he even wanted to buy it. I saw her, I even talked to her. 909 hele Hele yapmasın! Hele satsınlar! Borçlarım ödesinler hele. hele şükür Hele şükür, gelebildiniz. hem Hem ne lüzum var? Gelecekler, hem koşarak. hem de Hem de boşuna çabalıyoruz. hem...hem Hem ağlarım, hem giderim. Hem ziyaret, hem ticaret. Hem okuyor, hem de ekmeğini kazanıyor. hemen Onu hemen iade etmelisin. hemen hemen Hemen hemen bitti. Hemen hemen yeni gibi. her defasında Her defasında geri gönderdik. her halde Her halde unuttu. her nasılsa Her nasılsa, kıyıya varmayı başardı, her ne ise/neyse Her ne ise, işimize bakalım. her ne kadar...da Her ne kadar erken uyandıysam da... Her ne kadar denediysem de... Her ne kadar verdiysek de... her nedense Her nedense, teklifi kabul etmedi. her şeyden önce Her şeyden önce, onlara çok şey borçluyuz, her şeye rağmen Her şeye rağmen, durum iyileşmedi. her zamanki gibi Her zamanki gibi sarhoştu. hiç Size hiç yakışmıyor. hiç bir şekilde Hiç bir şekilde ona içki ısmarlamayın. hiç de Hiç de beğenmedim. hiç değilse Hiç değilse bu kitapları okuduk. hiç olmazsa Hiç olmazsa onlara yardım edebilirsin. icabında İcabmda yasaklarız. I dare him not to do it. I dare them to sell it. Let them pay their debts first, we' ll see then. You've managed to come, at last! Whatever for? They' ll come, and running at that! And also we are struggling in vain [veyn]. I shall cry but I shall go on my wedding day. It' s both, part pleasure and part business. He is both studying and earning his life. at once [wans]. You must take it back at once. very nearly It's very nearly finished. It's as good as new. each time We sent it back each time, probably He has probably forgotten [figatin]. somehow Somehow a solution will be found, at any rate At any rate let's get on with our work, although Although I woke up early... however much However much I tried... However much we gave... for some reason (or other) For some reason he didn't accept the offer. first of all First of all, we owe them a lot. for all that The situation didn't get better for all that, as usual [yu:juwil]. As usual, he was drunk, at all It doesn't befit you at all. on no account [lkaunt]. On no account should you buy him a drink. at all I didn't like it at all. at least [li:st]. At least we have read these books, at least At least you may help them, if necessary We may prohibit it, if necessary [nesisiri]. 910 için Onu çürümeye terk etmek için almadık. Sebze pişirmek için kullanmayın. İncelemen için biraz sakladım. ikide bir İkide bir işini değiştiriyor. ilave olarak İlave olarak, yüzlerce telefon aldık. ilk önce İlk önce, orada olmayacağım. ille İlle de bugün gitmenize gerek yok. İlle bunu söyleyeceksin, değil mi? inşallah İnşallah, yakında borcumuzu öderiz. İnşallah, bizi sorumlu tutmazlar. istemeye istemeye İstemeye istemeye yapacaksan, bırak. ister istemez İster istemez bekleyeceğiz. ister...ister İster gel, ister gelme; biz gidiyoruz. İster al, ister alma. İster hoşlarına gitsin, ister gitmesin, çalışmak zorundalar. işin kötü tarafı İşin kötü tarafı, makineden anlamıyor. işin şaşılacak tarafı İşin şaşılacak tarafı, parayı harcamadı, işin tuhaf tarafı İşin tuhaf tarafı, bizi bekliyordu. işte İşte geliyorlar. İşte ulaştık. İşte buldum. İşte biletleriniz. İşte başlıyoruz. iyisi İyisi, hep beraber onu ziyaret etmek. Hepsinden iyisi, gidip onunla konuşmaktır, kabul edelim ki Kabul edelim ki , bir şeyler saklıyor. Kabul edelim ki , bir şeyler öğreniyor. kâh...kâh Kâh bağırarak, kâh sakin bir şekilde. kala kala Kala kala 50 tane kaldı. kaldı ki Kaldı ki , kendimi i yi hissetmiyorum. Kaldı ki , orada kimseyi tanımıyorum. to We didn't buy it to leave it to rot. Do not use it to cook vegetables. I've kept some for you to examine, constantly [konstantli]. He is constantly, changing his job. in addition [idi§in]. In addition, there were hundreds of calls. in the first place In the first place, I won't be there. You don't have to go today. You must say that, musn't you? God willing God willing we shall pay our debt soon. I hope I hope they won't blame us for that [bleym]. unwillingly If you're going to do it unwillingly, leave it. like it or not Like it or not, we shall wait. whether...or Whether you come or not, we're going. Take it or leave it. Whether they like or not, they have to work, the trouble is The trouble is he doesn't know much about machines. surprisingly enough [siprayzingli]. Surprisingly enough, he didn't spend the money, strangely enough Strangely enough, he was expecting us. here Here they come. Here we are. Here it is. Here are you tickets. Here we go. the best thing The best thing to do is to go and visit him together. Best of all is to go and have a talk with him. admitting Admitting that she's hiding something, granted that Granted that he is learning something, at one time...and at another At one time shouting and at another quietly. Not more than 50 are left, besides Besides I don't feel well, moreover Moreover, I don't know anyone there. 911 keşke Keşke burada olsa. Keşke oraya gitmeseydi. keza Biz çok yorgunuz, keza onlar da. kıyasla Kıyasla, onlar amatör kalır. ki Neden bunu yapsın ki? Çiğ yemedim ki karnım ağrısın. Bilmem ki , nasıl anlatayım. Bana öyle geliyor ki , yalan söylüyor. Gelir mi ki? Neresi temiz ki? O kadar eğlendik ki ! Öyle bir soğuk oldu ki , anlatamam. Ayağa kalkmıştık ki , duvarlar yıkılmaya başladı. lafın kısası (uzun) Lafın kısası, buna izin veremeyiz. maalesef Maalesef size yardım edemeyeceğiz. Maalesef sizi bekleyemedi. maazallah Maazallah, bizden biri olsaydı! madem Madem herkes ayrılıyor, biz de gidelim. mademki Mademki biliyorsun... Mademki kalmak istemiyor... maksadıyla Bu işi para kazanmak maksadıyla yapmıyoruz, mamafih Mamafih bu bize çok pahalıya mal oldu. maşallah Maşallah! Maşallah! Ne güzel kız! mecburen Mecburen kabul edeceğiz. meğer Meğer hiç paraları yokmuş. Meğer bir hırsızmış. Meğer koynumuzda bir yılan besliyormuşuz. meğer ki Onu kullanmayacağız, meğer ki mecbur olalım. Onu kaldıramayacağım, meğer ki biri yardım etsin, meselâ Az sayı, mesela yirmi yeter. Meselâ para nereden gelecek? I wish I wish he were here. I wish he hadn't gone there. likewise [laykwayz]. We are very tired, and so are the others. by comparison [kimperisin]. They are, by comparison, amateurs [e:mitoz]. Why should he do such a thing? I haven't eaten anything raw, so why should I worry about a stomach-ache? I don't know how to explain it. It appears to me that he is lying. Wi l l he come? I wonder. What place is clean? We had so much fun! It got so cold that I can't begin to tell you. Hardly had we stood up when the walls began crubling. to cut it short To cut it short, we can't allow such a thing, to (my) regret [rigret]. To our regret, we shan't be able to help you. unfortunately [anfo:cinitli]. Unfortunately she couldn't wait for you. God forbid God forbid, if it had been one of us! seeing that Seeing that everyone is leaving, let's leave too. since [sins]. Since you know, as As he doesn't want to stay, in order to We aren't doing it in order to earn money, nonetheless Nonetheless it has cost us dear. How wonderful! What a pretty girl, God be praised [preyzd]. of necessity [nisesiti]. We shall accept of necessity. apparently It appeared they had no money at all. it turned out [to:nd]. It turned out that he was a thief. It turned out we were nurturing a snake in our bosom. unless We shall not use it unless we have to. I won't be able to lift it unless someone helps me. say A small number, say twenty, wi l l be enough. for example [igza:mpil]. For example: where to get the money from? 912 mi Zengin mi zengin! Cimri mi cimri! Yapar mı yapar! Eder mi eder. Ben onu yaparım mı, yaparım. O parayı ödemedin mi, yandın. nasıl Bunu nasıl yaparlar? Kahveniz nasıl olsun? Ödeyecekler, hem de nasıl. nasıl ki Nasıl ki bize aldırmadı, biz de ona aldırmayacağız, nasıl oldu da Nasıl oldu da evi sattılar? nasıl olsa Nasıl olsa bir gün hepimiz öleceğiz. nasılsa Nasılsa yapabileceğimiz bir şey yok. ne Ne karışıyor? Ne vazifen? Ne hakkı var? Ne aptalmışım! Ne yalan söyleyeyim? ' Ne i yi ettiniz de geldiniz. ne arar! Onda para ne arar! ne çıkar? Yardım etse bile, bundan ne çıkar? ne de olsa Ne de olsa bizden daha tecrübelidir. İstediğini yapar, ne de olsa kendi parasıdır. ne dedim de Ne dedim de onları dinledim! ne diye? Ne diye bekliyorlar? Ne diye gitti? Ne diye çocukları oraya gönderdiler? Bunu ne diye yaptı? ne gezer! Ne gezer! Bizde para ne gezer! ne hikmetse Ne hikmetse, bugün gelmediler. Ne hikmetse, pahalıdır. Ne hikmetse! ne kadar ...o kadar Ne kadar erken, o kadar i yi . Ne kadar küçük olursa, o kadar ekonomik olur. ne kadar Orada olmayı ne kadar isterdim! And is he rich! A miser beyond words [mayzi]. He is quite capable of doing it [keypibil]. It's certainly worth [wo:th]. You can bet I ' l l do it. If you don't pay that sum, you've had it. how How can they do such a thing? How would you like your coffee? They shall pay, and how! just as We shall ignore him, just as he ignored us. how come How come they've sold the house? in any case [keys]. In any case we shall all die one day. Anyhow there is nothing we can do. what for/why? What is he interfering for? What is it to you? He has no right. What a fool I am! Why should I lie [lay]? You did well to come. He is flat broke! Even i f he helps, what wi l l come of it? After all After all he's more experienced than we are. He can do what he likes with it, after all it's his money, why on earth? Why on earth did I listen to them? why/what for? What are they waiting for? Why on earth did he leave? What's the idea of sending the children there? What made him do that? Not likely! We don't have two pennies to rub together. for some reason [ri:zin]. For some reason they haven't come today. For some reason it's expensive. Heaven knows why! the...the The sooner the better. The smaller it is the more economical. how How I wish I were there! 913 ne kadar da Ne kadar da hayal kırıcı. ne kadar olsa Ne kadar olsa, o da bir insandır. ne malum? Ne malum? ne... ne de Bütün gün ne yedi, ne de içti. Ne kendileri çalışır, ne de diğerlerine fırsat verir, ne olur ne olmaz Ne olur ne olmaz, makbuzu saklayın. ne olur Ne olur, bırakınız oynasınlar. ne olursa olsun Ne olursa olsun! Sonuç ne olursa olsun! Ne olursa olsun, gideceğim. ne var ki Güzel bir yer, ne var ki , bahçesi yok. Ne var ki , hayat devam ediyor. ne yapıp yapıp Ne yapıp yapıp, bu işi bitir. neden Bu olayı neden büyütüyorlar? neden sonra Neden sonra kim olduğunu öğrendik. nedense Nedense adını bırakmak istemedi. nerede kaldı ki O, kendine bir ayakkabı alamaz, nerede kaldı ki araba alsın. O, İngilizceyi konuşamaz, kaldı ki yazsın! nereden Nereden söyledim! Nereden nereye! neredeyse Neredeyse uçağı kaçılıyorduk. Neredeyse ağlıyordum. Neredeyse gelirler. Neredeyse ona inanıyordum. netice itibariyle Netice itibariyle, onu değişik bir şekilde yazmalıyız. netice olarak Netice olarak, bu yıl daha fazla mal satmamız gerek, neyse Neyse, biz işimize bakalım. Neyse, ben gideyim artık. neyse ki Neyse ki arabada kimse yoktu. how How very disappointing, after all After all he is a human being too [hyu:min]. How do you know? neither...nor He neither ate nor drank all day [dre:nk]. They neither study nor let the other do so. just in case [keys]. Keep the receipt, just in case [riskt]. Do let them play. No matter what! Whatever the price! I shall go no matter what, except that It's a nice place, except that it has no garden, however However, life goes on. at all cost Finish it by all possible means [mi:nz]. why Why are they exaggerating this incident? long after We learned long after who he was [16:nd]. for some reason For some reason he didn't want to leave his name, how in the world He can't buy himself a pair of shoes, how in the world can he buy a car. let alone He can't speak English, let alone write it. Why on earth did I say that? Who could have thought it possible? nearly We nearly missed the plane. I came near to crying, soon They' ll come at any moment now. almost I almost believed him. in conclusion [kinklu:jin]. In conclusion, we have to write it in a different way. in conclusion In conclusion, we have to sell more goods this year anyway Anyway, let's get on with our work. Anyway, it's time I was going, fortunately Fortunately there was no one in the car. 914 nispeten Bu, nispeten daha kolay. nitekim Kimse kabul etmiş değil, nitekim bende kabul etmedim. Nitekim bunun farkındaydılar. niyetiyle Onu öldürmek niyetiyle ateş etti. o halde O halde oturup bekleyelim. o kadar O kadar i yi ki . o kadar da O kadar da kötü değil. o kadar...ki O kadar yorgundum ki elbiselerimle yatmışım, o takdirde O takdirde gelemeyiz. olarak Ben sana bir baba olarak değil, bir arkadaş olarak hitap ediyorum. oldukça Oldukça iyi gitti. Oldukça kötü. olmakla beraber Tatmin edici olmakla beraber istediğimiz bu değil, ondan Korkuyordu da ondan. Ondan mı gelmedi? ondan dolayı Ondan dolayı onlara güvenmiyorum. Büyük bir gecikme oldu, ondan dolayı kızdı, onun için Onun için bir neden göremiyorum. onun üzerine Onun üzerine protestolar başladı. oysa (ki) oysa biz ona güvenmiştik. ölçüde Varlığımızı tehdit ettiği ölçüde. önceden Bize önceden bildirmelisiniz. önceleri Önceleri değerini bilemedik. öyle Öyle mi? Öyle olsun! Öyle ya! Öyle de battık, böyle de. Çok utanmıştı, öyle ki , bir şey söyleyemedi. relatively [rehtivli]. This one is relatively easier. just as [cast]. I did not accept, just as everyone else. as a matter of fact ,[fe:kt]. As a matter of fact they were aware if it. with the intend to He shot at her with the intention to ki l l . in that case [keys]. In that case let's sit and wait. so He is so good. It's not all that bad. so...that I was so tired that I slept with my clothes on. in that case In that case we can't come, as I ' m speaking to you not as a father but as a friend, fairly It went fairly well, rather Rather bad. while While it's satisfactory, it's not what we want, that is why He was afraid, that is why. Is that why he didn't come? for that reason [ri:zin]. I don't trust them for that reason, hence [hens]. There was a big delay, hence his anger. I can't see any reason for it. thereupon Thereupon protests started, whereas [werez]. Whereas we had trusted him. in so far as In so far as it threatens our existence, beforehand You should tell us beforehand, at first We didn't at first appreciate it. so Is that so? As yo wish! Of course! We're done for, one way or the other. He was so ashamed that he couldn't say anything [îseymd]. 915 öyle de olsa Öyle de olsa, karışmaya hakkınız yok. öylece Öylece herkes duymuş olacak. öylelikle Öylelikle sorun çıkmaz. öylesine Öylesine yorgunum ki . öylesine Öylesine geldik. öyl esi nc. ki Öylesine iyi bir öğretmen ki . öyleyse/öyle ise Öyleyse gelmezler. özetle Özetle, daha fazla mal satmalıyız. rağmen Her şeye rağmen, başaracağız. rasgele/rastgele Rasgele bir tane seçti. sadece Onu, sadece korkutmak istedim, sadece... aynı zamanda Sadece kızmadım, aynı zamanda hayal kırıklığına uğradım. sanki Sanki bizimle gelmek istiyor. Sanki yokmuşum gibi davranıyor. Umurunda sanki. Kendimi sanki sorumlu gibi hissediyorum. Gitmemekle iyi mi ettik sanki? sapına kadar Sapma kadar bir askerdir. sıcağı sıcağına Bu konuyu sıcağı sıcağına konuşalım. sırası gelince Sırası gelince konuşuruz. sırası gelmişken Sırası gelmişken, tamirat ne zaman yapılacak? son derece Bu, son derece anlamlı. sonuç olarak İşçileri kendilerinden soğutmuşlardı, sonuç olarak seçimleri kaybettiler. Madenleri yoktu, sonuç olarak sanayi hiç gelişmedi. sözde Sözde bize yardım edecekti! sözümona Sözümona eğlendik. even so Even so, you have no right to interfere, in that way In that way everyone wi l l have heard of it. in that manner In that manner there wi l l be no problems, so I' m so tired. for no purpose [po:pis]. We came for no purpose, such He is such a good teacher, if so/in that case [keys]. In that case they won't come, to sum up To sum up, we have to sell more. Come what may, we shall succeed, at random He picked one at random [re:ndim]. only I only wanted to frighten her [fraytin], not only ... but also I wasn't only angry but also disappointed, as if It looks as if he wants to come with us. He's acting as if I don't exist. As if he cared, as though I feel as though I' m responsible, do you think? Do you reality think we did well not to go? to the core [ko:] He is a soldier to the core. while the iron is hot/at once Let's discuss this matter at once. when the time is ripe [rayp]. We' l l discuss it when the time is ripe. by the way By the way, when wi l l the repairs be made? highly This is highly significant, as a result [rizalt]. They had alienated the workers, as a result they lost the elections [eylineytid]. consequently [konsikwintli]. They had no minerals, consequently industry never developed [divehpt]. supposedly [sipouzidly]. Supposedly he was going to help us! supposedly Supposedly we had fun. 916 şartıyle Gece kalmamak şartıyle. Bugün geri vermek şartıyle. şiddetle Şiddetle onanma ihtiyacı var. şayet Şayet yapmayacaksan, söyle. Şayet ve ne zaman izin alırsak. şöyle dursun Çocuk, koşmak şöyle dursun, yürüyemiyor. Futbol oynamak şöyle dursun, burada yürünmez. Çoğu, yürüyüşe çıkmak şöyle dursun, bakkala kadar yürümemiştir. Yazmak şöyle dursun, İngilizceyi doğru dürüst konuşamıyor. şöyle veya böyle Şöyle veya böyle, ona ödeteceğim. şu halde Şu halde hiçbir yere gidemeyiz. şu kadar ki Şu kadar ki , söylenti gerçek değil. şu var ki Şu var ki , daha fazlasını istiyor. şunun şurasında Şunun şurasında kaç gün kaldı ki? şüphesiz Hiç şüphesiz, her şeyin farkındaydı. ta ki Tekrar tekrar anlatacağım, ta ki herkes öğrensin, lanı...ki Kapıyı tam açacaktım ki . tanı...sırada Tam gideceği sırada. tam aksine Tam aksine, çok şeyler istiyor. tam anlamıyla Tam anlamıyla paramparça etti. tam olarak Tam olarak ne istiyorlar? tekrar tekrar Bana tekrar tekrar vurdular. Tekrar tekrar sizi uyarıyorum. tersine Tersine, eti yemezler. tevekkeli Tevekkeli değil, arabayı sattı. tutalım ki Tutalım ki doğru. uğruna/uğrunda Hepsi o ideal uğrunda öldüler. on condition that [kindis.ui]. On condition that you don't spend the night. provided that [pnvaydid]. Provided you return it today [rito:n]. It badly needs repairing, if If you're not going to do it, say so. If and when we get the permission, let alone The child can't walk, let alone run. One can't walk here, let alone play football. Most of them never walked to the grocer, let alone take a walk. still less He can't speak English properly, still less write it. one way or another One way or another I ' l l make him pay for it. in that case In that case we can't go anywhere, however However the rumour is false [foils], only Only he is asking for more. How many days are there to go? certainly He certainly was aware of what was happening, in order that I ' l l explain it again and again in order that everyone learns it. just as Just as I was opening the door, just as Just as he was leaving. on the contrary On the contrary, he wants a lot. It literally tore it to pieces, exactly [igze:ktli]. What do they exactly want? repeatedly [ripi:tidli]. They repeatedly hit me. again Again, I' m warning you. on the contrary On the contrary, they don't eat meat, no wonder No wonder he has sold the car. let's suppose that [sipouz]. Let's suppose it is true. for the sake of [seyk]. They all died for the sake of that ideal. 917 umuduyla Bir iş bulmak umuduyla gazeteleri okur. uzun lafın kısası Uzun lafın kısası, bu iş yürümez. üstelik Partilere gitmeyi sevmem, üstelik vaktim de yok. Gelmedi, üstelik özür bile göndermedi. Üstelik bizi ilgilendirmez. Bilmiyorum, üstelik umurumda değil. üzere Paketi açmak üzereydim. Açlıktan ölmek üzereydik. Bize her şeyi anlatmak üzereydi. Gitmek üzere hazırlanıyor. İM yıl içinde geri ödemek üzere. Yoksullara dağıtılmak üzere size veriliyor. Yarın getirmek üzere alabilirsiniz. var/varsın Varın istediğinizi yapın. varsın gelsin. Varsın yesin. varıncaya kadar Helikopterden çocuk arabasına varıncaya kadar her şey sergilenmişti. ve Söyledikleri ve yaptıkları farklı. Ne zaman ve şayet hazır olursa. veya Olmak veya olmamak ya Ya bütün paramızı kaybedersek? Ya fikrini değiştirirse? O adam var ya! Duydun mu ya! Öyle ya! ya...ya Ya çalışalım, ya da buradan gidelim. Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli. On beş yaşında ya var, ya yok. yalnız in the hope of He reads the newspapers in the hope of finding a job. in short In short, it won't work, besides [bisaydz]. I don't like to go to parties, besides I have no time to. what is more He didn't come, and what is more he sent no apology [lpolici]. Besides, it's no concern of ours [kinso:n], I don't know, nor do I care [ke:]. to be about to I was about to open the parcel [pa:sil]. to be near to We were near to dying from hunger [hangi]. to be on the point of He was on the point of telling us everything. She is getting ready to leave. To be repaid within two years. on the understanding that It's given to you on the understanding that it wi l l be distributed to the needy. on condition [kmdi§in]. You can take it, on condition you bring it tomorrow. Do what you like. Let him come. He might as well eat. from...to... Everything from helicopters to prams was exhibited [igzibitid], and What he says and what he does are different. If and when it is ready. or To be or not to be. What if we lose all our money? Supposing he changes his mind, what then? That damned fellow [de:md]! Have you heard what has happened? Of course! either ...or Let's either work or leave. Take it or leave it. hardly/barely She is barely fifteen. Yalnız bu şekilde neticeye varabiliriz. Only that way can we get results. Yapanm, yalnız paramı isterim. I ' l l do it but I ' l l get my due. 918 yalnız...aynı zamanda Yalnız, kitabı kaybetmedi, aynı zamanda bedelini de ödemedi. yalnız ve yalnız Yalnız ve yalnız izin alırsak. yani Hiçbir şey ödemek zorunda değilsin, yani bedavadır. yazık Yazık, böyle mi yapacaktı! yerine Onun yerine git, dağda yaşa. yeter ki Yeter ki yalan söylemesin. Yeter ki sussun. Yeter ki sen iste! yine Yağmur yine başladı. yine de Tarihi sevmem, yine de almam gerek. Yine de istediğinizi vermeyecektir. Düzelme oldu, yine de bu konuda tereddütlerimiz var. yok yere Yok yere heyecanlandık. yok Yok hastaymış, yok başı ağrıyor, bıktım artık! yoksa Yoksa bilmiyor mu? Gelsen iyi edersin, yoksa kavga çıkacak. Zamanında gelin, yoksa içeriye almazlar. Hemen gitmen gerek, yoksa geç kalacaksın. Yoksa gelmezdim. Vasıtayla mı, yoksa yürüyerek mi gidelim. zaten Zaten yapacağım yaptı. Zaten söylemez. Zaten yapabilecekleri bir şey yok. Zaten geç kaldım. Zaten biliyor. zira Biz kömürü seçtik, zira daha ucuz. Zira onda her şey var. not only...but also He not only lost the book but also didn't pay for it. if and only if If and only if we get the permission, that is You don't have to pay anything, that is, it's free, shame [§eym]. What a shame! I wouldn't have expected this from him! instead [insted]. Instead go and live in the mountains, so long as So long as he doesn't lie [lay], provided Provided he keeps quiet [kwayit]. Just ask for it! again [lgeyn]. Rain has started again. still I don't like history, still I must take it. al the same All the same, he won't give you what you want. There has been some improvement, we have reservations all the same [reziveysmz]. uselessly We got excited uselessly [yu:slisli]. If it isn't that she is ill then it is that she has a headache, I've had enough. or Or doesn't he know? or else You had better come, or else there will be trouble. Come early, or else they won't let you in. otherwise You should leave at once, otherwise you'll be late. I wouldn't have come otherwise. Shall we go on foot or ride? in any case In any case, he did what harm he could, anyway Anyway he won't tell you. There is nothing they could do anyhow. already I'm already late. He knows already, for We opted for coal, for it was cheaper, because Because he has everything. 919 Ek/Appendix 3 FİİL ÇEKİMİ CETVELİ ETKEN ÇATI - OLUMLU ŞEKLİ TABLE OF CONJUGATION ACTIVE VOICE - AFFIRMATIVE FORM mastar: vermek olumsuz şekli: vermemek edilgen şekli: verilmek sürekli şekli: veriyor olmak geçmiş şekli: vermiş olmak yeterlik şekli: verebilmek 1- YALIN ZAMAN/SIMPLE TENSE HABER KİPİ/INDICATIVE MOOD the infinitive: to give the negative form: not to give the passive form: to be given the continuous form: to be giving the perfect form: to have given the potential form: to be able to give Belirli d/'li Geçmiş Belirsiz miş'ti Geçmiş (Definite d/'-past) (miş-past Indefinite) verdim I gave vermişim it appears I gave verdin you gave vermişsin it appears you gave verdi he/she gave vermiş it appears he gave verdik we gave vermişiz it appears we gave verdiniz you gave vermişsiniz it appears you gave verdiler they gave vermişler it appears they gave Şimdiki Zaman Gelecek Zaman (Present Continuous) (Simple Future) veriyorum I'm giving vereceğim I shall give veriyorsun you are giving vereceksin you will give veriyor he is giving verecek he will give veriyoruz we are giving vereceğiz we shall give veriyorsunuz you are giving vereceksiniz ^ you will give veriyorlar they are giving verecekler they will give Geniş Zaman (Simple Present) veririm I give verirsin you give verir he/she gives verirsiniz we give verirsiniz you give verirler they give İSTEME KİPİ/DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şart (Suppositive-Conditional) versem if I gave versen if you gave verse if he gave versek if we gave verseniz if you gave verseler if they gave İstek (Optative) vereyim veresin vere verelim veresiniz vereler let me give may you give may he give let us give may you give may they give 920 BİLEŞİK ZAMAN/COMPOUND TENSE HİKÂYE/THE PERFECT di'ti Geçmiş miş'U Geçmiş Past Perfect m/ş-past Perfect verdiydim 1 had given vermiştim 1 had given verdiydin you had given vermiştin you had given verdiydi he had given vermişti he had given verdiydik we had given vermiştik we had given verdiydiniz you had given vermiştiniz you had given verdiydiler they had given vermiştiler they had given (vermişlerdi) Şimdiki Zaman Geleceğin Anlatımı Past Continuous Future in the Past veriyordum 1 was giving verecektim 1 was going to give veriyordun you were giving verecektin you were going to give veriyordu he was giving verecekti he/she was going to give veriyorduk we were giving verecektik we were going to give . veriyordunuz you were giving verecektiniz you were going to give veriyordular they were giving verecektiler They were going to give (veriyorlardı) (vereceklerdi) Geniş Zamanın Anlatımı Habitual Past verirdim verirdin verirdi verirdik verirdiniz verirdiler (verirlerdi) I used to give you used to give he/she used to give we used to give you used to give they used to give İSTEME Kl P l/D ES ID E RATI VE MOOD Dilek-şart (Suppositive-conditional) verseydim verseydin verseydi verseydik verseydiniz verseydiler (verselerdi) if I had given if you had given if he had given if we had given if you had given if they had given İstek (Optative) vereydim vereydin vereydi vereydik vereydiniz vereydiler would that I had given I wish you had given I wish he/she had given would that we had given I wish you had given I wish they had given Gereklilik Obligation vermeliydim vermeliydin vermeliydi vermeliydik vermeliydiniz vermeliydiler I should have given you should have given he/she should have given we should have given you should have given they should have given ŞART/CONDITION Belirli oV'li geçmiş Definite d/-past verdiysem verdiysen verdiyse verdiysek verdiyseniz verdiyseler if I gave (as you claim) if you gave (as you claim) if he gave (as you claim) if we gave (as you claim) if you gave (as you claim) if they gave (as you claim) Belirsiz miş'Vı geçmiş m/ş-past indefinite vermişsem if I have given if you have given vermissen vermisse vermişsek vermişseniz vermişlerse if he was given if we have given if you have given if they have given 921 Şimdiki zamanın şartı Present continuous Gelecek zamanın şartı Future condition veriyorsam veriyorsan veriyorsa veriyorsak veriyorsanız veriyorlarsa Gereklik Obligation vermeliysem vermeliysen vermeliyse vermeliysek vermeliyseniz vermeliyseler if I am giving if you are giving if he/she is giving if we are giving if you are giving if they are giving if I must give if you must give if he/she must give if we must give if you must give if they must give RİVAYET (SÖYLENTİ)/NARRATIVE MOOD miş'li geçmiş Dubitative miş-past vermışmışım vermişsin vermişmiş vermişmişiz vermişmişsiniz vermişmişler (vermişlermiş) I am supposed to have given you are supposed to have given he is supposed to have given we are supposed to have given you are supposed to have given they are supposed to have given Şimdiki zaman Dubitative present continuous verıyormuşum veriyormuşsun veriyormuş veriyormuşuz veriyormuşsunuz veriyormuşlar (veriyorlarmış) I am supposedly giving You are supposedly giving he is supposedly giving we are supposedly giving you are supposedly giving they are supposedly giving İSTEME KIPI/DESIDERATIVE MOOD Dilek-şartın söylentisi Dubitative suppositive-conditional verseymişim it appears that if I had given it appears that if you had given it appears that if he had given it appears that if we had given it appears that if you had given it appears that if they had given verseymişsin verseymiş verseymişiz verseymişsiniz verseymişler (verselermiş) İsteğin söylentisi Dubitative optative vereymişim I gather that if I had given vereymişsin I gather that if you had given vereymiş I gather that if he had given vereymişiz I gather that if we had given vereymişsiniz I gather that if you had given vereymişler I gather that if they had given vereceksem vereceksen verecekse vereceksek verecekseniz vereceklerse if I am going to give if you are going to give if he/she is going to give if we are going to give if you are going to give if they are going to give Geniş zamanın şartı Simple condition verirsem if I give verirsen if you give verirse if he/she gives verirsek if we give verirseniz if you give verirlerse if they give Gelecek zamanın rivayeti Dubitative future verecekmişim verecekmişin verecekmiş verecekmişiz verecekmişsiniz verecekmişler (vereceklermiş) apparently I am going to give apparently you are going to give apparently he is going to give apparently we are going to give apparently you are going to give apparently they are going to give Geniş zamanın söylentisi Dubitative simple present verırmışım verirmişsin verirmiş verirmişiz verirmişsiniz verirmişier (verirlermiş) I allegedly give you allegedly give he/she allegedly gives we allegedly give you allegedly give they allegedly give Gerekliğin söylentisi Dubitative obligation vermeliymişim vermeliymişsin vermeliymiş vermeliymişiz vermeliymişsiniz vermeliymişler (vermelilermiş) it seems I must give it seems you must give it seems he must give it seems we must give it seems you must give it seems they must give Emrin söylentisi Dubitative imperative versinmiş it appears that he is to give versinlermiş it appears that they are to give 923 Ek/Appendix 4 FİİL ÇEKİMİ CETVELİ EDİLGEN ÇATI - OLUMLU ŞEKLİ TABLE OF CONJUGATION PASSIVE VOICE - AFFIRMATIVE FORM 1- YALIN ZAMAN/SIMPLE TENSE HABER KİPİ/INDICATIVE MOOD d/'li Geçmiş (Definite d/-past) satıldı it has been sold it was sold (long ago) Şimdiki zaman Present Continuous satılıyor it is sold (everywhere) tartışılıyor it is being discussed miş'M Geçmiş (m/ş-past Indefinite) satılmış it has been apparently sold it was apparently sold (long ; Gelecek zaman Simple future satılacak it will be sold Geniş zaman Ordinary Present satılır it is sold İSTEME KİPİ DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şart Suppositive-Condition satılsa if it were sold Gereklik Necessity satılmalı it must be sold İstek Optative satıla Emir Imperative satılsın may it be sold let it be sold 2- BİLEŞİK ZAMAN/COMPOUND TENSE HİKÂYE/THE PERFECT d/'li Geçmiş d/-Past Perfect satıldıydı it had been sold Şimdiki Zamanın Hikâyesi Past continuous satılıyordu it was sold Geniş Zamanın Hikâyesi Past continuous satılırdı it used to be sold it was sold (always) Dilek-Şart Suppositive-Condition satılsaydı if it had been sold m/ş'li Geçmiş m/ş-Past Perfect satılmıştı it had been sold Gelecek Zamanın Hikâyesi Future in the Past satılacaktı it was going to be sold İstek Optative satılaydı I wish it had been sold Gereklik Necessity satılmalıydı it should have been sold 924 RİVAYET/NARRATIVE MOOD m/'ş'lî Geçmiş Dubitative m/ş-Past satılmışmış it has supposedly been sold Gelecek Zamanın Rivayeti (Söylentisi) Dubitative Future satılacakmış apparently it is going to be sold Dilek-Şartın Rivayeti (Söylentisi) Dubitative Suppositive-Condition satılsaymış it appears that if it had been sold ŞART/CONDITION d/'li Geçmiş Definite d/-Past satıldıysa if it was sold (as it is claimed it was) mis'W Geçmiş m/ş-Past Indefinite satılmışsa if it has been (supposedly) sold Gelecek Zaman Simple Future satılacaksa if it is going to be sold Geniş Zamanın Rivayeti (Söylentisi) Dubitative Ordinary Présent satılırmış it is allegedly sold Şimdiki Zamanın Rivayeti (Söylentisi) Dubitative Present Continuous satılıyormuş it is apparently sold tartışılıyormuş it is apparently being discussed Gerekliliğin Rivayeti (Söylentisi) Dubitative Imperative satılsınmış apparently it is to be sold Geniş Zaman Present Continuous satılıyorsa if it is sold tartışılıyorsa if it is being discussed Geniş Zaman Ordinary Present satılırsa if it sold Gereklik Necessity satılmalıysa if it must be sold 925 Ek/Appendix 5 FİİL ÇEKİMİ CETVELİ OLMAK VE 'İMEK' EK FİİLİNİN ÇEKİMİ TABLE OF CONJUGATION CONJUGATION OF THE VERB 'İMEK' AND 'OLMAK' TO BE/TO BECOME İ MEK ek fiilinin yalnız şimdiki ve geçmiş zaman şekilleri vardır, diğer zaman ve şekiller için OLMAK fi i l i kullanılır. ' İ MEK' is found only in the present and past tenses, other tenses and forms are expressed by the verb OLMAK. 1- YALIN ZAMAN/SIMPLE TENSE HABER KİPİ/INDICATIVE MOOD di'li Geçmiş Definite di-Past -idim -idin -idi -idik -idiniz -idiler I was you were he/she was we were you were they were miş'li Geçmiş miş-Past Indefinite -imlşlm I apparently was -İmişsin you apparently were -İmiş he apparently was -İmişiz we apparently were -İmişsiniz you apparently were -İmişler they apparently were Gelecek Zaman Simple Future olacağım I shall be olacağın you will be olacak he will be olacağız we shall be olacaksınız you will be olacaklar they will be Gelecek Zaman (niyet içeren) Future of Intention olacağım I am going to be olacağın you are going to be olacak he is going to be olacağız we are going to be olacaksınız you are going to be olacaklar they are going to be Şimdiki Zaman Present Continuous -im I am -sin you are -dir he/she is -iz we are -isiniz you are -dirler they are İSTEME KİPİ/DESIDERATIVE MOOD Geniş Zaman Simple Present -im I am (always) -sin you are (always) -dir he is (always) -iz we are (always) -Islnlz you are (always) -dirler they are (always) Dilek-Şart İstek Suppositive-Conditional Optative olsam If I were olayım would that I be olsan If you were olasın may you be olsa If he were ola may he/she be olsak If we were olalım may we be olsanız if you were olasınız may you be olsalar if they were olalar may they be Gereklik Emir Obligation Imperative olmalıyım I must be ol be olmalısın you must be olun be olmalı he must be olsun let him/her be olmalıyız we must be olunuz be olmalısınız you must be olalım let us be olmalılar they must be olsunlar let them be 926 2- BİLEŞİK ZAMAN/COMPOUND TENSE HİKÂYE/THE PERFECT di'li Geçmiş di-Past Perfect olduydum I had been olduydun you had been olduydu he had been olduyduk > we had been olduydunuz . you had been olduydular they had been miş'li Geçmiş miş-Past Perfect olmuştum I had become olmuştun you had become olmuştu he had become olmuştuk we had become olmuştunuz you had become olmuştular they had become (olmuşlardı) Şimdiki Zaman Past Continuous oluyordum oluyordun oluyordu oluyorduk oluyordunuz oluyorlardı I became you became he became we became you became they became Geleceğin Hikâyesi Future in the Past olacaktım olacaktın olacaktı olacaktık olacaktınız olacaktılar (olacaklardı), I was going to be you were going to be he was going to be we were going to be you were going to be they were going to be Geniş Zaman Habitual Past olurdum olurdun olurdu olurduk olurdunuz olurlardı I used to get'be you used to get/be he used to get/be we used to get/be you used to get/be they used to get/be İSTEME KIPI/DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şart Suppositive-Conditional olsaydım if I had been olsaydın if you had been olsaydı if he had been olsaydık if we had been olsaydınız if you had been olsaydılar if they had been Gereklilik Obligation olmalıydım I should have been olmalıydın you should have been olmalıydı he should have been olmalıydık we should have been olmalıydınız you should have been olmalıydılar they should have been RİVAYET/NARRATIVE İstek Optative olaydım would that I had been olaydın I wish you had been olaydı I wish he had been olaydık I wish we had been olaydınız I wish you had been olaydılar I wish they had been miş'li Belirsiz Geçmiş miş-Past Indefinite -imişmişim I have supposedly been -imişmişsin you have supposedly been -imişmiş he/she has supposedly been -imişmişiz we have supposedly been -imişmişsiniz you have supposedly been -imişlermiş they have supposedly been Gelecek Zamanın Rivayeti Future in the Past olacakmışım apparently I am going to be olacakmışsın apparently you are going to be olacakmış apparently he is going to be olacakmışız apparently we were going to be olacakmışsınız apparently you were going to be olacaklarmış apparently they were going to be 927 Şimdiki Zamanın Rivayeti Dubitative Continuous oluyormuşum oluyormuşsun oluyormuş oluyormuşuz oluyormuşsunuz oluyorlarmış I supposedly become you supposedly become he supposedly becomes we supposedly become you supposedly become they supposedly become Geniş Zamanın Rivayeti Dubitative Simple Present olurmuşum olurmuşsun olurmuş olurmuşuz olurmuşsunuz olurlarmış I allegedly become you allegedly become he/she allegedly becomes we allegedly become you allegedly become they allegedly become İSTEME KIPI/DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şartın Söylentisi Dubitative Suppositive-Condition olsaymışım it seems that if I had been olsaymışsın it seems that if you had been olsaymış it seems that if he had been olsaymışız it seems that if we had been olsaymışsınız it seems that if you had been olsaymışlar it seems that if they had been Gerekliğin Rivayeti Dubitative Obligation olmalıymışım olmalıymışsın olmalıymış olmalıymışız olmalıymışsınız olmalıymışlar it appears that I must be it appears that you must be it appears that he must be it appears that we must be it appears that you must be it appears that they must be İsteğin Rivayeti Dubitative Optative olaymışım It appears that if I had been olaymışsın it appears that if you had been olaymış it appears that if he had been olaymışız it appears that if we had been olaymışsınız it appears that if you had been olaymışlar it appears that if they had been ŞART/CONDITION Belirli di'li Geçmiş Definite di-Past idiysem idiysen idiyse idiysek idiyseniz idiyseler if I was (as it is claimed) if you were (as it is claimed) if he was (as it is claimed) if we were (as it is claimed) if you were (as it is claimed) if they were (as it is claimed) Emrin Söylentisi Dubitative Imperative olsunmuş apparently he is to be olsunlarmış apparently they are to be Belirsiz miş'li Geçmiş mlş-Past Indefinite imişsem If I have supposedly been imişsen if you have supposedly been imişse if he has supposedly been imişsek if we have supposedly been imişseniz if you have supposedly been imişlerse if they have supposedly been Şimdiki Zaman Present Continuous oluyorsam oluyorsan oluyorsa oluyorsak oluyorsanız oluyorlarsa Geniş Zaman Simple Present olursam olursan olursa olursak olursanız olurlarsa if I am becoming if you are becoming if he is becoming if we are becoming if you are becoming if they are becoming if I become if you become if he/she becomes if we become if you become if they become Gelecek Zaman Simple Future olacaksam olacaksan olacaksa olacaksak olacaksanız olacaklarsa Gereklik Obligation olmalıysam olmalıysan olmalıysa olmalıysak olmalıysanız olmalılarsa if I am going to be if you are going to be if he/she is going to be if we are going to be if you are going to be if they are going to be if I must be if you must be if he must be if we must be if you must be if they must be 929 Ek/Appendix 6 FİİL ÇEKİMİ CETVELİ 'VAR' FİİLİNİN ÇEKİMİ TABLE OF CONJUGATION CONJUGATION OF THE VERB 'VAR- TO HAVE/TO OWN 1- YALIN ZAMAN/SIMPLE TENSE HABER KİPİ/INDICATIVE MOOD di'li Geçmiş Definite di-Past benim vardı senin vardı onun vardı bizim vardı sizin vardı onların vardı I had you had he/she had we had you had they had Şimdiki Zaman Present Continuous benim var senin var onun var bizim var sizin var onların var Geniş Zaman Simple Present benim var senin var onun var bizim var sizin var onların var I have you have he/she has we have you have they have I have you have he/she has we have you have they have miş'li Geçmiş miş-Past Indefinite benim varmış senin varmış onun varmış bizim varmış sizin varmış onların varmış Gelecek Zaman Simple Future benim olacak senin olacak onun olacak bizim olacak sizin olacak onların olacak I apparently had you apparently had he apparently had we apparently had you apparently had they apparently had I shall have you will have he will have we shall have you will have they will have İSTEME KİPI/DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şart Suppositive Conditional benim olsa(ydı) if I had senin olsa(ydı) onun olsafydı) bizim olsafydı) sizin olsafydı) onların olsafydı) Gereklilik Obligation benim olmalı senin olmalı onun olmalı bizim olmalı sizin olmalı onların olmalı if you had if he/she had if we had if you had if they had I must have you must have he must have we must have you must have they must have Emir Imperative benim olsun senin olsun onun olsun bizim olsun sizin olsun onların olsun let me have have let him have let us have have let them have 930 ANLATMA KİPI/PERFECTIVE MOOD Belirli Geçmiş Definite Past benim olduydu I had had senin olduydu you had had onun olduydu he had had bizim olduydu •, we had had sizin olduydu you had had onların olduydu they had had Gelecek Zaman Future in the Past benim olacaktı I was going to have/to own senin olacaktı you were going to have/to own onun olacaktı he/she was going to have/to own bizim olacaktı we were going to have/to own sizin olacaktı you were going to have/to own onların olacaktı they were going to have/to own Geniş Zaman Habitual Past benim vardı senin vardı onun vardı bizim vardı sizin vardı onların vardı I used to have you used to have he used to have we used to have you used to have they used to have Dilek Şart Suppositive Condition benim olsaydı senin olsaydı onun olsaydı bizim olsaydı sizin olsaydı onların olsaydı if I had had if you had had if he had had if we had had if you had had if they had had SÖYLENTİ KİPİ/NARRATIVE MOOD Şimdiki Zaman Dubitative Present benim varmış I apparently have senin varmış onun varmış bizim varmış sizin varmış onların varmış you apparently have he apparently have we apparently have you apparently have they apparently have Dilek-Şart Dubitative Unreal Condition benim (var) olsaymış apparently senin (var) olsaymış apparently onun (var) olsaymış apparently bizim (var) olsaymış apparently sizin (var) olsaymış apparently onların (var) olsaymış apparently ŞART/CONDITION if I had if you had If he had if we had if you had if they had Gelecek Zaman Dubitative Future benim (var) olacakmış senin (var) olacakmış onun (var) olacakmış bizim (var) olacakmış sizin (var) olacakmış onların (var) olacakmış Gereklik Dubitative Necessity benim (var) olmalıymış senin (var) olmalıymış onun (var) olmalıymış bizim (var) olmalıymış sizin (var) olmalıymış onların (var) olmalıymış I shall supposedly have you will supposedly have he will supposedly have we shall supposedly have you will supposedly have they will supposedly have it seems I must have it seems you must have it seems he must have it seems we must have it seems you must have it seems they must have di'li Geçmiş Şartı di-Past benim vardı ise senin vardı ise onun vardı ise bizim vardı ise sizin vardı ise onların vardı ise if I had -as it's claimed if you had -as you claim if he had -as he claims if we had -as it's claimed if you had -as you claim if they had -as they claim Gelecek Zaman Şartı Future Condition benim (var) olacaksa senin (var) olacaksa onun (var) olacaksa bizim (var) olacaksa sizin (var) olacaksa onların (var) olacaksa if I am going to have if you are going to have If he is going to have if we are going to have If you are going to have if they are going to have Şimdiki Zaman Present Condition benim varsa senin varsa onun varsa bizim varsa sizin varsa onların varsa Gerekliğin Şartı Conditional Necessity benim (var) olmalıysa senin (var) olmalıysa onun (var) olmalıysa bizim (var) olmalıysa sizin (var) olmalıysa onların (var) olmalıysa if I have if you have if he has if we have if you have if they have if I must have if you must have if he must have if we must have if you must have if they must have 931 İSTEME KIPI/DESIDERATIVE MOOD Gereğin Anlatılması Perfect Necessity bende (var) olmalıydı sende (var) olmalıydı onda (var) olmalıydı bizde (var) olmalıydı sizde (var) olmalıydı I should have had you should have had he should have had we should have had you should have had Dilek-Şartın Söylentisi Dubitative Suppositive-conditional onlarda (var) olmalıydı they should have had benim (var) olsaymış senin (var) olsaymış onun (var) olsaymış bizim (var) olsaymış sizin (var) olsaymış onların (var) olsaymış t seems that t seems that t seems that t seems that t seems that it seems that if I had had if you had had if he had had if we had had if you had had if they had had 933 Ek/Appendix 7 FİİL ÇEKİMİ CETVELİ miş'Lİ İFADE ŞEKİLLERİ TABLE OF CONJUGATION USE OF THE DUBITATIVE FORM -miş Hayli geniş kullanılış şekli olan bu kip; kişinin, başkasından duyduğu, sonradan gördüğü, doğrulayamadığı, farkında olmadan işlediği eylemleri ifade etmesine yarar. İngilizceye, aşağıdaki ifadelerinden uygun olanı kullanılarak aktarılır. It's a special form of a verb used to report rumours, to express appearances and to indicate that one was not witness to the act or that one cannot corroborate or confirm it. It is rendered in English using one of the expressions stated below: apparently supposedly it appears that reportedly seemingly they say that (it is said that) allegedly it seems that I gather that fvlastar/The infinitive -miş olmak Belirsiz Geçmiş Geçmişin Anlatımı Geçmişin Söylentisi Şartın Söylentisi Indefinite Past Perfective Past Dubitative Past Dubitative Condition -misim -mistim -mişmişim -mişsem -misin -mistin -mlşmişsin -mlşsen -miş -misti -mişmiş -misse -misiz -mistik -mişmlşiz -mlşsek -misiniz -mistiniz -mişmlşslniz -mişsenlz -misler -mistiler -mişmişler -mişlerse Şimdiki Zaman Geleceğin Söylentisi Geniş Zaman Söylentisi Present Continuous Dubitative Future Présent Dubitative -iyormuşum -çekmişim -(i)rmişim -iyormuşun -çekmişsin -(i)rmişin -iyormuş -çekmiş -(i)rmiş -iyormuşuz -çekmişiz -(I)rmişiz -iyormuşsunuz -çekmişsiniz -(I)rmişslnlz -iyormuşlar -ceklermiş -(i)rlemniş Dilek-Şartın Söylentisi Dubitative Suppositive Condition -seymişim -seymişin -şeymiş -seymişiz -seymişsiniz -seymişler Gerekliğin Söylentisi Dubitative Obligation -mellymişim -meliymişin -meliymiş -meliymişiz -meliymişsinlz -meliymişler Emrin Söylentisi Dubitative Imperative -sınmış -sinlermlş KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ/USAGE Şimdiki Zaman/The Present Rafineri yanmaktaymış. İyi değilmiş. Gelin gayet güzelmiş. Güzel bir yermiş. Çok zenginmişim! Şu sırada çok çalışıyormuş. Bu günlerde çok kâr ediyormuşsunuz. It appears that the refinery is burning. Reportedly he isn't well. The bride, I ' m told, is very beautiful. It is supposed to be a nice place. I ' m supposed to be rich! He is reportedly working very hard at the moment. I hear you're making a lot of profit these days. 934 Geniş Zaman/The Simple Present Yemekleri nefismiş. Çok kitap okurmuş. İyi Türkçe konuşurmuş. Müdür, bazı günlerde şubeleri denetlermiş. Geçmiş Zaman/The Past Bir kaza olmuşa benziyor. Bağdat' ta karışıklık olmuş. Galiba çöpe atmışlar. Gürültü sabaha kadar sürmüş. Dün beni görmeye gelmişsiniz. Öğretmenlik yapmış. Kontratı herhalde imzalamışsın. Uyumuşum. Unutmuş olmalı. Sırf reform yapmış olmak için seform yapılmaz. Atatürk' ü görmüş olmayı isterdim. Konuşmuş olmak için konuştu. Onu, bana siz takdim etmiştiniz. Ankara'ya gitmişmişim. Hani Londra'ya gitmiştin! Sizlere daima inanmışımdır. Sen gene içmişsin! ' Galiba evde unutmuşum. Onunla bir toplantıda tanışmış. Unutmuş gibisin. Kader böyle imiş! Sen ağlamışsın! Onlara daima yardım etmişimdir. Söylemişimdir. Daima pilot olmak istemişimdir. Gelecek Zaman/the Future Mart'ta gelecekmiş. Size akşam telefon edecekmiş. Zaten gitmeyeceklermiş. Parayı göndermeyecekmiş ama göndermiş. Ben gidecekmişim. Gerekliğin Söylentisi/Dubitative Necessity O da gelmeliymiş. Orada yerleşmeliymişim. Reddetmemeliymişsiniz. Günde bir saat yürümeliymişim. Emir/Imperative Beklesinmiş! Yarın gelsinlermiş! Geri versinmiş! Kalmasınlarmış! I hear that the food is delicious [dilisis]. It seems he reads a lot. Apparently he speaks Turkish well. The manager, it seems, inspects the branches on certain days. It seems there has been an accident. Apparently there were disorders in Baghdad. They have apparently thrown it away. The noise apparently went on till morning. I hear you came to see me yesterday. It appears that he worked as a teacher. You must have signed the contrat. I apparently overslept. He must have forgotten [figatin]. You don't carry out reforms just for the sake of reform. I ' d like to have seen Ataturk. He spoke just to have spoken. You had introduced him to me. I' m supposed to have gone to Ankara. You are supposed to have left for London. I have always believed in you. You've been drinking again! I seem to have forgotten it at home. She allegedly got to know him at a meeting. You seem to have forgotten. It's destiny! You've been crying! I have always helped them. I may have said so. I've always wanted to be a pilot [payht]. He is supposed to be coming in March. Apparently he is going to call you up in the evening. Reportedly they aren't going to go. He wasn't going to send the money but reportedly he did. I' m supposed to go [sipouzd]. Reportedly he should have come too. It seems that I should settle there. You shouldn't have refused. Reportedly I should walk an hour a day. Apparently he is to wait. Apparently they are to come tomorrow! It appears that he is to give it back! Apparently they are not to stay! 935 Dilek-Şart/Suppositive Conditional Israr etseymişiz. Orada kalsaymışım. Daha erken gelseymiş. Kabul etseymişsin. Biraz bekleselermiş. Olumsuz Şekli/The Negative form Sen bunları söylememiş ol. Siz talimatları uygulamamışsımz. Şu sırada iyi netice alamıyorlarmış. Gelmeyeceklermiş. Sizi tanımamışlar. Müracaat eden olmamış. Oraya kışın gelen olmazmış. Dikensiz gül olmazmış. Kimseye yardım etmezmiş. Hiç de bitmiş değil. Şimdiye kadar böyle bir şeyi denemiş değiliz. Aradıktan tip değilmiş. Soru şekilleri/The Interrogative form Nesi varmış? Ne yapıyormuş? Nereye gidiyormuş? Kiminle evleniyormuş? Ne söylemiş? Onu gizli dosyadan almış olamaz mı? It seems that if we had insisted. It appears that if I had stayed there. Apparently if he had come earlier [rpe:rmtli]. Reportedly if you had accepted. It appears that i f they had waited a bit [ipi:z]. Pretend you haven't said that. It seems that you haven't been following the instructions [instraksinz]. I hear that they haven't been getting good results lately. It seems they won't be coming. They supposedly didn't recognize you. Apparently no one has applied [ipe:nntli]. Apparently no one comes there in winter. It is said that there are no roses without thorns. Reportedly he never helps anyone. It's by no means finished. So far we haven't tried such a thing. Apparently it's not the type they are looking for. He has what? She's doing what? He is going where? Se is marrying who? He said what? Couldn't he have taken it from the confidential file [fayl]. 937 Ek/Appendix 8 ÖRNEK FİİL ÇEKİMİ VE FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ Emir Kipi MODEL CONJUGATION AND USE OF VERBS The Imperative Olumlu Şekli/Affirmative Form git go gitsin let him go gidelim let us go gidiniz go gitsinler let them go Yiyebilirse, yesin bakalım. Artık doğru dürüst giyinsin! Yeter ki işi bitirsin. Saçını biraz tarasın! Elinden geleni yap! Tut! Dikkat et! Söylediklerine dikkat et! Sakın söylediklerimi unutma! Lütfen size söyleneni yapıverin. En iyisi görevliye sorun. Siz de aynı şeyi yapınız. Bir yere yazıver. Biri bu kapıyı kapatıversin. Bi ri doktor çağırsın! Bırak gelsinler. Öl veya öldür! Lütfen oturunuz. Azar azar sürünüz. İcabında su katınız. 28A'ya bininiz. Otursanıza. Yarın beni arasın. Söyleyin, biraz beklesin. Ona ders olsun! Çocuklara söyleyin, sussunlar. Let him eat it, i f he can. Let her dress properly! As long as he finishes the job, it's all right. Let her comb her hair a little! Do what you can! Catch it! Look out! Mind your tongue! Mind you don't forget what I said! Please do as you are told. You had better ask the attendant. You do the same thing, too. Just write it somewhere. Wi l l someone shut this door! Someone, call a doctor! Let them come. Ki l l or be killed! Please take a seat. Apply a little at a time. If necessary add water. Take the 28A. Do sit down. Have him call me tomorrow. Tell him to wait a little. It serves him right! Tell the children to be quiet. Olumsuz Şekli/Negative Form gitme don't go gitmesin he/she is not to go gitmeyelim let us not go gitmeyin do not go gitmesinler they are not to go. Kimseyi içeriye sokmayınız. Kapıyı kilitlemeyi unutma! Sen bunları görmemiş ol! Bu, sizi durdurmasın! Bu, onları korkutmasın. Don't let anyone inside. Don' t forget to lock the door! Pretend you haven't seen it. Don' t let this stop you! Don't let it frighten them [fraytin]. 938 Aman, ip kopmasın! Look out that the rope doesn't snap. Türkiye dışında satılmaz. Not to be sold outside Turkey. Sigara içilmez. No smoking. Soru Şekli: Evet-Hayır Tarzı/The Interrogative Form gideyim mi? • am I to go gitsin mi? is he/she to wait? gidelim mi? .shall we go? gitsinler mi? are they to go? Shall he call you? Are they to wait? Sizi arasın mı? Beklesinler mi? Soru Şekli: Bilgi gerektiren tarzı The Interrogative form: Information type kime gitsin? who is he to go to? kaçta gitsin? at what time is he to go? nereye gitsinler? where are they to go? Orada kimi görsünler? Who are they to see there? Ne zaman telefon etsin? When is he to phone? Sizi nerede beklesinler? Where shall they wait for you? Düzenleme/Arrangement gideceksin you shall go gidecek he Is to go gideceksiniz you shall go gidecekler they are to go Gruptan kimse ayrılmayacak. No one is to leave the group. Kimseyle konuşmayacaksınız. You are not to talk to anyone. Otelde bekleyeceklermiş. Apparently they are to wait at the hotel. Emrin Söylentisi/Dubitative Imperative gitsinmiş apparently he is to go gitsinlermiş apparently they are to go 939 Ek/Appendix 9 ÖRNEK FİİL ÇEKİMİ KAVRAM FİİLLERİN ÇEKİMİ Yeterlilik MODEL CONJUGATION CONJUGATION OF THE MODALS Ability Şimdiki Zamanın Bildirmesi Indicative Present Continuous -(e)biliyor görebiliyorum I can see konuşabiliyor he can talk yüzebiliyorlar they can swim Şimdiki Zamanın Söylentisi Dubitative Present Continuous -(e)biliyormuş kalabillyormuşum apparently I can stay konuşabiliyormuş it seems he can talk satabillyorlarmış apparently they are able to sell Şimdiki Zamanın Şartı Conditional Present Continuous -(e)biliyorsa kalabiiiyorsam If I can stay oynayablliyorsa If he is able to play yiyebiliyorlarsa if they can eat Geçmişte yetenek Capacity in the Past -(ejbiliyordu yüzebiliyordum I could swim koşabiliyordu he could run kalabillyordular they could stay (kalabiliyorlardı) Geniş Zamanın Bildirmesi Indicative Simple Present -(e)billr bekleyebilirim i can wait ödeyebilir he/she can pay gelebilirler they can come Geniş Zamanın Söylentisi Dubitative Simple Present -(e)bilirmiş gidebillrmişim apparently I can go vereblllrmiş he supposedly can give satabilirlermiş apparently they can sell Geniş Zamanın Şartı Conditional Simple Present -(e)billrse yapabilirsem if I can do yürüyebilirse if he is able to walk verebilirlerse if they can give Geçmişte Yapma Gücü Ability in the Past -(e)bildi yakalayabildim I was able to catch ödeyebiidi he was able to pay verebildiler they were able to give Geçmişte Yeteneğin Şartı Conditional Past Capacity -(e)biliyordu ise yürüyebiliyordum ise (yürüyebiliyorduysam) koşabiliyordu ise (koşabiliyorduysa) if I could walk- as it Is claimed if he could run -as he claims Geçmişte Becerinin Şartı Conditional Past Ability -(e)blldi ise yakalayabildiysen kaçabildlyse If you were able to catch (as you claim) if he was able to escape (as he claims) Geçmişte Yeteneğin Söylentisi Dubitative Past Capacity -(e)biliyormuş yüzebiliyormuşum apparently I could swim koşabiliyormuşun apparently you could run alabillyormuş apparently he could take Geçmişte Becerinin Söylentisi Dubitative Past Ability -(e)bilmiş kurtarabilmiş apparently he was able to save kaçabilmişsiniz It seems you were able to escape ödeyebilmiş It appears he was able to pay Gelecek Zamanın Bildirmesi Indicative Simple Future -(e)bilecek oynayabileceğim I shall be able to play yürüyebilecek he will be able to walk gelebilecekler they will be able to come Dilek-Sart Suppositive Conditional -(e)bilse kalabilsem if I were able to stay oynayabilse if he were able to play gidebilseler if they were able to go 940 Gelecek Zamanın Söylentisi Dubitative Simple future -(e)bileoekmiş verebilecekmiş apparently he will be able to give oynayabilecekmişlz apparently we shall be able to play kalabileceklerim^ It appears they will be able to stay Gelecek Zamanın Şartı Conditional Simple Future -(e)bilecekse satabileceksem if I shall be able to sell gelebileceksen if you will be able to come kalabilecekse If he will be able to stay Dilek-Şartın Söylentisi Dubitative Suppositive-Conditional -(e)bilseymiş satabilseymişim apparently if I were able to sell oynayabilseymlşin it appears that If you were able to play gidebilseymişiz it seems that if we were able to go Dilek-Şartın anlatması Perfective Suppositive-Conditional -(e)bilseydl geiebiiseydin if you had been able to come oynayabllseydi if he had been able to piay kalabilseydik if we had been able to stay Gelecek Zamanın Anlatması Perfective Future in the past -(e)bilecektim yardım edebilecektim I would have been able to help oynayabilecektin you would have been able to play gelebileceklerdi they would have been able to come İKİ KAVRAM İÇEREN ŞEKLİ: Gereklik/Olasılık/Olanak THE FORM WITH DOUBLE MODALS: Necessity/Possibility/Probability Gelmeyebilirim. I may not be able to come. Dayanmayabilirler. They may be unable to hold out. Buradan her şeyi görebilmeliyim. I should be able to see everything from here. Bu insanları cezalandırabilmeliyiz. We must be able to punish these people. Bitirebilirsiniz. You should be able to finish. Belki de arabayı satmamız gerekebilir. We might have to sell the car. Yakında konuşabilmeleri gerek. They should be able to speak soon. Bir gün çalışmak zorunda kalabilir. He might have to work one day. 941 Ek/Appendix 10 ÖRNEK FİİL ÇEKİMİ KAVRAM FİİLLERİN ÇEKİMİ Gereklik MODEL CONJUGATION CONJUGATION OF THE MODALS Necessity BİLDİRME KİPİ/INDICATIVE MOOD Geniş Zamanın Bildirmesi Indicative Simple Present gitmem gerekir I must go gitmesi gerekir he must go Geniş Zamanın Söylentisi Dubitative Simple Present gitmem gerekirmiş apparently I must go gitmesi gerekirmiş he apparently must go Geniş Zamanın Anlatması Perfective Simple Present gitmem gerekirdi I should have gone gitmesi gerekirdi he should have gone Geniş Zamanın Şartı Conditional Simple Present gitmem gerekirse if I must go gitmesi gerekirse if he must go Gelecek Zamanın Bildirmesi Indicative Simple Future gitmem gerekecek I shall have to go gitmesi gerekecek he will have to go Gelecek Zamanın Söylentisi Dubitative Simple Future gitmem gerekecekmiş it seems I shall , have to go Gelecek Zamanın Anlatması Perfective Simple Future gitmem gerekecekti I would have had to go gitmesi gerekecekti he would have had to go Geleceğin Şartı Future Conditional gitmem gerekecekse gitmesi gerekecekse Şimdiki Zamanın Bildirmesi Indicative Present Continuous gitmem gerekiyor I must go gitmesi gerekiyor he must go Şimdiki Zamanın Söylentisi Dubitative Present Continuous gitmem gerekiyormuş apparently I must go gitmesi gerekiyormuş apparently he has to go Şimdiki Zamanın Anlatması Perfective Continuous gitmem gerekiyordu I had to go gitmesi gerekiyordu he had to go Şimdiki Zamanın Şartı Conditional Present Continuous gitmem gerekiyorsa If I must go gitmesi gerekiyorsa if he has to go Belirli di'li Geçmiş Definite di-Past gitmem gerekti gitmesi gerekti I had to go he had to go Belirsiz miş'li Geçmiş miş-Past Indefinite gitmem gerekmiş apparently I had to go gitmesi gerekmiş he seemingly had to go if I shall have to go if he will have to go Geçmişin Anlatması Perfective Past gitmem gerektiydi gitmesi gerektiydi Geçmişin Şartı Past Conditional gitmen gerekti ise (gerektiyse) I had had to go he had had to go if -as you say- you had to go İSTEME KİPLERI/DESIDERATIVE MOOD Dilek-Şart Suppositive Conditional gitmem gerekse if l-really- had to go gitmesi gerekse if he-really-had to go Dilek-Şartın Anlatması Perfective Suppositive Conditional gitmem gerekseydi If I had had to go gitmen gerekseydi If you had had to go Gereklik Necessity gitmeliyim I must go gitmeli he must go Gerekliğin Anlatması Conditional Perfect gitmeliydim I should have gone gitmeliydi he should have gone 942 Dilek-Şartın Söylentisi Dubitative Suppositive Conditional gitmem gerekseymiş it appears that if I had had to go gitmen gerekseymiş it seems that if you had had to go Gerekliğin Söylentisi Dubitative gitmeliymişim gitmeliymiş Gerekliğin Şartı Conditional gitmeüysem gitmeliyse apparenly I have to go he supposedly has to go if I must go if he must go UYGUNLUK/ THE APPROPRI ATE çalışmalıyım I should work çalışması gerek he ought to work istifa etmelidirler they should resign bir doktora görünmelisin you ought to see a doctor ona söylemeliyiz we ought to tell him vazgeçmemelisin you shouldn't give up ZORUNLUĞUN BULUNMAMASI / ABSENCE OF OBLIGATION gelmeme gerek yok ödemek zorunda değilsin kalmaları gerekmez gelmek zorunda değildim ödemek zorunda değildin kalmak zorunda değildi YASAKLAMA/PROHIBITION I needn't come you needn't have to pay they needn't stay I didn't have to come you did not have to pay he did not have to stay gelmemelisin kalmamalı gülmemeliler gitmemeliyiz oynamamalısınız you must not come he must not stay they must not laugh we must not go you must not play GEREK YOKKEN YAPILAN EYLEM/ UNNECESSARY ACTIONS gelmenize hiç gerek yoktu you need not have come bir şey ödemesi gerekmiyordu he need not have paid anything kalmalarına hiç gerek yoktu they need not have stayed YERİNE GETİRİLMEYEN YÜKÜMLÜLÜK/THE UNFULFI LLED OBLIGATION ödemeliydin you should have paid geri vermeliydi he should have given back bitirmeliydiniz you should have finished beklemeliydik we should have waited oynamalıydık I should have played KULLANILIŞ ŞEKİ LLERİ Bir şeyi iyice düşünmeli, sonra söylemeli. Topkapı' yı muhakkak gezmelisiniz. Siz yeni öğretmen olmalısınız. Bunu akıl etmeliydin. İlkönce sormalıydın. Orada kalmamalıydınız. Sizi dinlemeliydim. Ona söylemeliyiz. One must think well first then speak. You must see Topkapi. You must be the new teacher. You ought to have known better. You ought to have asked first. You shouldn't have stayed there. I should have listened to you. We should tell him. 943 Ek/Appendix 11 FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ ŞART USE OF VERBS THE CONDITIONAL Ancak birkaç kişinin anlayacağı terim ve terminoloji yerine, herkesin kavrayacağı terminoloji kullanmaya özen gösterilmiştir. GERÇEĞİ YANSITAN ŞART/REAL CONDITION -Past Conditional Deduction If he has come, I ' m not aware of it. If I was wrong, you were too. If I said something wrong I' m sorry. If you knew, as you claim, why didn't you say so? If he left at five, he' ll be here at ten. Olağan Şart/Open Condition Yağmur yağarsa, bir yere sığınırız. If it rains we' ll shelter somewhere. Vakit olursa, gelirim. If there is time, I shall come. İstersen, sana yardım edebilirim. If you want, I can help you. Gelirse, beni beklesin. If he comes let him wait. Giderseniz, bana bildiriniz. If you leave, let me know. Sürmekte Olan Şart/The Progressive Form Yalan söylüyorsa, haberim olur. If he is lying, I shall know. Onu bekliyorsan, vaktini boşa harcıyorsun. You're wasting your time, if you're waiting for him. Siz blöf yapıyorsanız, biz yapmıyoruz. If you are bluffing, we aren't [blafing]. Banyo yapıyorsa, telefona cevap veremez. He can't answer the call, if he is having a bath. Tesadüfe Bağlı Şartlar/The Unexpected and the Accidental Gelecek olursam, size bildiririm. If I should decide to come, I ' l l let you know. Arayan olursa, mesaj bıraksın. Should anyone call, let him leave a message. Satacak olursan, bize haber ver. Should you decide to sell, let us know. Eskaza patlama olursa, paniğe kapılmayın. Should there be an explosion, don't panic. Geleceğe Dönük Şart/Future Conditional Yapacaksam, tek başıma yaparım. If I ' m to do it, I ' l l do it by myself. Yapmayacaksan, söyle. If you are not going to do it, say so. Bizi kabul edecekse, bekleyelim. If he is going to see us, let's wait. Fiyatlar düşecekse, biraz bekleyelim. If prices are going to fall, let's wait. Genel Gerçekleri İçeren Şart/Stating the Factual Biri durursa, diğeri çalışmaya başlar. I f one stops, the other one starts working. Buz ısıtılırsa, su haline gelir. If ice is heated, it turns to water. Uzun boylu ise, basketbol oynayabilir. If he is tall, he can play basketball. Olumsuz Yapı/The Negative Construction Biri yardım etmedikçe, onu kaldıramam. I can't lift it unless someone helps me. Ziyaretçiler çıkmazsa, orada olurum. I ' l l be there unless I have some visitors. Mecbur kalmadıkça, onu kullanmam. I won't use it unless I have to. Bizimle gelebilirsin ama istemiyorsan o başka. You can come with us, unless you don't want to. di'li Geçmişin Yorum Şartı/di Geldiyse, farkında değilim. Haksız idiysem, sen de haksızdın. Yanlış bir şey söylediysem, özür dilerim. Biliyor idiysen, neden söylemedin? Beşte ayrıldı ise, saat onda burada olur. 944 GERÇEĞİ YANSITMAYAN ŞART/EXPRESSİNG THE UNREAL Dilek-Şartın Bildirmesi/The Present Hypothetical Vaktim olsa, kendi işimi bitirirdim. If I had time I would finish my own work. Size inanmasam, söylerdim. I would tell you, if I didn't believe you. İsteseler, işi bir günde bitirirlerdi. If they wanted they would finish the job in one day Kör olsam, anlardım. If I were blind I would understand. (Dilek-Şart) Çok Uzak ihtimal/Weak Probability Satışa çıkaracak olsa, kimse almaz. If you were to sell it, no one would buy it. Yağmur yağacak olsa, her şey mahvolur. If it were to rain everything would be lost. Gidecek olsam, bir daha dönmem. If I were to go I would never come back. Şimdiki Zaman/Present Progressive Kalıyor olsanız, endişelenmezdim. If you were staying I woudn't worry. Yağmur yağıyor olsa, sesini işitirdik. If it were raining, we would hear the rain drops. Bir saray inşa ediyor olsak, bu kadar para tutmazdı. If we were building a palace, it wouldn't cost that much. Dilek-Şartın Anlatması/Perfect Hypothetical İsteseydim, onu alıp götürürdüm. If I had wanted I would have taken it. Erken hareket etseydik, son trene yetişecektik. If we had left earlier, we would have caught the last train [ko:t]. Ona gerçeği söyleseydim, inanmayacaktı. If I had told him the truth he wouldn't have believed it. Dilek-Şartın Söylentisi/Dubitative Suppositive Condition Orada kalsaymışlar, kanşıklık çıkacaktı. If they had stayed there, apparently there would have been trouble [ipe:nntli]. Yakıt tankları patlasaymış, mi l l i bir felâket olurdu. It seems that i f the fuel tanks had exploded, it would have been a national disaster. Israr etseymişsin, kabul edeceklermiş. Apparently if you had insisted they would have accepted. Beni görseymiş, bana söyleyecekmiş. Reportedly had he seen me, he would have told me. KAVRAM İÇEREN ŞART/THE MODAL CONDITIONAL Gerekliğin ve Zorunluğun Şartı/Necessity and Obligation Geri dönmemiz gerekiyorsa, döneriz. If we must go back, we shall. O kadar gerekliyse, al. Take it, if you must. Ayakkabıları çıkarmak zorunda isek, çıkartırız. If we have to take off the shoes, we shall. Gitmem gerekirse, giderim. If I have to go, I' U go. Yetenek ve Olanak/Possibility and ability Gidebilseydim giderdim, gidemem. I would go, if I could but I can't. Tamir edemeyecek olsam, söylerim. If I couldn't repair it, I would say so [ripe:]. Uygunsa, başlayabilirsiniz. You can start, if it is convenient. Siz yapabilirseniz, biz de yapabiliriz. If you can do it, we can too. Gidebilsem, giderim. I would go, if I could. İstek, Rica ve Dilek/Request and Wish Beklerseniz, adresi bulmaya çalışırım. I f you wi l l kindly wait, I ' l l try to find the address. İsterseniz gidebilirsiniz. You can go if you like. Yağmur bir dinse... If only the rain would stop. Bu fişi doldurursanız, bir şeyler yaparım. I f you would f i l l this form, I ' l l do what I can. Oturursanız, toplantıya başlayabiliriz. I f you wi l l sit down, we can start the meeting. 945 Ek/Appendix 12 FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ Geçmişte yerine getirilmeyen eylem USE OF VERBS THE UNFULFILLED Unfulfilled past actions Yerine getirilmeyen tasarı/Unfulfilled Past Arrangements gidecektim gidecektin gidecekti gidecektik gidecektiniz gideceklerdi I was to go you were to go Jie/she was to go we were to go you were to go they were to go Bizimle yemek yiyecekti. Birinci sınıf otelde kalacaktık. Hazırlıkları siz yapacaktınız. Duvarlar boyanacaktı. Orada bir konferansa katılacaktık. Şehrin en büyük oteli olacaktı. Anlaşma ertesi gün açıklanacaktı. He was to have dinner with us. We were to stay in a first class hotel. You were to make the arrangements [ireyncmints]. The walls were to be painted. We were to attend a conference there. It was to have been the biggest hotel in town. The agreement was to be announced the next day. Yerine Getirilmeyen Niyet/Unfulfilled Past Intentions gidecektim I was going to go gidecektin you were going to go gidecekti he/she was going to go gidecektik we were going to go gidecektiniz you were going to go gidecektiler they were going to go Şikayet edecektik fakat vazgeçtik. Dün gelecektim fakat olmadı. Onu tercüme edecek miydik? Hani saat ikide telefon edecektin. Sen dün gelmeyecek miydin? We were going to complain but gave up the idea. I was going to come yesterday but it didn't work out. Were we supposed to translate it? You were supposed to telephone at two. Weren't you supposed to come yesterday? Yerine getirilmeyen gereklik/Unfulfilled Obligation gitmeliydim gitmeliydin gitmeliydi gitmeliydik gitmeliydiniz gitmeliydiler I should have gone you should have gone he/she should have gone we should have gone they ought to have gone Faturayı ödemeliydin. Onu geri vermeliydi. Orada kalmalıydık. Bizi önceden uyarmalıydılar. Bunu akıl etmeliydin. Serin bir yerde muhafaza edilmeliydi. You should have paid the bill. He should have given it back. We should have stayed there. They ought to have warned us first. You ought to have known better. It should have been kept in a cool place. 946 Geçmişte Kullanılmayan Olanak/Unfulfilled Past Possibility gidebilirdim gidebilirdin gidebilirdi gidebilirdik gidebilirdiniz gidebilirlerdi I could have gone you could have gone he could have gone we could have gone you could have gone they could have gone Bana söyleyebilirdin. Sizi öldürebilirdi. Hasta değildim, oynayabilirdim. Deneyebilirdin. Daha ucuza alabilirdik. Olasılığı Kalmamış Eylem Past Probability gelmeyebilirdim gelmeyebilirdin gelmeyebilirdi gelmeyebilirdik gelmeyebilirdiniz I might not have come you might not have come he/she might not have come we might not have come you might not have come You could have told me. He could have killed you. I wasn't i l l , I could have played. You could have tried. We could have bought it cheaper. gelmeyebilirlerdi they might not have come Kazanmayabilirdiniz. Boğulabilirdim. Tarihin seyrini değiştirebilirdi. Daha da kötü olabilirdi. Beni uyarabilirdiniz. Bizden biri olabilirdi. Gerçekleşmeyen tercihler Unfulfilled Preference (keşke) gitseydim gltseydln gitseydi gitseydik gitseydiniz gitseydiler (wish) I had gone you had gone he had gone we had gone you had gone they had gone Burada olmamayı tercih ederlerdi. Onları alsaydık, i yi ederdik. Satılsaydı, i yi olurdu. Keşke onlara kulak asmasaydı. Boyansaydı, i yi olurdu. Keşke onları buraya çağırmasaydık. Bir taksiye binseydim i yi olacaktı. Çay içseydim daha i yi olurdu. Gelmeseydi mi daha akıllıca olurdu. Gitsek miydi? You might not have won. I might have drowned. It might have changed the course of history. It might have been worse. You might have warned me. It might have been one of us. They would rather not have been here. We had better have taken them. It had better have been sold. I wish she hadn't listened to them. It had better have been painted. I ' d rather we hadn't called them here. I ' d better have taken a taxi. I ' d rather have had tea. Would it have been wiser if he hadn't come. Ought we to have gone? 947 Ek/Appendix 13 FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ Bildirme Eki -dir USE OF VERBS Verb Suffix -dir Fiillere ve bazen ifadeye süreklilik, kuvvetli ihtimal ve kesinlik katar. Genellikle bildirme tarzında kullanılır. This form gives a sense of continuity as well as removes uncertainty, it also adds a strong possibility to the action. It usually appears in the indicative mood. miş'li şekli/miş-Past form vermiştir vermişlerdir Mektubumuzu almıştır. Bizi görmüşlerdir. Haberi herhalde duymuşsunuzdur. Herhalde böylesini yememişsinizdir. Sizi daima tercih etmişimdir. Gelmişlerdir. Şimdiye kadar dönmüşlerdir. Siz o filmi görmüşsünüzdür. Henüz bitirmemişlerdir. Söylemişimdir. He must have got our letter. They must have seen us. You wi l l probably have heard the news. You've certainly never eaten anything like it. I have always preferred you. They must have come. They wi l l have returned by now. You surely must have seen that film. They won't have finished yet. I may have said so. Şimdiki Zaman/The Present vermektedir veriyordur Operasyonlar sürmektedir. O şehirde oturuyordur. Uyuyordur. Günlerdir suyumuz yok. Bu ne biçim arkadaşlıktır. Saatlerdir sizi bekliyoruz. Bunlar sizindir. Aylardır grevdeler. O gün bu gündür çalışmıyor. The operations are continuing. He probably lives in that city. He must be sleeping. Our water has been cut off for days now. What kind of friendship is that? We have been waiting for you for hours. These are yours. They have been on strike for months. Ever since that day he is out of work. Gelecek Zaman/Future Tense verecektir İnşaatlara yeniden başlanacaktır. Israr edersen, kalacaklardır. Gidecektir. Bir hikaye uyduracaktır. Constructions wi l l start anew. I f you insist, they wi l l surely stay. He wi l l certainly go. He' l l surely make up a story. "değil" ile Olumsuz Şekli/The Negative with "değil" Böyle bir şey görmüş değiliz. Şimdiye kadar bunu denemiş değiliz. Hiçbir şey bitmiş değil. We haven't seen anything like it. We haven't tried it so far. Nothing is finished. 948 Bilmiyor değiliz. İstemiyor değilim. Aramadım değil. Her istediğini yapacak değilim. Gidecek değiliz. Satacak değilsen... We are not unaware. It's not that I don't want. It's not that I didn't call. I' m not going to do everything he wants. We have no intention of going. If you are not going to sell... 949 Ek/Appendix 14 FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ ÖNCELİK FİİLLERİ USE OF VERBS THE PERFECT Gelecek sıfat-fiili (-mis) ile yapılır ve yardımcı fiilin aldığı zamanın öncesinde tamamlanmış olduğunu belirtir. Kılışın veya oluşun, yardımcı fiilin aldığı zamana göre geçmişte, şimdiki zamanda veya gelecekte olur. -miş olmak Kimin düşman, kimin dost olduğunu anlamış olduk. Bir aile yok ki bir şehit vermemiş olsun. Bu şekilde gerçeği öğrenmiş olduk. Bu şekilde tüm önlemleri almış olacağız. O zamana kadar bitirmiş oluruz. İş işten geçmiş olacak. Onlara iyilik etmiş olduk. Haberi duymuş olacaksınız. Bunları işitmemiş ol. Yemiş kadar oldum. Gerçeği öğrenmiş olurduk. Nedenini şimdi anlamış oluyorum. Ötekilerle de tanışmış olursun. O zamana kadar 100 ev inşa etmiş olacağız. Ondan kurtulmuş olacaktık. Sobayı yakmış olacak. Sizi daha önce ikaz etmemiş olsam. Unutmuş olmalı. Sırf reform yapmış olmak için reform yapılmaz. Her şeyi öğrenmiş olur muyum? Bir kere bilgisayarı almış bulunuyoruz. İnsanın, bunu duymamış olması için sağır olması gerek. We have learnt who the enemies and who the friends are. There isn't a family that hasn't given a martyr. In this manner we have learnt the truth. We shall have, in this manner, taken all the necessary measures. We wi l l have finished by then. It wi l l be too late then. We have done them a good turn. You wi l l have heard the news. You pretend you haven't heard these. Consider me as having shared your meal. We would have learnt the truth. Now I understand the reason why. You will have met the others too. We shall have built 100 houses by then. We would have gotten rid of him. He wi l l have lit the stove [stouv]. If I hadn't warned you previously. She must have forgotten. You don't carry out reforms just for the sake of reform. Shall I have learned everything? For one thing we have already bought the computer. One must be deaf not to have heard it. 951 Ek/Appendix 15 FİİLLERİN KULLANILIŞ ŞEKİLLERİ Geçişli ve Geçişsiz Fiiller USE OF VERBS Transitive and Intransitive Verbs Türkçede i ki ayrı fiilden oluşan aşağıda belirtilen eylemler için İngilizcede, hem geçişli, hem geçişsiz olarak tek fi i l kullanılır. açmak açılmak to artmak artırmak to başlamak başlatmak to batmak batırmak to beslemek beslenmek to bitmek bitirmek to bozmak bozulmak to değişmek değiştirmek to dökmek dökülmek to dönmek döndürmek to düşmek düşürmek to durmak durdurmak to hareket etmek hareket ettirmek to kapamak kapanmak to kapatmak kapanmak to kaynatmak kaynamak to kurmak kırılmak to kızartmak kızarmak to koklamak kokmak to kurulamak kurumak to kurutmak kurumak to patlatmak patlamak to pişirmek pişmek to saklanmak saklamak to sarsmak sarsılmak to sona ermek sona erdirmek to tatmak tadı olmak to teslim etmek teslim olmak to uçmak uçurmak to yanmak yakmak to yapışmak yapıştırmak to yıkanmak yıkamak to yuvarlamak yuvarlanmak to yetişmek yetiştirmek to Örnekler: a- Burada biraz duralım, b- Bu sizi durdurmasın! Let's stop here for a while. Don't let this stop you! 952 a- Sen gerçeği saklıyorsun, b- Nerede saklanıyor? a- Bütün kapıları açın. b- Kapılar sağa açılır, a- Orada bir şey yanıyor, b- Parmaklarımı yaktı, a- Kolunuzu biraz hareket ettirebilir misiniz? b- Biraz hareket edebilir misiniz? a- İlk batan gemi değil ki . b- Tek torpille hatırdılar, a- Burada hiçbir şey değişmez, b- Bu insanları değiştiremezsiniz. a- İlkönce ellerini yıka. b- Gidip yıkanacağım, a- Onları zeytinyağda kızartın, b- Onları kızarmış sever, a- Güneşte erir. b- İlkönce yağı eritiniz. You're hiding the truth. Where is he hiding? Open all the doors. The doors open to the right. Something is burning there. It has burned my fingers. Could you move your arm a little? Could you move a little? It's not the first ship to sink. They sank it with a single torpedo. Nothing changes here. You can't change these people. First wash your hands. I ' m going to wash. Fry them in olive oil. He likes them fried [frayd]. It wi l l melt in the sun. First melt the butter. 953 Ek/Appendix 16 ÖZEL BİLEŞİK FİİLLER NİYET VE BAŞLAMA FİİLLERİ COMPOUND NOTIONAL VERBS INCHOATIVE VERBS Gelecek zamanlı ve sıfat fiillerin olmak yardımcı fi i l i aldıkları zaman, oluşumun veya eylemin niyet veya teşebbüs halinde olduğunu bildirir. İngilizcede aşağıdaki fiillerle ifade edilir. When the participle is constructed with the auxiliary verb 'olmak' it indicates the intention of the speaker, the beginning of an action or state, or that the action has newly formed. It is expressed in English by the following verbs. mean to have in view start stop begin to intend expect decide wish get BAŞLAMA VE NİYET FİİLLERİ/INCHOATIVE VERBS di'li Geçmiş/di-past -ecek olmak Ağlayacak oldu. Gidecek oldum, bırakmadılar. Kalacak oldular, sonra vazgeçtiler. Anlatacak olursun, laf anlamaz. Yardım edecek oldum fakat olmadı. She was on the point of crying. I decided to go but they didn't let me. They intended to stay but later gave up the idea. You try to reason with him but he won't listen. I intended to help but it didn't work that way. -ici olmak Gidici oldum, bırakmadılar. I was going to leave but they didn't let me. -maz olmak -er olmak -er olacak Son günlerde görevimi yapamaz oldum. Gelemez oldu. Tören yapılmaz oldu. Zaptolunmaz okluydular. Gitmez olur mu? Az yer oldu. O olaydan sonra içer olmuştu. Eski yerini arar oldu. Annesini sorar oldu. Bu günleri arar olacağız. Sokaklarda dilenir olacaklar. I have been unable to do my job lately. He stopped coming. The ceremony ceased to be celebrated. They had become completely unruly. Of course she wi l l go. He got to eat a little. He got to drinking after that incident. He misses his former place. He started asking questions about his mother. We shall badly miss these days. They wi l l end up begging in the streets. -maklı olmak Ağlamaklı oldu. She was on the point of crying. Şart/Condition -ecek olsam/olursam Anlatacak olsam, gülersin. Ölecek olursam... Ölecek olsam da... Satacak olursan... If I were to relate it, you would laugh. If I am to die... Even if I were to die... If you ever decide to sell it... 954 Satacak olsaymış... It seems that if he were to sell it... Gelecek olsaydı... If he had intended to come... İsteme Kipi/Desiderative Mood Başlama fiilleri, geniş zaman sıfat-fiilinin olumsuz şekli üzerine kurulduklarında beddua ve yerinme anlamına gelir. -mez olaydım -mez ol -ecek ol Oraya gidemez olaydım. Konuşamaz olaydm. Onları tanımaz olaydık. Yürüyemez olsun! Göremez ol! Why ever did I go there? I wish you hadn't spoken. I wish we had never met them. May he not walk again! May you never see again! Sen gidecek ol, gerisi kolay. Siz kalacak olunuz, yer buluruz. You decide to go, the rest is easy. You decide to stay, we' ll find a place. 955 Ek/Appendix 17 ÖZEL VE KARMAŞİK BİLEŞİK FİİLLER COMPOUND NOTIONAL VERBS Bu birleşikler, Türkçenin geniş f i i l çeşitlerini daha da genişleterek sürerlik, tezlik, olup bitme ve beklenmezlik gibi birçok özellik ve kavram taşıyan fiiller yaratmıştır. 1-YETERLİK FİİLLERİ NOTION OF ABILITY AND VERBS OF ABILITY -e ulaç ekiyle, kendi sözlük anlamından sıyrılmış bilmek fiilinden yapılır. Fiile yeterlik anlamı katar. a) Olumlu şekli: yapabilmek The affirmative form: yapabilmek (to be able to) Tekrar görebiliyorum. Sağ salim kurtulabildiler. Onu ikna edebileceğinden emindi. Her matematik problemini çözebilirdi. Bodrum katına girebilmiş değiliz. Yakında oynayabilecek. Sonunda sesimi duyurabildim. Rahatlayabilmek büyük bir şey. Duruma hakim olabilecek gibi görünmüyor. Tutunabilecekleri hiçbir şey yoktu. İkna etmeyi başarabildin mi? I ' m able to see again. They were able to escape unhurt. He was sure he would be able to convince him. He could solve any maths problem. We haven't been able to get into the basement. He wi l l be able to play soon. I finally managed to make myself heard. It's great to be able to relax. He doesn't seem to be able to control the situation. There was nothing they could have got hold of. Have you managed to convince him? b) Olumsuz şekli: yapamamak The negative form: yapamamak (to be unable to) Kediler yüzemez. Özür dilerim, yapamayacağım. O buraya gelemez. Payını satamayacak mı? Şunu daha i yi bir şekilde izah edemez mi? Bilemiyorum. Ben sizi anlayamıyorum. Eskiden hiç koşamazdı. Maalesef onları göremedim. Et yiyemediğime aldırmıyorum. Cats can't swim. I ' m sorry, I won't be able to do it. He can't come here. Won't she be able to sell her share? Can't he explain it better? I ' m unable to say. I can't understand you. She couldn't run before. Unfortunately I was unable to see them. I don't mind not being able to eat meat. c) Olasılık anlamı katar Implies probability and possibility Haklı olabilir. Bu son şansın olabilir. Ciddi olamazsın! Kim olabilir ki? Gitmiş olabilir. d) İnce bir dilek anlamı katar Used as polite request Telefonunuzu kullanabilir miyim? Gidebilir miyiz? Yardım edebilir miyim? She may be right. This may be your last chance. You can't be serious! Who could it be? He may have left. Could I use your telephone? May we go? May I help? 956 e) Katmerli kuruluşlar Construction with double concepts Onu kolay çözebilmelisin. Onu geri vermek zorunda kalabiliriz. Bütün bunları gerçekleştiremeyebiliriz. You should be able to solve it easily. We may have to give it back. We may not be able to realize all of these. Bu kitapları okuyabilmeliler. They should be able to read these books. 2- TEZLI K FİİLLERİ NOTION OF SPEED AND VERBS OF SPEED -i ulaç eki ile kendi özlük anlamından sıyrılmış vermek yardımcı fiilinden yapılır. Çabuk gerçekleşen veya ani ve beklenmedik bir olayı veya oluşu bildirir. a) Fiile çabukluk ve apansızlık kavramı katar Adds notion of speed and suddenness to the Buradan uzaklaşıverin. Yiyecek bitiverdi. Ne istediğimizi anlayıverdi Geri alıverdi. Elimde kırılıverdi. Bu gol Mallorca'mn işini bitiriverdi. Araba yokuşta duruverdi. Birkaç dakikada her şey bitiverdi. Bir gün uyanmayıverdi. Annem kolları teyelleyiverdi. verb Just go away. We ran out of food. He readily understood what we wanted. He instantly took it back. It suddenly broke in my hand. That goal finished off Mallorca. The car suddenly stopped on the slope. It was all over in a matter of minutes. One day he just did not wake up. My mother quickly tacked up the sleeves. b) Düşünmeden ve gelişigüzel yapmak anlamına gelir Expresses actions done at random Siz de et yemeyiveriniz. O da gitmeyivermiş. Sen de görmeyiver. Birisine yazdınver. İki kelime yazıver. Eline küçük bir bahşiş tutuşturuver. Well, just don't eat meat then. He simply didn't go. Just ignore it. Have someone write it down for you. Just scribble a few words. Just slip a small tip into his hand. c) Kibarca emir bildirir Expresses orders as request Masaya koyuveriniz. Mektubu postaya atıver. Bekleyiversin. Just leave it on the table. Could you post the letter? Let him wait. Tuzu uzatıver. Could you pass the salt? 3-SÜRERLİK FİİLLERİ NOTION OF CONTINUITY AND VERBS EXPRESSI NG CONTINUITY -e ve ip ulaçları ile sözlük anlamlarından sıyrılmış durmak, kalmak ve gelmek fiilleriyle yapılır. Oluş ve eylemin zaman içinde sürekli olduğunu anlatmaya yarar. a) DURMAK Aynı şeyi tekrarlayıp durma. Ortalarda dolaşıp durma. Ne düşünüp duruyorsun? Lafı ağzında geveleyip durma. Bütün gün koşuşturup durduk. Don't keep repeating the same thing. Don't hang about. What are you brooding over? Don't beat about the bush. We rushed from one place to another the whole day. 957 Kıpırdayıp durma. Bütün gün yazar durur. Sen okuyadur, ben yatıyorum. O hesabı kontrol ededursun... Onlar yazadursun... b) GELMEK Bu işler böyle olagelmiş. Aramızda daima bir rekabet olagelmiştir. c) KALMAK Koltukta uyuyakalmışım. Hepimiz donakaldık. Şaşakaldım. Orada öyle kakılıp kalma. Apışıp kaldılar. Şaştım kaldım. Don't fidget. He keeps on writing the whole day. You keep on reading, I ' m going to bed. While he is checking the account... While they are busy writing... This state of affairs has always gone on like that. There has always been rivalry between us. Apparently I dozed off in the armchair. We were all petrified. I was left bewildered. Don't stand rooted to that spot. They were completely bewildered. I was completely astonished. 4-YAKLAŞMA FİİLLERİ NOTION OF APPROXIMATION AND VERBS OF APPROXIMATION Yazmak fi i l i sözlük anlamından sıyrılarak birleştiği tabana yakınlık anlamı katar. Bir hareketin tehlikeli bir duruma yaklaştığını belirtir. Düşeyazdım. I nearly fell. Öleyazdık. We very nearly all died. Bu yoldaki ifade tarzı eskimiştir ve ancak eski metinlerde bulunur. Bugün bu birleşiğin yerini "az kaldı" gibi ifadeler almıştır: Az kalsın düşüyordum. I nearly fell. Ha patladı ha patlayacak. It may blow up any moment now. O sıcakta bayılma raddesine geldik. We came near to fainting in that heat. Ölmemize bıçak sırtı kalmıştı. We nearly all died. Boğulmak üzereydiler. They were on the point of drowning. Neredeyse susuzluktan ölüyordu. He very nearly died of thirst. 5- SONUÇLAMA FİİLİ VERB EXPRESSI NG RESULT -meye görsün bir eylemin yapılışından ne gibi sonuçlar meydana geleceğini belirtir. "Sonu iyi olmayacak" bir oluşa veya kılışa işaret eder. Eline fırsat geçmeye görsün. If he ever gets the opportunity. Bir kere kızmaya görsün... Once he gets angry... Bir kere orman yanmaya görsün... Once the forest is on fire... Aklına esmeye görsün. Wait t i l l it comes into his head. İpin ucunu kaçırmaya görsünler. Once they lose control of the situation. Allah hastalık vermeye görsün. Once you come down with a disease. Bir kere aklına koymaya görsün. Once she has made up her mind. 6-BEKLENMEZLİK FİİLİ VERB EXPRESSI NG THE UNEXPECTED Beklenmedik bir durumun oluşumu anlatan kuruluş, bunun için -eceği tutmak getirilir. Bakarsın kalacağı tutar. He might take it into his head to stay. 958 O gün İngiltere'ye gideceği tuttu. He took it into his head to go to England that day. Özür dilerim, güleceğim tuttu. I ' m sorry, I just felt like laughing. Aryanın ortasında aksıracağı tutmaz mı? And in the middle of the aria she would have to sneeze. Tam o sırada öksüreceği tutmuş. Just at that moment she was seized with coughing. 7- OLUP BİTME FİİLİ VERB EXPRESSI NG TERMINATION Gitmek fi i l i sözlük anlamından sıyrılarak eyleme olup bitme ayırtısı katar. Ben de verdim gitti. Bu işi anlayamadım gitti. Satalım gitsin. At gitsin. Unut gitsin! Bu kargaşa içinde unutulup gitti. Hadi inandım gitti! Here, you can have it. I just can't understand this. Let's sell it and be done with it. Throw it away. Forget it! It was completely forgotten in the confusion. OK, I believe it all the same! 8- İSTEKLENME FİİLİ VERBS EXPRESSI NG DESI RE AND OPTION -eceği, -esi, -mezlikten eklerle sözlük anlamından sıyrılmış gelmek fi i l i ile öbekleşerek meydana gelir. Ağlayasım geldi. I felt like crying. Evini göresi gelmiş. He yearns to see his home. İnanasım gelmiyor. I can hardly believe it. Bir şey yiyesim gelmiyor. I don't feel like eating anything. Ona acıyasım geldi. I felt sorry for him. Bu insanları dövesim geliyor. I feel like beating these people. Güleceğim geldi. I couldn't help laughing. Bu tutumunu görmezlikten gelemeyiz. We can't overlook this attitude of his. Kuralları bilmezlikten geliyor. He is affecting ignorance of the rules. Uyarımızı duymazlıktan geldi. He turned a deaf ear to our warning.